-
12th Temmuz 2008

Kalu Bela- Diyanet İslam Ansiklopedisi

posted in KALU BELA |

BEZM-İ ELEST

Allah’la yaratılışları sırasında insanlar arasında yapıldığı kabul edilen sözleşme için kullanılan bir tabir.

Farsça’da “sohbet meclisi” anlamına gelen bezm kelimesiyle Arapça’da “ben değil miyim” mânasında çekimli bir fiil olan elestüden oluşan bezm-i elest ter­kibi, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” hi­tabının yapıldığı ve ruhların da “evet” di­ye cevap verdikleri meclis anlamını ifa­de eder. Bu tabirdeki “elest” kelimesi A’râf sûresinin 172. âyetinden alınmış­tır. Bu âyette, geçmişte Allah’ın Âdem oğullarından yani onların sırtlarından (veya sulplerinden) niyetlerini çıkardı­ğı, kendilerini nefislerine şahit tuttuğu ve onlara, “Ben sizin rabbiniz değil mi­yim” diye hitap ettiği, onların da “evet” dedikleri belirtilmiştir. Allah’la insanlar arasında vuku bulan bu sözleşmeye “mîsâk”, “kâlû belâ”, “ahid”, “belâ ahdi”, “rûz-i elest”, “bezm-i ezel” ve “bezm-i elest” gibi çeşitli adlar verilmiştir. Bun­lardan en çok kullanılanı, özellikle Os­manlı dinî-tasavvufî edebiyatında meşhur olanı “bezm-i elest” terkibidir. Kur’ân-ı Kerîm’in diğer bazı âyetlerinde de ay­nı konuya dair açık veya dolaylı ifadeler bulmak mümkündür. Rûm sûresinde yer alan bir âyette (30/30) “ed-dînü’l-kayyim” (süreklilik özelliği taşıyan dosdoğru din] tabiriyle anılan Hak dinin Allah ta­rafından insan fıtratına tevdi edildiği ve onun bu temel özelliğinin değişmeyece­ği ifade edilir. Peygamberler tarihinde tevhid inancının büyük savunucusu Hz. İbrahim başta olmak üzere diğer pey­gamberler de tebliğ hayatlarında dîn-i kayyim denilen bu ilâhî-fıtrî inancı bir irşad aracı olarak kullanmışlardır. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Âdem’den, Âdem oğullarından, çeşitli peygamberlerin üm­metlerinden Hak yoldan sapmayacakları konusunda söz aldığı ve onlarla bir nevi antlaşma akdettiği ifade edilir.

Konu ile ilgili olarak hadis diye nakle­dilen bazı ifadeler de mevcuttur. Bu riva­yetlerde belirtildiğine göre Allah Âdem’i yaratınca kıyamete kadar gelecek olan bütün insanları onun sırtından (sağ ve sol tarafından) veya sulbünden zerreler halinde çıkarmıştır. Übey b. Kâ’b’den ken­di görüşü olarak nakledilen bir rivayete göre Allah bu zerrelere ruh ve şekil ve­rip onları konuşturmuş, sonra da ken­dilerini şahit tutarak, “Ben sizin rabbi­niz değil miyim” hitabında bulunmuş, kıyamet gününde bundan habersiz ol­duklarını ileri sürmemeleri için bütün kâinatı ve Âdem’i şahit tutmuş ve daha başka tavsiyelerde bulunmuş, onlar da bütün bunları kabul etmişlerdir.

Bezm-i elestte yapılan sözleşmenin za­manı, yeri ve keyfiyeti konusunda İslam âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşler­dir. Bunları iki grupta toplamak müm­kündür.

1- Allah’ın insanlardan aldığı ahid in­san türünün fiilen dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiş, bütün insanların zürriyeti Âdem’in sırtından zerreler halin­de çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verile­rek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu tür haberlerin mecaz ve temsil yo­luyla açıklanması uygun değildir, söz ko­nusu olayın gerçekten vuku bulduğuna inanmak gereklidir. Zira âyet ve hadis­lerin zahirî mânalarını terkedip te’vil yo­lunu benimsemek için haklı bir gerekçe yoktur. Selefiyye, Sünnî kelâmcıların ek­serisi, sûfî âlimler ve Şîa bilginlerinin ço­ğunluğu bu görüşü benimser. Bu âlim­ler sözü edilen ahdin gerçekleştiği yer konusunda kesin görüş belirtmekten çe­kinmişlerdir. Çünkü bazı rivayetlerde bu­nun Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilme­sinden önce gökte vuku bulduğu, bazı­larında Mekke yakınlarındaki Na’man’-da, diğer bazı rivayetlerde ise Hindistan’ın Dehnâ adlı bir bölgesinde gerçek­leştiği bildirilmektedir.

2. İnsanların bedenleriyle birlikte dün­yaya gelmelerinden önce zerreler halin­deki zürriyetlerinden (ruhlarından) toplu­ca alınmış bir ahid yoktur. Naslarda sö­zü edilen sözleşme mecazi anlamda olup bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiş­tir. Bu temel görüşü benimseyenlerin bazılarına göre mîsâk zürriyetlerin ba­ba sulbünde yaratılışı sırasında, bazıla­rına göre anne rahmine yerleşip orga­nik teşekkülünü tamamlaması esnasın­da vuku bulmuştur. Sözleşmenin dünyadaki yaratılış­la tahakkuk ettiğini kabul edenlerin ço­ğunluğuna göre ise bu olay her insanın baba sulbünden anne rahmine intikal etmesiyle başlar, burada oluşum devre­sini tamamlayıp dünyaya gelmesinden sonra bulûğ çağına girinceye kadar sü­rer. Çünkü insanın kendisini ve çevresi­ni tanıması, bilgi sahibi olması bu dev­reye ulaşmasıyla mümkündür. Böylece akıl-baliğ olan her insan yaratılmış ol­duğunu ve yaratıcısına itaat etmesi ge­rektiğini hem kendisi hem de diğer nes­ne ve olaylar hakkında tefekkür ve mu­hakemelerde bulunarak kabul eder. Şüp­he yok ki Allah zihnî ve kalbi fonksiyo­nu insanların psikolojik muhtevasına fıt­rî bir özeliik olarak yerleştirmiş, iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kıla­vuzluk edecek birçok delil yaratmış, in­sanları kendi ulûhiyyetini kavramaları­na yetecek ölçüde bilgi kapasitesiyle do­natmış, böylelikle sanki onlara, “Ben si­zin rabbiniz değil miyim” diye sormuş, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik et­mişlerdir. İşte insanın Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayabilecek bir nitelikte yaratılmış olması sözlü olmayan, fakat fıtrî denebilecek bir ahid ve mîsâk nite­liğindedir. Esasen mecaz ve temsile da­yanan bu tür ifadeler Arap dilinde sık­ça kullanılır; ayrıca, “Allah göğe ve yere, isteyerek veya istemeyerek geliniz, dedi; onlar da, isteyerek geldik, dediler” mealindeki âyette olduğu gi­bi bunların örnekleri Kur’ân-ı Kerîm’de de mevcuttur. Kaynaklarda Mu’tezile’ye nisbet edilen bu görüş Ebü Mansûr el-Mâtürîdinin yanı sıra bazı Eş’arî ve Şiî âlimlerce de benimsenmiştir. Fahreddin er-Râzî de tutarsız ve tenkit edilebile­cek bir noktası bulunmadığını belirtmek suretiyle bu görüşe temayül göstermiş­tir. Yukarıdaki iki görüş­ten ilkini insan türüne ait umumi bir sözleşme, ikincisini de her ferdin bizzat yap­tığı sözleşme olarak değerlendirenler de vardır.

Allah’ın insanlardan ahid ve mîsâk al­masını, kendi varlığı ve birliğinin idraki­ni insanın psikolojik muhtevasına yer­leştirmesi ve bunun sonucu olarak onun akıl yürütmeye ihtiyaç duymaksızın bu gerçeğe vâkıf olması şeklinde anlayan­lar da vardır. Başta İbn Teymiyye olmak üzere Selefiyye’nin müteahhir dönem âlimleri bu görüştedirler. Onlara göre Hz. Peygamber’in her doğan çocuğun “fıtrat üzere” yaratıldığını haber verme­si bunu teyit etmektedir. Sahih olma­yan rivayetlere dayanarak bedenlerin yaratılmasından önce insanların ruhları­nın Âdem’in sırtından çıkartılmış ve on­larla Allah arasında karşılıklı bir konuş­ma cereyan etmiş olduğunu iddia et­mek doğru değildir. İbnü’l-Arabî de mîsâkla insan fıtratı arasında sıkı bir iliş­kinin bulunduğuna dikkat çekmiştir.

Bezm-i elest ile ilgili olarak ileri sürü­len iki ana görüşün ikincisini benimse­yenler, söz konusu anlaşmanın beden­lerin yaratılmasından önce Allah ile in­san zürriyetleri (ruhları) arasında karşı­lıklı bir konuşma şeklinde gerçekleşme­diği hususunda ittifak etmiş bulunmak­tadırlar. Onlara göre ilgili âyette zürri­yetlerin Âdem’den değil de Âdem oğul­larının sırtlarından çıkartıldığının bildi­rilmesi, kendilerinden nefisleri de şahit tutularak söz alındığının haber verilme­sine rağmen böyle bir mîsâkın insanlar­ca hatırlanmaması, bu tür bir anlaşma­nın fizik açıdan imkânsız olması, ayrıca mantıklı bir açıklamadan yoksun bulun­ması ve nihayet bu konuda ileri sürülen hadislerin sahih olmaması, bezm-i eles-tin Allah’la insan zürriyetleri arasında geçen karşılıklı konuşma anlamına gel­mediğini gösteren delillerin başlıcalarıdır.

Birinci görüşü savunanlara göre ise zürriyetlerin beyaz ve siyah zerreler ha­linde yaratılışına ilişkin hadisler zayıf gö­rülse bile Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem oğul­larının sırtlarından çıkartılan zürriyetlere, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” di­ye hitap edildikten sonra onların tekitli bir ifade ile “evet” diyerek cevap verdik­lerinin açıkça belirtilmesi, insanların hi­taba kabil olabilmeleri için belli bir bün­yeye değil şuura sahip olmalarının ge­rekli bulunması, zürriyetlerin Âdem’in veya Âdem oğullarının sırtlarından çıkartılması insan gücüne ve bilgisine nisbetle imkânsız ve mantıksız görünmek­le birlikte Allah’ın engin kudretine ve il­mine nisbetle mümkün ve mâkul olması, bezm-i elestin Allah’la insan zürriyet­leri arasında karşılıklı bir konuşma sek­linde gerçekleştiğini gösteren delillerdir. Öyle görünüyor ki Mutezile tarafın­dan ileri sürülen ve daha sonra bazı Sün­nî ve Şiî âlimlerce de benimsenen ikinci görüşü savunanlar, naslarda ayrıntılı bir şekilde açıklığa kavuşturulmayan bezm-i elest hadisesini Sünnî çoğunluğun kabul ettiği şekliyle aklen izah etme imkânını bulamadıkları için reddetmişler ve ilgili nasları te’vil etme ihtiyacını duymuşlar­dır. Nasların haber verdiği bir olayın tec­rübe dünyasının kanunlarını aşmış bu­lunması o nasların mutlaka te’vil edilme­sini gerektirmez, görüşünden hareket­le Sünnî çoğunluğun açıklamasını doğru kabul etmek mümkünse de bezm-i eles­tin mahiyetinin bilinemeyeceğine inan­mak daha isabetli görünmektedir. Ko­nu ile ilgili olarak ileri sürülen iki görü­şe ait delil ve itirazların incelenmesin­den anlaşılacağına göre Sünnî çoğunlu­ğa muhalif görüşün en önemli dayana­ğı insanların söz konusu hadiseyi hatır­lamaması ve birçok kişinin Allah’ın var­lığını ve birliğini kabul etmemesidir. Hal­buki kişiye irade hürriyetinin tanınması ve dünyanın bir imtihan sahnesi oluşu dikkate alınınca bu olayın insanlara unut­turulmuş olması tabii karşılanabilir. Ni­tekim bir hadiste, Hz. Âdem’in kendisi­ne yapılan uyarıya rağmen ilâhî buyru­ğu tutmadığı gibi zürriyetinin de dün­yaya gelmeden önce (hilkatin başlangıcın­da) yaratıcının varlığı ve birliğini ikrar ettiği halde dünyaya geldikten sonra in­kâra ve şirke saptığı, bütün bunların Hz. Âdem’e ve zürriyetine yapılan ilâhî hita­bın unutturulması sonucunun ortaya çık­tığı belirtilmiştir. Bir­çok insanın inkâr ve şirk yolunu tutması­na gelince, aynı problem insanlardan alı­nan mîsâkı mecazi anlamda kabul edip onu yaratıcının varlığını ve birliğini idrak etmeye yardımcı olacak akıl ve fıtratla açıklayan görüş sahipleri için de söz ko­nusudur. Zira inkâr ve şirk içinde bulu­nanlar selim bir yaratılışa ve akıl yürüt­me imkânına sahip olmalarına rağmen bu sapıklığa düşebilmekte. hatta bâtıl inançları için aklî gerekçeler bile ileri sürebilmektedirler. Kur’an’da insanların “ashâbü’l-yemîn” ve “ashâbü’ş-şimâl” gruplarına ayrılması, be­denlerin yaratılmasından Önce insan zürriyetlerinin Hz. Âdem’in sırtından zerre­ler halinde çıkarıldığı fikrini destekle­mektedir. Nitekim bazı müfessirler ya­ratılışın başlangıcında “ashâbü’l-yemîn”e Hz. Âdem’in sağ tarafından, “ashâbü’ş-şimâl”e de sol tarafından yaratılanlar an­lamını vermişlerdir.

Selefiyye’nin müteahhir dönem âlimlerince ileri sürülen görüş ise daha çok onların, ruhun bedenle birlikte yaratıl­dığı tarzındaki fikirleriyle irtibatlıdır. Eğer bezm-i elest-teki sözleşme birinci görüşe göre açık­lanırsa ruhun önceden yaratıldığını ka­bul etmek icap eder ki onların kanaati­ne göre bu doğru değildir. Sünnî âlim­lerin çoğuna göre ise ruhlar bedenler­den önce yaratılmıştır. Esasen Selefiyye’nin bezm-i elestteki sözleşmeyi Allah’ın varlığı ve birliğine dair zaruri bilgilerin insan ruhunun de­rinliklerine yerleştirmesiyle açıklaması da dünyaya gelmelerinden önce ruhlara sözlü bir telkin yapılmasını gerektirir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’in da belirttiği gibi bezm-i elestteki sözleşmenin keyfiyeti bilinmese bile bunun en azından bir “ke-lâm-ı nefsî” ile vuku bulduğunu kabul etmek gerekir. (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Bezm-i elest maddesi)

This entry was posted on Cumartesi, Temmuz 12th, 2008 at 09:59 and is filed under KALU BELA. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz