-
12th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BEZM-İ ELEST

Allah’la yaratılışları sırasında insanlar arasında yapıldığı kabul edilen sözleşme için kullanılan bir tabir.

Farsça’da “sohbet meclisi” anlamına gelen bezm kelimesiyle Arapça’da “ben değil miyim” mânasında çekimli bir fiil olan elestüden oluşan bezm-i elest ter­kibi, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” hi­tabının yapıldığı ve ruhların da “evet” di­ye cevap verdikleri meclis anlamını ifa­de eder. Bu tabirdeki “elest” kelimesi A’râf sûresinin 172. âyetinden alınmış­tır. Bu âyette, geçmişte Allah’ın Âdem oğullarından yani onların sırtlarından (veya sulplerinden) niyetlerini çıkardı­ğı, kendilerini nefislerine şahit tuttuğu ve onlara, “Ben sizin rabbiniz değil mi­yim” diye hitap ettiği, onların da “evet” dedikleri belirtilmiştir. Allah’la insanlar arasında vuku bulan bu sözleşmeye “mîsâk”, “kâlû belâ”, “ahid”, “belâ ahdi”, “rûz-i elest”, “bezm-i ezel” ve “bezm-i elest” gibi çeşitli adlar verilmiştir. Bun­lardan en çok kullanılanı, özellikle Os­manlı dinî-tasavvufî edebiyatında meşhur olanı “bezm-i elest” terkibidir. Kur’ân-ı Kerîm’in diğer bazı âyetlerinde de ay­nı konuya dair açık veya dolaylı ifadeler bulmak mümkündür. Rûm sûresinde yer alan bir âyette (30/30) “ed-dînü’l-kayyim” (süreklilik özelliği taşıyan dosdoğru din] tabiriyle anılan Hak dinin Allah ta­rafından insan fıtratına tevdi edildiği ve onun bu temel özelliğinin değişmeyece­ği ifade edilir. Peygamberler tarihinde tevhid inancının büyük savunucusu Hz. İbrahim başta olmak üzere diğer pey­gamberler de tebliğ hayatlarında dîn-i kayyim denilen bu ilâhî-fıtrî inancı bir irşad aracı olarak kullanmışlardır. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Âdem’den, Âdem oğullarından, çeşitli peygamberlerin üm­metlerinden Hak yoldan sapmayacakları konusunda söz aldığı ve onlarla bir nevi antlaşma akdettiği ifade edilir.

Konu ile ilgili olarak hadis diye nakle­dilen bazı ifadeler de mevcuttur. Bu riva­yetlerde belirtildiğine göre Allah Âdem’i yaratınca kıyamete kadar gelecek olan bütün insanları onun sırtından (sağ ve sol tarafından) veya sulbünden zerreler halinde çıkarmıştır. Übey b. Kâ’b’den ken­di görüşü olarak nakledilen bir rivayete göre Allah bu zerrelere ruh ve şekil ve­rip onları konuşturmuş, sonra da ken­dilerini şahit tutarak, “Ben sizin rabbi­niz değil miyim” hitabında bulunmuş, kıyamet gününde bundan habersiz ol­duklarını ileri sürmemeleri için bütün kâinatı ve Âdem’i şahit tutmuş ve daha başka tavsiyelerde bulunmuş, onlar da bütün bunları kabul etmişlerdir.

Bezm-i elestte yapılan sözleşmenin za­manı, yeri ve keyfiyeti konusunda İslam âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşler­dir. Bunları iki grupta toplamak müm­kündür.

1- Allah’ın insanlardan aldığı ahid in­san türünün fiilen dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiş, bütün insanların zürriyeti Âdem’in sırtından zerreler halin­de çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verile­rek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu tür haberlerin mecaz ve temsil yo­luyla açıklanması uygun değildir, söz ko­nusu olayın gerçekten vuku bulduğuna inanmak gereklidir. Zira âyet ve hadis­lerin zahirî mânalarını terkedip te’vil yo­lunu benimsemek için haklı bir gerekçe yoktur. Selefiyye, Sünnî kelâmcıların ek­serisi, sûfî âlimler ve Şîa bilginlerinin ço­ğunluğu bu görüşü benimser. Bu âlim­ler sözü edilen ahdin gerçekleştiği yer konusunda kesin görüş belirtmekten çe­kinmişlerdir. Çünkü bazı rivayetlerde bu­nun Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilme­sinden önce gökte vuku bulduğu, bazı­larında Mekke yakınlarındaki Na’man’-da, diğer bazı rivayetlerde ise Hindistan’ın Dehnâ adlı bir bölgesinde gerçek­leştiği bildirilmektedir.

2. İnsanların bedenleriyle birlikte dün­yaya gelmelerinden önce zerreler halin­deki zürriyetlerinden (ruhlarından) toplu­ca alınmış bir ahid yoktur. Naslarda sö­zü edilen sözleşme mecazi anlamda olup bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiş­tir. Bu temel görüşü benimseyenlerin bazılarına göre mîsâk zürriyetlerin ba­ba sulbünde yaratılışı sırasında, bazıla­rına göre anne rahmine yerleşip orga­nik teşekkülünü tamamlaması esnasın­da vuku bulmuştur. Sözleşmenin dünyadaki yaratılış­la tahakkuk ettiğini kabul edenlerin ço­ğunluğuna göre ise bu olay her insanın baba sulbünden anne rahmine intikal etmesiyle başlar, burada oluşum devre­sini tamamlayıp dünyaya gelmesinden sonra bulûğ çağına girinceye kadar sü­rer. Çünkü insanın kendisini ve çevresi­ni tanıması, bilgi sahibi olması bu dev­reye ulaşmasıyla mümkündür. Böylece akıl-baliğ olan her insan yaratılmış ol­duğunu ve yaratıcısına itaat etmesi ge­rektiğini hem kendisi hem de diğer nes­ne ve olaylar hakkında tefekkür ve mu­hakemelerde bulunarak kabul eder. Şüp­he yok ki Allah zihnî ve kalbi fonksiyo­nu insanların psikolojik muhtevasına fıt­rî bir özeliik olarak yerleştirmiş, iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kıla­vuzluk edecek birçok delil yaratmış, in­sanları kendi ulûhiyyetini kavramaları­na yetecek ölçüde bilgi kapasitesiyle do­natmış, böylelikle sanki onlara, “Ben si­zin rabbiniz değil miyim” diye sormuş, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik et­mişlerdir. İşte insanın Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayabilecek bir nitelikte yaratılmış olması sözlü olmayan, fakat fıtrî denebilecek bir ahid ve mîsâk nite­liğindedir. Esasen mecaz ve temsile da­yanan bu tür ifadeler Arap dilinde sık­ça kullanılır; ayrıca, “Allah göğe ve yere, isteyerek veya istemeyerek geliniz, dedi; onlar da, isteyerek geldik, dediler” mealindeki âyette olduğu gi­bi bunların örnekleri Kur’ân-ı Kerîm’de de mevcuttur. Kaynaklarda Mu’tezile’ye nisbet edilen bu görüş Ebü Mansûr el-Mâtürîdinin yanı sıra bazı Eş’arî ve Şiî âlimlerce de benimsenmiştir. Fahreddin er-Râzî de tutarsız ve tenkit edilebile­cek bir noktası bulunmadığını belirtmek suretiyle bu görüşe temayül göstermiş­tir. Yukarıdaki iki görüş­ten ilkini insan türüne ait umumi bir sözleşme, ikincisini de her ferdin bizzat yap­tığı sözleşme olarak değerlendirenler de vardır.

Allah’ın insanlardan ahid ve mîsâk al­masını, kendi varlığı ve birliğinin idraki­ni insanın psikolojik muhtevasına yer­leştirmesi ve bunun sonucu olarak onun akıl yürütmeye ihtiyaç duymaksızın bu gerçeğe vâkıf olması şeklinde anlayan­lar da vardır. Başta İbn Teymiyye olmak üzere Selefiyye’nin müteahhir dönem âlimleri bu görüştedirler. Onlara göre Hz. Peygamber’in her doğan çocuğun “fıtrat üzere” yaratıldığını haber verme­si bunu teyit etmektedir. Sahih olma­yan rivayetlere dayanarak bedenlerin yaratılmasından önce insanların ruhları­nın Âdem’in sırtından çıkartılmış ve on­larla Allah arasında karşılıklı bir konuş­ma cereyan etmiş olduğunu iddia et­mek doğru değildir. İbnü’l-Arabî de mîsâkla insan fıtratı arasında sıkı bir iliş­kinin bulunduğuna dikkat çekmiştir.

Bezm-i elest ile ilgili olarak ileri sürü­len iki ana görüşün ikincisini benimse­yenler, söz konusu anlaşmanın beden­lerin yaratılmasından önce Allah ile in­san zürriyetleri (ruhları) arasında karşı­lıklı bir konuşma şeklinde gerçekleşme­diği hususunda ittifak etmiş bulunmak­tadırlar. Onlara göre ilgili âyette zürri­yetlerin Âdem’den değil de Âdem oğul­larının sırtlarından çıkartıldığının bildi­rilmesi, kendilerinden nefisleri de şahit tutularak söz alındığının haber verilme­sine rağmen böyle bir mîsâkın insanlar­ca hatırlanmaması, bu tür bir anlaşma­nın fizik açıdan imkânsız olması, ayrıca mantıklı bir açıklamadan yoksun bulun­ması ve nihayet bu konuda ileri sürülen hadislerin sahih olmaması, bezm-i eles-tin Allah’la insan zürriyetleri arasında geçen karşılıklı konuşma anlamına gel­mediğini gösteren delillerin başlıcalarıdır.

Birinci görüşü savunanlara göre ise zürriyetlerin beyaz ve siyah zerreler ha­linde yaratılışına ilişkin hadisler zayıf gö­rülse bile Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem oğul­larının sırtlarından çıkartılan zürriyetlere, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” di­ye hitap edildikten sonra onların tekitli bir ifade ile “evet” diyerek cevap verdik­lerinin açıkça belirtilmesi, insanların hi­taba kabil olabilmeleri için belli bir bün­yeye değil şuura sahip olmalarının ge­rekli bulunması, zürriyetlerin Âdem’in veya Âdem oğullarının sırtlarından çıkartılması insan gücüne ve bilgisine nisbetle imkânsız ve mantıksız görünmek­le birlikte Allah’ın engin kudretine ve il­mine nisbetle mümkün ve mâkul olması, bezm-i elestin Allah’la insan zürriyet­leri arasında karşılıklı bir konuşma sek­linde gerçekleştiğini gösteren delillerdir. Öyle görünüyor ki Mutezile tarafın­dan ileri sürülen ve daha sonra bazı Sün­nî ve Şiî âlimlerce de benimsenen ikinci görüşü savunanlar, naslarda ayrıntılı bir şekilde açıklığa kavuşturulmayan bezm-i elest hadisesini Sünnî çoğunluğun kabul ettiği şekliyle aklen izah etme imkânını bulamadıkları için reddetmişler ve ilgili nasları te’vil etme ihtiyacını duymuşlar­dır. Nasların haber verdiği bir olayın tec­rübe dünyasının kanunlarını aşmış bu­lunması o nasların mutlaka te’vil edilme­sini gerektirmez, görüşünden hareket­le Sünnî çoğunluğun açıklamasını doğru kabul etmek mümkünse de bezm-i eles­tin mahiyetinin bilinemeyeceğine inan­mak daha isabetli görünmektedir. Ko­nu ile ilgili olarak ileri sürülen iki görü­şe ait delil ve itirazların incelenmesin­den anlaşılacağına göre Sünnî çoğunlu­ğa muhalif görüşün en önemli dayana­ğı insanların söz konusu hadiseyi hatır­lamaması ve birçok kişinin Allah’ın var­lığını ve birliğini kabul etmemesidir. Hal­buki kişiye irade hürriyetinin tanınması ve dünyanın bir imtihan sahnesi oluşu dikkate alınınca bu olayın insanlara unut­turulmuş olması tabii karşılanabilir. Ni­tekim bir hadiste, Hz. Âdem’in kendisi­ne yapılan uyarıya rağmen ilâhî buyru­ğu tutmadığı gibi zürriyetinin de dün­yaya gelmeden önce (hilkatin başlangıcın­da) yaratıcının varlığı ve birliğini ikrar ettiği halde dünyaya geldikten sonra in­kâra ve şirke saptığı, bütün bunların Hz. Âdem’e ve zürriyetine yapılan ilâhî hita­bın unutturulması sonucunun ortaya çık­tığı belirtilmiştir. Bir­çok insanın inkâr ve şirk yolunu tutması­na gelince, aynı problem insanlardan alı­nan mîsâkı mecazi anlamda kabul edip onu yaratıcının varlığını ve birliğini idrak etmeye yardımcı olacak akıl ve fıtratla açıklayan görüş sahipleri için de söz ko­nusudur. Zira inkâr ve şirk içinde bulu­nanlar selim bir yaratılışa ve akıl yürüt­me imkânına sahip olmalarına rağmen bu sapıklığa düşebilmekte. hatta bâtıl inançları için aklî gerekçeler bile ileri sürebilmektedirler. Kur’an’da insanların “ashâbü’l-yemîn” ve “ashâbü’ş-şimâl” gruplarına ayrılması, be­denlerin yaratılmasından Önce insan zürriyetlerinin Hz. Âdem’in sırtından zerre­ler halinde çıkarıldığı fikrini destekle­mektedir. Nitekim bazı müfessirler ya­ratılışın başlangıcında “ashâbü’l-yemîn”e Hz. Âdem’in sağ tarafından, “ashâbü’ş-şimâl”e de sol tarafından yaratılanlar an­lamını vermişlerdir.

Selefiyye’nin müteahhir dönem âlimlerince ileri sürülen görüş ise daha çok onların, ruhun bedenle birlikte yaratıl­dığı tarzındaki fikirleriyle irtibatlıdır. Eğer bezm-i elest-teki sözleşme birinci görüşe göre açık­lanırsa ruhun önceden yaratıldığını ka­bul etmek icap eder ki onların kanaati­ne göre bu doğru değildir. Sünnî âlim­lerin çoğuna göre ise ruhlar bedenler­den önce yaratılmıştır. Esasen Selefiyye’nin bezm-i elestteki sözleşmeyi Allah’ın varlığı ve birliğine dair zaruri bilgilerin insan ruhunun de­rinliklerine yerleştirmesiyle açıklaması da dünyaya gelmelerinden önce ruhlara sözlü bir telkin yapılmasını gerektirir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’in da belirttiği gibi bezm-i elestteki sözleşmenin keyfiyeti bilinmese bile bunun en azından bir “ke-lâm-ı nefsî” ile vuku bulduğunu kabul etmek gerekir. (Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, Bezm-i elest maddesi)

posted in KALU BELA | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kalu Bela

7A’raf/172. Rabbin Ademoğulları’ndan, unların sırtlarından zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şahit tutmuştu: Ben sizin rabbi-niz değil miyim? “Elbette öyle!” dediler. Böyle yaptık ki kıyamet gününde, “Bizim bandan haberimiz yoktu” demeyesiniz; 173. Yahut, “Önce atalarımız Allah’a ortak koştu. Biz de nihayet onların ardından gelen bir nesiliz. Şimdi yanlışı türetenlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin!” demeye kalkışmayasınız. 174, İşte böyle âyetleri açık açık bildiriyoruz. Umulur ki dö­nüş yaparlar.

172-173. İslâm akidesine göre insanoğlunun bütün sorumluluklarının başın­da Allah’ın varlık ve birliğini kabul etme ve yalnız O’nu Tanrı olarak tanıyıp kul­luk etme görevi gelmektedir. Fakat insanlar, sorumlulukları hakkında gerektiği bi­çimde bilgi sahibi kılınmazlar yahut böyle bir bilgiye ulaşma yeteneği ile donan­mış olmazlarsa bu durumu bir mazeret veya bahane olarak ileri sürmekte haklı olurlar. Bu sebeple söz konusu büyük sorumluluğun âdil bir temele dayanması için insanların bu hususta yeterli donanıma sahip kılınmaları gerekmiştir. Bu iki âyet­te İnsanların Allah tarafından böyle bir bilgi veya yetenekle donatıldığı haber ve­rilmekte ve bunun gerekçesi açıklanmaktadır.

Tefsirlerde bu âyetlere başlıca iki farklı anlam verilmiştir:

a) Eski tefsirlerde geniş yer tutan, çoğu birbirinin tekrarı mahiyetindeki riva­yetlere göre Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün in­sanların ruhlarını -sonraları âyetin lafzından hareketle “rûz-i elest, bezm-i elest” şeklinde terimleşen- ruhlar âleminde bir araya getirerek onları kendi varlığına ta­nık kılmış; kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara onaylatmış; bu gerçeği tasdik ettikleri yönünde onlardan söz almış ve böylece kendisi ile dünyaya gele­cek bütün kulları arasında bir tür sözleşme akdetmiş; ayrıca bu sözleşme yahut ta­ahhüde onların bizzat kendilerini şahit tutmuş veya bir kısmım diğerleri hakkında tanık göstermiş ya da -bir başka yoruma göre- bizzat kendisinin ve meleklerin bu sözleşmeye şahit olduklarını onlara bildirmiştir, Böylece insanların, “Bizim böyle bir sorumluluğumuz olduğunu bilmiyorduk” diyerek yahut inkarcılık veya putpe­restliği kendilerinin icat etmediğini, bunu atalarından miras aldıklarını, başka tür­lü bir bilgiye sahip olmadıkları için kendilerinin de bu inancı sürdürdüklerini, do­layısıyla bu hususta kendilerinin bir günahı ve sorumluluğu olmaması gerektiğini belirterek sorumluluktan kurtulmaları da önlenmiştir. İlk dönem Selef âlimleriyle sûfî âlimler, Sünnî ve Şiî kelâm bilginlerinin çoğunluğu âyeti böyle yorumlamış­lardır,

b) Burada belirtilen sözleşme mecazi anlamda olup bu olay, dünya yaratıl­madan önce değil, her insanın kendi bedeninin yaratılması sırasında gerçekleş­mektedir. Bir görüşe göre zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı esnasında, başka bir görüşe göre anne rahmine yerleşip organik oluşumunu tamamlaması sürecinde Allah Teâlâ insanoğlunun doğasına ya da fıtratına kendisinin varlık ve birliğini ta­nıma, kavrama ve dolayısıyla kendisine inanma yeteneğini yerleştirmektedir. Şu halde Allah, her insanı, iman etmesi için yeterli zihnî ve psikolojik donanıma sa­hip kılmakta; iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek bir­çok kanıtlar yaratmaktadır; böylece O, sanki İnsanlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” diye sormakta, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmektedirler. İnsa­nın doğasındaki iman kabiliyeti bu âyetlerde temsilî bir dille anlatılmış bulunmak­ladır. Nitekim başka âyetlerde de buna benzer anlatımlar mevcuttur, Meselâ Fussılet sûresinin 11. âyetinde göğün ve yerin Allah’ın yasala­rımı göre işleyişi. “Dahası O. duman halimle olan semaya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, ‘İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!’ buyurdu. ‘Boyun eğerek geldik’ dediler” şeklinde anlatılmıştır. Mu’tezile ve Mâtürîdî âlimleriyle bazı Eş’arî ve Şiî âlimlerinin de bu görüşte oldukları bildirilmekte, Fahred-din er-Râzî’nin de bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır (XV, 47). Başta İbn Teymiyye olmak üzere sonraki Selefiler, Allah’ın insandan ahid ve mîsâk almasını, insa­nın psikolojik muhtevasına kendi varlık ve birliğini tanıma kapasitesi vermesi şek­linde anlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber’in, “Her doğan çocuk fıtrat üzere do­ğar” anlamındaki hadisi de bu­nu anlatmaktadır.

İlk görüş doğru kabul edildiğinde ruhların bedenlerden önce yaratıldığını da kabul etmek gerekmektedir. Ancak ikinci görüşü benimseyenler bunun doğru ol­madığını savunurlar. Konu insanın bilgi alanını aştığı ve gayb alanına girdiği için âyetlerde bildirileni tasdik ederek insanlardan bir şekilde iman sözü alındığına inandıktan sonra bunun mahiyetinin ne olduğu hususunda kesin bir görüşü kabul etmek gerekli değildir. İşin hakikatini Allah bilir. 174. âyette işaret buyurulduğu üzere insana düşen görev, Allah’ın rab olduğu gerçeğini kavrayabilecek güçte ya­ratıldığına ve bu hususta kendisinden söz alındığına iman edip verdiği söze sadık kalmaktır.

posted in KALU BELA | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

7/172- VE SENİN RABBİN, her ne zaman Âdemoğulları’nın sulblerinden onların soylarını çıkaracak olsa, onları kendileri hakkında tanıklık etmeye çağırır: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar, cevaben: “Elbette!” derler, “Buna tanıklık ederiz!”139

[Bunu, böylece hatırlatıyoruz ki] Kıyamet Günü’nde, “Doğrusu, bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz, 173 yahut: “Aslında, önce (biz değil,) atalarımızdı Allah’tan başkasına tanrısal nitelikler yakıştıranlar; biz sadece onların izinden yürüyen bir kuşağız; öyleyse, bâtılı ihdas edenlerin işlediklerinden dolayı bizi mi helak edeceksin?” demeyesiniz.

139 Metnin orijinalinde, bu bölümde geçmiş zaman kipi kullanılmaktadır (“çıkardı”, “onlara sordu” vb.). Ne var ki, yukarıda “soru” ve “cevap” tarzında mecazî bir yolla anlatılmak istenen vaka, mahiyeti itibariyle, sürekli bir tekerrür ifade ettiğindendir ki, bu devamlılığın şimdiki zaman kipiyle ikinci bir dile aktarılması, anlatılmak istenenin anlaşılmasını oldukça kolaylaştıracak gibi geldi bize. Kur’an’a göre, Mute‘âl Kudret’in varlığını sezme, algılama yatkınlığı insanda yaratılıştan (fıtrat) var olan bir hususiyettir; sonradan, kendini-beğenmişlik, nefsine-düşkünlük gibi arızî duygular eliyle ya da yoldan çıkarıcı çevresel etkilerle üzeri örtülebilir, bulandırılabilir olsa da, böyle içsel, sezgisel bir idrak imkanının varlığıdır ki, akıl sahibi her insanı Allah’ın önünde “kendi hakkında tanıklık yapma”ya yöneltmektedir. Kur’an’da sık sık görüldüğü üzere, Allah’ın “konuşması, söylemesi, ya da sorması” insanın da “cevap vermesi”, gerçekte Allah’ın yaratıcı eylemini ve insanın da buna varoluşsal cevabını, tepkisini dile getirmek için kullanılan temsîlî ifadeler durumundadır.

posted in KALU BELA | 1 Comment

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Ruh ve beden ayrı ayrı değil birlikte yaratıldı

SORU: “Adem, halifelik makamına yüceltilen ilk insandır” başlıklı yazınızda, insanın ruhunun bedeniyle birlikte yaratıldığını söylüyorsunuz. Bezm-i Elest’te “Rabbiniz ben değil miyim?” hitabına muhatap olan ruhlar değil mi? Bedenler ortada yokken ruhlara bu şekilde Allah’ın hitap etmesi, ruhların daha önce yaratılması anlamına gelmiyor mu? (Hikmet Gül)

CEVAP: Sözünü ettiğiniz A’râf Suresi’nin 172’nci ayeti, maalesef asırlarca önyargılarla çarpıtılmış, taşımadığı anlamlar kendisine yüklenmiştir. Şimdi ayeti, önyargısız olarak okuyalım: “Rabbin, Ademoğullarından onların bellerinden zürriyetlerini almış ve ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye onları kendilerine şahit tutmuştu. ‘Evet, (buna) şahidiz’ dediler. Kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz.”

Ruhlar âleminden veya Adem’den söz ediliyor mu? Hayır. Burada Ademoğullarının zürriyetlerinin, bellerinden alındığı ve tohum halinde bulunan zürriyetlere, Allah’ın, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye hitap ettiği, onların da “Evet Rabbimizsin” diyerek bunu kabul ettikleri anlatılmaktadır.

Sağlam bir hadis yok

Bu soyut mana Allah ile insan tohumları arasında bir diyalog biçiminde canlandırılarak somutlaştırılmıştır. Kur’ân’da soyut anlamların diyalog halinde canlandırıldığı örnekler çoktur. Ayette anlatılan, insanın tohumuna yani sperm denilen çekirdeğine Allah’ı tanıma eğiliminin konulmuş olduğudur. İnsan bu eğilimle yaratılır. Doğasına bu eğilim katıldığı gibi ayrıca doğru yolu bulması için ona peygamberler gönderilmiş, onlar aracılığıyla kitaplar indirilmiştir.

Niçin bunlar? Ta ki insan bundan sonra Yüce Divan’a çıktığında Allah’ı tanımamış veya O’na tapmamış olmasına bir bahane bulmasın. İşte ayette anlatılan budur. Ne ruhlar âleminden, ne ruhların cesetlerden önce yaratılmasından söz edilmez. Bu hususta herhangi bir sağlam hadis de yoktur. Bu anlam İbn Hazm ile birlikte ayete yüklenmiş ve ondan sonra hep bu Elest Bezmi öyküsü kitaplara girmiştir. Ama ne ayette, ne de hadiste böyle bir ifade yoktur.

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=01.02.2007&Newsid=106630&Categoryid=4&wid=31

İnsan ruhu ve bedeni birlikte yaratılmıştır

Soru: “Kalû belâ” ne anlamı gelir? “Levh-i mahfuz”un kalû belâ arasında paralellik bulunuyor mu? A’raf: 172’deki “evet dediler” onayı, levh-i mahfuz sürecinde mi gerçekleşmiştir? (S. Engin Uluhan)

Cevap: Bu konuyu daha önce açıklamıştım. “Soru ve Cevaplarla İslâm” adlı eserimizin 4’üncü cilt, 19-21’inci sayfalarında da yer almaktadır. Yine de özetlemekte fayda var. Arapça’da kalû: dediler, belâ: hayır (olumsuz sorunun tersi anlamında evet) demektir. A’râf Suresi’nin 172’nci ayetine çağlar boyu yanlış anlamlar yüklenmiş ve işte sizden gelen bu tip sorulara dönüşmüştür. Ayet, insanın yaratılışına Allah’ı tanıma yeteneğinin konulduğunu anlatmaktadır. Bunun ne levh-i mahfuzla ne de ruhlar alemiyle ilgisi vardır. Ayeti açıklayalım:

“Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye onları kendilerine şahit tutmuştu. ‘Evet, (buna) şahidiz’ dediler. Kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz” (A’raf: 39/172). Bu ayette Allah’ın, Ademoğullarının zürriyetlerini, kendi bellerinden aldığı ve onları, kendisinin onların Rabbi olduğu hakkında kendi canlarına tanık yaptığı belirtilmektedir. Müfessirler, ayetin ruhuyla ilgisi olmayan açıklamalar yapmışlardır.

Ayette hitap insanlaradır

Bir kısmına göre bu ayet, dünyaya gelmeden önce insanların, ruhlar âleminde Allah’ın, kendilerinin Rabbi olduğuna şahitlik ettiklerini bildirmektedir. İşte bu tefsirden “Elest bezmi” veya “Elestu birabbikum” denen bir terim doğmuştur. Buna göre Allah, bedenlerden önce ruhları yaratmıştır. Ruhlar, bu bedenlere girmeden kendilerine özgü bir âlemde bulunmaktaydı. Bu âlemdeyken Allah onlara,”Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş. Onlar da, “Evet, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişler. Ayet, ruhlar alemindeki bu tanıklık durumunu hikâye etmektedir.

Müfessirler, kendi kafalarındaki düşünceyi ayete uygulamışlardır. Ayette ruhlar âlemine işaret yoktur. Kur’ân’ın ifadesinden, insanın ruh ve bedeninin birlikte yaratıldığı anlaşılmaktadır.

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=19.05.2005&Newsid=53705&Categoryid=4&wid=31

posted in KALU BELA | 2 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

‘GÂLÛ BELA’DAN BERİ MÜSLÜMANIM”’ ne demek?

– Söyle bakalım, İslam’ın şartı kaç?

– Hımm, imanın şartı kaç?

– Güzel… Peki ne zamandan beri Müslümansın, onu da söyle sana hediye vereceğim…

Bu tür sorularla çocukluk yıllarınızda çok karşılaşmışsınızdır.

Mesela son soruya verdiğiniz cevabı tahmin edebiliyorum: “Gâlû beladan beri Müslümanım elhamdulillah…”

Çünkü biz de hep öyle derdik.

O çocuk aklımla hep düşünmüşümdür; “Gâlû bela ne demek, niye böyle diyoruz?” diye.

Gelin bir de birlikte düşünelim…

***

Şüphesiz bu kültür Kur’an’da geçen bir diyaloğa dayanıyor. Onun Müslüman halk muhayyilesinde şekillenişini ifade ediyor.

Bu diyaloğun geçtiği ayet şu:

“Hani Rabbin Ademoğullarından; onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk” demişlerdi. İşte bu kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.” (Araf; 7/172).

İslâm kültüründe “ahd-i misak ayeti” olarak bilinen bu ayet, Allah’ın ezelde insan ruhlarını yarattığında onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” (Elestü bi Rabbikum) diye sorup “Dediler ki, evet” (Gâlû bela) cevabını aldığı ruhlar âlemi (ervâh-ı âlem) toplantısı, meclisi (bezm-i elest) olarak meşhurdur…

Şu halde, bu anlayışa göre “Gâlû beladan beri Müslümanım” demekle şunu demiş oluyoruz: “Dediler ki evetten beri Müslümanım…” Yani ruhlar aleminde Allah’a “Evet sen bizim Rabbimizsin” diye söz verdiğimizden beri Müslümanım manasında…

Böylece dünya hayatında da bu sözümüze aykırı davranmamalı, sözümüzün arkasında durarak Müslümanlığın gereklerini yerine getirmeliyiz denmek istenir.

***

Görüldüğü gibi ayette ne “Ruhlar alemi” (Ervâh-ı âlem), ne de “Değil miyim (diye sorulan) meclis” (Bezm-i elest) diye bir tabir geçmiyor.

Peki Kur’an burada ne anlatıyor?

Bu şunun için önemli; Kur’an’da sık sık bu ayetteki diyaloğa göndermede bulunulduğunu görüyoruz. Kur’an’ın dünyasında “Kendi nefsine zulmetmek, verdiği ahd-i misakı bozmak, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi ayırmak, kendi nefsine hainlik etmek” gibi tabirlerde hep bu diyaloğa göndermede bulunuluyor. (ör. Nisa; 5/105).

Hatta öyle ki bu ayet – Kur’an’da şifre olduğuna inanmam ama meramımı anlamak için söylüyorum- Kuran’ın şifresi dense yeridir. Çünkü sık sık bizi buradaki sözle yüzleşmeye çağırıyor, onu hatırlatıyor. Neredeyse bütün ahlaki emirleri buraya dayanarak ve burada verilen sözle gerekçelendirerek temellendiriyor.

Burada ister istemez şöyle sorulur: “Ruhlar aleminde verdiğim söz mü? Ben ne zaman söz verdim ki?”

Öyle ya, düşünün bakalım ruhlar aleminde verdiği sözü hatırlayan var mı?

Hatırlayamazsınız.

Çünkü burada sanıldığı gibi ruhlar alemi, bezm-i elest vs. diye bir şeyden bahsedilmiyor.

Ayetleri verili tarihten, yaşayan hayattan, somut insandan ve canlı tabiattan kopararak, uzaklara, çok uzaklara taşıyarak “ruhaniyat” oluşturduğunu zanneden anlayışın, burada da çok yakınımızda, bizzat içimizde, doğrudan doğruya hayatın içendeki somut insanın her gün her saat yaşadığı bir gerçekliği ıskaladığını ve ayeti ruhlar ve periler dünyası tadında bir masala dönüştürdüğünü görüyoruz.

Kanaatimce ayette anlatılan doğrudan doğruya “BEN, SEN, O” diye ifade ettiğimiz, gerçek hayatın içindeki o tek kişilik “yaşayan insan”dan başka bir şey değildir.

Demek ki, Kur’an’ın hitabında geçtiği gibi, burada adeta; “Dinle ey yaşayan insan! (Yâ-Sîn) Sağa, sola, arkana, uzaklara bakınma! Sana senden, evet senden bahsedeceğim. Anlattığım SENİN hikayen…” deniliyor.

O halde dinleyelim, görelim bakalım ne deniyormuş…

***

Öyle görünüyor ki ayet “Varlığın diliyle konuşan Kuran” dediğimiz üslûbun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Burada insanoğlunun yaratılıştan (bellerinden zürriyetlerinden) gelen “fıtrat, vicdan ve sağduyu” dediğimiz melekeleri dile getirilip konuşturulmakta, onlara soru sorulmakta ve cevapları -yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine Allah tarafından verilmektedir.

“Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler” (Fussilet; 41/11) ayetindeki gibi…

Buna edebi anlatım sanatlarında konuşamayacak durumdaki olay ve varlıkları dile getirip konuşturma (intak) deniyor.

Çiçekle konuşan Yunus Emre’nin dizelerinde olduğu gibi;

“Sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır?

Çiçek dedi ey derviş baba annem babam topraktır”

Kur’an bunun örnekleriyle doludur.

Özellikle Mekki surelerde çarpıcı bir anlatımla gelen ve bir takım konuşamayacak durumdaki varlıkları, yemin ederek, yani kasem vavını “dile gelip konuşarak tanıklık yapma” tarzında bir edebi sanat ifadesine dönüştüren ayetlerde olduğu gibi;

“Dile gelsin güneş! Dile gelsin yaydığı aydınlık!

Dile gelsin güneşe ram olmuş ay!

Dile gelsin açtıkça açan gündüz!

Dile gelsin örttükçe örten gece!

Dile gelsin o görkemli yapısıyla gökyüzü!

Dile gelsin o uçsuz bucaksız genişliğiyle yeryüzü!

Dile gelsin üzerine titrenerek yaratılan can!

Dile gelsin günahı da sevabı da esinleyen ilham ki;

“Kim kendini arındırıp temizlerse kurtulacak. Kim kendini kirletip günaha gömülürse mahvolacak!” (Şems; 91/1-10)

Veya Zilzal suresinde yeryüzünün konuşturulması gibi;

“Yeryüzü o müthiş sarsıntı ile sarsıldığı zaman

Ağırlıklarını çıkarıp attığı zaman

İnsan “Ona neler oluyor?” dediği zaman

İşte o gün dile gelip haber verecek her şeyi

Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir

O gün insanlar yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için guruplar halinde ve tek tek gelecekler” (Zilzal; 99/1-6).

***

Şimdi…

İşte bu ayette de her doğan çocuğun, doğuştan (bellerinden zürriyetlerini alarak) fıtratına yerleştirilen tabiî melekelerin tıpkı yeryüzü, gök, dağlar, duman, güneş, yıldız, ay, eller, gözler, deriler gibi dile getirilip konuşturulduğunu görüyoruz.

Böyle yapmakla insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceği, potansiyel imkânlarının neler olduğu onları bizzat içinde taşıyan insanoğluna gösterilmek istenmektedir. Ki insan yarın kıyamet gününde “Bundan haberim yoktu, bilmiyordum.” demesin. Nitekim bir hadiste “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar. Sonra çevresi onu Hristıyan, Mecusi vs. yapar” buyurulur. Hadis tam da bu ayetin şahane bir tefsiridir.

Demek ki her insanda yaratılıştan varolan fıtrat, vicdan ve sağduyu Allah’ı bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın, üzeri heva ve hevesle, batıl bağımlılıklarla örtülmesin. Vahyin esas amacı insanoğlundaki bu melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu zincirlerinden ve bağlarından kurtarmaktır. İnsanoğlu bu sayede içindeki bu fıtri sesi dinleyecek ve Allah’ını bulacaktır.

Türkçe’de “vicdanın sesini dinlemek”, “sağduyudan şaşmamak” dediğimiz şey, işte bu “Evet, sen bizim Rabbimizsin, şahit olduk” şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun sesini dinlemek, bundan şaşmamak demektir.

İnsanoğlu işte bundan şaşmamalı, bu sese sık sık dönmelidir. Bu ses onu eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah’ına götürecektir. Yine Türkçe’deki “zürriyeti bozuk, vicdansız, cibilliyetsiz” vs. deyimleri de “Bu sese kör ve sağır olmuş, bundan şaşmış, vicdanının sesini duymayan, oradan gelen sese kulak asmayan” anlamındadır.

Şu halde yaratılış, karakter, yapı, tabiat anlamına gelen “fıtrat”, iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç görü, ahlâk şuuru, his, duyu manasına gelen “vicdan” ve doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan ayırma özelliği, aklıselim, diri kalmış duyu manasına gelen “sağduyu”, burada, “Allah’ın, birbirinin belinden (sırtından) doğup gelen Âdemoğullarının özüne yerleştirerek bizzat kendilerini şahit tuttuğu şey” demek oluyor. Keza “Allah’ın birleştirmesini istediği şey” ifadesi ile de buna atıfta bulunuluyor.

Şöyle de denilebilir: Allah’ın insanoğlunun özüne yerleştirdiği ve genellikle iç dünyamızda düşünme, anlama, akletme, tefekkür, korkma, titreme, ürperme, sezme, duygulanma vb. anlarında veya bir dış uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete geçen, inkişaf eden, vecde gelen işte bu fıtrat, vicdan ve sağduyunun sesine kulak vermeliyiz. Onu dinlemeli, kestirip atmamalı, onunla irademizi birleştirmeli, bir araya getirmeliyiz.

Şu halde olası bir “Allah var mı?” sorusuna, yazılmamış bir şekilde iç dünyamızda bulduğumuz “Evet, O var” diyen ışıltı Türkçe’de “vicdanın sesi” dediğimiz şeyin ta kendisidir. Nitekim vicdanın kelime manası “bulma yeri” demek, vecd de “buluş”…

Neyi buluyorsun?

İçinde bir fıtrat, vicdan ve sağ (diri kalmış, ölmemiş) bir duyunun, yanının olduğunu…

Gündelik hayatta insanoğlu her yanlış yaptığında bu yanından bir takım sesler duyar. İşte o ses “Gâlu, bela” sesidir. Yani “Evet var, Allah var, ölüm hak, bu yaptığım yanlış” diyen ses…

İşte budur ruhun derinliklerinden gelen evet sesi…

İşte budur insana şahdamarından daha yakın olan sesleniş…

Her insanın iç dünyasında yankılanır durur.

Bu ses kelimelere dökülmemiş ve fakat iç dünyamızda yankılanıp duran iyiliğin, merhametin ve adaletin sesidir. Fıtratın, vicdanın ve de diri, canlı, ölmemiş, yaşayan meleke anlamına gelen sağduyunun sesidir.

Allah, insana, işte buradan gün boyu, her an seslenip duruyor.

Duymuyor musunuz?

Müslüman işte bu sesi duyan, ona kulak verendir.

***

Demek ki vahiy (içteki fısıltı) ile vicdan (içte bulunan) dediğimiz şey nefes-i Rahmanî’nin yani sevgi ve merhamet ses ve soluğunun iki yüzü oluyor. Hz. Peygamber bunu kendi içinde buluyor ve o buluş (vecd) ile açılan kapıdan Allah ona fısıldıyor yani vahyediyor. Kur’an da işte bu vecd ile açılan kapıdan gelen vahiylerin toplandığı kitabın adı oluyor. Bu nedenle onda akla ve vicdana aykırı hiçbir şey yoktur, olamaz. Çünkü akıl, vahiy ve vicdan, üç farklı istikametten gelen aynı sesin üç yüzüdür. Her üçü de Kur’an’ın hiçbir yerinde olumsuz manada kullanılmamıştır.

Bu sebeple olmalı ki Kur’an kendini insanlığa şöyle tanıtır;

“Bu, insanlığın vicdanı (basairun li’nnâs), yol gösterici ve kesin bir imana ulaşmak isteyen halk için sevgi ve merhamet kaynağıdır.” (Casiye; 20).

Yani: Bu Kuran, insanlığın basiret damarı, kalp gözü, ölmemiş duyuları, körelmemiş iç görüsü, donmamış vicdanı ve diri kalabilmiş, yaşayan sağduyusudur. Bunları uyandıran, harekete geçiren bir hatırlatmadır (zikra). Bir yol gösterme (huden), sevgi ve merhamet (rahmet) kaynağıdır. Hala akletmeyecek misiniz? Bu akıl tutulması neden?

Demek ki “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna verdiğimiz “Galu beladan beri” cevabını kırk yıl gecikmeyle de olsa yenileyelim: Fıtratımın ve vicdanımın sesini dinlediğimden beri… Ruhumun derinliklerinde yankılanan o sese kulak verişimden bu yana Müslümanım elhamdülillah… İhsan Eliaçık-http://www.haber10.com/makale/8920

posted in KALU BELA | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KÂLÛ BELÂ (BEZM-İ ELEST)

Hiç kuşku yok ki Kur’an, mübin (apaçık) ve mufassaldır (tafsilâtlıdır). Çünkü bu husus, Rabbimizin beyanı ile sabittir. Böyle olmasına rağmen Kur’an’daki bazı ifadelere ve cümlelere -sanki anlaşılmamış veya anlaşılamazmış gibi- açıklama getirmek için asılsız rivayetlere müracaat edilmiş ve tutarsız yorumlar yapılmıştır. Bunların sonucu olarak da ortaya, dinimizle alâkası bulunmayan binlerce acayip kavram ve inanış çıkmıştır. İşte bunlardan biri olan “Kalu Bela” veya “Elest Bezmi” konusu da, bu surenin 172–174. ayetlerinin açıklaması için uydurulan rivayetlerde icat edilmiştir. Konumuz olan Kâlû Belâ (Elest Bezmi) konusu da bunlardan birisidir. Kâlû belâ, Bezm-i Elest adlarıyla özel bir tasavvuf kültürü ve edebiyatı da oluşturulmuştur.

A’raf suresinin 172-174. âyetleri dirâyetle açıklanmamış, açık olmayan, gaybi manalar içeren bir âyet muamelesi görmüştür. İş böyle olunca da bu âyeti anlamak ve anlatmak uydurmacılara kalmıştır. Şimdi bu ayetlere dirâyetsizce yapılan meali görelim. Bu meal piyasada bulabildiğiniz meallerin ekserisine aittir.

A’raf suresi âyet 172-174:

“Hani Rabbın; âdemoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş: Ben sizin Rabbınız değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.

Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise, onların ardından gelen bir nesiliz, bizi bâtıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz.

İşte biz âyetleri böyle uzun uzadıya açıklarız. Belki dönerler diye.”

Bu meallerden siz de bir şey anlamadınız. Arapça biliyor iseniz siz de böyle meallendirirseniz siz de bir şey anlamazsınız, anlayamazsınız. Anlayabilmek için rivâyetçilerin eteğinden tutmanız gerekir. Onlar size “Rasülüllah bu konuda şöyle buyurdu” diye açıklamalar yapar, yalan yanlış hepsini de Rasülüllah’a fatura eder. Siz de paşa paşa kabul edersiniz.

İbn-ü Kesir tefsirinde bu konuya ait on tane rivâyete yer verirken, Suyutî ed-Dürrü-l Mensur’da elli kadar rivâyete yer verir. Bunlar birbirinden farklı meseleler içeren rivâyetlerdir. Bunlara bakıp, akıllı düşünürseniz, “Peygamber efendimiz ne tutarsız adammış, bir dediği diğerini tutmuyor!” demek zorunda kalırsınız. Biz Rasülüllah efendimizi böyle bir kusurdan tenzih ederiz.

Rivâyetlerden Kütüb-ü Sitte’de yer alan ikisini burada alalım.

Rivâyet 1:

“Müslim İbnü yesar el Cühenî anlatıyor: “Hz. Ömer RA.dan, “Rabbin Âdemoğullarından; bellerinden zürriyetlerini …(A’raf 172-173)” âyetinden soruldu. Hz. Ömer RA. şu cevabı verdi: “Bu âyetten Rasülüllah’a da sorulmuştu. O şöyle açıkladı: “Allah, Âdem’i yarattı sonra sağ eliyle meshedip ondan bir zürriyet çıkardı ve: “Bunlar cennet içindir, bunlar cennet ehlinin ameliyle amel ederler” dedi. Rabb Teala, ikinci defa sırtını okşadı, ondan bir nesil daha çıkardı ve: “Bunları da cehennem için yarattım, bunlar da cehennem ehlinin amalini işleyecekler” dedi.

Cemaattan bir adam: “Ey Allahın rasülü! (Kaderimiz ezelden yazılmış ise) niye amel ediyoruz? diye sordu. Rasülüllah şu açıklamayı yaptı: “Allah bir kişiyi cennet ehli olarak yaratmışsa onu cennet ehlinin amelinde çalıştırır. Öyle ki cennetliklerin bir ameli üzere ölür ve Allah da onu cennetine koyar. Aksine bir kulu da cehennem ehli olarak yaratmışsa, onu da cehennemliklerin amelinde istimal eder. Öyle ki bu da cehennemliklerin bir ameli üzere ölür, Allah da onu cehenneme koyar.” Muvatta, Kader 2, Tirmizi, Tefsir, A’raf, Ebu Davut, sünnet.

Rivâyet 2:

“Ebu Hüreyre anlatıyor: “Rasülüllah buyurdular ki: “Allahü Zülcelal Hazretleri Âdem’i yarattığı zaman sırtını meshetti. Bunun üzerine kıyamete kadar onun neslinden yaratacağı insanlardan her birinin iki gözü arasına nurdan bir parlaklık koydu. Sonra hepsini Âdem’e arzetti. Âdem:

“-Ey Rabbim bunlar kim? diye sordu.

“-Bunlar senin zürriyetindir” dedi.

Onlardan bir tanesi dikkatini çekti, gözlerinin arasındaki parlaklık çok hoşuna gitmişti.

“-Ey Rabbim şu da kim?” diye sordu.

“-Dâvûd!” deyince.

“-Pekala ne kadar ömür verdin?” diye sordu.

“-Altmış yıl!” dedi.

Âdem:

“-Ey Rabbim, ona benim emrimden kırk yıl ilave et!” dedi.

Rasülüllah buyurdular ki: Âdem’in yaşı kırk yıl eksik olarak kesinleşince hemen ölüm meleği geldi. Âdem ona:

“-Yani benim ömrümden kırk yıl daha geride kalmadı mı?” dedi. Melek:

“-İyi ama, dedi, sen onu oğlun Dâvûd’a vermedin mi?”

Âdem inkar etti, zürriyeti de inkar etti, Âdem unuttu ve meyveden yedi. Zürriyeti de unuttu. Âdem hata işledi, zürriyeti de hata işledi.””

Tirmizi Tefsir, A’raf.

Şimdi bu meal ve rivâyetlere dayanılarak oluşmuş inancı özetleyelim.

“Allah-ü Teala henüz vucutları yaratmazdan evvel bir yerlerde ruhları karşısına toplamış. Onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş. Onlar da “Belâ. Hiç şüphesiz sen bizim Rabbimizsin” diye ikrarda bulunmuşlar. İşte o zaman ruhlar müslüman olmuşlar. ……..”

Rivâyetlerde bu sözleşmenin nerede, ne zaman ve nasıl olduğu konusunda da çıkmaza girilmiştir. Bazı rivâyetlerde bu sözleşmenin Neman bölgesinde (Arafat’tan Mina’ya kadar olan vadi) yapıldığı bazı rivâyetlerde de Taif ile Mekke arasındaki bölgede yapıldığı yer alır. Zamanıyla ilgili ortaya atılan görüşleri de iki kısımda toplamak mümkündür.

1- Allah’ın insanlardan aldığı ahid insan türünün fiilen dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiş, bütün insanların zürriyeti Âdem’in sırtından zerreler halinde çıkarılmış, onlara ruh ve akıl verilerek ilahi hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişler. Bu, gerçekten olmuştur, mecazi ve temsili bir anlatım değildir.

2- İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce zerreler halindeki zürriyetlerinden topluca alınmış bir ahid yoktur. Naslarda sözü edilen sözleşme mecazi anlamda olup bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir.

Aklen ve naklen tahlil:

İkinci rivâyeti tekrar okuyunuz. İtiraza karşı Rasülüllah efendimizin sözde yaptığı açıklamayı anlamaya çalışınız. Bu düpedüz Cebriye’ciliktir. Açıklama, açıklama olmamıştır.

Konumuz âyette “benî âdem” Âdemoğulları (insanlar), ve “zürriyetehüm” Âdemoğullarının zürriyetleri/soyları, “min zuhurihim” Âdemoğullarının sırttları/belleri/sulbleri” diye insan soyundan çoğul olarak bahsedilir. Âyette kesinlikle Âdem’den bahsedilmez. Yukarıda gördüğünüz gibi rivâyetler hep Âdem odaklıdır.

Herhangi bir sözleşmede taraf olacakların akıllı ve reşit olması gerekir. Orada zerrelerden bahsedilir. Bildirilmemiş bilgiler verilmeye çalışılır. Söz konusu sözleşmeyi bilen hatırlayan da yok. Böyle bir sözleşmeden kimse de sorumlu tutulamaz.

Âyette bahsedilen “ataların şirki bahanesi” Âdem’e fatura edilemez. Âdem müşrik değildi. Gerçi A’raf suresinin 189. âyetini açıklamada Âdeme şirk de isnat edilir. Şeytana kulluk yaptırırlar. Âdem çocuğuna “Abdülharis/ şeytanın kulu” adını verdiğini ileri sürerler.(!) (Razi, İbn-i Kesir)

Rivâyetler dikkate alınırsa insan, mîsak vaktinde, dünyada, kabirde, kıyamette hayat bulmuş olur. Bu kez de, mîsaktan sonra, dünyada, kabirde olmak üzere ölmesi gerekir bu da Kur’ân’a (Mü’min suresi âyet 11, ve Bakara suresi ayet 28)ve gerçeğe terstir. Söz konusu ayetlerde, insanın doğmazdan evvel ölü olduğu, canlanıp dünyaya geldiği, sonra öldüğü ve sonra da dirilip haşrolduğu bildirilir.

Rivâyetleri tahlil ederken daha onlarca ta’n noktası sıralayabiliriz. Konuyu iyi ya da kötü yönüyle araştırmak isteyenler İbn-i Kesir’den ya da Elmalı Tefsirinden okuyabilirler.

Görüyorsunuz ki bir delinin kuyuya attığı taşı bin değil milyonlarca akıllı çıkaramıyor. Kimse bir türlü mızrağı çuvala sokamıyor.

Âyetin özüne dönelim biz. Atmışlar işte, yalan uydurmuşlar. Utanmadan da tutarsız yalanlarını Rasülüllah’a fatura etmişler.

Sorarlar:

-Ne zamandan beri müslümansın?

Cevap:

-Kalû belâ’dan beri.

Bir başka komik cevap:

– Sünnet olduğumdan beri.

Konumuzun özü:

Biz âyeti celileye verilmesi gereken gerçek meali verelim:

172,173. âyetler: (İki âyet tek bir cümle olduğundan; (ikinci âyet birinci âyetin/cümlenin öğeleri durumunda olduğundan) bir bütün halinde meallendirdik.)

Halbuki senin Rabbin, kıyamet günü, “Biz, bunlardan gâfildik” demeyesiniz, yahut “Bundan önce atalarımız şirk koşmuş, biz onlardan sonra gelen zürriyetiz/kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi helak edeceksin?” demeyesiniz diye âdemoğullarının sulbünden onların soylarını çıkarır, ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.”

174- Ve biz böyle, âyetleri açıklıyoruz, artık herhalde dönerler.

Anlatım düzeni:

Surede 94-102 âyetler kendisinden önceki kıssa dizisinin yorumu olduğu gibi konumuz olan 172-174. âyetler de kendinden evvelki kıssa dizisinin; pasajın bağlama bölümüdür. İyi tetkik edilmelidir.

Konumuz olan âyetlerin meal ve tefsirlerinin ekserisi hatalıdır. Rivâyetlerin etkisiyle gerçek anlamdan uzaklaşıldığı gibi lafzi ifadelere de bir çok eklemeler yapılmıştır. O nedenle acizane âyetleri sözcük sözcük tahlil edip Allah’ın izniyle gerçek anlamı gözler önüne sereceğiz. İsteyenler de piyasadaki tefsir ve mealler ile mukayese edebilirler. İlmi dirâyeti olanlar da kontrol edebilirler.

Halbuki senin Rabbin,

Metinlerde “iz” edatı genellikle “vaktiyle, bir zamanlar” diye tercüme edilir. Halbuki “iz” edatı, ânî ve beklenmedik bir şeyin vukuunu, ya da söylemdeki ani bir dönüşü/değişikliği ifade etmek için kullanılır. Bazı tefsircilerde bir çok yerde “iz” edatının anlamca zait olduğunu, kelamı süslemek için kullanıldığını söylerler. Ve tefsir ve meallerin çoğunda da manaca ihmal edilir. Konu herhangi bir pasaja başlangıç olur. Burada ise âyet, “ve” ile başladığından bu âyetin kendisinden evvelki âyetlerle bağlantılı olduğu anlaşılır. Hal böyle olunca da “halbuki senin Rabbin…..” demek gerekmektedir.

Konumuz olan üç âyet kendilerinden evvelki pasajın (163-174. âyetler) bitim noktasıdır. Pasajın bağlanma paragrafını oluşturmaktadır. Bu pasajda özetle, “Rabbimizin insanları bazı şeylerle deneyeceği, insanların bir kısmının sorumlu, duyarlı bir kısmının da vurdum duymaz olup görevlerini yapmayacağını, sorumsuzların cezalanacağını, sorumlu olanların yaptıklarının karşılıklarını alacakları, bu durumun kıyamete kadar süreceği bildirilip, kafirlerin, yaptıklarını bilerek ve seçerek yaptıklarını, kesinlikle gafletten ve bilgisizlikten, bilinçsizlikten kaynaklanmadığını ve bunu onların, herhangi bir bahaneye başvurmadan itiraf edecekleri (kendi aleyhlerine tanıklık edecekleri” bildirilmektedir.

kıyamet günü, “Biz, bunlardan gafildik” demeyesiniz, yahut “Bundan önce atalarımız şirk koşmuş, biz onlardan sonra gelen zürriyetiz/kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi helak edeceksin?” demeyesiniz diye

Rabbimiz, her kuşağa, her nesile Rabblik görevini niçin yaptığının gerekçesini bildiriyor.

âdemoğullarının sulbünden onların soylarını çıkarır,

Kıyamete kadar, insan soyundan oluşan her nesil, her kuşak,

Âyetin orjinalinde fiiller, “ehrace, çıkardı, eşhede/tanık etti, kâlû/dediler, şehidna/tanık olduk” diye fiili mazi/geçmiş zaman kipiyle ifade edilir. Ne var ki insanların yeryüzüne gelişi, Âdemden kıyamete kadar nesilden nesile devam edecektir. Ve bu süreçte Cenab-u Hakk insanoğlunun Rabbidir. Onlara gerekli yetileri vermiş, onların Hakk’ı bulmaları için kitap indirmiş ve peygamber yollamıştır. Onların yetileri ve kitaptan ve peygamberden yararlanmaları süreklidir, tekerrür etmektedir. Ve son insan nesline kadar da devam edecektir. Bu geçmişte herhangi bir zaman diliminde olmuş bitmiş değildir. Öyleyse âyetteki fiili mazi kipleri, fiili muzari( şimdiki zaman-geniş zaman) şekliyle meallendirmek gerekir. Fiili mazi oluşu, Allah için zamanın olmayışı ve işin vukunun gerçekliğini vurgulamak içindir.

ve onları kendi aleyhlerine tanık eder;

Piyasadaki meal ve tefsirlerde bu bölüm de yanlış olarak ifade edilmektedir. (Kendilerine şahit tuttu) gibi. Halbuki tanıklık lehte de olur aleyhte de olur. Buradaki ifade (ala enfüsihim/kendi aleyhlerine) aleyhte tanıklıktır. Bu kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır. Ve bu olayın nihai açıklaması olan En’âm 130. âyete iyi dikkat etmelidir. Aşağıda mealen sunduk.

Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”

Konuyu anlayabilmek bu soru cümlesinin mânâsını ve pasaj içerisindeki yerini bilmeye bağlıdır. Piyasadaki tefsirler ve mealler âyette olmayan “dedi, demişti” gibi eklemeler yapmaktadır. Âyette öyle bir ifade yoktur.

Bu soru cümlesi âyetin ön bölümünün tefsiridir. Yani “elestü bi rabbiküm, Kâlû, belâ. Şehidna/ Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Derler ki: Evet, Rabbimizsin. Tanık oluyoruz.” cümlesi, “Ve eşhedehüm alâ enfüsihim/ve onları kendi aleyhlerine tanık eder.” cümlesinin bedelidir, onu açıklar, tefsir eder. Allah’ın insanları kendi aleyhlerine nasıl tanık ettiğini açıklamaktadır.

Gelelim anlamına:

Soru cümlesi olması:

Cenab-ı Hakk onların Rabbi olmasına rağmen, onların cevabını bilmesine rağmen burada soru cümlesi kullanmış. Soru cümlesi olması Belâğat gereği ve diyalog yapılan pasajların levazımındandır. Belâğat ilminde açıklanır ki, soru cümleleri daima bir şeyi sorup öğrenmek ve anlamak için kullanılmaz. Çok kere bir şeyi inkar veya takrir için veya muhataba iltifat ve minnet için veya muhatabı tekdir ve sorumlu tutmak için kullanılır.

Rabb sözcüğünün anlamı:

Rabb, “Terbiye edip eğiten. Yarattıklarını belirli bir programa göre uygun olarak, bir takım hedeflere götüren. Tekamülü programlayıp yöneten” demektir. Ama bu gün toplumda ilah, yaratan anlamında kullanılıyor. Mesela bu âyet, “Ben sizin Allah’ınız, yaratıcınız değil miyim?” gibi anlaşılıyor. Bu anlayış yanlıştır. Yanlış anlamalara ve yanlış kavram ve inançların oluşmasına neden olmaktadır. Soru cümlesinin gerçek anlamı, “ Ben, sizi terbiye eden, sizi bir hedef için hazırlayan; size akıl fikir veren, size doğruyu bulma, Rabbinizi bilme, hakikati idrak edebilme güç ve istidadını veren, ayrıca size peygamber yollayan, kitap indiren değil miyim?” demektir.

Derler ki:

“Elbette Rabbimizsin,

Arap dilinde “neam” ve “belâ” sözcükleri tasdik edatıdırlar. Her ikisi de “Evet” manasını ifade ederler. Fakat kullanımları farklıdır. “Neam” edatı, olumlu, olumsuz her söyleneni tasdik ve takrir eder. Mesela: “Ali geldi mi?” sorusuna karşı “neam” denilse, “evet, ali geldi.” demek olur. “Ali gelmedi mi?” sorusuna karşı “neam” denilse, “evet, Ali gelmedi.” demek olur. “Belâ” edatı ise böyle değildir. Bu sadece nefye cevap (olumsuz soruya cevap) olarak kullanılır ve menfinin sübutunu (olumsuzun sabit olduğunu) ifade eder. “Ali gelmedi mi?” diye sorulan soruya “belâ” diye cevap verilince “evet, Ali geldi.” denilmiş olur.

Konumuz âyette de “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “belâ” diye cevap verilmiştir. Anlamı “Evet, sen bizim Rabbimizsin!” demektir.

İnsanlar kesinlikle inkara yönelemezler. Evet sen bizim rabbimizsin: Sen, bizi terbiye ettin, bizi bir hedef için hazırladın; bize akıl fikir verdin, bize doğruyu bulma, Rabbimizi bilme güç ve istidadını verdin, ayrıca bize peygamber yolladın, kitap indirdin. Ama biz……….” derler.

tanıklık ediyoruz.”

Âyetin bu bölümü de tefsirlerin çoğunda yanlış olarak açıklanır.”Senin Rabbimiz olduğuna tanığız” diye sunulur. Bu yanlıştır. Âyette neye (mef’ul-u bih) şahid oldukları beyan edilmez. Açıkça beyan edilse edebi kurallara uymazdı. Âyetin sibakının delaletiyle “şehidna” fiilinin mef’ulu, mukadder, mahzuf “ala enfüsina”dır. Yani “Biz kendi aleyhimize tanık oluyoruz” demektir. Arapça bilenler lafzi ifadelere iyi dikkat etsinler. Gerçeği birebir görsünler. Şu âyet de bu âyetin tefsiri mahiyetindedir:

En’am suresi âyet 130, 131:

“Ey cin ve ins topluluğu! Size göstergelerimizi anlatan, bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran, kendinizden elçiler gelmedi mi? –Diyecekler ki. “Kendi aleyhimize şahidiz!- Basit hayat onları aldattı da inkarcı olduklarına, kendilerine karşı tanıklık ettiler.

Gerçek şu ki, Rabbin, insanları henüz bilgisizken, haksız yere, kentleri asla helak etmez. ”

Bu hususta A’raf suresi âyet 37 ve Nahl suresi 89. âyete de bakabilirsiniz.

Âyeti kerimeleri doğru anlarsak ne garip rivâyetlerin arkasına düşeriz ne de kimin nesi olduğunu bilmediğimiz adamların bize empoze ettikleri inançların arkasına.

Dua edelim: Rabbimiz! İlmimizi, anlayışımızı ve kavrayışımızı artır.” Hakkı YILMAZ

http://www.istekuran.com/index.php?page=8c3bb2e15d9fc663f0e0522ef168dc9a&id=51

http://www.istekuran.com/index.php?page=176dc03baec48a336496710a029fcef2&id=48

posted in KALU BELA | 1 Comment