-
13th Aralık 2010

Hicretin Mantığı_Kenan Alpay

posted in CİN-MELEK |

UYGUN ORTAM ARAYIŞI VE HİCRETİN MANTIĞI

Tevhid ve adaleti değişmez ilke kabul eden, bu ilkeleri açık şahitliğe dönüştüren Müslümanlar Kur’an’daki hicretle ilgili ayetlere, siyer kitaplarındaki tarihsel gerçekliklere M. 622’de yaşanmış bir hikaye veya bir macera gibi bakamazlar.

 Giriş

Hicret kavramı vahyin Hz. Muhammed’e ilk inzal olduğu ve İslam dininin ilk teşekkül devresinden bu yana hem akidevi(inançsal) hem de ameli bir muhteva taşımaktadır. Hicret kavramının akidevi yönünü ihtiva eden anlamı daha geniş bir kapsama sahiptir. Kötülük ve zulüm diyarından uzaklaşmayı ve Allah’a yönelmeyi ifade eden Hicret aynı zamanda Hz. Muhammed ve Ashabının Mekke’den Habeşistan ve Medine’ye doğru gerçekleştirmiş oldukları, anayurdu Allah için terk etme sürecini de kapsar.

İnsanın şeytan ve şeytanın pisliklerinden Allah’a ve Allah’ın rızasına hicret etmesi, iman etmenin olmazsa olmazıdır. Hicret, zulüm ve kötülük diyarından kopup (itizal) ayrılmaktır (19/48). İnsanın Allah’a hicreti mutlaka maddi anlamda anayurdunu terk etmesini gerektirmez. Hicret, hem tarihi anlamda Mekke’den Habeşistan ve Medine’ye hicret eden muhacirleri hem de her türlü kötülüğü ve pisliği (rics) terk ederek Allah’a hicret eden sonraki zamanlardaki mü’minlerin hepsini kapsar. Hicret, tüm mü’minlere Allah’ın bir emridir. Namaz, intak, sabır, cihad, oruç vb. tüm ameller gibi. Hicret İslam’ın temel şartlarından biridir. Her türlü cahiliyye ölçüsünü terk edip Allah’a hicret etmekte kararlı davranmayanın gereğince iman ettiğini söylemek mümkün değildir.

 

İlk Hicret: Cahiliyye Kimliğinden Tamamen Arınmak

Hz. Muhammed’e “Yaradan Rabb’in adıyla oku” emrinin vahyolunmasının ardından “Kalk ve uyar” vahyi ile emrolundu. Alak sûresinin ilk beş ayetiyle Muhammed(s)’e risalet görevi yüklenmiş ve ardından Müddesir sûresinin ilk yedi ayeti ile uzun ve zorlu mücadelenin içine atılmak için hazırlanması ve Rabbinden yardım istemesi emredilmiştir. İşte Muhammed (s)’e ilk hicret emri de Allah tarafından vahyolunan Müddesir sûresi içinde getirilmiştir. “Kalk ve uyar. Rabbi’ni tekbir et. Elbiseni temizle. Pislik (rics)’ten uzaklaş (fehcur: hicret et). Yaptığın iyiliği çok görüp başa kakma. Sabırla Rabbi’ne yönel.” (74/2-7)

Kısa ve net vurguları ihtiva eden bu ilk dönem ayetleri Rasulullah (s) ve mü’minler için cahiliyyenin kirinden uzak durma yönünde duyarlı bir bilinç oluşturma amacını gütmüş olsa gerektir. Lafzen “elbiseni temizle” şeklinde geçen ifade kalp, ahlak ve davranış temizliği anlamında kullanılmaktadır. “Pislikten (rics, ruczü) hicret et (fehcur)” ayetinde, “rics” pislik ve azab manasına geldiği gibi burada puta tapıcılık gibi azaba uğramayı gerektiren davranışlar anlamını kazanmıştır. Ki, Medine’de nazil olan ayetlerde bu yönlü bir uyarım söz konusu olmuştur: “Ey inananlar, içki, kumar, anıt taşları (putlar), fal okları şeytan işi birer pisliktir (ricsun min ameliş-şeytani) Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (5/90)

Müddesir sûresinin hemen ardından inzal olan Müzemmil sûresi de Hicret’e ilişkin bir uyarıyı içermektedir. “Halkın (senin aleyhinde) söyleyebileceği her şeye sabırla katlan ve onlardan en uygun/en güzel bir şekilde uzaklaş. (Hecr-i cemil)” (73/10). Bu ayet-i kerimede geçen (vehcurhum hicran cemila) ifadesi düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum ile cahiliyyede ısrar eden inkarcılardan ve onların cahiliyye sistemlerinden kopup ayrılmayı ifade eder.

Hecr-i Cemil; kalben ve fikren onlardan uzak durup fiillerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeğe kalkışmayıp müsamaha, idare ve güzel ahlak ile hüsn-ü muhalefet etmektir. Tebliğden vazgeçmek için değil, seviyesiz sataşmalara muhatap olmamak amacıyla o toplumdan ayrılmaktır. Ayrılmanın ve seviyesiz sataşmaların karşısında geliştirilecek erdemli tavır Zuhruf sûresinde şöyle geçmektedir; “Şimdi sen onlardan geç ve: Size selam (olsun) de. Çünkü onlar zamanı geldiğinde (hakikati) bileceklerdir (43/89) (Ayrıca Bkz. 28/56-25/63). Ama bu ayrılma biçimi Lut Peygamberin (bazı meal ve tefsirlerde İbrahim olarak da geçmektedir) isabetli kararı gibi olmalı, Yunus Peygamber’in düştüğü yanlış ayrılma kararı gibi olmamalı.

Hicret’in nasıl ve nereye doğru yapılması gerektiğini Rabbimiz Hz. Lut’un dilinden bize öğretmektedir: Lut; “Gerçekten ben Rabbime Hicret edeceğim. Hiç kuşkusuz O, galibtir, hüküm ve hikmet sahibidir” (29/26). Hz. Lut bedeniyle, ailesiyle veya malıyla hicret etmezden evvel kalbiyle, düşüncesiyle, imanıyla hicret ediyor. Herhangi bir dünya menfaati için değil doğrudan doğruya Rabbi’nin rızası için yine Rabb’ine iltica ediyor. Kavminde Allah’a imana ilişkin bir yumuşama, bir yönelme işareti kalmadıktan sonra küfür ve sapıklık ülkesinden hicret ediyor. Hicret ederken Hz. İbrahim’in kalbi de mutmaindir: “Ben Rabbime gidiyorum, O bana yolunu gösterir.” (37/99). Allah yolunda Hicret’in ne olmadığını da yine, Yunus (a)’a ait atıfları içeren Kur’anî ifadelerden öğrenebiliriz: “Sen Rabbi’nin hükmüne sabret ve öfkeye kapılıp da sonra (ızdırap içinde) haykıran büyük balık sahibi (Yunus) gibi olma.” (68/48). Kur’an’da, Yunus (a)’un kavminin yola gelmesinden ümit kesip de sabretmeden kavmini terk etme kararının yanlışlığına dikkat çekilir: “Zünnun (Yunus)’u da an; zira (o, kavmine) kızarak gitmişti. Bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde (kalıp) senden başka tanrı yoktur. Senin şanın yücedir, ben zalimlerden oldum, diye yalvardı” (21/87).

Değinmeye çalıştığımız ayetlerde hicret genellikle teorik ve pratik açıdan alemlerin Rabbi Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik hem kalbi hem de ameli bir yönelişi içerir ve tanımlar. Hicret, cahili değer ve ölçülerden arınıp Rabbani değer ve ölçüleri bir duyuş, bir düşünüş, bir bakış ve bir hayat tarzı olarak benimsemeyi ifade eder. Hicret hem bireysel hem de toplumsal alanda topyekün değişime talip olan bir harekettir. Bu anlamda hayatları hakkında Kur’an yoluyla malumat sahibi olduğumuz rasuller, Nuh’tan İbrahim’e, Musa’dan Muhammed’e hemen hepsi hicret olayını gerek pislikten kaçınma ve gerekse mekansal hareketlilik şeklinde davetin öncelikli tavrı olarak gerçekleştirmişlerdir.

 

HİCRET ÖNCESİ

Risaletin ilk yıllarında, müşriklerin düşünce ve davranışlarına ilişkin Allah’ın vahyi, oldukça önemli bir yer ayırmıştır. Alemlerin Rabbi tarafından Kur’an’da Rasulullah’a ve ashabına nasıl bir davranış geliştireceklerine ilişkin emir ve yasaklar bildirilmiştir. Habeşistan ve Medine’ye hicret gerçekleşmezden önce Mekke despot sisteminin egemenlerinde baskın olan inkarcı karaktere ilişkin bir göz atarsak karşımıza cahiliyyenin kirli yüzü tüm açıklığıyla çıkar. Bu dönem cahiliyyesinin Allah’a, Allah’ın Rasulüne ve iman edenlere ilişkin tavırları Kur’an-ı Kerim’de şu ifadelerle anılmaktadır; “Yalanlayan, herkesi kötüleyen, söz götürüp getiren, hayra engel olan, saldırgan, günahkar, kaba, kötülükle damgalı” (68/8-13). “Yüce Allah’a inanmayan, yoksulu doyurmağa önayak olmayan” (69/33, 34), “Mal toplayıp kasada yığan” (70/18) “Allah’ın ayetlerine karşı inatçı, ölçüp, biçtiğiyle kahrolacak, namaz kılmayan, yoksulu doyurmayan, batıla dalanlarla birlikte batıla dalan, ceza gününü yalanlayan” (74/16-19, 43-46). “Sadaka vermeyen, namaz kılmayan, ısrarla yalanlayan” (75/31-32) günahkar ve nankör (76/24) azmış ve yakın hayatı yeğleyen (79/34Z-35) kız çocuklarını diri diri toprağa gömen (81/8) suç işleyip inananların üstüne gülen, kaş-göz işareti yapan, övünüp eğlenen, mü’minleri sapıklıkla suçlayan (83/Z29-32) “Kur’an okunduğu zaman secde etmeyip yalanlayan” (84/21-22). Yetime ikram etmeyen, yoksulu yedirmeğe teşvik etmeyen, mirası hırsla yiyen, malı pek çok seven (89/17-20) “kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini, kimsenin kendisini görmediğini sanan” (90/5-7). “Dini yalanlayan, öksüzü itip-kakan, yoksulu doyurmağa önayak olmayan, namazdan gafil, gösteriş için ibadet yapan, en ufak bir yardımı esirgeyen” (107/1-7).

Kureyş’in önde gelenleri, ilahi vahyin Rasulullah tarafından insanlığa ulaştırılmasını engellemek amacıyla her yola başvurmuştur. İlahi mesajın meydana getireceği bireysel ve toplumsal dönüşümün önünü alabilmek amacıyla Kureyş’in her türlü hile, desise, yalan, iftira, işkence ve baskıyı yürürlüğe koyduğunu hem Kur’an’ın ayetlerinden hem de siret kitaplarının bizlere aktardığı tarihsel bilgilerden dolayı haberdarız. Mü’min erkek ve kadınların yoğun baskılara maruz kalmalarının en önemli sonucu birinci ve ikinci Habeşistan hicretleri ve ardından gerçekleşen Medine hicreti olmuştur.

Mü’min erkek ve kadınların işkencelere uğradığına işaret eden ilk Kur’anî vurgu, Ashab-ı Uhdud kıssasını da içeren Buruç sûresi olmuştu. Erken dönemde inen Buruc sûresinden anladığımız kadarıyla mü’minleri dinlerinden döndürmeye çalışan müşrikler yaygın bir şekilde ve kadın-erkek ayrımı da yapmadan işkence metodunu kullandılar, “inanan erkekler ile inanan kadınlara işkence edenlere ve sonra hiçbir pişmanlık duymayanlara gelince, onları cehennem azabı beklemektedir. Evet yakıcı azap beklemektedir onları.” (85/10) ayetiyle ve devamında Allah Teâlâ kendi yolunda musibete uğrayanları övgü ile anmakta ve kendilerine vadedilen cennetin niteliklerinden bahsederek, büyük kurtuluşu müjdelemektedir, işkenceci kafirleri ise tevbe etmeye davet etmekte ve cehennem azabıyla tehdit etmektedir.

Bahsi geçen ayette üzerinde dikkatle durulması gereken bir husus da mü’min erkeklerle birlikte mü’min kadınların da işkence mağduru olarak zikre-dilmesidir. Nebevi davete icabet eden insanlara takibat, sıkıntı ve her türlü baskının reva görüldüğü Mekke’de kadınların da bu ilahi davete icabet etmeleri Kureyş nezdinde endişe ve panik halinin büyümesine sebep oldu. Kureyş egemenlerinin artan endişelerinin temelinde hiç şüphesiz ki hem erkeklerden hem de kadınlardan Kur’an mesajına gösterilen rağbetle Mekke’deki despot statükonun yıkılabileceği riski yatmaktadır. Kureyş’in endişelerini arttıran diğer önemli bir husus da sadece köle ve mustazaf kesimden değil. Kureyş’in ileri gelen güçlü ailelerine bağlı bazı kadın ve erkeklerin de Muhammed Mustafa’ya tâbi olmalarıdır. İlahi vahyin çevresinde kenetlenen Rasul ve ashabına karşı beslenen düşmanlık. İslam’a inananları putperestliğe döndürmek üzere girişilen yeni taktiklerle somutlaştı. Müşrikler hem Rasul ve ashabını dinlerinden döndürmek üzere, hem de İslam davetine ilgi duyabilecek insanlara karşı bir engel oluşturması için işkence ve baskılarla korkuyu yaygınlaştırmaya başladılar. Neticede hem mümin erkeklerden hem de mü’min kadınlardan bazıları İslam’a olan bağlılıklarından dolayı hayatlarını feda ederek şehid oldular.

 

İLK HİCRET İZNİ: ALLAH’IN ARZI GENİŞTİR

Risaletin beşinci yılında inzal olan Zümer sûresi mü’minleri takvaya, dini Allah’a halis kılmaya, hicrete ve tağuta kullukları kaçınmaya teşvik eden buyrukları içermektedir. Zümer sûresi 10. ayetinin bu dönemde gelmesi hicret izni olarak görülmüştür. “Deki: (Allah şöyle buyuruyor) Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! Bu dünyada iyi şeyler için gayret edenleri güzel bir son beklemektedir. (Unutmayın ki) Allah’ın arzı geniştir (ve) sıkıntılara göğüs gerenlere mükafatları sınırsız verilecektir!” (39/10).

Ayette geçen takva kelimesi korku ve ümit içinde Allah’ın rızasını ve gazabını gözeten hassasiyet, duyarlılık ve sorumluluk bilincidir. Takva vurgusunun ardından gelen Allah’ın arzı geniştir ifadesi ile mü’minlere toprak/vatan sevgisinin, akrabaya/millete, çevreye/mala-mülke olan bağlılığın Allah için yapılacak hicrete engel teşkil edemeyeceğine dair açık bir hükmü içerir.

Müslüman şahsiyet “vatan sevgisi imandandır” gibi yalan ve ifsad edici haberlere değil, Rabbimizin hidayete götürücü ayetlerine ittiba eder. Zümer sûresi 10. ayetinin ardından Rasulullah’a Nahl sûresinden hicretle ilgili ayetler inzal oldu: “Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda göç edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz. Ahiret mükafatı ise daha büyüktür. Keşke bilseler. Onlar ki, sabrettiler ve Rabblerine dayanmaktadırlar” (16/-41-42)

Baskıların yoğunlaştığı dönemde Zümer ve Nahl sûrelerinin ilgili ayetlerinin ardından Rasulullah’ın mü’minlere şöyle dediği kaydedilir: “Eğer Habeşistan toprağına çıkarsanız, orada, yanında kimsenin zulme uğramadığı bir hükümdar bulacaksınız. O topraklar, doğruluk topraklarıdır. Bulunduğunuz durumdan, Allah sizin için bir çıkış yolu verene kadar orada kalınız. “Rasulullah’ın bu sözü üzerine mü’minlerden on-biri erkek dördü kadın toplam on beş kişi Habeşistan’a hicret etti. İki kişi hariç bu hicrete katılanların hepsi Kureyş’tendi. Bu iki kişi de Kureyşliler’le ittifak içinde bulunan kabilelerdendi. Rivayetlere göre Risalet’in beşinci yılının Recep ayında gerçekleşen birinci Habeşistan hicretine yaygın kanaatin aksine, muhacirlerin arasında fakir, güçsüz ve kölelerden hiç kimse bulunmamıştır. İlk Hicret’e katılanların isimlen siret kaynaklarında şu şekilde sıralanmıştır: Osman b. Affan ve eşi Rukiyye (Rasulullah’ın kızı). Zübeyr b. Avvam, Mus’ab b. Umeyr. Abdurrahman b. Avf, Ebu Huzeyfe b. Utbe ve eşi Sehle b. Süheyl. Ebu Seleme ve eşi Ümmü Seleme, Osman b. Mazun, Amir b. Rebia ve eşi Leyla, Ebu Sibre b. Ebe Ruhm, Hatip b. Amr ve Süheyl b. Beyza.

Ayetlerde mü’minlere yapılan baskılara ilişkin haberler olmakla birlikte sabır ve hicret tavsiyesinin ardından gerçekleşen Habeşistan hicretinin sadece baskı ve işkencelerden kurtulmak amacıyla gerçekleştirilmediğini hicrete katılan isimlerden anlayabiliriz.

Muhacirler zorunlu ve çaresiz olarak hicret etmediler. Yine Mekke’nin dışına atılmaları veya kovulmaları da söz konusu olmamıştı. Mü’minler Mekke’yi aniden ve habersiz olarak terk etmediler: ama buna rağmen Kureyşlilerin herhangi bir engellemesiyle de karşılaşmadılar. Hatta Kureyş liderleri hicret olayına ilk anda sevinmişler ve bu olayın Rasulullah’ın hareketini ve faaliyetini zayıflatacağını hesaplamışlardı. Oysaki Rasulullah ve ashabının, hicrete sadece baskı politikalarından bir uzaklaşma aracı olarak değil, davete yeni açılımlar sağlamak, yeni üsler edinmek amacıyla yaklaştığı kanaatindeyiz.

Habeşistan çok eski zamanlardan beri Arablarca bilinen bir bölgeydi. Kureyşliler Habeşistan’ı çok iyi biliyorlardı. Habeşistan Kureyşlilerin ticaret yeriydi, mallarını götürüp orada satarlar ve oradan iyi bir kârla dönerlerdi. Bu yüzden ilk muhacir kafilesi orada herhangi bir güçlükle karşılaşmadığı gibi bir yabancılık da çekmedi. Habeşistan’ın hicret bölgesi olarak seçilmiş olmasının diğer bazı sebepleri şöyle sıralanabilir; Necaşi’nin zulme rıza göstermeyen bir hükümdar olması, oraya kolaylıkla geçilebilmesi ve mevsim rüzgarlarının bu deniz seferinin şartlarına uygun olması. Mekki sûrelerde mü’minlere Ehli Kitab’ta ve özellikle hristiyanlarla ilişkilerin “tek kaynak” vurgusuyla müsbet bir şekilde sürdürülmesi tavsiyesi, İslam’ın teslis inancından uzak hristiyan Habeşistan halkı arasında yayılması umudu ve Kureyş müşriklerine karşı güçlü bir müttefik sağlama amacı yatmaktadır. Zaten Habeşistan’a hicret gerçekleşmezden evvel Zekeriyya, Yahya, Meryem ve İsa (a)’ya ilişkin gerçek Hristiyanlığı izah eden Meryem sûresi inmişti.

Muhacirler Habeşistan’a ulaştıktan iki ay sonra Kureyş’in müslüman olduğu şeklinde bir haber kendilerine ulaşmıştı. Oysa ki aynı zamanda Allah Rasulü’ne Mekke’de Necm sûresi inzal olmuş, inzal olan ayetleri yüksek sesle okuyan Hz. Muhammed’e müşrikler müdahale etmeye kalkışmışlar, secde ayeti geldiğinde Rasulullah secdeye kapanmış ve ardından “Muhammed bizim ilahlarımızı övdü” vb. gibi yalan haberleri yaygınlaştırmalardı. “Garanik Vakası” olarak söylenti halinde yaygınlaştırılan bu saptırmaca Buhari dahil bazı hadis ve siyer kitaplarında yer almış ve Rasul’ün ve vahyin korunmuşluğuna ilişkin Allah’ın sözünü müşriklerin yalanlarına feda etme konumuna düşülmüştür. Neticede muhacirler Mekke’ye yaklaştıklarında haberin yalan olduğunu öğrenmişler ve her biri Kureyş’ten birinin koruması/himayesi altında şehre girebilmiştir.

Bu dönüş olayından sonra Rasulullah müslümanlara ikinci kez Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye etmişti. İkinci kez gerçekleştirilen hicretin seksen üç erkek ve onsekiz kadından oluşan yüzbir kişilik bir kafile halinde gerçekleştiği rivayet edilmiştir. Risaletin altıncı yılında gerçekleşen ikinci Habeşistan hicretine Rasulullah, Cafer b. Ebi Talip’i hem kafilenin başkanı hem de Habeş Kralı’na yazdığı bir mektubu ulaştırmakla yükümlü bir elçi olarak atadı. İkinci hicret emriyle müslümanlardan oldukça kalabalık bir grup Mekke’den ayrılıyor ve bu sefer kendilerini hem daha zor bir yolculuk hem de daha geniş kapsamlı davet çalışmaları bekliyordu.

Habeşistan’a gerçekleşen ikinci hicrette, birinci kafilede yer alanların yanı sıra Kureyşli ileri gelenlerin kızları, oğulları ve yakın akrabalarından yeni müslüman olmuş kadın ve erkekler de vardı. Bu ikinci hicret Kureyş tarafından çok daha sert bir tepki ile karşılandı. Mekke’de hemen her ailede bir deprem yaşandı, bir matem havası hakim oldu. Küçük veya büyük neredeyse tüm ailelerden kiminin oğlu-kızı, kiminin karısı-kardeşi kiminin gelini-damadı Habeşistan’a hicret eden kafilenin içinde yer aldı. Mekke’de bu hicretten etkilenmeyen bir tek ev, bir tek aile kalmadı.

Mekke’de meydana gelen bu sarsıntı neticesinde Kureyş müşrikleri. Amr b. As ve Abdullah b. Ebi Rebia önderliğindeki bir heyeti kıymetli hediyelerle mücehhez kılarak Habeş Kralı’nı muhacirleri geri göndermesi konusunda ikna etmek üzere Habeşistan’a gönderdiler. Kureyş’in elçileri Necaşi ile görüşmezden evvel Kralı etkileyebilecek olan patriklere ve ileri gelenlere rüşvet vererek işe başladılar. Ardından Kral ile bir görüşme ayarlayıp O’na da oldukça cazip ve pahalı hediyeler takdim ettiler. Kureyş heyeti ile patrikler beraber hareket ederek müslümanlara yönelik iftiralarda bulunup onları, hain, fitneci vb. gibi sıfatlarla yaftaladılar. Fakat Kral. müslümanları dinlemeden karar veremeyeceğini ifade ederek müslümanları sarayına çağırdı.

Muhacirleri temsilen Cafer b. Ebi Talip konuştu Kralın huzurunda. Cafer (r) önce cahiliyye Araplarının dini, ahlaki ve içtimai bozukluklarından bahsetti. Sonrada Hz. Muhammed’in davetinden ve davete tabi olan müslümanların başına gelen zulümlerden bahsetti. Cafer, Necaşi’nin huzuruna çıktığında patrikler ve Kureyş heyeti de hazır bulunuyordu. Cafer b. Ebi Talip’in konuşmasında şunları söylediği rivayet edilir: “Ey hükümdar! Biz cehalet içinde bocalayan bir topluluktuk. Putlara tapar, leş yer, fuhuş yapardık. Ahlaksızlığın her türlüsünü işler, komşuluk hakkı nedir bilmezdik. Verdiğimiz sözde durmazdık. Biz de güçlü olan zayıf olanı ezerdi. Biz böylesine perişan bir durumdayken Cenab-ı Allah bize, yine bizden birini Peygamber olarak gönderdi. Biz bu peygamberin nesebini, sadakatini, emanetini ve dürüstlüğünü bilirdik. O bizi Allah’ı birlemeye ve O’na ibadet etmeye davet etti. Bizlerle, atalarımızın daha önceleri tapmakta olduğu taşlarla putları bırakıp Allah’a kulluk etmemizi, doğru konuşmamızı, emaneti sahibine teslim etmemizi, dostluk ve akrabalık bağlarını korumamızı, güzel komşuluk yapmamızı, haramlardan ve kan davalarından uzak durmamızı emretti. Kötülükten ve yalan sözden bizi menetti. Biz bu peygamberi tasdik ettik, ona iman ettik. Allah katından getirdiği hükümlere tabi olduk. Sadece Allah’a ibadet etmeye başladık. O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık. Bize haram kıldığı şeylerden uzak durduk. Helal kıldığı şeylere yöneldik. Bundan dolayı kavmimiz bize düşman oldu. Bize işkence etti. Tekrar putlara tapmamız için bizi zorlamaya başladı. Daha önce helal saydığımız murdar şeyleri helal saymamızı istedi. Bize zulmedip baskı yapmaya, dinimizle aramıza girmeye başlayınca, senin beldene hicret ettik ve seni başkalarına tercih ettik. Senin himayende yaşamayı arzuladık. Senin yanında zulüm görmeyeceğimize inandık.”

Cafer’in bu konuşması müslüman olan insanların nasıl şeytanın kontrolündeki cahiliyye dininden Allah’ın rızasına uygun İslam dinine akidevi/zihinsel/kalbi bir hicret olayını nasıl gerçekleştirdiklerine işaret ediyor. Aynı zamanda bu konuşma akidevi/zihinsel kopuşun nasıl ve neden mekansal bir hicrete/hareketliliğe dönüştüğüne ilişkin gayet net açıklamaları da içeriyor.

Cafer b. Ebi Talib’in bu etkileyici konuşmasının ardından Necaşi “Muhammed’e gelen ilahi vahiyden senin yanında bir şey var mıdır?” dedi. Cafer “evet”, cevabı ile birlikte Meryem sûresini okumaya başladı. Meryem sûresi okunurken Necaşi sürekli ağladı, yanında bulunanların bir kısmı da etkilendi. Nihayet, Kureyş heyetine muhacirlere ilişkin teklifleri dolayısıyla red cevabı verdi. Fakat Amr b. As birinci tuzağıyla sonuç alamayınca ikinci bir tuzak hazırladı. Ertesi gün Necaşi’nin yanına çıkıp, müslümanların İsa b. Meryem hakkında olumsuz ve tuhaf şeyler söylediklerini anlattı. Necaşi’nin “Meryem oğlu İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna Cafer, Kur’an’dan ayetler okuyarak cevap verdi. Ve sonunda Necaşi yerden bir dal parçası alıp “Allah’a andolsun ki, Meryem oğlu İsa, senin söylediğin bu sözlerin dışına şu dal mesafesi kadar dahi çıkmış değildir” dedi. Kureyş heyetini getirdiği hediyelerle birlikte Mekke’ye geri gönderdi.

Muhacirler herhangi bir engelle karşılaşmadan Habeşistan’da yaşıyor ve insanları İslam’a davet ediyordu. Bir süre sonra Necaşi yirmi kişilik bir heyeti Hz. Muhammed ile bir görüşme yapmak üzere Mekke’ye gönderdi. Necaşi’nin bu heyeti Peygamberimiz ile çeşitli meclislerde beraber bulundular. Peygamberimizle sorular sordular ve cevap istediler. Peygamberimiz de bu heyetin sorularına Kur’an’dan ayetler okuyarak karşılık verdi. Bu heyeti oluşturan Hristiyan kimselerdi. Onlar yanlarında bulunan İncil’den okudukları haberlere bakıp, hem Rasulullah’ın, hem de vahyin Allah’tan gönderildiğine kanaat ettiler. Bu oturumların neticesinde müslüman olmaya karar verdiler. Mekke’den ayrılırlarken Ebu Cehil b. Hişam karşılarına çıkıp “Allah sizin belanızı versin. Dindaşlarınız sizi bu adamla ilgili bir haber edinesiniz diye gönderdi. Ama siz daha bu adamın yanında oturur oturmaz dininizden ayrılıp dediklerim doğruladınız. Sizin gibi ahmak topluluk görmedik” dedi. Onlar da, “Selam size. Biz sizin gibi cahillik etmeyiz. Biz yaptığımızdan, siz de yaptığınızdan sorumlusunuz. Biz kendimiz için iyi olanı yaptık” dediler.

Seyyid Kutub ve İzzet Derveze’nin belirttiği üzere Kur’an-ı Kerimde bu olay şu şekilde geçmektedir: “Bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz de Kur’an’a inanırlar. Kur’an onlara okunduğu zaman, ona inandık, doğrusu O Rabbimizden gelen gerçektir, zaten biz ondan öncede müslüman idik, derler. İşte onlara sabretmelerinden dolayı mükafatlan iki defa verilir. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar. Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcarlar. Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz sizedir. Size selam olsun, biz cahillerle sohbet etmeyi istemeyiz, derler” (28/52-55)

Rasulullah Habeşistan’dan gelen heyete bizzat kendisi hizmet etmişti. Bu durum İbn Hişam ve Beyhaki’den rivayet edilmiş olup Ebu Zehra ve Mevdudi’de bu haberi değerlendirmiştir. Olay, şöyle rivayet edilir; “Necaşi’nin heyeti Peygamber efendimizin yanına geldi. Peygamber efendimiz kalkıp bizzat kendisi onlara hizmet etti. Sahabiler ‘ya Rasulullah, senin yerine biz hizmet edelim’ dedilerse de Peygamber efendimiz onlara şu karşılığı verdi; ‘Bunlar benim sahabilerime ikramda bulundular. Kendilerine mukabelede bulunmak istiyorum“.

Müslümanların Habeşistan hicreti sonunda elde ettikleri avantajları Kureyş’in sonradan düşünmeye başladığını, önceden bu tür sonuçlar doğabileceğini hesap edemediklerini söyleyebiliriz. Kureyş ve elçileri başarısız olmuşlar, müslümanlar ise Allah’ın vaadinin gerçek olduğuna bir kez daha şahitlik etmişlerdi.

 

TECRİT VE BOYKOT

Müslümanların Habeşistan’a hicretle birlikte başlattıkları Mekke dışına açılım hareketi ve sonrasında elde ettikleri kazanımlar Kureyş liderlerini daha da sertleştirdi. Kureyş, Rasulullah ve ashabını toplumdan tamamen tecrit etmeyi ve siyasi, ticari, ailevi vb. gibi tüm alanlarda boykot etmeyi kararlaştırdı. Alınan boykot kararı müminlerle birlikte, müminleri himaye eden Haşimoğulları ve Muttalipoğulları’nı da kapsıyordu. Kureyş’in aldığı boykot yazılı bir vesika haline getirildi ve Kabe’nin içine asıldı. Boykot kararına Kureyş’in müttefikleri de uydu. Müslümanlar Mekke’nin dışındaki Şi’b Ebi Talip adlı küçük bir vadiye sığınmaya mecbur kaldı. Mekke’den herhangi bir erzak temin edemiyor, pazara katılamıyor ve tüm diğer zaruri ihtiyaçlardan mahrum bırakılıyordu. Boykot, müslümanların geçim ve rızık temini yollarını çok zorlaştırmıştı. Ancak mukaddes aylarda dışarıdan gelen hacı adaylarını sınırlı imkanlarla hububat temin edilebiliyordu. Fakat bu zorluklara rağmen Rasulullah, hac mevsimi esnasında dışarıdan gelen insanlara Mina, Mecenne, Ukaz ve başka yerlerde İslam’ı anlatıyor ve onları İslam’a davet ediyordu.

Zorluklar ve baskılar bu şekilde sürerken hem müslümanların akrabaları hem de Haşimoğulları ve Muttaliboğullarının yakını olan bazı şahsiyetlerin ve daha çok zarar gören şehir tüccarlarının da yardımıyla 3 yıl gibi uzun bir zamandan sonra boykot kararı kaldırıldı. Rasululah’ın ve müslümanların boykot ile çok zor anlar yaşadıkları ama şahitlik ve davet çabalarını her türlü zorluğa rağmen sürdürdüklerini aktarılan rivayetlerle öğreniyoruz. Tıpkı Habeşistan hicreti gibi boykot kararı da Kureyş’in beklentisinin aksine müslümanlar açısından olumlu bir şeklide neticelenmişti. Şöyle ki, ilk etapta Mekke toplumunda müslümanların ağır zulümlere maruz kalmalarından dolayı merhamet hisleri kabarmış ve müslümanlar bazı müşrik akrabalarınca da sahiplenilmişti. Yine hac vesilesiyle Mekke’ye gelen diğer Araplarla Mekke’nin biraz dışındaki bölgelerden gelen insanlarla diyalog imkanı doğmuştu.

 

HÜZÜN YILI VE SIĞINILACAK BİR YER ARAMA

Kureyş’in boykotundan sonra Rasulullah iki acıyı üst üste yaşadı. Amcası Ebu Talib’in ve hanımı Hz. Hatice (r)’nin vefatı Rasulullah’ı Kureyş nezdinde daha bir yalnızlaştırdı, güçsüzleştirdi. Artan baskılar neticesinde Rasulullah Mekke’ye iki günlük mesafede (120 mil) bulunan Taif (Sakif)’e doğru evlatlığı Zeyd’i de yanına alarak yola çıktı. Taif, havasının güzelliği ve meyvelerinin bolluğuyla Mekkeliler’in sayfiye(yazlık) yeriydi. Aynı zamanda Lat putunun bulunduğu şehirdi. Hem anne tarafından akrabalarının bulunduğu bir şehir olması hem de amcası Abbas’ın Taifliler’e ödünç para vererek tefecilikle orada nüfuz sahibi oluşu, Rasulullah’ı Taif’e yönelten etkenler arasındaydı.

Rasulullah davet amacıyla ilk defa Mekke’nin dışına çıkıyordu. Hem Sakif kabilesini İslam’a davet etmek, hem de Kureyş’e karşı güçlü bir müttefik elde ederek Mekke’nin dışında ticari ve dini açıdan önemli bir şehri üs edinmeyi amaçlıyordu. Fakat on günlük bir zaman diliminde Rasulullah kabile liderleri dahil görüştüğü tüm kesimlerden red cevabı aldı. Sonuçta Taif’in kölelerine ve çocuklarına taşlattırılarak şehrin dışına kovuldu.

Rasulullah yaralı bir şekilde kendini zorlukla Taif’in dışında Mekkeliler’e ait bir bahçeye attı. Tekrardan yola çıktı ve Nahle bölgesinde Mekke’ye girmezden önce bir zaman bekledi. İşte Rasulullah bu iki noktadan birinden yatsı veya sabah namazını kılarken oradan geçen cinler tarafından yüksek sesle okuduğu Kur’an-ı Kerim’e kulak kabartılmış, dinlenmiş ve tabi olmak üzere aralarında konuşmuşlardır. Söz konusu ayetler Cin suresinin ayetleridir. “De ki: Bana şöyle vahyolundu: Cinlerden bir topluluk Kur’an’ı dinlemişler ve şöyle demişler: Biz etkileyici bir Kur’an dinledik” doğru yolu ileten bu Kitab’a iman ettik. Artık Rabbimize ortak koşmayacağız. Çünkü Rabbimiz eş ve çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Aramızdaki beyinsiz Allah’a iftira ediyormuş. Doğrusu biz hiçbir insan ve cinin Allah’a iftira edeceğini ummazdık.” (72/Cin, 1-5)

Ayetlerden Rasul’ün, bu dinleme olayından haberi olmayıp daha sonra vahiyle haberdar edildiği anlaşılıyor. Ayrıca ilk ayette geçen “nefer” sözcüğü üç kişi ile dokuz kişi arasındaki gruplar için kullanılan bir topluluk ismidir. Muhammed el-Behiy’in de belirttiği üzere bu ayetlerde geçen “cin” kelimesi tanınmayan ve bilinmeyen iyi bir insan grubu için kullanılır. Çünkü tanınmayan ve bilinmeyen kişi, duyulup görülmeyen varlık durumundadır. Bu görüşü destekler mahiyette olduğunu düşündüğümüz Ahkaf suresinin ayetleri ise şöyledir: “Bir zaman cinlerden bir topluluğu Kur’an’ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar Kur’an’ı dinlemeye hazır olunca “Susup dinleyin” dediler. Kur’an’ın okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak kendi toplumlarına döndüler. “Ey kavmimiz” dediler, “biz Musa’dan sonra indirilen kendisinden öncekini doğrulayan hakka ve dosdoğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun ve O’na inanın ki, Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan korusun Allah’ın davetçisine uymayan kimse bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde aciz bırakamaz; onun O’ndan başka velisi de yoktur. İşte onlar, derin bir sapınlıktadırlar.” (46 Ahkaf, 29-32)

Cin ve Ahkaf surelerindeki bu ayet kümelerinin hicretten iki sene önce Medine’den Mekke’ye gelen bir topluluk olduğu ve bunların “Ensar’ın çekirdeğini oluşturan öncü insanları kastettiğini ifade edebiliriz. Çünkü Ahkaf suresi 30. ayette geçen “Biz Musa’dan sonra indirilen…” ifadelerinden bu topluluğun Tevrat’ı ve Hz. Musa’yı tanıdıklarını, bu tanımaların ise Medine civarındaki Hayber ve Beni Nadir yahudileriyle sürdürülen münasebetlerden kaynaklandığını ifade edebiliriz. Mekke’den Peygamber’den Kur’an’ı dinleyen ve inanan sonra da davet sorumluluğunu yüklenen cinler topluluğu kendilerine mahsus özellikleri olan güçler değildir. Yani bunlar melekler ve cinlerin oluşturduğu ateşten yaratılmış güçler olamaz. Diğer ayet vurgularındaki insanın zıddı varlıkları ifade etmenin tersine bunların insan olmaları akla daha yatkındır. (Ayrıca bkz. 34 Sebe: 12-14; 28/Kasas, 36-38; 6/En’am, 112)

 

AKABE BİATLARI

Siyer kitapları, Kureyş’in boykot kararının iptalinden ve Taif seferinin ardından gelen senede, Rasulullah’ın Mekke şehrinin hemen dışındaki Mina bölgesinde, hac maksadıyla buraya gelmiş on beş kadar yabancı kabile temsilcisi heyet üzerinde gösterdiği gayretlen uzun uzadıya anlatır. Rasulullah bu görüşmelerde, İbn Hişam’ın da belirttiği gibi eman (himaye) anlaşması yapmaya çalışıyordu. Davet ve tekliflerinin geri çevrilmesinden ardından nihayet on altıncı heyet olarak Akabe mevkinde olmak üzere temas kurduğu heyet “altı kişilik Medine’den gelmiş küçük bir zümreydi.

Altı kişilik heyetle karşılıklı kısa bir görüşme yapan Rasulullah bu grubun hep birlikte müslüman olduğuna şahit oldu. Hep birlikte müslüman olma davranışı diğer Araplar’ın gösterdiği davranışlardan farklı sebeplere dayanıyordu. Bu sebeplerden biri de Medineliler’in diğer Araplardan farklı bir şekilde peygamberlikle ilgili birçok mefhum ve bilgiyi, yahudilerle komşu bulunmaları ve zaman zaman onlarla ittifak anlaşmaları akdetmiş olmaları sebebiyledir. Bu heyet Hazreçliler’den oluşuyordu. Ve hem Medine’deki iç karışıklığı sona erdirmek hem de Medineliler’i İslam’a davet etmek amacıyla Rasulullah’tan aldığı tavsiyelerle birlikte geri döndü.

Bir yıl sonra yine hac mevsiminde onu Hazreçli ve ikisi Evsli müslümanlardan müteşekkil bir heyet yine Akabe mevkinde Rasulullah ile buluştu ve bizzat kendi ağızlarıyla biat (sadakat ve bağlılık yemininde)’ta bulundu.

Rasulullah, İbn Hanbel’in rivayet ettiği şu sözü söyledi: “Medineli müslümanlara; “Tasada ve kıvançta emri dinleyip itaat etmek, darlık ve genişlikte infakta bulunmak, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak, kınayıcıların kınamasından korkmaksızın Allah için gerekeni söylemek üzere biat ediyorsunuz.”

Medineli müslümanların üzerine Mus’ab b. Umeyr (r), Rasulullah tarafından imam ve öğretmen olarak atanmıştı. Bu biatin ardından Medine’de her evde Hz. Muhammed konuşuluyordu. Mus’ab ve diğer müslümanlar, davet çabalarını hızlandırmışlar ve bir yıl sonra üç aileye mensup fertler müstesna Medine’de yaşayan Arap ailelerinin çoğunun İslam’ı kabul etmesinde önemli görevler üstlenmişlerdi. Ertesi yıl yine hac mevsiminde Medine’den 71’i erkek 2’si kadın toplam yetmiş üç kişi Rasulullah ile üçüncü kez buluşmak üzere Akabe mevkiine geldiler.

Hz. Muhammed, Kur’an okuduktan sonra ve herkesi İslam’ı kabule teşvik ettikten sonra; “Kadınlarınız ve çocuklarınızı her neden koruyorsanız, beni de aynı şekilde korumak için sizden biat(bağlılık sözü) istiyorum” dedi. Hepsi de kabul ettiler ve; “Malca felakete uğramayı, ulularımızın ölümüyle karşılaşmayı göze alarak kabul ediyoruz. Sözümüzü yerine getirmek mukabilinde bize ne vaad ediyorsunuz.” sorusuna Allah’ın Rasulü; “Cenneti vaadediyorum” diye cevap verdi. Biat tamamlanınca Hazreç’ten 9 Evs’ten 3 kişiyi vekil olarak seçtiler. Medineli müslümanlar, Allah’ın elçisini: “Darlık ve bolluk içinde her halükarda itaate, sözün ancak doğrusunu söylemeye ve Allah yolunda herhangi bir muahezeden korkmamaya” söz vermişlerdi.

3. Akabe biati, Zilhicce ayının ortalarında cereyan etmiş ve öyle anlaşılıyor ki, bunun bir sonucu olarak aynı ayın sonlarına doğru Mekkeli müslümanlar gerek fert fert gerekse küçük kümeler halinde Medine’ye doğru yola çıkmaya başlamışlardı. Kısa bir süre içinde Rasulullah ve ailesi, Ebu Bekir ve ailesi, köleler, kadınlar ve küçük yaştaki çocuklar bir diğer kimsenin emri ve himayesi altında yaşama durumunda olan kimseler müstesna Mekke’de hiçbir müslüman kalmadı.

Ey inanan kullarım benim arzım geniştir. Bana kulluk edin. Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. İnanıp iyi işler yapanları altlarından ırmaklar akan cennette yüksek odalara yerleştiririz. Orada ebedi kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki, sabrettiler ve Rablerine dayan­maktadırlar. Nice canlı vardır ki, rızkını taşıyamaz, onları da sizi de Allah besler O, işitendir, bilendir.” (29/Ankebut, 56-60)

Kureyşliler bu hicret olayında olanca güçleriyle engellemeler yaptılar, Habeşistan hicretine müdahale etmemişlerdi. Fakat Medine’ye yapılan hicreti kendileri açısından daha tehlikeli görüyorlardı. Mekke’nin Şam’a giden ticaret yollarının kesileceğinden, Mekke’nin abluka altına alınacağından başlamak üzere pek çok hesap yapıyor ve Medine’ye yapılan hicreti durdurmaya çalışıyorlardı. Nitekim müslümanların Medine’ye hakim olmasıyla Kızıldeniz kıyısı boyunca Yemen’den Suriye’ye uzanan ve Kureyş ile diğer kabilelerin en büyük geçim kaynağı olan ticaret yolu da onların denetimine girecekti. Müslümanlar Arabistan bu şah damarına el koyarak cahiliye nizamına en büyük darbeyi vurmuş olacaklardı. Bu ticaret yolundan yılda en az iki yüz elli bin altın gelir elde ediliyordu. Taif ile diğer önemli merkezlerin ticareti bunun dışındaydı. Kureyş oligarşik yapısının telaşı, putlarının itibarının kaybolacağı telaşı değil, çıkarlarının kaybolacağı telaşıydı. Bu esnada sadece Hz. Ömer(r) açıkça meydan okuyarak hicret etmiş, diğer müslümanların tümü ise bu işi gizlice gerçekleştirmişlerdi.

Ayetler hicret öncesinde mü’minlerin imanlarını sağlamlaştırmayı, onları cesaretlendirmeyi ve hicret iznini ihtiva etmektedir. Bazı müslümanlar hicret etmekten korktularsa da bu ayetlerle Allah onların gönüllerine huzur verdi, korkularını giderdi. Müslümanlara Medine’ye hicretle içinde bulundukları sıkıntıdan kurtuluşu müjdeledi. Hicretle, Mekke’de baskılarla ve tehlikelerle kuşatılmış, dar bir çevreye sıkıştırılmış İslam davetinin büyümesine, güçlenmesine ve yükselmesine daha bir hız verildi.

Düşünün ki bir zaman siz az idiniz, yeryüzünde hırpalanıyordunuz. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Allah sizi barındırdı, sizi yardımıyla destekledi, sizi güzel şeylerle besledi ki şükredesiniz.” (8/26)

Allah ve Rasulü’ne iman eden muhacirlerin, Allah yolunda mallarını, yurtlarını terk etmelerinde, kendi toplumlarıyla ilişkilerin kesmek, kin ve düşmanlık temelli bir kopuşu, ayrılışı göğüslemelerinde imredilen onurlu bir eylem vardır. Ve Kur’an bu eylemi mü’minlere örnek olarak sunmaktadır:

“(Bir de o mallar) göç eden fakirlere aittir ki, (onlar) yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıkarılmışlardır; Allah’ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah’a ve elçilerine yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.” (59/8)

 

PEYGAMBERİN HİCRETİ

Medine’ye hicret etmek üzere Mekke’de Hz. Muhammed ile birlikte iki kişi kalmıştı: Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali (r) Rasulullah hicret için uygun bir zaman bekliyor ve son zamana kadar mü’minlerin teker teker veya küçük gruplar halinde hicret etmelerini organize ediyordu. Rasulullah’ın hicret ortamı yaşanırken sahip olduğu duygulara ve konuma dikkat çeken şu üç farklı ayete dikkat çekmek yerinde olacaktır:

Neredeyse seni yurdundan çıkarmak için tedirgin edilip yerinde duramaz hale getireceklerdi. O takdirde kendileri de senin ardından pek az (bir süre) kalabilirler. (17/İsra, 76) “Sabret Allah’ın va’di haktır. İnanmayanlar seni yılgınlığa düşürmesin.” (30/60) “İnkar edenler seni tutup bağlamaları, öldürmeleri ya da (yurtlarından) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kururlarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en iyisidir.” (80/30)

Siret kitapları Kureyş müşriklerinin Hz. Muhammed’i etkisiz kılmak veya ortadan kaldırmak için pek çok yol denediklerini fakat sonunda değişik kabilelere mensup bir grup genç tarafından düzenlenecek suikastla ortadan kaldırmaya karar verdiklerine dikkat çekerler. Fakat birçok siret kitabı Rusulullah’ın hicretine ilişkin hem çelişkili hem de gerçeğe uyması mümkün olmayan pek çok rivayet aktarmışlardır.

Hz. Ebubekir aylar öncesinden aylar öncesinden hicret kararını bekliyor ve ani olarak çıkabilecek bir hicret durumu için ihtiyaten saf kan iki deve satın almış olup elinin altında tutuyordu. Yine rehber-deveci olarak putperest bir kimse olan Abdullah b. Ureykıt ile anlaşmıştı. Bununla birlikte Peygamber ve Ebubekir gecenin zifiri karanlığında evlerinin arkasından çıkıp Sevr Dağı’nın yüksekliklerine doğru tırmanmak üzere yola koyuldular. Mekkelilerce bilinen bir mağaraya sığındıkları halde Allah’ın yardımı sonucu fark edilmediler: “Eğer siz o hak elçisine yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona yardım etmişti: Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde, inkar edenler kendisini (Mekke’den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına ‘üzülme Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Allah (ona yardım etti) onun üzerine sekine (huzur ve güven duygusunu) indirdi ve onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi; inanmayanların sözünü alçalttı. Yüce olan yalnız Allah’ın sözüdür. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (9/40)

Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir üç gün boyunca bu mağarada gizlendiler. Bu orada Ebubekir’in ailesi sürekli yiyecek taşıdı mağaraya. Ayrıca oğlu Abdullah Mekke’den Kureyşiler’in haberlerini ve neler yaptıklarını gelip kendilerine bildiriyordu. Üç gün sonra, şehirdeki çalkantının durgunlaştığı bir sırada, Ebubekir’in çobanı ve evvelce tutulan deveci-rehber mağaraya iki cins deve beraberlerinde olduğu halde geldiler. Böylece dört kişiden müteşekkil küçük kervan Medine’ye doğru yola koyuldu. Ancak önce ters istikamete, Yemen istikametine doğru yol aldılar. Daha sonra deniz sahiline ulaşıp oradan kuzeye, Medine’ye doğru yöneldiler.

De ki: Rabbim, beni doğruluk girdirişiyle girdir ve beni doğruluk çıkarışıyla çıkar. Bana katından yardımcı bir güç ver.” (17/ İsra, 80)

Kureyş müşriklerinin durumu ve komploları ile Rasulullah’ın kişisel hicretinin şartları ne olursa olsun, bu olayda Rasulullah’ın ahlak ve cesaret yönünden örnekliği, mü’minlerin üzerindeki hassasiyeti ve onlara karşı duyarlılığı konusunda üzerinde durulması gereken önemli bir husus vardır. Rasulullah Medineli müslümanlardan kendisine yardımcı olma ve kendisini savunma biati aldıktan sonra hemen bireysel olarak hicret etmemiş, Mekke’de kalıp mü’minlerin hicret işlerini düzenlemiş, onları hicrete teşvik edip cesaretlendirmiş ve bu hicreti organize etmiştir.

Rasulullah herkesten geride kalıp hicrete niyet edenlerin hicreti tamamlanıncaya ya da en azından çoğunluğunun hicreti sağlandıktan sonra hicret etmiş olması önemlidir. Yine bunun kadar önemli bir husus da Mekke’yi terk etmezden evvel Hz. Ali’ye, Medine’ye hareketinden sonra hasımı olsun, putperest olsun kendisine emanet olarak bırakılmış eşyaları sahiplerine iade ettikten sonra kendilerine katılmak üzere Medine’ye hicret etmesini istemesi de adaletin ve şahitliğin zirvesine dikkat çekmektedir. Harp hali yaşadıkları Kureyşlilerin durumunu İbn Hişam halkın Rasulullah’ın kendisine bıraktığı emanetleri dağıtmasını şöyle izah eder: “Mekke’de tek bir kişi yoktu ki, çalınacak korkusuyla kıymetli eşyasını Rasulullah’a emanet olarak bırakmış olmasın. Zira Rasulullah’ın doğruluğuna dürüstlüğüne ve emanetleri canı gibi koruduğuna dost, düşman herkes inanıyordu.”

Emin olmak, emanetleri sahibine teslim etmek, anlaşmaların gereğini yerine getirmek hususunda mü’min şahsiyetin ahlaki durumunun ne olması gerektiğini en zor şartlarda ortaya koyan Rasulullah yıllardan beri bazı insanların davranış biçimi ve karakter haline getirdiği daru’l-harp mantığını davetin daha ilk yıllarında ve en zor şartlarda ayaklarının altına almıştı. Ama emanetlerini sahibine vermemek ve anlaşmaların gereğini yerine getirmek hususunda hem daru’l-harp fıkhını savunanların hem de bilerek veya bilmeyerek mü’min karakter yerine ikame ettikleri daru’l-harpçı karakteri ikame edenlerin düzelmesi aksi takdirde Rasulullah’ın örnekliğini çiğneyenlerin mü’minlerin arasında kınanıp ifşa edilmesi gerekmektedir.

 

MEDİNE’YE GİRİŞ; MUHACİRLER VE ENSAR

Ve onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşen, imana sarılanlar (Ensar) kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimetlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilim) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (Muhacirleri) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir, onlardan sonra gelenler de derler ki, Rabbimiz bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” (59/9-10)

Siyer kitaplarının naklettiğine göre Rasulullah, İslam orada yaygınlık kazanıncaya kadar Medine’ye hicret etmemiştir. Evs ve Hazreç liderlerinden çoğunun Rasulullah’a biat etmesi, Rasulullah’ın davetçi ve öğretmen olarak, onlara Kur’an’ı okuması ve öğretmesi için Mus’ab b. Umeyr’i göndermesi ve Müslümanların çoğunun hicreti sonucu İslam yaygınlaşmış ve hemen hemen her ev bundan nasibini almıştı.

“İnsanlar ve hicret edip Allah yolunda savaşanlar, işte bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” (2/Bakara, 218)

İnanıp hicret eden ve canlarıyla, mallarıyla cihad(mücadele) edenlerle, (onları) barındırıp yardım edenler, işte bunlar birbirinin hamisidirler. Ama inanıp da hicret etmemiş olanlarla, hicret etmelerine kadar, hiçbir dostluğunuz olamaz. Eğer din uğrunda sizden yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına yardım etmeniz gerekir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (8/72; Ayrıca bkz. 8/74-75; 9/100)

Ve Allah’ın emriyle hareket edip Medine’ye hicret edenlerin, kendilerine gelenleri barındıranların aralarındaki kin ve düşmanlığı gideren iman ve Allah yolunda hicretin sonucu: “Ve onların gönüllerini uzlaştırmıştır. Eğer yeryüzünde olan her şeyi sarf etseydin, yine de onların gönüllerini uzlaştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. O üstündür, bilendir.” (8/63)

İnandığı halde hicret etmeyenlerin durum ise Kur’an’da kınanmaktadır: “Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler; “ne işte idiniz?” dediler. “Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük” diye cevap verdiler. Melekler elediler ki: “Peki, Allah’ın arzı geniş değil miydi ki, onda hicret etseydiniz?” İşte onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve hicret için yol bulamayan gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Çünkü Allah’ın bunlar affetmesi umulur. Allah çok affeden, çok bağışlayandır. Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek çok yer bulur, bolluk bulur. Kim Allah ve Rasulü için hicret etmek amacıyla evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse, onun mükafatı Allah’a aittir. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (4/97-100; Ayrıca bkz. 8/72)

 

SONUÇ

Şüphesiz ki, Kur’an’da zikredilen hiçbir mesel, hiçbir emir veya nehiy “laf olsun” diye zikredilmemiştir. Yine laf olsun diye zikredilmediği gibi gerçekliği olmayan veya tarihin bir sayfasında dursun diyerek ifadelendirilmemiştir. Şüphesiz bu durumlar alemlerin rabbinin indirmesi olan Kur’an-ı Kerim’in hikmetine uygun değildir. Rasul’ün sünneti, dediğimiz ahlak ve örnekliğinin zamanı ve mekanı aşan uygulaman da bu hikmet üzerindedir.

Hicret iki yönlü bir eylemdir: Cahiliyyeden ve küfür ölüsünden arınmak ve İslami kimliği kuşama takva sahibi olmak bunun ilk ve zaruri olanıdır. İkincisi ise Allah’ın rızası için küfür ve zulüm diyarından kopup ayrılmaktır. Hem bireysel hem de toplumsal dönüşümün öncüsü olmak için bu iki yönlü hicret eylemin tüm zamanlardaki muhaciri olunması gereklidir. Hicret hem bireysel hem de toplumsal dönümü İslami kimlikle ve ilkelerle bezeyecek sünnetullahtır. Gelenekçi ve modern sapmaların kuşatmasını yararak “Kitab’a dayalı ümmet bilinci”ni oluşturmanın adıdır. Muhacir Allah’ın razı olmadığı her şeyden uzaklaşmakta tereddüt etmeyen kişinin adıdır.

Tevhid ve adaleti değişmez ilke kabul eden, bu ilkeleri açık şahitliğe dönüştüren müslümanlar Kur’an’daki hicretle ilgili ayetlere, siyer kitaplarındaki tarihsel gerçekliklere M. 622’de yaşanmış bir hikaye veya bir macera gibi bakamazlar. Hicret 1400 yıl öncesindeki tarihsel bir vakıa olmakla kayıtlı değildir. Hicret kimlik aşılayan, kimlik oluşturan zorlu, fakat zaruri bir aşamadır.

Gerek Türkiye’de ve gerekse dünyanın değişik coğrafyalarında mücadele eden müslümanlarda bireysel ve toplumsal alanlarda düşünüş, söylem ve pratikte İslami kimlikten sapmalar baskın bir karakter halini almıştır. Gelenekçi ve modern sapmalar içice geçmiş modern-ulus devletlerin ürettiği kimlik ve değerler bu insanları kuşatır olmuştur. Modern-ulus devletin dayatmalarına karşı çıkmak yerine küfürle İslam arasında köprüler kurmaya çalışan bir arada yaşama projelerinin üretilmesini de işte bu anlamda hicret etmenin zaruretine inanmamaya, değilse en azından hafif almaya bağlayabiliriz. “Her ne pahasına olursa olsun (bu paha genelde iman esaslarına dayanıyor) mutlaka biz burada ve sizinle beraber yaşayacağız” diyenlerin ödeyeceği paha yeryüzünde onursuzluk ve zillet ise de ahiretteki cezası daha bir can yakıcıdır.

***

Zorlu ve zaruri bir amel olan hicreti yok sayanlar hem modernizmin ürettiği birey ve bireyci kimliği eleştirirler hem de “ben merkezliliklerinden” taviz vermezler. Statüko tarafından belirleyen “resmi standartlara uygun İslam anlayışı”nın dışındaki her türlü girişimi anarşizm ve komplo teorileriyle izah ederler. Bu sebeple hicret imani/Kur’an’i değerlerin milli/ulusçu değerlerin önüne geçmesidir.

Bireysel anlamda arınmış İslami kimliği oluşturmayı beceremeyenlerden mekansal hareketlilik ve toplumsal dönüşüm anlamında bir hicreti beklemek elbetteki mantıksal değildir. Hicreti bir kimlik, bir mücadele, Allah’tan bir yardım olarak göremeyenlerin bulanık ve eklektik bir kimliği yaşamak ve yaygınlaştırmaktan başka ne gibi bir fonksiyonları olabilir ki? Rasulullah’ın diliyle “küfürle savaşıldığı müddetçe hicret bitmez.” Hicret, İslami mücadelede insiyatifi ele geçirmek üzere gerçekleştirilen zorunlu bir dönemeçtir. Yalnızca zulümden kurtulmak gibi edilgen bir tavrı değil, fakat aynı zamanda zulme karşı çıkmak ve son vermek gibi etkin bir anlamı da içermektedir.

Kendilerine zulmedildikten sonra Allah yolunda göç edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz. Ahiret mükafatı ise daha büyüktür. Keşke bilseler.” (16/41)

Allah yolunda göç eden kimse, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur.” (4/100) (KENAN ALPAY-Haksöz Dergisi / Sayı: 81 / Aralık 1997- Sayı: 82 / Ocak 1998-07.12.2010)

http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=18202

This entry was posted on Pazartesi, Aralık 13th, 2010 at 12:48 and is filed under CİN-MELEK. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz