-
8th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

Buna karşılık sizden bir ücret de istemiyorum.

Benim ücretim, ancak alemlerin Rabbine aittir.” ( Şuara 109 )

İÇİNDEKİLER

1- Hangi İslam?

2- Nasıl Müslüman Olunur?

3- Kavramların Önemi

a- Sabır kavramı

b- Zikir kavramı

c- İbadet kavramı

d- Veli kavramı

4- Sünnet ve Hadis Anlayışı

5- Sünnet Nedir?

6- Hadis Nedir?

7- Peygamber ve Peygamberliği Yanlış Anlamak

8- Şefaat Etme Hakkı Var mıdır?

9- Alimlerin Görüş ve D üşüncelerini Ölçü Almak

10- Allah ile Kul Arasındaki Aracılar

11- Geleneksel Kültürün Etkisi

12- Tevhidi Düşünceyi Gereğince Anlayamamış Olmak

13- Hidayet ve Sapmayı İnsan Seçer

14- Müslüman Olmayanlarla İlişkilerimiz Nasıl Olmalı?

 

 

1-Hangi İslam?

İyiligi sonsuz, ikramı bol olan Allahın adıyla..

Hamd ancak Allah içindir. Ona Hamd eder, Ondan yardım diler. Ona sığınır ve yalnız ona tevekkül eder ve onun afvını isteriz… Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden ona sığınırız. Hakikat şu ki: Allah kimi hidayete erdirirse onu saptıracak, kimi de saptırırsa onu hidayete erdirecek kimse yoktur.

Allahtan başka ibadete layık ilah olmadığına şahadet ederim. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk onun, her türlü medh-u sena onundur ki O her şeye kadirdir. Ve yine şahadet ederim ki, Hz.Muhammed(s.a.v) onun kulu ve rasulüdür.

Değerli Kardeşlerim; Buradaki konular asla Müslümanların kafasını karıştırmak veya alimlere dil uzatmak veya alimleri devre dışı bırakmak gibi asla alğılanmamalıdır.! Gayemiz araştırarak, okuyarak, anlayarak, manalarını iyi etüd ederek saglam bir İslam Akidesine sahip olabilmektir.

Hangi İslam ?

Oldukça garip bir soru. Ne demek hangi İslam? Kaç tane İslam var ki? Elbetteki îslam bir tanedir. O da Kur’an’daki İslam’dır. Ancak böyle bir ayırım yapmadan gerçeği anlatabilmek oldukça zordur.

Çünkü, îslam oldukları iddiasında olan ve temel referansları itibariyle birbirinden büyük farklılıklar gösteren anlayışlar hakkında bir yargıda bulunmak için bu ayırımı yapmak zorunluluk arz etmektedir.

Diğer bir anlatımla, gerçek olan Kur’an’daki İslam’la, uydurulmuş (kültürel/ilahî din) olan lslam’ı(!) birbirinden ayırabilmek için bu soruyu sorduk– Bu iki anlayışı (dini) dayandıkları değerlere göre tanımlayabilir veya kavrayabilirsek o oranda doğruyu seçmemiz mümkün olacaktır.

Yoksa; yarısı hak, yarısı batıl olan bir anlayışı din edinmiş oluruz ki; bu bizi ‘şirk‘e düşürür. Evet, gerçek din ile gerçek din adına uydurulmuş dinleri birbirinden ayırmak için bildiğimiz doğruları ortaya koymaya çalışırken, ‘ne diyorsak tamamen ve tek doğru bizim dediklerimizdir’ iddiasında değiliz; isabet ettiğimiz gibi yanıldığımız da olacaktır.

Yine de doğru olduğuna inandığımız şeyleri başkalarına ulaştırmak ve özellikle “Tevhid‘i” bozan, hakka batılı karıştıran, geleneksel kültürlerini din haline dönüştüren ve üstelik bunu îslam adına yapan Müslümanların(!) durumlarım yeniden değerlendirmelerine katkıda bulunabilirsek amacımıza ulaşmış olacağız.

Müslümanların parçalanıp bölündükleri; her bir grubun kendisini ‘hak’, diğerini ‘batıl saydığı bilinen bir gerçektir. Temel kaynağı Kur’an olan ve kendisini peygaınber (sav)le pratize eden îslam, ne yazık ki, Peygamberimizin ölümünden hemen sonra ki yıllarda başka görüş ve düşüncelerin kaynaklan ile kirlenmeye başladı. Bu kirlilikle birlikte Müslümanlar da giderek ana kaynaklarından uzaklaşmaya başladılar.

Böylece farklı ‘din anlayışları ortaya çıktı, öyle ki, bizzatihi Allah’ın korumasında olan Kur’an’ın metni dışında, İslam’a ait bütün değerler az veya çok bu değişiklikten nasibim aldı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen tarihi süreç içinde, her dönemde Allah’ın ipi Kur’an’a tutunabilen mü’minler, dini Allah’a has kılarak bu değişmenin/ sapmanın dışında kalmayı ve Tevhidi inançlarını korumayı başardılar.

Bunu başaramayanlar ise “Kur’an İslamı” yerine geleneksel/kültürel bir inanca sahip oldular. Ve böylece bu sürecin neticesinde Müslümanlar temelde iki ana gruba ayrılmış oldular: Kur’an İslam’ına bağlı olanlar ve Kur’an îslamı’ndan sapanlar.

Tevhidi İslami düşünceyi koruyan Kuran İslamı’nın bağlıları, dinin esası sayılmayan konularda zaman zaman farklı görüş geliştirmiş olmaları onların Kur’ani çizgiden uzaklaştıktan veya saptıkları anlamına gelmemelidir. Dinin teferruatına dair düşünce farklılığı tamamen Sünnetullah’ın gereğidir ve insan olmanın doğasından (fıtratından) kaynaklanmaktadır.

Tevhidi İslam’ın yolunu sürdüren, Kur’an ve Sahih sünneti ölçü alan bu kimselerin yoluna “Hak” yol diyoruz. Öte yandan, Kur’an İslam’ından uzaklaşanlar, inançlarında Kur’an a da yer vermekle birlikte, beşeri görüş, düşünce ve geleneksel kültürleriyle ve özellikle İslam öncesi sahip oldukları eski dinlerinin kutsallarıyla hak ve batılın birbirine karıştığı kültürel-ihali yeni bir din oluşturdular.

İsminden başka İslam’la ilgisi kalmayan bu dinin bağlıları, dinlerini oluşturdukları değerlere göre birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Örneğin daha çok kültürel değerlerden etkilenen kişinin din anlayışı ile eski dininin kutsallarına öncelik veren kişinin din anla* yışı arasında bu önceliklerine göre farklılıklar oluşmaktadır.

Birisinde, inancın merkezinde geleneksel kültür varken, bir diğerinde merkezi atalar dini işgal etmektedir. Bu grupta yer alanları Tevhidi İslam’dan sapanlar olarak nitelemekteyiz. Bu yol ise “batıl” yoldur. Anlaşılması ve içinden çıkılması en zor olan konu ise, “hatırda olanların kendilerini gerçek îslam olarak görmeleri ve “hak yolda olanları dinden sapma ve sapıklıkla suçlamalarıdır. Oysa herkesin kabul ettiği gibi gerçek birdir.

Burda temel sorun, gerçeğin neye göre tesbit edileceğidir. Yani doğru ve yanlışı belirlemede neyin ölçü alınacağıdır. Bu sorunun cevabı kuşkusuz ölçü Kur andır* şeklinde olacaktır, o halde şimdi Kur’an’ı ölçü alarak “hak” ve “batılın ne olduğunu ortaya koymaya çalışalımalıyız.

 

 

2-Müslüman Olmak (Nasıl Müslüman Olunur)

Bir kimse öğrenci olmadığı halde, kendisine öğrenciyim demekle, memur olmadığı halde memurum demekle, mühendis olmadığı halde mühendisim demekle iyi insanım demekle, dürüstüm, erdemliyim demekle, filanca yaşam biçimini benimsiyorum demekle, yani sadece ‘ben buyum” demekle dediği şey olmuş olur mu?

Elbetteki olmaz. Zira her şeyin kendisine göre şartlan vardır. O şartlar oluşmadan, yerine getirilmeden, elde edilmeden hiçbir şey olunmaz. İslam’la ilgisi olmadığı, İslam’a ters düştüğü, İslam’ı gerçek anlamda benimsemediği veya gereklerini yerine getirmediği, şartlarına uymadığı halde kendisine “Elhamdülillah Müslümanım” dedigi için kimse Müslüman sayılmaz.

Her şeyin olduğu gibi Müslüman olmanın da kendine özgü şartları vardır. Bu şartlara uymayan, bu şartları bulundurmayan veya bu şartlan taşımayan kişinin kendisini Müslüman olarak görmesi, gerçekten birşey ifade etmez.

O Müslüman olmanın başta gelen şartı, Allah’a ve Kitab’ına inanmaktır, ikinci şartı da, bu inanış biçiminin Allah’ın istediği şekilde olmasıdır. Yani, hiç kimsenin, ben, istediğim gibi inanırım demeye hakkı yoktur.

Bir kimse, Allah’ın kitabında belirlendiği şekilkide inanmadıkça, inancının bir değeri yoktur. İman üç bölümden oluşur. Birinci şartı, inanmaktır.

İkinci şart ise, inanmanın geçerli olabilmesi için, doğru biçimde olmasıdır. Yani Kur’an’ın belirlediği biçimde olmasıdır. Üçüncüsü de, inandığını yaşamaktır. Yaşama dönüşmeyen inancın, doğru olmayan inanç gibi bir değeri yoktur. Örneğin okula kayıt yaptırmak tek başına yeterli değildir.

Öğrenci olmak için okula/öğrenime devam etmek şarttır. Tıpkı bunun gibi yalnızca inanmak tek başına yeterli değildir, İnanıyorum demekle inanç gerçekleşmez. İnancın gerçekleşmesi için, inanılan şeye nasıl inanılması gerekiyorsa öyle inanmak gerekir. Bu da Müslümanlığın öngördüğü şartları yerine getirmekle olur. Bu değerlendirmemizin ışığı altında kendilerine Müslümanız demelerine rağmen İslam’la ilgisi olmayanları dört gruba ayırabiliriz.

Bunlar:

a -İslamı bilmeyenler
b -Yanlış bilenler, hak ile batılı birbirine karıştıranlar
c -Münafıklar
d -İnancını hayata geçiremeyenler.

 

Yaşadığı hayatı İslam’a göre düzenlemeyi amaç edinmeyen ve bu amacı gerçekleştirmek için gayret göstermeyen bir kişinin inancının gereği yaptığı bütün işler geçersizdir. Ne var ki her Müslümanın inancında ihlaslı olmada ve inancını yaşama geçirmede farklılıklar olabilir.

Hatta Mü’min bîr kimse, zaman zaman günah olan bir fiili isleyebilirken, diğer bir mü’minde takvada yarışanlardan olabilir. Bu bakımdan, Müslümanın zaman zaman hata yapması, günah işlemesi onun Müslüman olma özelliğini iptal etmez. Ancak bir Müslümanın günahında ısrarcı olması ve günah işlemeyi alışkanlık haline getirmesi onu “mücrim” yapar.

Günümüzde öylesine garip bir durumla karşı karşıyayız ki İslam’ın koyduğu kuralları geçersiz ve gereksiz saydığı halde, İslam’ın bir kısmını çağdışı gördüğü halde, İslam’ı yeterli ve akılcı bulmadığı halde yine de Müslüman olduğunu söyleyenler var.

Bu durumun nasıl bir çelişki olduğunu sorgulamak ve ortaya gerçeği çıkarmak için Müslümanlığın ve Müslüman olmanın ne demek olduğunun tanımını yapmak bir zorunluluk olmuştur. Evet, nedir Müslüman olmak? Müslüman olabilmek veya Müslüman sayılabilmek herkese göre değişen bir şey midir?

Bunun Kur’ an’a dâyâlı, kendine özgü bir tanımı yokmu? Kendine göre şartları yok mu Müslüman olmanın? Bu şartları kim belirlemelidir?
Bu konuda Allah’tan başka belirleyici var mı? Bu soruların cevabını ararken önümüze iki ayrı yol çıkmaktadır:

1-Müslüman olmanın şartlarını Allah’ın kitabı belirler. Allahin koyduğu ölçülerin esas alınması zorunludur.

2-Herkes bu şartları istediği şekilde belirleme hakkına sahiptir.

İkinci yolun kabul edilmesinin mümkün olmadığına iman etmek zorunda olduğumuza göre, Müslüman olmanın şartlarını Allah’ın kitabı belirler. Herkes Allah’ın yaptığı tanıma (Kitabına) bakmak ve Müslüman olup olmadığına Ona göre karar vermek zorundadır.

Şimdiye değin yapılan Müslümanlık tanımlarının yetersiz veya yanlış oluşu ve dileyenin dilediği gibi (işine geldiği gibi) anlamasına uygun oluşu veya yeterince açık ve net olmayışından olsa gerek, kendilerini Müslüman olarak tanımlayıp öyle gördükleri halde Kur’an’daki İslam’ı bilinçsizce reddedenler ortaya çıkmıştır,

Bir karşılaştırma yapacak olursak;

 

Dinini Allah’a has kılarak O’na kulluk yapmayı, yaşamının ana gayesi sayan da Müslümanım diyor; Allah’la birlikte birçok ilah edinmiş, yaşamını, insanlarca belirlenen esaslara göre düzenleyen, heva ve hevesine göre yaşayan da.

Allah’ın Kitabına uymayı, Müslümanlığının esası sayan da; Kitab’a yalın bir saygı duymanın ötesinde O’nunla ilişkisini tamamen kesmiş olanlar da.

İslam en üstün hayat nizamıdır diyen de; … Yalnız mü’minleri dost edinenler de; mü’minleri bırakıp, kafirleri dost edinenler de. İçinde bulunduğu İslam dışı hayatı İslam’la değiştirmenin mücadelesini veren de; o hayatı benimseyen, hatta onu İslam’a karşı korumaya çalışan da.

Küfrü reddeden de; ona rıza gösteren de. Doğru ve yanlışı Allah’ın kitabı ve sahih sünnet belirlemelidir diyen de; heva ve hevesini, bidat ve hurafeleri din edinen de. Kur`anın öngördüğü şekilde inanan ve yaşayan da; mürşidinin, şeyhinin veya cemaatinin öngördüğü şekilde inanan, ve yaşayan da.

Velî olarak Allah yeter diyen de; Allah ‘la kendi arasında tayin ettiği aracıları veli edinen de.

Mürşit Kur`andır diyen de; insanları mürşid edinen de. Rehber Kur`andır diyen de; biz Kur’an’ı anlamayız, bize üstadlarımızın dedikleri yeter diyenler de.

Allah’tan başka şefaat edici olan yoktur diyen de; Allah’tan başkalarını şefaatçi seçen/tayin eden de.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Peki bu kadar zıt kutupların hepsinin Müslümanlık olması mümkün olmadığına göre, Müslümanlık hangisi? Acaba yanlışlık nerede? Yanlışlık kuşkusuz ki İslam’da ve Müslümanlık’ta olamaz. Yanlışlık İslam’ı ve Müslümanlığı gereğince bilmemektedir. Maalesef kendilerine Müslümanım diyen birçok kimse, İslam’ı da Müslümanlığı da gerçek anlamı ile bilmiyor, îşte bundan dolayı kime Müslüman deneceğini açıklamaya, kim Müslüman, kim değil; kim inanan, kim inanmayan; kim mü’min, kim kafir sorularına cevap aramaya çalışacağız.

Geleneksel kültürümüzde yeretmiş, bütün yanlışların başı veya başlangıç noktası olarak gördüğümüz bir batıl inançtan başlayarak bu konu yu açıklamaya çalışalım.

Şimdiye değin yığınla insanımız „la ilahe illallah“ sözünü söyleyen ve kabul eden Müslümandır, yalanı ile aldatıldı. İyi niyetle ortaya konmuş olduğuna inandığımız bu ilke, başlangıçta doğru gibi algılansa da sonuçta nasıl bir yanlışın ve sapmanın alt yapısını oluşturduğu, Müslüman’ın tanımını yaptığımızda ortaya çıkacaktır.

Müslüman, Allah’a eş koşmadan inanan, Kur’anı inancının ve hayatının ana kaynağı olarak gören, İslam’ı sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi alarak benimseyen, İslam’ı hayata hakim kılmanın mücadelesini veren ismi ne olursa olsun, …. onları İslam’la değiştirmeyi Allah’a kulluğunun şartı sayan, Dini yalnızca Allah’a halis kılan, din adına ortaya çıkan bid’at ve hurafeye dayalı aracıları (veli, şeyh, mûrşid v.s) ilahlaştırmayı şirk sayan, Peygamber’in nasıl yediğini, içtiğini, nelerden hoşlandığını değil, O’nun İslam’ı nasıl yaşadığını, küfre, zulme ve haksızlıklara karşı nasıl mücadele verdiğini sünnet olarak görendir. Kur’an’a göre Müslüman olmanın iki boyutu vardır; biri itikadı (teorik) boyut, diğeri amelî (pratik) boyut. Müslümanlık yalnız inanmaktan ibaret olmadığı gibi amelden de ibaret değildir.

Teori ve pratik birbirini tamamlar; biri olmadığı zaman, diğeri de bir değer ifade etmez. Müslüman sayılmada sözde inanmanın bir önemi yoktur. Hayatı Kur’an’ın ilkelerine göre düzenlemeyi benimsemeden/istemeden, bütün özellikleri ile (hüküm koymada, helal ve haramı belirlemede, Rızık vermede, kullukta, otoritede…) Allah’ı birlemeden Müslüman olunmaz. Müslüman yalnız şehadet kelimesini söylemekten değil, Kur’an’ın tümünden sorumludur. Kur’an’ın tümüne muhataptır. İslam’ın şartı sadece beş değildir: Kur’an’ın iki kapağı hepsi İslam’ın şartıdır. Teoride Müslüman olmak yetmez.

Kur’an, yolunu sürdürenleri, peşinden gidenleri Cennete götüreceğine dair söz vermektedir. Kur’anın belirlemediği hiçbir yol sahibini Cennete götürmez. Cennet Kurana göre inanmanın ve yaşamanın karşılığıdır. Kim ki Cenneti istiyorsa Müslüman olmak; kim ki Müslüman olmak istiyorsa Allah’ın kitabında gösterdiği yoldan gitmek ve o yolun dışındaki bütün yolları reddetmek zorundadır.

Yani, bir kimse hem Müslüman, hem de başka bir görüşün benimseyeni olamaz hem Allah’ın yolunu, hem de başka yolları gidilecek yol olarak göremez. Böyle yapan ya cahil ya yanılmakta, ya da münafıktır.

Kısaca Müslümanlık, herkesin işine geldiği gibi anladığı, tanımladığı ve uyguladığı bir din değil. hal bole olunca ister istemez şu söz gerçekleşiyor ben inandım Müslüman oldum ama ben Kurana değil Kuran bana uyacak mantığı ortaya çıkıyor…iyi düşünmek lazım…..Kur’an bizden nasıl inanmamızı ve yaşamamızı istiyorsa öyle inanmak ve yaşamak zorundayız. Şehadet kelimesi ise bu kabulün sadece bir parçasıdır.

İslam’ı bir bütün olarak benimseyen ve ona göre yaşamak isteyen kimse Müslümandır. O bütünü parçalara ayırmak, ayıranı dinden çıkarır. Ve o kimse günde binlerce kez la ilahe illallah da dese, gerçekten hiçbir şey ifade etmemiş olur.

Yani, sadece la ilahe illallah demekle Müslüman olunmaz.

 

 

3-Kavramların Önemi

Kavramlar tıpkı yazı yazmada ve okumada kullanılan harfler (alfabe) gibidir. Nasıl ki okuyup yazmak bu harfleri bilmeye bağlıysa, harfler bilinmeden okuyup yazmak mümkün değilse; tıpkı bunun gibi Kur’anî kavramları bilmeden de Onu gereğince anlamak mümkün değildir.

Her düşünce ve inancın kendisini en doğru ve anlaşılır olarak, ancak kendi kavramları ile ifade edebileceği bir gerçektir. Bu bakımdan, bir düşünceyi, görüşü anlamak veya tanımlamak için en uygun yöntem o düşüncenin kavramlarını kullanmaktır. kur’an’in kavramları da Kur’an’ın alfabesi gibidir.

Kim ki Kur` an’ı gereğince anlamak istiyorsa Kur’an’ı kavramları bilmek zorundadır.

Örneğin, ilahın, ibadetin, dinin, Rabbin, sabrın, tagutun, şirkin, velinin, zulmün, şükrün… kavram olarak anlamlan bilinmeden, Kur’an’m mesajım anlamak, Kur’an ı Kur’an’ca kavramak ve ölçü edinmek mümkün olamaz. Kavramları bilmek öylesine önemlidir ki, bir tek Tevhid kavramının bile ne anlama geldiğini bilmediğimiz zaman, Kur’anın bizim için hiçbir anlamı olmayan, bomboş bir kitap halice dönüşeceğini görürüz.

Kur’an’la ilk muhatap olan toplumun, kavramları bilmeme gibi bir sorunları yoktu. Zira Kur an, onların anlamlarını bildiği kavramları kullanmış ve onların dili ile vahy edilmişti. Onlar kendilerine söylenen her sözün doğru anlamını biliyor ve Kur’ an’ın kendilerinden ne istediğini anlıyorlardı.

Ne var ki Kur’ani kavramlar, tarihi süreç içinde harici etkilerle ya anlamlarını yitirdi ya da anlam değisikliğine uğradı. Böylece, Kur’an’ın onlara yüklediği anlam, yerini değişik ve tamamen karşı anlamlara bıraktı. Bunun neticesinde de bugün Kur’an’ın orjinal mesajı, muhatabında istenilen inanç ve anlayışı gerçekleştirememektedir.

Deyim yerinde ise, Kur’an, bu şekilde susturulup söz hakkı elinden alınmıştır.

Kavramlardaki bu değişiklik Kur’an’ın anlaşılmasına yansıdığı için, Kur’an sözcük olarak, metin olarak hiçbir değişikliğe uğramadığı halde, anlamda değişikliklere uğrayarak etkisiz hale dönüştü. Hatta yer yer olumsuz etkiler yapan(yaptırılan) bir kitap oldu. Konunun daha iyi anlaşılmasına ve öneminin kavranmasına katkıda bulunmak için örnek bazı kavramların gerçek tanımlarını yapmaya çalışalımcagiz:

a-Sabır

b-Zikir

c-İbadet

d-Veli

 

a-Sabır Kavramı

Kur’an’da, direnme, karşı koyma, yılmama, dayanma, inancının mücadelesini vermede her türlü zorluğa ve zulme direnme, başa gelen acı ve kötü olaylara karşı dayanmanın ve umutsuzluğa (ye’se) düşmemenin karşılığında kullanılan sabır; aynı zamanda harama ve günaha sürükleyecek nitelikteki nefsin arzu ve isteklerine karşı koymak anlamına da gelmektedir.

Ne var ki zamanla gerçek anlamını yitiren ve anlam değişikliğine uğrayan sabır kavramı, Müslümanın anlayışında da değişiklik yaparak onu zulme seyirci yapmış, haksızlıklara karşı rıza göstererek boyun eğdirmiş, her türlü kötülüğe ve fitneye karşı sessiz hale getirmiş, izzet ve şerefinin ayaklar altında çiğnenmesine tepki gösteremez hale düşürmüştür.

Oysa ki, Müslüman’dan istenen sabır, küfre, zulme ve haksızlığa karşı verdiği mücadelede, Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılmak için yaptığı cihad’da karşılaşacağı her türlü zorluğa karşı direnmek, başına gelecek her türlü belaya karşı yılmadan, usanmadan yoluna devam etmede kararlı olmak ve her türlü çileye karşı dayanmaktır:

ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (10)

” Rabb’in, türlü eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra savaşan ve sabredenlerin yanındadır. Elbette bütün bunlardan sonra Rabb’in bağışlayan, esirgeyendir” (Nahl-110)

Sabır korkaklık ve ürkeklik değil, cesaret ve yiğitliktir. Sabır, yeis değil, umuttur. Kur’an’da sabır, genellikle

sabretmek ve salih amel işlemek“,

cihad edip sabretmek,”

‘sabredip takva sahibi olmak” kalıplan ile kullanılmaktadır,

Bu nitelemeler de bize, sabrın, salih amelle, cihad etmeyle, takva ile içice ve birlikte olduğunu göstermektedir.

Sabrın Kur’an’daki anlamı budur günümüzde anlam değişikliğine uğradığından veya kavram olarak gerçek anlamı her yönü ile bilinmediğinden, Müslümanlar sabır adına zulme rıza gösteren, kötülüğe seyirci kalan pısırık insanlar olmuşlardır. Acizlik ve uyuşukluk sabır sayılmıştır. Zillete rıza sabır olmuştur. Kur’an’a baktığımızda yüce Allah, kulunu sürekli sabırla imtihan etmektedir. Sabretmeyenler, imtihanı kaybedenler olarak nitelenmekte ve Cennetten yoksun bırakılacakları bildirilmektedir.

Kim ki direnir; cesaretle, umutla hakka sarılır, zulme baş kaldırışında uğradığı bütün belalara karşı koyar ve hak yolunda her türlü zorluğa katlanır ve sabırla Allah’a yönelirse imtihanı kazanacaktır,

إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُوْلَئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ (11)

“Ancak sabredip iyi işler yapanlar böyle değildir. İşte onlar için magrifet ve büyük mükafat vardır.” (Hud -11)


أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمْ اللَّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ (12)

“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri (sınayıp) bilimden, sabredenleri(sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i imran 142)

Her konuda olduğu gibi, sabır konusunda da Resuller bizim için en iyi örneklerdir. Onlar Kur’an’ın rehberliğinde Allah’ın yolunda yürürlerken karşılaştıkları her türlü engeli (zulmü, işkenceyi,) sabırla, sabırdan aldıkları güçle nasıl ki aşmışlarsa, onların yolunu sürdürme iddiasında olan Müslümanlar da kötü olana, harama, günaha, zorluğa, zulme karşı direnmede sabra sığınmalıdırlar….

 

 

b- Zikir Kavramı

Sözcük olarak, anma, anımsama anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da, evreni kavrama, Kuranı anlama, Allah’a yönelme, Kur’an’ın ve vahyin diğer bir ismi, Allah’ı anma, hatırda tutma gibi anlamlarda kullanılmıştır. Zikir kelimesi türevleri ile birlikte Kur’an’da 300 den fazla yerde geçmektedir, Kur’an’ın kendisi de bir zikirdir. Çünkü O, bize Allah’a yönelmenin yolunu göstermekte, Onu tanımamız ve bilmemiz konusunda yardımcı olmak amacıyla evrende olan canlı ve cansız birçok şeyi dikkatimize sunmakta ve onlarla bize hatırlatmada bulunmaktadır. Allah’ı zikretmek, kulluğumuzun en büyük özelliği olmalıdır. Zikir, sanıldığı gibi sadece belli sözlerin tekrarı ile gerçekleşmez.

Zikir, Allah’ı düşüncemizde ve yaşantımızda söz sahibi yaparak, Onun yasalarına göre hareket etmek ve O’nun koyduğu ölçülere göre yaşamakla gerçekleşir. Zikir, insanın Allah’ı yüceltmesidir ki o yüceltme, yaşantımızı düzenlemede tercihlerimizle ortaya çıkar. O’nun verdiklerine karşı nankörlük etmemek ve verdiklerini rızasına en uygun şekilde kullanmaktır. Kısacası zikir Allah’ın Kur’anını yaşamaktır, belli, sözlerin tekrarı değildir.

Zikir, “Ey Allah’ım, senin olmadığın hiç bir yer senin görmediğin hiçbir şey senin duymadığın hiçbir söz olamaz. O halde ben bu bilinçle, yani seni bu şekilde, sürekli aklımda tutarak, sanki devamlı benimle birlikteymişsin gibi düşünerek, bütün davranışlarımda senin koyduğun kurallara göre hareket etmeliyim“ ifadesiyle somut anlamını bulur. Öyle ya, Allah’ı bu şekilde anan (zikreden) bir kimsenin, bu anışı(zikri) gönlünde ve aklında yaşattığı sürece, Allah’ın gösterdiği yoldan sapması mümkün olabilir mi? Yukanda da değindiğimiz gibi, zikir, sanıldığı gibi bir takım sözlerin veya kelimelerin belirli sayılarda tekrar edilmesi demek değildir.

Zikir, Allah’ı sürekli akılda tutarak, onun gösterdiği yoldan gitmektir. Zikir. Allah’ı sözle anmak değil, gönülden onaylayarak bilinçli bir şekilde O’nun hükümlerine teslim olmaktır. Teslim olmak ise, istenilen şeyi yapmakla gerçekleşir. Yoksa yüzlerce kez ‘La ilahe illallah’ sözünü tekrar etmekle Allah zikretmiş sayılmayız.

Allah’tan başka ilah yoktur (la ilahe illallah) deyiminin yüzlerce, binlerce kez tekrar etmeyi zikir sayanlar, sözde bir saygınlıkla Ona saygıda bulunanlar, bütün hayatı kapsaması gereken bir gerçeği, bazı sözlerin tekrar edilmesi işine hapsederek, amacından uzaklaştmmş bulunuyorlar. Kaldı ki bu çevreler ‘zikrin’ kelime olarak geçtiği 300’ün üzerindeki ayeti dikkate almamakta, bu konuda kullandıkları kimi ayetleri de yanlış algılamakta ve anlatıldığı gibi değil, anlamak istedikleri şekilde anlamlandırarak kendi hakim kültürlerine uydurmaktadırlar. Zikrin söz konusu edildiği bazı ayetlere bakmakta yarar var, Kuran, kendisinin bir zikir olduğunu belirtmektedir.

“O zikri (Kitab’ı) Biz indirdik Biz; ve Onun koruyucu da elbette biziz“ (hicr 9 )

Evet görüldüğü gibi Allah Kur’an’ında zikirin Kur’an olduğunu ve Kur’anı yaşamanın zikir olduğunu söylemektedir.Ne varki günümüzde zikir anlam değişikliğine ugrayıp Kur’anı bir yaşayışdan sadece birkaç kelimeleri tekrar etmekle yetinme yerini almıştır.

Ya da şöyle diyebiliriz bu gibi kavramların tahrifi ile Kur’an’ın değişmeyeceğini, koruyucusu da Allah olduğuna göre, Kur’anın değişmeyeceğini bilen İslam düşmanları, bizleri kavram yanılgısına ugrattıgını düşünmek yerinde olacak sanırım.

Her şey açık ve nettir. Ayetle devam edelim:

“O zikri (Kitab’ı) Biz indirdik Biz; ve Onun koruyucu da elbette biziz” (Hicr9)

Vahyin karşılığında kullanılmıştır. Demek ki, zikir kelimesi günümüzde sanıldığı gibi sadece Allah’ı bazı söz ve hareketlerle anmak anlamına gelmemektedir, Kuşkusuz Kur’an’da zikir, Allah’ı anmak anlamında da kullanılmıştır.

Ve Allah, bizden kendisini anmamızı istemektedir. Bizim yanlıştır dediğimiz şey, bu anmanın yerine getiriliş biçimidir. Elbetteki Allah’ı anmak(zikretmek) şarttır. Ama bu anma nasıl olacaktır? Allah’ı anmak, mutlaka tesbihle ve belli sözlerin tekrar edilmesi ile mi olmalıdır?

Yoksa, namazla, zekatla, haccla, cihadla, kısaca Allah’ın bütün hükümlerine karşı boyun eğerek, itaat ederek, helal ve haramlara dikkat ederek hayrı ve şerri gözeterek, yani ne yaparsak yapalım Allah’ın bizimle beraber olduğu düşüncesini taşıyarak, Allah’ı aklımızdan hiç çıkarmayarak mı olmalıdır?

Bir takım sözleri tekrar ederek mi, yoksa O’nu razı etmeyi esas alarak, O’ndan korkarak, O’na gönülden yalvararak, O’na sığınarak, güç ve destek isteyerek mi? Zikretmeyi tesbih çekmek ve birtakım sözleri belirli sayılarla tekrar etmek olarak görenlerin

الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللَّهِ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ (28)

“Onlar inanan ve Allah’ı anmakla (zikretmekle) gönülleri huzur bulan kimselerdir. Bilin ki gönüller ancak Allah’ı anmakla huzur bulur (13 Rad -28)

ayetini delil göstererek kendilerini haklı saymaları, zikir kavramını gerçek anlamı ile yani, Kur’an’da ifade edilmek istenen anlamda değil, ona kendi anlayışlarına göre anlam vermelerinden kaynaklanmaktadır. Elbetteki, mü’minler ancak inanmakla ve gönüllerinin Allah’ı anmasıyla huzur bulurlar. Buna hiçbir müminin itirazı olamaz. Ancak, gönüllerin Allah’ı anması nasıl olacaktır? Önemli olan bu soruya doğru cevap vermektir. Herkes eline tesbihi alsın ve günde beşyüz veya bin kez la ilahe illallah desin ve bu şekilde gönlü Allah’ı anmış olsun diye bilir miyiz?

Böyle yapan gerçekten bu ayetin gereğine uymuş mu olur? Önce bu ayetin neyi ifade ettiğinej neyi anlatmak istediğine bakalım. Ayetin, gerçekten neyi anlatmak istediğini, daha iyi anlamamız için bir önceki ve sonraki ayetlerle birlikte ele almamızda yarar var:

“İnkar edenler: “Ona Rabb’inden bir ayet (belge l mucize) indirilmeli değil miydi? diyorlar. De ki: “Allah, dilediğini (bu tür sözlerle) saptırır. Yöneleni de kendisine iletir.(13 Rad 27)

“Onlar inanan ve Allah’ı anmakla gönülleri huzur bulan kimselerdir. iyi bilin ki gönüller ancak Allah’ıanmakla huzur bulur .(13 Rad 28)

“İşte mutluluk ve güzel gelecek o inanıp güzel işler yapanlarındır” (13 Rad-29).

Ayet, önceki ve sonraki ayetlerle birlikte değerlendirildiğinde ortaya şu gerçeği koymaktadır:

Müşrikler her fırsatta Peygamberimizi (Ra’d-27’de olduğu gibi), peygamberliğini kanıtlamaya davet ediyorlardı. Peygamberden, peygamber olduğuna dair mucizeler istiyorlardı. Eğer peygamberse diğer peygamberler gibi mucize göstermeliydi. “Ona gökten yardımcı melekler inmeli“, ”kendisine Rabb’inden hazineler verilmeli‘, “ölüleri diriltmeli“, ”altından ırmaklar akan bağları, bahçeleri olmalı değil mi?” diyorlardı.

Allah da inanmakta direnen ve bahane arayanlara cevaben: Bu bahanelerle doğru yoldan saptıklarını, bu tür bahanelere kanmayıp Kitab’a yönelenlerin de doğru yolu bulduğunu, ve onları, Allah’ın, kendisine ileteceğim söylemektedir. (Ra’d-27’nin devamı Ra’d-28’de) de yüce Allah şöyle demektedir: Allah’ın zikrine -ki burada zikir Kitap anlamında kullanılmıştırgönülden inananlar bu inançlarında kuşkusuz olduklarından, gönülden kabul ettiklerinden huzurludurlar. Çünkü kuşkusuzca inanmaları onlara huzur vermektedir, Allah’ın zikri, Allah’ın sözü demektir.

Kim ki bu zikre/söze gönülden inanırsa en güzel işi yapmış ve o, Allah’a yönelmiştir. Yani, Mümin Allah in zikrine inanmakla en güzel işi yapmış, mutluluk ve güzel geleceği haketmiştir. Görüldüğü gibi, zikir, Kur’an’ın diğer bir ismi anlamında kullanılmıştır.

“Allah’ı zikretmekle, yani Allah’ın, sözünü kuşku duymadan kabul etmekle gönüller huzur bulur” anlamına gelen ayeti, hergün belli bir sayıda bazı sözleri tekrar etmeye dayanak göstermek, ona yanlış anlam vermekten veya onu kendi doğrularına uydurmaktan başka birşey değildir Diğer bir ayette:

“Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara – 152)

diyen Rabb’imizin bu ayetini tasavvuf anlayışı ile açıklarsak o zaman Allah; “Siz tesbih çekerek, beni zikrederseniz ben de size, tesbih çekerek karşılık veririm (zikrederim)” mi demek istiyor?

Yoksa: “Siz bana kulluk yaparsanız, ben de bunun karşılığında yaptığınızı unutmayarak size nimetler veririm’ mi demek istiyor? Elbetteki bizim Allahı zikretmemiz demek, kulluğumuzu ona has kılmaktır;

Rabb’imizin bizi zikretmesi de bize mükafat olarak Cennet de dahil vereceği nimetlerdir. Yoksa bu ayete ‘Allah’ın hergün ve belli sayılarda ‘ey kulum…, ey kulum/ diyerek kullarım anar şeklinde bir anlam vermek asla doğru olamaz.

 

 

c- İbadet Kavramı

İbadet, düşüncenin, inancın pratiğe dönüşmesinin adıdır denilebilir. Kişinin inancı adına, inandığı değerler adına yaptığı herşey ibadet kapsamına girer, ibadet kavramı bütün bir düşünceyi ve hayatı kuşatan, insanın yapmakta olduğu herşeyi kapsamına alan bir kavramdır.

Ne var ki günümüzde., bütün bir hayatı kuşatan bu kavram, alabildiğine dar bir alanla sınırlandırılarak, sadece bazı şeyler için kullanılan bir deyim, olmuştur. Bu kavram, İslamın bütün pratiğini kapsarken, bunun daraltılması ve sadece bazı hareketlere (namaz, oruç, hac,.,,) indirgenmesi ile İslam da hayatın bütününden koparılarak sadece bazı alanların dini haline dönüştürülmüştür.

Onun için Müslümanın inancında ibadet kavramı gerçek değerini/yerini almadıkça İslamın bir bütün olarak kavranması ve yaşanması mümkün değildir. Bu yüzden diyoruz ki ; ibadet kavramı doğru anlaşılmadıkça, İslam doğru anlamak mümkün değildir. İbadet, kulun her şeyini borçlu olduğu varlığın, kendisine çizdiği rotada yürümesidir. Bir yanda Mabud, diğer yanda abid. ibadet, kulun (abidin) yaratıcının (Mabud’un) ipine tutunmasıdır.

Ve bu tutunma sadece belli şeylerde değil, hayata dair ne varsa hepsinde olmalıdır. Yaşadığı hayatı Allah’ın koyduğu esaslara göre düzenlemeyi amaç edinen bir kulun yaptığı meşru her şey ibadettir.

Evet, o kulun çalışması, okuması, yemesi, içmesi, gezmesi… ibadettir.

İslamı bir yaşam biçimi olarak almayan ve İslamı hayata hakim kılmayı hayatının amacı saymayan bir kimsenin yaptığı hiçbir iş ibadet sayılmaz. İslam adına, din adına yaptığı her sey boşa gider. Ne namazı, ne orucu, ne haccı ona fayda sağlamaz; kısaca yaptığı her sey boştur. Onun yaptıkları, ibadet değil adettir.

Bir işin ibadet sayılması için, o işi yapanın yeryüzünden fitnenin kaldırılması ve dinin tamamen Allah’a ait olması amacını taşıması gerekir. Evet, bîr davranışın ibadet olabilmesinin ölçüsü budur. Ve sevap, bu ibadet ölçüsü içinde yapılan işe verilen karşılıktır. Ölçüsü bu olmayan işe karşılık verilecek sevap yoktur. o iş boşa gitmiştir. Yapana hesap gününde hiçbir yarar sağlamaz.

Yapılan işin iyi, güzel ve doğru bir iş olması bu gerçeği değiştirmez. Ayrıca davranışın ibadet sayılmasının önündeki en büyük engellerden biri de riya‘dır.

Riya ibadeti öldürür, hatta şirke kapı açar. Amaçsız, ruhsuz ve özsüz davranışlar/hareketler- şekil olarak ibadet görülse de- alışkanlıkların körü körüne sürdürülmesinden başka bir anlam içermez.

İşin dindarlık ve Allah adına yapılıyor oluşu bu gerçeği değiştirmez, Tanımından da anlaşıldığı gibi, ibadet, sadece bazı şeyleri yapmakla sınırlı bir şey olmayıp, kişinin bütün iş ve davranışlarını kapsar. Her alanda olduğu gibi, ibadette de Tevhidi korumak zorundayız. Yani ibadet yalnızca Allah’a ait olmalıdır. Allah’ın dışında hiçbir varlığa ibadet edilmez.

Kurallarını İslam’ın belirlediği, yüce Allah’ın Kitab’ında açıkladığı esaslara göre yapılmayan ibadet sahih değildir:

Allahu teaale şöyle buyurur:

“Ben cinleri ue insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Za-riyat-56).

İbadet kavramı sadece bazı davranışlarımıza karşılık kullanıldığı ve anlamı doğru bilinmediği için, kul da kapsamı daraltılmış anlam içinde ibadet olarak nitelenen işleri yapmakla kendisini yeterli görmüş ve böylece Allah’ın dinini heva ve hevesine dayalı bir inanca dönüştürmüştür.

Görünürde Allah’a, yönelmiş olsa da özde atalar dininin izleyicisi olmuştur. İbadet, İslam’a ait ne varsa, Allah’ın ne kadar hükmü varsa, bunların davranışa dönüşmesi demek iken onu sadece bazı davranışlardan ibaret (namaz oruç, zekat,,/) sayanlar bu anlayışın gereği olarak da dinin çok az bir bölümünü yerine getirdikleri halde, tümüne uyduklarını sanmaktadırlar.

Oysa ki ibadet, Allah’a bütün hükümlerinde… itaatin pratiğe dönülmesindeki içtenlik, uygunluk ve istekliliktir. İtaat etmenin biçimidir, emrin yerine getirilmesidir.

Diğer önemli bir husus ta, ibadetin kime yapılacağıdır. Bu soruyu her Müslüman tereddütsüz bir şekilde Allah’a diye yanıtlarken bu pratikte gerçekleşmemekte ve ibadetin, gerçek anlamını ve kapsamını bilmeyen kimi Müslümanlar(!) Allah’la birlikte bir çok varlığa ibadet etmektedirler. Zira, inanıyoruz ki hiçbir Müslüman, Allah’la birlikte veya Allah’a rağmen başka bir varlığa bilinçli bir şekilde ibadet etmeyi asla kabul etmez.

Ve yine inanıyoruz ki, kul kimin, koyduğu kuralları davranışa dönüştürüyorsa ona ibadet etmiş olacağını kavrarsa Allah’tan başka ibadet ettiği bütün varlıkları ve varlıkların kurallarını terk edecektir. Yani, birçok Müslüman ibadetin anlamını yanlış bildiği için, Allah’la birlikte başka varlıklara da ibadet etmek durumuyla karşı karşıya kalmaktadır. Şu gerçek çok iyi bilinmelidir ki, Allaha ibadet etmek demek Allah’a itaat etmek demektir.Tağuta itaat edende Taguta ibadet etmiş olmaktadır.

“Allah’ı herşeyden üstün görenler ve O’nu herşeyden üstün sayarak yüceltenler Onun koyduğu yasalara boyun eğerek ve o yasalarını içtenlikle uygulayarak, ibadetlerini Allah’a; bunun dışında kalanlar., yani kendi yanlarından uydukları kuralları benimseyip, onlan pratiğe geçirenler de kurallarına uydukları varlıklara ibadet etmiş sayılırlar. Bu da onların Allah için ve din adına yaptıkları herşeyin iptal olmasına geçersiz sayılmasına neden olmaktadır:

“Bu böyledir. Çünkü inkar edenler batıla uymuşlar; inananlar ise Rabb’lerinden gelen hakka uymuşlardır. (Allah da böylece herkesin hakettiğini vermiştir). İşte Allah, onların durumlarını, insanlara böyle anlatır” (Muhammed-3).

Kur’an’da ibadet kelimesi kulluk, itaat ve dolaylı olarak ilahlık iddiasında bulunma anlamında kullanılmıştır.

Her ne amaçla olursa olsun, insanın, başkasını ibadete değer görmesi veya Allah’a ibadette başka bir varlığı aracı yapması, yapacağı işin (ibadetin) şirke dönüşmesi ile karşı karşıya kalmasına neden olur. Zira, insanların, kimi kişilere, değerlere, güçlere bağlanması, onların koyduğu hükümlere itaat etmesi, onlara, ibadet etmesi anlamına gelmektedir.

Müslümanın inancında, hüküm Allah’ın’dır ve itaat de O’na olmalıdır. Allah’tan başka veya Allah’la birlikte bazı kişi, kurum ve kuruluşların koydukları hükümlere uymak onlara itaattir. Ve bu itatin gereği yapılan her türlü iş de ibadettir. Ve bu ibadet şekli, sahibini küfre düşüren bir ameldir.

Tağut’a kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde vardır, öyleyse kullarıma müjde ver. “ (39 Zümer- 17).

İbadet kelimesini itaatten, ilahlık iddiasından soyutlayarak, dar bir alana sıkıştırmak Kur’an’ı anlamada ve yaşamada da aynı daralmaya neden olmaktadır. Ve bunun sonucunda İslam yanlış anlaşılmakta, insanlar delalete ve sapıklığa düşmektedirler.

İbadet Allah’a has kılınmalıdır, ibadeti Allah’a has kılmak ise yalnız ve yalnız Onun koyduğu kuralları geçerli sayarak pratiğe geçirmeyi gerektirir:

“De ki: Bana dinî yalnız Allah’a halis kılarak O’na kutluk etmem emredildi” (39 Zümer-11).

 

 

d) Veli Kavramı

Sözcük olarak, dost, arkadaş, yardımcı ve gözeten anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da veli kelimesi Allah’a atfen kullanıldığı gibi, kul için de kullanılmıştır. Evliya kelimesi velinin çoğuludur. Veliyyullah, mümin için kullanılan bir terimdir; Allah’ın kendisine veli ve mevla olduğu kişi demektir. Mevla sadece Allah için kullanıllır. Allah, kulun mevlasıdır.

Fakat, kul Allah’ın mevlası olamaz. Veli, Allah’ın sıfatı olduğu gibi kulun da sıfatıdır. Yani, Allah kulun velisi olduğu gibi, kul da Allah’ın velisi olabilir. Günümüzde velilik kavramına gerçek anlamından başka anlamlar yüklenerek amacından saptırılmış ve onunla İslam inancına birçok bid’at ve hurafe sokulmuştur. Bu kavramın yanlış anlaşılmasından dolayı dine sokulan bidat ve hurafelerden kurtulmak için, bu kavramın doğru anlamını bilmek gerekir. Zira şu bir gerçektir ki, İslamın kavramları bozulmadan îslami anlayışın bozulması mümkün değildir, îslami kavramlar doğru anlaşılmadan da İslam doğru anlamak mümkün değildir.

Din ve dine ait bütün kavramlar kendi mensuplarınca tarihi süreç içinde başka faktörlerin de devreye girmesiyle öylesine tahrip edildi ki, dinin ortadan kaldırdığı ne kadar cahili adet, sapıklık, bid’at ve hurafe varsa yeniden Müslümanların hayatında yer etmeye başladı. Öyle ki dine ait ne varsa hepsi tersyüz edildi, îşte velilik kavramı da tersyüz edilen kavramlardan bir tanesidir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi, Veli, dost, arkadaş, yardımcı demektir. Ve kim, kimin dostuysa onun velisîdir.

Keza isteyen istediğine veli (dost) olabilir- Ancak dini ifsad edenler (bozanlar) Veli’lik sıfatını, Allah’ın kendisine yakın gördüğü, diğer kullarından üstün değeri olan kimselere verdiği bir armağan (rütbe) olduğunu öne sürerek insanları aldatmaktadırlar.

İşin doğrusu şudur: Allah’ı seven ve onun emirlerine/hükümlerine gönülden/isteyerek boyun eğen bağlanan her kul Allah’ın velisidir. Velilik belirli kişilerin tekelinde olmayıp, her mü’mün’in sahip olabileceği bir özelliktir.

Veliliği bazı kişilere has bir özellik (sıfat) olarak algılamak ve bu sıfatı taşıyor olma özelliğinden dolayı onları olağanüstü konumda görmek, söz ve davranışlarda kutsamak şirktir. Allah’ın bazı kullarına olağanüstü özellikler verdiğini ve bu kulların da gelecekten haber verme, görülmeyeni görme , bilinmeyeni bilme, masum olma, şifa dağıtma, görüş ve düşüncelerinde yanılmaz olma gibi üstün özellikler taşıdıkları iddiası İslam dışıdır ve bir kuruntudan ibarettir.

Kuruntu ise dinde asla ölçü değildir. Bilakis bu tür iddialar Kur’an tarafından lanetlenerek reddedilmektedir. Allah, elçisi de dahil hiçbir kulunu gayb’ına ortak etmediğini Kitab’ında bildirmektedir. Bu gerçeğe rağmen veli olduğu söylenen / sanılan bazı kimselerin gelecegi bildiklerini iddia etmek, kavramın ne kadar yanlış değerlendirildiğinin, en somut örneğidir.

Yine Kuran, Allah’a , Kitabına ve Elçisine bağlanmayı, kurtuluşa ermenin ancak böyle mümkün olacağını çok açık bir biçimde bildirmiştir. Buna rağmen bazı kimselerin ölü veya diri insanlardan, falcılardan, muskacılardan, şeyhlerden, mürşidlerden, sihirbaz ve kahinlerden yarar ummaları ve onların kurtarıcılığına umut bağlamaları kuruntudan başka bir şey değildir. Ve bu kimseler “deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar” umduklarına kavuşamayacaklardır.

Evet, Allah mü’minlerin velisidir;

اَللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنْ الظُّلُمَاتِ اِلٰى النُّورِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا اَوْلِيَاۤؤُهُمْ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنْ النُّورِ اِلٰى الظُّلُمَاتِ اُولَۤئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (257)

“Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar.“ (2 Bakara- 257).

Mü’minler Allah’ın velisidir.

Mü’minler, Rasulü ve Mü’minleri veli edinirler:

إِنَّمَا وَلِيُّكُمْ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُوا الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ (55)

“Sizin veliniz yalnızca Allah, O’nun Rasulü ve namaz kılan, zekat veren ve rüku eden mü’münlerdir” (5 Maide – 55).

Müminler, Şeytanı (4/119 ), kafirleri (3/28), yahudi ve hiristiyanları (5/51), zalimleri (Şura – 8) veli edinmezler.

Öyle ki , İslam’ı dışlayan, ona karşı koyan/ Allah’ın Düşmanlarıyla dost olan kimse, baba veya kardeş de olsa, yine de veli (dost) edinilmez:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا آبَاءَكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاءَ إِنْ اسْتَحَبُّوا الْكُفْرَ عَلَى الْإِيمَانِ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ (23)

“Ey iman edenler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürden hoşlanıyorlarsa, onları veliler (dost) edinmeyiniz. Sizden her kim onları veli (dost) edinirse işte onlar da zalimlerin ta kendileridir” (9Tevbe 23)

Gerek yukarıdaki ayetlerde ve gerekse diğer birçok ayette, veli kavramının ne anlama geldiğini Kur’an gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna rağmen, başta tasavvuf inancını/düşüncesini benimsemiş olanlar olmak üzere daha birçok din mensubu, dine ait birçok konuda yaptıkları ifsadı bu kavramda da yaparak, veliliği seçilmis /atanmış kişilerin özelliği olarak nitelendirdiler. Onlara göre, Allah, seçtiği bu kullarını bütün kötülüklerden koruyor ve bütün isteklerini kabul ediyor.

Bu anlayışın veliliğe yüklediği anlam, neticede onların Allah’ın tasarruf alanına girmesine yol açmaktadır. Sonuçta bu insanlar, oradan edindikleri güçle de, yağmur yağdırma, kötülükleri savma, dünyanın batmasına ve gökten başımıza taş yağmasına engel olma, isteyenin yardımına ulaşarak onlan kötülerden ve kötülüklerden koruma/kurtarma gibi üstün özellikleri olan, bilim kurgu filmlerindeki süpermenlere bile taş çıkartan , süper kullardır.

Tasavvufun bu velileri öylesine süpermenlerdirler ki öldükten sonra bile kurtarıcılığa devam etmektedirler. Öyle ki bir çok kimse bu ölülere dua ederek onlardan yardım dilemektedir.

İnsanların Kur’an’ı anlamaları ve hayatlarını Ona göre düzenlemeleri, Müslüman olabilmenin şartıdır. Kuran anlaşılmalıdır.

O anlaşılmadan, Müslümanlık adına hiçbirşey doğru anlaşılmaz. Kuşkusuz bu konuda kavramlara büyük bir iş düşmektedir. Kavramların gereğince bilinmesi, doğru olanla yanlış olanın birbirinden ayrılmasına, hakla batılın iyice açığa çıkmasına yardımcı olacaktır. Buraya kadar yukarıda sıraladığımız örneklerle kavramların önemini vurgulamaya çalıştık.

Anlaşılan o ki kavramlar anlaşılmadan, doğru ve kendine özgü anlamları ile kavranmadan, Kuranın gereğince anlaşılması mümkün değildir.

 

 

4-Sünnet ve Hadis Anlayışı

Bilinen genel ve klasik tanıma göre sünnet, Hz, Muhammed (sav)’in söz, fiil ve takrirlerinin bütününü ifade eden terimdir.

Sözcük olarak da alışılmış yol, tutulan yol, izlenen örnek, adet gibi anlamlara gelmektedir. Bu genel çerçevenin içinde Peygamber’in Kur’an ı pratîze etme şekline sünnet, söyledikleri sözlere de hadîs diye tanımlama yapabiliriz.

Yukarıdaki tanımlan geçerli ve doğru olduğunu kabullenirsek o zaman sünneti de hadisi de yok saymak, inkar veya reddetmek demek Peygamberi devre dışı bırakmak demektir. Ki buda dinin bir kısmım yok saymayla eş değer bir cürümdür. Zira, Peygambe sav’in fonksiyonel gerçekliği Kur’an’la sabittir. Kur’an varsa Peygamber(sav) de vardır; Peygambe(sav) varsa yaptıkları ve söyledikleri de vardır. Bu imanı bir hakikattir.

Sünnet ve hadis konusu, 1400 yıldır Müslümanlarca üzerinde en çok tartışılan ve konuşulan bir konudur. Ne yazık ki yapılan bütün çalışmalar, konunun açıklığa kavuşmasına bir katkı sağlamamış, daha da tartışılır hale getirmiştir. Herkes kendi yanındakini doğru, diğerlerininkini yanlış ve İslam dışı olarak nitelemektedir.

Aslında bu fazla yadırganacak birşey de değildir. Çünkü kaynak olarak sıralamada birinci, fakat başvuruda sıralamaya bile alınmayan Kur’an, doğru anlaşılmadıkça ve sıralamada olduğu gibi kaynak alınmada da birinci sıraya konmadıkça doğru bir sonuç elde etmek mümkün olamaz. Ne zaman ki, Kur’an ölçü olarak alınır; doğru ve yanlış O’na göre belirlenmeye başlanırsa, ancak o zaman sünnet ve hadis de gerçek anlamını bulur ve dindeki gerçek işlevine kavuşur.

Sünnet ve hadis, İslamın ilk yıllarında, daha doğrusu Peygamber(sav) hayatta iken, kavram olarak tanımları yapılmış ve kayda geçirilmiş şeyler değildi. Kur’andan sonra İslam’a referans olarak alınan sünnet ve hadisin kavram olarak tanımlarına, dileyen dilediğince anlam vermiş ve verdiği anlama göre de bir inanç şekli ortaya koymuştur. Sözlük tanımları üzerinde hemen hemen aynı şeyler söylenirken, kavramsal tanımlarda aynı birliktelik sağlanamamıştır,

Günümüzde ise yeniden Kur’an’a dönüş hareketi ile beraber, zaman içinde İslamî anlamları ya tamamen kaybolmuş veya kısmeti İslamî olan inançlar, Kur’an’a göre sorgulanmaya başlanmış; Kur’ana uygunluk esası çerçevesinde herşey gerçek anlamına göre anlaşılmaya ve değerlendirilmeye başlanmıştır.

Tarihî süreç içinde, Müslümanlar belki de üç kez ve bu oranda ciddi bir şekilde Kur’an’a dönüşü yaşamaya başladılar denilebilir.

Ölçü Kur’an alınınca, İslam adına İslam’a sokulan ne kadar hurafe varsa, onların İslamî olmadıkları anlaşılmaya başlanmış ve Müslümanlar, Kuran’ın öngördüğü bir bakış açısına kavuşmuşlardır.

İsminden başka İslam’la hiçbir ilgisi olmayan, sözde İslamî olan anlayış ve düşünce sahipleri Mekkeli Müşriklerin benzeri bir tutumla, yeniden Kur’an’a dönen Müslümanları suçlamakta ve İslam adına gerçek İslam’a ve taraftarlarına acımasızca saldırmaktadırlar.

Öyle anlaşılıyor ki, Sünnet ve Hadis konusu doğru anlaşılmadıkça, İslamî anlayışın Kur’anla bütünleşmesi mümkün olamayacaktır.

Ve Kur’an İslamî ile sünnet ve hadis adına uydurulmuş İslam olmak üzere, birbirinden farklı iki ayrı İslam varlığını sürdürmeye devam edecektir. Sünnet ve hadisi Kuran açısından tanımlayıp gerçek anlamlarına göre değerlendirmeden sahih bir inanca sahip olmak mümkün değildir.

 

 

5-Sünnet

Sünnet; Peygamber (sav)in insan olma sıfatıyla şahsına ait yaptıkları şeyler değil; Peygamber olarak Allah’ın hükümlerini, yani Kuranı pratize etmesi ile din adına yaptığı uyguladığı ve yaşanarak bize ulaşan hal ve hareketlerdir. Peygamber (sav) in kişisel olarak yaptıkları şeyler bu tanımın kapsamı dışındadır. Peygamber(sav), Allah’ın hükümlerim pratiğe geçirmede bizim için örneklik teşkil etmektedir.

Ve Peygamber, elçi Hz.Muhammed olarak yaptıkları ile bizim için bağlayıcıdır, insan hz.Muhammed olarak yaptıklarını yapmak gibi bir sorumluluğumuz yoktur.

Sünneti, Kur’an’ın pratize edilmesi olarak görüyor ve bu pratiğin de yaşanarak bize ulaştığını kabul ediyoruz. Bu anlamı ile hadis de sünnetin kapsamı dışındadır.

Sünnetin tanımını şimdiye değin yapılan tanımlardan ayırıyor ve İslami anlayışımıza uygun olarak sünnete:

‘Peygamberin Kur’an hükümleri ve bu hükümler çerçevesinde dine dair kuralların uygulanış biçimidir’ diyoruz. Yani, hükmü Allah’a ait olup ta uygulaması Peygamberce yapılan davranışa sünnet diyoruz

Ayrıca peygamber (sav)’ın kendi içtihadı ile hayata geçirdiği ve yaşanarak sürdürülen fiilleri de sünnet kapsamındadır.

Bu fiiller sözle (hadisle) bize intikal etmiş de olsa pratiğe geçirildiği için sünnet sayılmaktadır. Bu tanımın dışında kalan fiil ve sözleri sünnetin kapsamı içinde görmüyoruz.

 

 

6-Hadis

Hadis;Pratiği olmayan ve yaşama geçirilmemiş, rivayet olarak bize intikal etmiş “Peygamberin söylediği söylenen sözlerdir

Söz (hadis), sünnet gibi değildir. Zira, söz bir konu ile ilgili bir kez söylenmiştir. Sünnet ise, sürekli ve defalarca tekrar edilerek (yaşanarak) bize kesin bir bilgi (mütevatir) olarak ulaşmış ve sabitleşmiştir.

Söylenen sözü dinleyen veya duyan onu bir başkasına aktarırken sözün orjinalini değil, sözden ne anlamışsa, aklında ne kalmışsa onu aktarır. Çünkü, insanın yaratılışı gereği bir şeyi olduğu gibi (tamamiyle) aklına yerleştirmesi ve bir başkasına da orjinal biçimi ile aktarması mümkün değildir. Kişi, ancak kendisine söylenenden veya duyduğundan ne anlamışsa onu aktarır. Onun için ”hadisleri, Peygamberin sözleri olarak değil,
peygamberin söylediği söylenen sözler olarak görüyoruz
. Bu konumu île hadislere, içinde Peygamber (sav)in sözleri olabilir ihtimali ile bakmaktayız.

Zira, Kıır’an’dan sonra İslam’ın ikinci derecede kaynağı kabul edilen Kütûb-i sitte diye anılan hadis kitaplarına baktığımızda bu kitapların ortalama hicri 200. yılda yazıldığını ve derlendiğini görmekteyiz. Ayrıca, bu kitaplardaki dokuz/onbin civarındaki hadisin yüz binlerce (yedi yüzbin/sekiz yüzbin) hadisin içinden seçildiği eser sahiplerince ifade edilmektedir.

Şimdi, Peygamberimizden yaklaşık ikiyüz yıl sonra ve bir milyona yakın hadis içinden dokuz/on bin hadisin seçilmiş olması bu konudaki haklılığımızı pekiştirmektedir.

Öyle ya, bir milyona yakın uydurulmuş hadisin içinden doğru olabilir diyerek tekrarları da saymazsak- dört bin, beş bin civarında hadis seçilerek kayda geçirilmiştir. Bu oran bile hadisler konusunda nasıl bir çıkmazla karşı karşıya bulunduğumuzu açıkça ortaya koymaktadır.

Işin diğer bir boyutu da sahih diye kitaplarda yer etmiş hadislere baktığımızda bir çoğunun Kur’an’a açıkça ters olduğu görünmektedir.

Peygamberimizin Kur’ana ters birşey söylemesinin mümkün olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulursa, bu kitablarda yer etmiş bir çok hadisinde uydurma olduklarınıda rahatlıkla söyleyebiliriz.

Mesela en ufak bir araştırma yaparsaniz göreceksinizki; bırakalım Peygamberimizden 200 yıl sonra hazırlanan hadis kitablarınıda, daha Peygamberimizden hemen sonra, Hz.Ebu Bekir Hz.Ömer Hz.Osman.Hz Ali dönemlerinde hadisler ile nasıl hüküm verildiğine bir göz atın.

Bu konu ile ilğili (hadislerin anlaşılması adlı bölüme mutlaka bakın)

Hadisleri değerlendirirken şu gerçeği göz önünde bulundurmakta yarar var.

Hadisleri gerçeğe yakınlığına göre üç bölüme ayırmak gerekir:

1- Sahabenin kendisinin de Peygamberle beraber yaptığı bir işe dair rivayetler.
2- Yapıldığına şahid olunan bir hareketi anlatan rivayetler.
3- Herhangi bir konu ile ilgili duyulan veya anlatılan sözler
.

 

Kişi yaptığı bir hareketi bir başkasına aktarırken daha az yanılır. Bu gerçekten yola çıkarak diyoruz ki, Peygamber(sav)le birlikte yaptığı bir işi başkasına aktarmada daha az yanılma olduğundan, bir hareketi anlatan hadis, sadece duyduğunu aktaran hadis gibi değildir. Keza, insan gördüğü bir şeyi de, duyduğu şeyden daha az yanılma payı ile ifade eder.

O bakımdan hadis, yapılan veya görülen bir işi aktarıyorsa; bu hadis, sadece duyulan bir sözün rivayeti olan hadisten daha güçlüdür. Şu da bir gerçektir ki hiçbir hadisin Peygamber(sav)e ait olduğu konusunda kesinlik yoktur. Bütün sözler rivayete dayanmaktadır.

Rivayete dayanan bir şeyde de zann (sanı) vardır. Bu bakımdan gerek sünnet ve gerekse hadis, inançta itikad’da esas alınmaz. Amelde ise bizim tanımladığımız biçimiyle sünnet bağlayıcı özelliğe sahiptir.

Hadis ise, değerlendirme amacıyla kendisine gidilmesi gereken bir kaynaktır. Zira iman etmek, kuşkusuz olmayı; yüzde yüz emin olmayı gerektirir. Bu eminlik özelliğine ise yalnızca Kuran sahiptir. Çünkü, Kur’an Allah tarafından korunmuştur. Hadis ise, ne Kur’an gibi korunmuş, ne de zamanında kayda geçirilmiştir.

Peygamber(sav)in hadis yazımını yasaklamasından dolayı Kur’anın pratize edilişi olarak tanımladığımız sünnet ise, Kur’an gibi olmasa da yaşanarak bize kadar ulaşmıştır. En azından yapılan işin hükmü Kur’an’da olduğundan doğruluğu sabittir. Ancak zamanla bazı değişikliklere uğramış olabilir.

Yine de hükmü Kur’an’da olduğundan uyulması şarttır. Şu gerçek çok iyi kavranmalıdır; Eğer hadis îslam’ın olmazsa olmaz şartı olsaydı tıpkı Kur’an gibi koruma altına alınırdı. Oysa mevcut kaynaklara göre hadis yüz- yüzelli yıl sonra derlenmeye ve yazılı metinlere geçmeye başlanmıştır.

Bu işi yapanların ifadelerine göre bize sunulan hadisler yüzbinlerce hadisin içinden seçilmiştir. O bakımdan hiçbir hadise kesinlikle Peygamberi s a v)in sözüdür denilemez. Ancak Peygamber(sav)in sözü olduğu ihtimali vardır denilebilir. İhtimaller de inanca esas teşkil etmeyeceğine göre, hadislere yararlanma amacıyla gidilmelidir.

Bu anlayış sünneti ve hadisi dışlayıcı bir anlayış değil, tersine onlara gerçek anlamlarım (işlevlerini) kazandıran bir anlayıştır.

Değil sünnet ve hadisi dışlamak, Müslüman, Kur’an’ca belirlenen alanın dışında kalan konularda bir şey yaparken bu iş daha önce nasıl yapıldığının bilgisine ulaşmak ister. Ve öncelikle o konuda Peygamber(sav)in, ashabının, kendisinden önce yaşamış İslam alimlerinin yaptıklarına ve düşüncelerine bakar, onlardan da yararlanarak karar verir. Değil Peygamber(sav) ve sahabesi, en sıradan birisinin bile ne düşündüğünden, nasıl yaptığından yararlanmak Müslüman için kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Burada dikkat edilmesi gereken bu yararlanmada Kur’an’ın ölçü alınmasıdır. Doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, yapılması ve kaçınılması gerekenleri belirlerken, geçmişin bilgisine ihtiyaç vardır. O bakımdan Peygamberin elçilik ve insanî boyutundan da, hadisten de, ashabının söyledikleri ve yaptıklarından da, İslam alimlerinden de yararlanırız.

Ancak, Kur’an’a uyanı alır; Kur’an’a rağmen olanı ve Kur’an’a uymayanı da atarız.

Tarihi tesbitlerle bize ulaşan Peygamberimizin tercihleri, tavırları, kararları bizim için davranışlarımıza kaynak ve referans teşkil eder. Söz gelimi, müşriklerle bir sözleşme yapacaksak ve bunun daha önce Peygamberce bir uygulaması varsa, Peygamberce yapılmış bu uygulama bizim için örneklik teşkil eder. Bu boyutu ile Peygamberin Kur’an’ın kapsamı dışındaki uygulamaları da mü’minleri bağlayıcı bir esastır.

 

 

7-Peygamber ve Peygamberliği Yanlış Anlamak

Peygamberi ve peygamberliği doğru anlamadan, İslamı doğru anlamanın mümkün olamayacağı bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği, Kurana götürerek, mevcut anlayışımızı yeniden gözden geçirmek ve Kur’an’ın şaşmaz doğrularına uymayan yanını atmak zorundayız. Biliyoruz ki:

Peygamber, Allah’ın vahyini kullarına sunmak için, kulları içinden seçtiği elçidir, Onu diğer insanlardan ayıran, farklı ve üstün kılan, elçilik boyutudur.

İnsan Muhammed ile Peygamber Muhanımed(sav) ayrı ayrı değerlendirilmeden, peygamberliği doğru tanımlamak mümkün değildir, insan olma boyutu ile Hz. Muhammed (sav), fiziki anlamda bizden farklı olmayan, bizim gibi acıkan, susayan, yorulan, üzülen, sevinen, öfkelenen, unutan” bir insandır.

قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَاءَ رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا (110)

“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım, ancak bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahy ediliyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel işlesin ve kulluğunda Rabbine hiç kimseyi ortak koşmasın” (18 Kehf-110).

Gerek ”sünnetle‘, gerek “hadisle‘ ilgili değerlendirme yaparken, peygamberin bu yönünü dikkate almak zorundayız. Peygamberin kendi şahsı ile ilgili yaptıkları, bizim için yapılması ve uyulması şart olan şeyler değildir, Diyelim ki, Peygamber(sav) renklerden beyazı seviyor diye, bizim de beyazı sevmemiz; yemeklerden kabağı seviyor diye, bizim de kabak yemeğini sevmemiz gerekmez.

Bizi bağlayıcı olan ve asıl uyulması gereken O’nun peygamberlik boyutudur. Ne var ki peygamberlik boyutu, bağlılarınca doğru değerlendirilmediğinden sünnet de yanlış anlaşılmaktadır. Öncelikle ifade edelim ki, Peygamber ( sav), ne Allah’a, ne de O’nun gönderdiği dine ortak olmadığı gibi, kendiliğinden din adına hüküm koyan da değildir.

O, sadece konulmuş olan hükümleri açıklayan, bildiren ve uygulayandır, insanları kendine değil, Allah’a çağırandır. Hüküm koyucu yalnız Allah’tır.

Kimi ayetlerde, Peygambere itaat etmemizi isteyen Allah bu itaat emri ile peygamlerlerin şahsen söyledikleri sözlere değil, vahye ait hükümleri açıklayan sözlerine itaat etmemizi kastetmektedir:

إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا (105

” Şüphesiz, Biz, Kitab’ı sana, insanlar arasında, Allah’ın sana gönderdiği şekilde hükmetmen için hak ile gönderdik. Hainlerden taraf olma“ (4 Nisa-105).

Peygambere tabi olmak demek, o’nun kendisine değil, O’nun şahsında (O’nun Kuran’a uyduğu gibi) Kur ana uymak demektir, Çünkü, O bir elçiydi ve insanları Allah’a çağırıyordu:

قُلْ لَا أَقُولُ لَكُمْ عِندِي خَزَائِنُ اللَّهِ وَلَا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَا أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (50)

“De ki: “Size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” ” (6 En’am-50).

Peygamberliğin doğru anlaşılması için, Peygamberliği, Kur’anın bir bütün olarak ifade ettiği anlam içinde ele alarak ve bütün ayetleri göz önünde bulundurarak değerlendirme yapmak gerekir. Ve bunun için de önce ‘Peygamberlik nedir?‘ sorusuna doğru cevap verilmelidir.

 

 

Peygamberlik Nedir?

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (28)

“Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler. (34 Sebe-28).

فَذَكِّرْ إِنَّمَا أَنْتَ مُذَكِّرٌ (21) لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُسَيْطِرٍ (22)

“Onlara öğüt ver; zira sen ancak bir öğütçüsün. Yoksa sen onlara musallat olmuş bir zorlayıcı değilsin” (88 Gaşiye-21,22).

وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ فَمَنْ آمَنَ وَأَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (48)

“Peygamberleri ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz. Kim iman edip kendini düzeltirse bilsin ki onlar ne korkar ne de üzülürler” (6 En’am-48).

Bu ayetlerde de açıkça görüldüğü gibi, “,” însanlara, kendilerine indirileni açıklamak için,,.” (Nahl-44) seçilen Peygamberimizi adeta açıklama yerine kendiliğinden “din” koyma gibi bir konuma getirmek ve buna da sünnet demek, Allah’ın dini yanında başka bir din icat etmektir.

Oysa sünnet başka bir din değil, Kur’an’ın pratize edilişidir. “Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmayan.,.” (En’am-38) ve ”dininizi tamamladım (Maîde-3) diyen Allah, elçisine de bunu açıklama görevini vermiştir. Kur’anın pratize edilişi olan sünnet, İslam’ın “olmazsa olmaz’ şartıdır.

Ancak, Kur’an’ın özünü kavrayamayanlar aşağıda yazılı ayetleri delil göstererek sünneti Kur’an’ın açıklaması olarak değil, Peygamberin din adına koyduğu kurallar ve bu kurallara uymayı da Allah’ın emri olarak nitelendirmektedirler. Bu anlayış ile Tevhid inancı bozulmuş, bid’at ve hurafe sünnet ve hadis adı altında dîne sokulmuştur.

Boylece Kur’ana güç yetirmeyen şirk, sünnet/hadis postuna bürünerek İslamı can evinden vurmayı başarmıştır. Sürekli olarak Kendisi ile birlikte Rasulüne itaat etmemizi; Rasulü bize neyi uygun görmüşse, ona uymamızı, sakındırdıklarından sakınmamızı, aramızdaki ihtilafları Rasule götürmemizi, O’nun vereceği kararlara içtenlikle uymamızı isteyen Allah’ın, bu hükümleri sanki Rasulüne dinde kural koyma yetkisi vermiş gibi anlaşılmaktadır.

Oysa ki Allah kendisinden başka hiç bir varlığa, dinde hüküm koyma hakkı/yetkisi vermediğini, Kitab’ında çok açık birşekilde ortaya koymaktadır. Peygambere hüküm koymada yetkisi verme gibi görülen bu ayetler Kur’an bütünlüğü içinde değerlendirildiklerinde, peygamberin hüküm koyma hakkına sahip olduğunu belirten ayetler değil, peygamberlik konumunu ifade etmektedirler.

Zira, Kitap ve Peygamberlik vahy bütünlüğünü oluşturan iki ayrı parçadır. Yoksa, hiçbirimize Allah’tan, doğrudan peygamberin Hz.Muhammed (sav) olduğunu, Kur’an’nın Allah tarafından Hz,Muhammed (sav)’e gönderildiğini bildiren özel bir haber/ayet gelmedi, Biz Allah’ı da, Kitab’ı da Peygamberin aracılığı ile biliyoruz.

Böyle olunca da elçilik, vahyin bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu özelliğinden dolayı da elçiye itaat etmek, vahyi onaylamanın bir gereğidir. Bu konumundan dolayı peygambere itaat etmek peygamberin kendisine değil, O’nun şahsında vahye uymaktır. Peygamberi onaylamadan getirdiklerini onaylamak mümkün değildir. Kur’an’ın bütünlüğü içinde peygamberliğin/ sünnetin konumu bu olmasına karşılık, günümüz anlayışında peygamber Allah’a dinde ortak edilmiş bir konumdadır. Bu genel değerlendirmeden sonra söz konusu ayetlerden anlaşılması gereken anlam üzerinde biraz durmakta yarar var:

مَنْ يُطِعْ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ وَمَنْ تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا (80)

“Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilesin kir biz seni onlara bekçi göndermedik” (4 Nisa-80).

Bizce bu ayetten anlaşılması gereken gerçek şudur: Yüce Allah demektedir ki,

Peygamberin size bildirdiği hükümler var ya, onlar Benim tarafımdan ona bildirilen hükümlerdir (Kur’an’ın ayetleri dir). Siz o hükümlere uymakla, o’na değil Bana itaat etmiş olursunuz.
Onun açıkladıklarına / söylediklerine itaat etmezseniz, aslında Bana itaat etmemiş olursunuz. Çünkü, o hükümler Bana aittir. Onun için, siz, o’na uymakla Bana uymuş olursunuz, Ve o, yaptığı çağrıda sizi kendisine değil, sizin de, O’nun da Rabb’i olan Bana çağırmaktadır.

Gerçek bu iken, bu ayetten yola çıkarak peygamberi dinde hüküm sahibi olarak görmekse Kur’an’ı ve Peygamberi yanlış değerlendirmenin sonucudur.

Tevhidin bozulması, hurafe ve bid’atların dini kirletmesi, şirkin inancımızda ve hayatımızda yer etmesi konusunda, peygamberlik ve sünnet anlayışımızdaki yanlışlığın, büyük payı var.

İslam adına işlenen bu cinayetlere kim ki ortak olmak istemiyorsa, bu konudaki yanlış inancını Kur’an’a göre sorgulamalı ve dini Allah’a halis kılan Müslümanları da Sünneti inkar edenler olarak suçlamayı bir kenara bırakıp, sünneti doğru anlamaya çalışmalıdır.

 

Aslında sünnetin yanlış anlaşılmasından dolayı geldiğimiz noktayı anlamak için, günümüz Müslümanların yaşadığı İslam’a bakmamız yeterlidir. Küfür, İslam’ın üstünü öylesine örtmüş ki, hayatın temel dinamiklerinin, küfrün oluşturduğu anlayışa göre belirlenmesi bile önemsenmez olmuştur. Daha da kötüsü dinin, mevcut anlayışa uyan kısmı kabul edilmiş, uymayan kısmı ise ya reddedilmiş, ya da gerektiği gibi önemsenmeyerek hayattan dışlanmıştır.

Başka bîr ayette:

 

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru sözü söyleyin ki Allah’ta amellerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve rasulüne itaat ederse işte o büyük bir kazanç elde etmiş olur” (Ahzap -70,71)

buyurulınaktadır. Bu ayet, iman edenlere kurtuluşun yolunu göstermektedir.

Nedir o yol? Allah’a ve Rasulüne itaat etmek ve bu yolun dışında kurtuluşa götürdüğünü iddia eden bütün yolları reddetmektir. Diğer bir ifade ile Allah’a ve Peygamberine uymadıkça, kurtuluşa ermek mümkün değildir. Allah’a ve peygamberine tabi olmayı ise Allah’ın koyduğu hükümler ve Peygamberin koyduğu hükümler olarak ikiye ayırıp, her birine ayrı ayrı uymak olarak anlaşılmamalıdır.

Geleneksel kültürümüzde yer etmiş ve İslam’a mal olmuş anlayışla bu ayete anlam verdiğimiz zaman kurtuluşa götüren iki yol vardır: Kurallarını Allah’ın koyduğu yol ile, kurallarını peygamberin koyduğu yol, îki ayrı hüküm koyucu !!

Bu, Allah’a eş koşmak değil midir? Denilebilinir ki, Peygamber kendi adına koyduğu kurallarda tamamen vahye dayanmaktaydı. Böyle olunca da bu kurallara uymak demek, Kur’an’a uymak demektir. İşte bir çoğumuzun yanıldığı ve çelişkiye düştüğü nokta burasıdır. Bu görüşü doğru sayarsak, Peygamberi Allah’ın dinine ortak kabul etmiş sayılacağımızdan, Tevhidi inancı bozmuş oluruz. Ayrıca dinin bir bölümü olduğuna inanılan ve Peygamberce konulduğu iddia edilen kurallar, Kur’an gibi korunmaya alınmadığından, dinin bir kısmı (Peygambere ait olanı) zamanla tahrif olduğundan, bir kısmı tahrif olmuş bir dine nasıl hak din denilebilir? Çünkü Allah yalnızca kendi Kitabını korumuştur.

Şayet peygamberin kendi adına ayrıca koyduğu iddia edilen kurallar dinîn bir parçası olsaydı, Kur’an gibi koruma altına alınması gerekmez miydi? Kaldı ki Peygamber ashabına (arkadaşlarına) kendisine ait olan sözlerin yazılmasını, vahy ile karıştırılmasın diye yasaklamıştır, bu konu ile ilgili hadisler bölümünü mutlaka okuyun.

Zaten Peygamberimizin’de en korktugu olaylardan biride diğer ümmet’lerin peygamberlerini uçurdukları gibi kendisinide bu ummetin sevme adına onu uçurmasından korkuyordu.

Önceki ümmetlerin dinlerinden sapmalarının nedenlerinden olarak, onların Peygamberlerinin sözlerini vahye karıştırmış olmalarını göstermiştir. Peygambere itaat etmekten de O’nun verdiğini almaktan da, yasakladıklarından sakınmaktan da maksat, O’nun kendisine değil. O’nun tarafından açıklanan ayetlere uymaktır.

Çünkü, o bize ayetleri/ vahyi getiriyordu. Getirdiği ayetler, bizim uymamız ve sakınmamız gereken şeyleri bildiriyordu. Peygambere itaat etmek demek, bu ayetlerin hükmüne uymak demektir. Nasıl kî Müslümanların dinine uyun dediğimiz zaman, Allah’ın dinine uyun demiş oluyorsak, Resule itaat edin emri de vahye uyun demektir, Allah’ın dini de desek, peygamberin dini de desek, Müslümanların dini de desek netice de aynı şeyi üç değişik şekilde ifade etmiş oluruz. İşte, “Allah’a ve peygambere itaat etmek sözü de bu anlamda kullanılmıştır. Peygambere itaat edin sözünden Peygamberin şahsına ait olan değil, Allah’a ait olan anlaşılmalıdır.

Tekrarlarsak, Peygamber din adına kural koyucu değil, dinin kurallarını pratize edendir. ‘Peygamberi sünnet’ te Kur’an’ı yaşayış biçimidir. Bu boyutu ile peygambere uymadan İslam yaşanamaz. Çünkü, sünnet Kuran’in hayata aktarılış biçimidir. Peygamber din adına kural koysun diye değil, insanlara Allah’ın dinini açıklasın ve onlara örnek olsun diye seçilmiştir.

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ (44) لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ (45)

ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ (46) فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ (47)

“Eğer (Muhammed) bizim hakkımızda sözler uydurmuş olsaydı( Eğer o kendi sözlerini vahiymiş gibi sunmaya kalkışsaydı), onu kıskıvrak yakalar, sonra da şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu kurtaramazdınız!” (69 Hakka 44,45,46,47).

قُلْ لَا أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ وَلَوْ كُنتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنْ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِي السُّوءُ إِنْ أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (188)

De ki, ben kendi kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye malik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim daha çok hayır yapardım ve kötülük denilen şey yanıma uğramazdı. Ben iman edecek bir kavme müjde veren ve uyaran bir peygamberden başka biri değilim. ( 7Araf – 188)

وَإِذَا لَمْ تَأْتِهِمْ بِآيَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَا قُلْ إِنَّمَا أَتَّبِعُ مَا يُوحَى إِلَيَّ مِنْ رَبِّي هَذَا بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (203)

Onlara bir ayet getirmediğin zaman: ”kendin bir tane uydursaydın ya” derler. De ki: “Ben ancak, Rabbimden bana vahy olunana uymaktayım. Bu iman eden kimseler için Rabbinizden gelen basiretler, bir hidayet ve rahmettir” (7 Araf- 203).

 

 

8-Şefaat Etme Hakkı Var mıdır?

Şefaat terim olarak, bir kimsenin bağışlanmasını dilemek yardım etmek, bir kimseden, başkasına yardımcı olması için aracı olmak başkasının işini görmek için aracılık yapmak, suçlunun affı için aracılık etmek veya günahı olan kimsenin bağışlanması için Allah’la kul arasında aracılık yapmak anlamlarına gelmektedir.

Geleneksel kültürümüzde ise, Peygamberlerin, evliyanın ve kimi seçkin kimselerin, günahkar ve muhtaç olan kulların günahlarının bağışlanması için aracılık yapacakları ve Allah’ın da bu aracıların hatırına, günahkârların günahını bağışlaması olarak bilinmektedir.

Bu, aynı zamanda, Allah’ın değer verdiği kuluna bir ikramı, günahkâr kuluna da rahmetidir. Bu anlayışa göre, Allah, hesap günü peygamberlerine ve iyi/seçkin kullarına, günahı olan kimselerin bağışlanması için yetki verecek, onlar da uygun gördükleri kimselerin günahlarının bağışlanmasına ve cennete girmesine aracı (şefaatçi) olacaklardır.

Diğer İslamı kavramlarda olduğu gibi, şefaat kavramına da gerçek anlamından başka anlamlar yüklenilerek, Müslümanların inançlarında büyük sapmalara neden olunmuştur. Şefaat kavramının yanlış anlaşılması neticesinde, insanların çoğu, seçkin (!) takva sahibi ve Allah’ın yanında yeri olduğu söylenen veya sanılan kimselere, hesap gününde kendilerine şefaat edecekler diye yönelmektedirler.

Bu da onların aldatılmalarına, uyutulmalarına ve sömürülmelerine neden olmaktadır. Şefaat, Kur’an bütünlüğü içinde yer almış, o bütünün bir parçasıdır. Böyle olduğu için de, Kur’an bütünlüğü içinde ele alınıp, Kur’an’ın ruhuna uygun bir tanım yapılacağına, Kur’an’ın bütünlüğüne ve özüne ters, gerçeklere aykırı bir tanımlama yapılmıştır.

Büyük bir çoğunluk, Kuran gerçeğine aykırı bu tanıma göre inancını şekillendirdiğinden, hesap günü yardımını umdukları (şefaat edeceklerine inandıkları) kimselere muhtaç oldukları inancıyla, onlara sığınmakta ve bu kurtancılara yönelmekte sıkı bir bağlılıkla bağlanarak Allah’a yaptıkları kulluktan daha fazla kulluk eder hale gelmektedirler.

Diğer yandan da, nasıl olsa “Peygamber bütün ümmetine şefaat ederek, bağışlanmalarını sağlayacaktır” inancı, Müslümanlarca dinin temel anlayışı haline getirildiğinden, birçok kimse “nasıl olsa şefaat edilerek bağışlanacağım’ düşüncesi ile Allah’a gereğince kulluk etmeyi bırakıp, şeytanın adımlarına uymaktadır.

Ona göre, işlediği günahlardan dolayı göreceği cezadan, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ümmeti olduğu için, Peygamber şefaat edecek ve kendisini kurtaracaktır. İşte bu anlayışın sahipleri, dini yaşanan hayatın belirleyicisi olmaktan çıkarmış, kuru bir inanca dönüştürmüşlerdir.

Şefaat inancı, Mekke dönemi müşriklerinin çok önemseyip öne çıkardığı bir inançtı. Müşrikler, Peygamber(sav)’den gelen çağrıyı reddediyor, inandıkları ve ibadet etikleri ilahların (Lat, Uzza, Menat , .} kendilerine şefaatçi olacaklarına inanıyorlardı.

Allah ta onlara verdiği cevapta, şefaat etme hakkının kendisinde olduğunu ve O’ndan başka hiçbir varlığın böyle bir hakka sahip olmadığını ve şefaat etme hakkının ancak Allah tarafından verilebileceğini ki öyle bir hakkı da hiç kimseye vermediğini ortaya koyarak, onların bu beklentilerim boşa çıkarıyordu, şimdi efendim bu şefaat meselesinde Allahın müşriklere verdiği cevap idi yani o zamanlar Müslümanların şefaat diye bir sorunu bile yoktu .!!! Müslümanlar Allahın ayeti ile müşriklere cevap veriyorlardı. Ne diyorlardı… Şefaat yoktur…!!!!!!! Sizi ancak Allah kurtaracak gelin iman edin diyorlardı. Onlar da hayır bu taptıklarımız bize şefaat edecek diyorlardı. Bu şefaat diyalogu böyle başladı. “Dilediğine şefaat etme hakkı verecektir” ifadesi şu anlama gelmekteydi:

“Ey mürşrikler! Hiçbir varlık şefaat etme gücüne ve hakkına kendiliğinden sahip olamaz. Çünkü böyle bir hakkı vermek sadece benim elimdedir. Bu hakkı ancak ben dilediğime veririm. Ben vermedikten sonra sizin yöneldiklerinizin kendiliklerinden böye bu hakka sahib olamayacağını bilin, Ve bilin ki, Peygamber de dahil, şefaat etme hakkını hiçbir varlığa vermedim/’ Keza yüce Kuran:

اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ مَا لَكُمْ مِنْ دُونِهِ مِن وَلِيٍّ وَلَا شَفِيعٍ أَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ (4)

Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti. Sizin O’nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz? (32 Secde – 4) diyerek bu gerçeği ifade etmektedir.

Yine Kur’an’a baktığımızda, iyi veya kötü, az veya çok kim ne yaptıysa karşılığını görecektir: ‘Kim zerre kadar iyilik işlemişse karşılığını görür.

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَه (7)

وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَه (8)

Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür.
Kim de zerre kadar kötülük işlemişse karşılığını görür
(99 zilzal 7,8)

Allahü taale şöyle buyurur:

وَاتَّقُوا يَوْمًا لاَ تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنْصَرُونَ (48)

Ve hiç kimsenin, hiç kimse adına bir şey ödemeyeceği, hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının

(2 Bakara 48);

يَوْمَ لَا تَمْلِكُ نَفْسٌ لِنَفْسٍ شَيْئًا وَالْأَمْرُ يَوْمَئِذٍ لِلَّهِ (19)

 

“O gün kimsenin kimseye faydası dokunmaz. O gün hüküm bütünüyle Allah’ındır, (82 înfıtar 19)

Herkesin tek başına hesaba çekileceğini:

كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ (38)

“O gün herkes, yaptığının hesabını vermek için alıkolnur(74 Müddesir. 38)

Tartıların kurulacağını, tartısı ağır gelenlerin cennetlik, hafif gelenlerin cehennemlik olduğunu:

فَأَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ (6) فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ (7) وَأَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ (8)

فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ (9) وَمَا أَدْرَاكَ مَا هِيَهْ (10) نَارٌ حَامِيَةٌ (11)

“Kimin sevabı ağır gelirse., işte o memnun olacağı bir hayata kavuşacaktır. Kimin günahı ağır gelirse, onun yeri de haviye (kavurcu ateş) tir,” (101 Kaaria -6,7,8,9)

Cennetlik olanların ancak iman eden ve salih amel işleyenler olacağını:

“İman edip salih amel işleyenler de temelli kalmak üzere cennetliktirler.” (2 Bakara – 82) ayetiyle açıkça ortaya koymaktadır. Zira Allah adildir, adalet sahibidir;

“Kim salih amel işlese lehine, kim de kötülük işlerse aleyhinedir. Rabbin, kullarına asla zulmetmez.” (fusilet -19) Allah’ın yanında torpil yapmak söz konusu olamaz. Herkese hakkı tam verilecektir, Cehennemi hak edenler cehenneme gidecektir;

“Hayır, kim kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, işte onlar, içinde temelli kalmak üzere cehennemliktirler” (Bakara – 81); onları hiç kimse kurtaramaz:

O gün kimsenin kimseye faydası dokunmaz, o gün hüküm bütünüyle Allah’ındır (İnfîtar – 19) Yani herkese yaptığının karşılığı vardır. Cennet ve Cehennem bu dünyada yaptıklarımıza karşılıktır.

Adam kayırma, torpil yapma, Allah’ın razı olacağı bir hâl değildir. Kim neyi hak ediyorsa, ancak hak ettiğini alacaktır. Allah hak edenlere hak ettikleri kadar şefaat(yardım/bağışlama) edecektir. Gerçek bu olmasına karşın, şefaat konusunun kaynaklarımızda ve inancımızda yer alış şekline kısaca değinmeye çalışalım.

“Muhammed (sav): Her peygamberin bir duası vardır. Ben ise inşaallah duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklamak istiyorum’ buyurmuştur. (Buhari, Davut-1, Tevhid-31).

“Her Peygamber kendi ümmetine şefaat edeceklir” (Buhari).

“Hz. Peygamber (sav) hadislerinde büyük günah işleyenler de dahil mü’minlerin şefaatına nail olacaklarını söylemiştir” (Buhari-Rikak, 51/Ebu Davut-Es-Sünne, 2o/Tirnıizi-ll-66).

“Peygamberler içinde ilk defa şefaat edecek ve şefaati kabul olunacak peygamber, Hz. Muhammed’dir (sav). (Müslim-Fedail, 2).

 

Hz. Peygamber (sav)’in bir çok hadis kitabında zikredilen bu büyük şefaatinin ana hatları şöyledir:

Allah, insanların hepsini düz ve geniş bir sahada hüküm ve hesap için toplayacaktır. Orada insanların meşakkat ve gamı dayanılmayacak bîr dereceye varacaktır. Bu sırada insanların bir kısmı, diğer bir kısmına “size erişen şu faciayı görüyor musunuz, Rabbinize size. şefaat edecek birisine gidiniz’ derler, Sırasıyla Adem (as), Nuh (as), İbrahim (as), Musa (as) ve îsa (as) peygamberlere gelirler.

Bu peygamberlerden her biri onları diğerine gönderir. Nihayet Hz. İsa, onları Hz. Muhammed (sav)’e gönderir. O vakit Peygamber (sav) arşın altında secdeye kapanır. Allah O’na secdesinde yapılacak hamdlerin en güzelini ilham eder. O Allah’a hamd ettiği sırada “başını kaldır, iste, verdim. Şefaat eyle, şefaatin kabul olunur” cevabını alır. Muhakemeye başlanır. Bundan sonra Hz. Peygamberin şefaati ile imanlılardan bir miktar cehennemden çıkarılır.

Rasülullah bir kaç defa daha secdeye kapanarak Allah’a hamd ve dua eder. En nihayet o’nun şefaatiyle, Allah’ın izin ve takdiri dahilinde mü’minlerden büyük bir çoğunluk cehennemden çıkarılacaktır, işte Hz. Peygamberin, haiz olduğu bu şefaat makamı Makam-ı Mahmud’tur.

(El – îsra 79, Buhari-Tevhıd 24, Müslim-İman 84)”/Şamü İslam Ansiklopedisi/Şamil Yayınevi/6. Cilt sh18)-

“Allah ancak seçkin kullarına, peygamberlerine ve velilerine şefaat izni verecektir. Çünkü onlar Allah’ın razı olduğu seçkin kullandır. Hiç kuşkusuz. bunların başında da Hz. Muhammed(sav) gelir. Ama oradaki şefaatin bizim bildiğimiz anlamda bir şefaat olması da mümkün değildir. Çünkü bildiğimiz şefaat, aracılık yaparak birine hak etmediği bir çıkar sağlamak demektir ki Allah böyle bir şey yapmaktan uzaktır, yücedir.o şefaatin niteliğini Allah bilir. Zira Ahiret ahvali dünyaya benzemez/’

Başta hadis kitapları olmak üzere diğer birçok kaynak kitapta, şefaatle ilgili yukarıda aktardığımız türden yığınla bilgi verilmektedir. Şefaat kavramına Kur’an’ın özüne aykırı anlam vererek Müslümanların inancına sokan mantık başka bir hadîsi (!) (la ilahe illallah diyen cennete gidecektir) ölçü alarak bir tek sözle herkesi Cennete göndermektedir.

Bu yalanı Hz. Peygambere mal edenlere şunu sormak gerekir: “Madem ki bu söz hadistir, o zaman şefaate ne gerek var?.. Nasıl olsa la ilahe illallah diyen herkes Cennete girecek..!!

Oysa ki yukarıda verdiğimiz ayetlerde de görüldüğü gibi şefaat etme hakkı hiç kimseye verilmemiştir. Sadece Allah’a mahsustur. Yalnızca Allah dilediğine şefaat edecektir. Kur’an kimlerin Cennete, kimlerin Cehenneme gideceğini hiçbir tartışmaya yer vermeyecek bir açıklıkla bildirmektedir, Şefaat konusunu Kur’an ve Kur’an’ın ortaya koyduğu ölçüye göre değerlendirmek gerekir.

Yoksa, konu Kur’an’ın bütünlüğünden kopuk, sadece kendi kapsamı içinde değerlendirildiğinde ya yanlış anlaşılacak ya da eksik ve boşlukta kalacaktır. Şefaatle ilgili ayetler Kur’an’ın bir bütün olarak ifade ettiği gerçek göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. Oysa ki bu yapılmamakta ve bundan dolayı da çelişkili sonuçlara varılmaktadır.

Şimdi şefaatin olduğuna delil gösterilen bazı ayetlere birkez daha bakalım:

“… O’nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?” (2 Bakara 255).

يَوْمَئِذٍ لَا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَانُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا (109)

“O gün Rahmanın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez“ (20 Taha- 109)


يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنْ ارْتَضَى وَهُمْ مِنْ خَشْيَتِهِ مُشْفِقُونَ (28)
“Allah, onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. Onlar, O’nun razı olduğundan başkasına şefaat edemezler. Kendileride, O’nun korkusundan titrerler” (21-Enbiya-28)

وَلَا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُ إِلَّا لِمَنْ أَذِنَ لَهُ حَتَّى إِذَا فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ قَالُوا الْحَقَّ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ (23)



“Allah katında, sadece O ‘nun izin verdiği kimselerin şefaati geçerlidir. Bekleyiş içinde olanların korkuları yatışınca: “Rabbiniz ne söyledi” derler. “Hakkı söyledi?” diye cevap verirler. O çok yücedir, çok büyüktür”
(34 Sebe 23)


وَلاَ يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ اِلاَّ مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (86)
“Bilerek hakka şehadet edenler müstesna, (yani hariç)O’nun yanısıra yalvardıkları, şefaate güç yetiremezler ‘(43 Zuhruf 86)

Bu ayetlerden yola çıkarak. Yüce Allah’ın bazı kimselere/varlıklara şefaat yetkisi vereceğini düşünenler yanılmaktadırlar: Bunlar Kur’an bir bütün olarak göz önünde bulundurmadan, sadece ayetlerin ne dediğine bakarak, ne demek istediğini kavramadan; ayetlerin yalın kelime anlamlarından hareket ederek ve atalar dini ile geleneksel kültürün etkisinde de kalarak şefaat etme hakkının Allah’tan başka varlıklarda da olacağı neticesine varmaktadırlar.

Oysa ki varılan netice doğru sayıldığında bu sonuç diğer ayetlerle çelişmekedir. Bu da anlamın doğru verilmediğini göstermektedir. Allah’ın kitabında asla çelişki olmadığına göre, o halde bu ayetler neyi ifade etmektedir? Bakara 255’tekî

“O’nun izni olmadan kim şefaat edebilir?”

ayetinden yüce Allah’ın şefaat izni vereceği anlamını çıkarmak mümkün değildir.

Çünkü bu bir cevap ayetidir. ‘Kendilerine bir takım, şefaat edici uyduranlara karşı, siz bunu nereden uyduruyorsunuz? Sizin için şefaat edici olarak gördüklerinize, şefaat etme hakkını/yetkisini kim verdi? diye müşriklere cevap veriyor burada Allah.

Çünkü ayetin iniş sebebi çok önemlidir. Allaha yönelin dediklerin hayır bize Allah katında şefaat edecektir ilahlarımız diyenlere cevapdır.

Müslümanların şefaat diye bir sorunu yoktu.. Başka bir ilah daha var da o mu verdi? Bilesiniz ki böyle bir yetkiyi ancak ben veririm. Ben de vermediğime göre yani bu konuda hiç kimseye yetki/izin vermeyeceğime göre; benim izin vermediğim kimselere kim izin verme gücüne sahiptir ki, siz uydurduğunuz şeylerden şefaat umuyorsunuz. Siz istediğiniz kadar kendinize şefaatçi uydurun. Ben hiç kimsenin size şefaat etmesine izin verecek değilim.

Her şeyin yaratıcısı ve tek sahibi olan Allah’a; peygamberlerin, meleklerin ve seçkin kimselerin söz geçirebileceği veya vereceği karara etki edebileceği anlayışını reddeden bu ayet, aynı zamanda başka varlıklara güvenen kimselerin bu güvenlerini boşa çıkarmaktadır. Gerek,

“O gün Rahmanın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez,..” (Taha – 109)

ve gerek, “Allah’ın katında sadece O’nun izin verdiklerinin şefaati geçerlidir (Sebe -23) ayetinden hesap gününde Rahmanın bazı kimselere şefaat izni vereceğini ve sözünden razı olduğu kimselerin şefaat edebilecekleri anlamını çıkarmak ilk etapta doğru gibi görülebilir. Bu ayetler şefaatin olduğunu göstermektedir denilebilir.

Ancak bu yanlış bir anlayıştır. Şöyle ki: Bu ayetler müşriklere cevaben hesap gününde geçen bir sahneyi anlatmaktadır. Ve burada şefaat bağışlama değil yardım etme anlamında kullanılmaktadır. Sebe -23 ayetinin öncesinde yer alan ayetlere baktığımızda:

“Sura ûfürülecek günde mücrimlerin kör olarak toplanılacağı, onların hiçbir tarafa sapmaksizın, kaçabilecekleri bir yer bulamadan, kendilerini çağıranları izlemek zorunda ve mecburiyetinde kalacakları ve Rahmanın korkusundan bütün seslerin kırılacağı sonucu çıkar ve işte o gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığı kimseler birbirlerine destek olacak ve yardım edeceklerdir.

Bir yardımlaşma ve dayanışma içinde olacaklardır. Mü’minler birbirlerine yardım ederken; mücrimler böylesi bir yardımdan yoksun bırakılacaklardır. Evet, ayetteki şefaat kavramı yardım etme anlamında kullanılmıştır, bağışlama anlamında değil. Çünkü, şefaatin yalnızca ‘bağışlanma’ anlamına gelmediğini aynı zamanda yardımcı olma anlamına geldiğinide biliyoruz.

Bu ayetler ‘ne diyor? anlayışı ile değerlendirildiğinde ve Kur’an’ın bir bütün olarak bu konuda ifade ettiği anlam dikkate alınmadığında; sanki Allah’tan başka şefaat edici varmış gibi anlaşılabilir. Oysa ki kıyamet/hesap/amel/ödül/ceza/yârgılanma gibi konularda, insanların muhatap olacakları hesaba çekilmeye dair Kur’an’ın ortaya koyduğu gerçekten hareket edilerek bu ayetler dikkate alınırsa, ‘ayetler ne diyor?’ değil, ‘ne demek istiyor

?’ anlayışı ile değerlendirilirse ve bu konuda biraz sonra değineceğimiz ayetlerden de yararlanılırsa, elde edeceğimiz sonuç, Allah’tan başka şefaat edicinin olmadığı gerçeğini ortaya koyacaktır.

-Evet şimdi de şefaatin söz konusu edildiği diğer ayetlere bakalım;

 

“… Sizin O’ndan başka veliniz de şefaatçiniz da yoktur ‘ (32 Secde 4).

“O gün kîmsenin kimseye faydası dokunmaz. O gün hüküm tümüyle Allah’ındır” ( infitar 19)

وَاتَّقُوا يَوْمًا لاَ تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ هُمْ يُنْصَرُونَ (123)

Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının. (2 bakara 123 )

يَاۤاَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لاَ بَيْعٌ فِيهِ وَلاَ خُلَّةٌ وَلاَ شَفَاعَةٌ وَالْكَافِرُونَ هُمُ الظَّالِمُونَ (254)

“Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Kafirlere gelince işte onlar zalimlerdir” (2 Bakara – 254).


فَالْيَوْمَ لَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَلَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ (54)

İşte bugün hiç kimseye (hiç) bir şeyle zulmedilmez ve siz de yaptıklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz. (36 Yasin 54).

Allah, ahirette dilediğine şefaat edeceği gibî bu dünyada da şefaat eder/etmektedir Keza insanlar da şefaat ederler. Ancak, bu Allah’ın şefaat etmesi gibi değildir. Yani bîr kimse, başkasına yaptıklarının hesabını verirken, ona yardımcı olarak kurtulmasına sebep olamaz, insan insana ancak bu dünyada ve ancak belirli ölçüde şefaatçi yardımcı) olabilir.

Kişi, bir başkasına, ancak iyi ve kötü olanı göstererek, iyi işler yapması konusunda, onu uyararak yardımcı olabilir. Maddi ve manevi katkı sağlayabilir. Başkasının kendi şahsına karşı işlemiş olduğu hatayı veya suçu bağışlayabilir.

Başkasının o’nun herhangi bir sıkıntısını gidermesinde yardımcı olabilir. Kulun, kula şefaati bu şekilde olur. Yoksa, hiç kimse yaptıklarına karşılık hesap verme konusunda Allah’ın kendisine vereceği cezadan, başkasının aracılık etmesiyle kurtulamaz. Zaten bu Allah’ın adaletine de yaraşır bir şey değildir, Allah meleklerden, nebilerden ve diğer varlıklardan şefaat umanlara cevap olarak: “Allah’ın izni olmadan hiçbir varlık şefaat edemez” demektedir. Bu, Allah’ın bu kimselere ‘şefaat etmeleri konusunda vereceği “anlamına gelmez tam aksine böyle bir beklentinin boş oIduğunu belirten bir cevaptır, bunun boş bir avunma olduğunu ortaya koyan bir açıklamadır, Zira yüce Allah, tapındıkları putların kendi katında onlara şefaat edeceğini söyleyenlere de aynı şekilde cevap vermektedir. Bu Kur’an’ın anlatım yöntemi/tekniğidir.

Kur’an bu yöntemi sık sık kullanmaktadır. Örneğin, “Ben dilemedikçe doğru yolu bulamazsınız” ayeti aynı yöntemle vahy edilen ayetlerden biridir. Bu ayetten yola çıkarak, yani bu ayete yalın olarak ifade ediş biçimine göre anlam verirsek, şu sonuç ortaya çıkar; Allah’ı ve Kitab’ın ve o Kitabın hükümlerini reddeden bir kimsenin hiçbir sorumluluğu yoktur.

Böylece kafir olan bir kimsenin, kafir oluşundan dolayı hiçbir günahı yoktur. Çünkü onun kafir olmasını Allah dilemiştir neticesine varırız. Böyle bir netice Kur’an’a “aykırı ve onunla çelişen bir netice değil inidir?

Yalın olarak böyle anlaşılsa da öz olarak ve gerçekte bu ayet hidayeti seçmeyenlerin hiçbir sorumluluklarının olmadıkları anlamını içermemektedir. Zira Kur’an birçok ayetinde insanın dilediğini seçme ve alma hakkına sahip olduğunu; dilerse hidayeti dilerse küfrü seçebileceğini, bu konuda tamamen özgür bırakıldığını söylemektedir!

Dolayısıyla bu ayetle söylenen gerçek şudur: Hidayeti seçmeyenlerin sorumluluğu kendilerine aittir. Ve kafir olan bu kimseler tercihlerinde öylesine kararlı kimselerdir ki bir müdahale olmadan kendiliklerinden girdikleri yolu değiştirmeleri, verdikleri kararı bozmaları mümkün değildir.

Ancak Allah müdahale ederse, onları girdikleri yoldan zorla alıp, hidayete iletirse doğru yola erişmeleri mümkün olur. Kuşkusuz Allah dilerse bunu yapar. Çünkü,, Allah’ın her şeye gücü yeter. Ne var ki, Allah, kuluna dilediğini seçme hakla vermiş olduğundan, böyle bir müdahaleyi yapacak değildir, Bu hîtap(ayet) bir durum tesbitidir.

Adam sapıklığı seçmiş ve kararlı bir biçimde de yolunu sürdürmektedir. Ona hiçbir uyan yarar sağlamamaktadır. Bu öylesine bir hal almıştır ki, iş tamamen Allah’a kalmıştır. Ancak Allah müdahale ederse o kimse düzelecektir. Yani, “ey sapık adam, sen öylesine sapıtmış ve küfre girmişsin ki ancak Allah müdahale ederse (Allah dilerse) düzeleceksin. Allah dilemedikçe müdahale ettmedîkçe) senin kendiliğinden düzelmen, doğru yolu bulman, hidayete ermen mümkün değildir” denmektedir.

Tekrar konumuza dönüp düşünmeye devam edelim; Bir kimseyi yapacağı kötü bir şeyden caydırmaya çalışmak, ona engel olmak, onu ikna etmek bütün bunları yaparak ona şefaat etmek/ yardımcı olmak bizim için bir görev ve sorumluluktur.

Ancak, diyelim ki o kimse suç işledi ve mahkeme huzuruna çıkarıldı, işlediği suça karşılık hakim de ona ceza verdi. Hakimin ona vereceği cezayı engellemek, aracı olup onun affedilmesini sağlamaya çalışmak nasıl ki doğru bir davranış değilse, -kötülüğe destek ve yardımcı olmak anlamına gelmekse veya adaleti çiğneyerek zulüm işlemekse-nasıl ki böyle bir iş yapmamız şefaat olarak nitelen-dirilemeyecekse, tıpkı bunun gibi, Hesap Gününde bir takım kimselerin suçlu ve günahkarlara aracı (şefaatçi) olarak bağışlanmalarına yardımcı olabilecekleri anlayışı AlIah’ın adaleti ile çelişmektedir.
Yüce Allah’ın:

وَاتَّقُوا يَوْمًا لاَ تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلاَ يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلاَ يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلاَ هُمْ يُنْصَرُونَ (48)

“Kimsenin başkasının cezasını çekmeyeceği, kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı ve kimsenin yardım da görmeyeceği günün, azabından korkun” (Bakara – 48)

hükmüne rağmen nasıl oluyor da, kimileri kendilerine şefaatçi edinme arayışına giriyorlar?

Allah’a rağmen kur’ana rağmen bir arayış değil mi?

De ki: ‘Allah’ın dilemesi dışında, kendim için zarardan ve yarardan (hiç bir şeye) malik değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Onların ecelleri gelince, artık ne bir saat ertelenebilirler, ne öne alınabilirler (10 Yunus – 49) peygamberin, bütün müminlere şefaatçi olacağını ve onları kurtaracağını varsayan mantık Kurana ters düşen bir mantıktır.

Yarattığı kullarının içinden seçerek, vahyi île muhatap etme şerefine erdiren, O’nu yüceler yücesi olan Elçilik makamına çıkaran Rabb’imiz, şayet O’na şefaat etine hakkı tanısaydı veya böyle bir yetki verseydi, bu konuya bir tek ayetle olsun değinmez miydi?

Alemlere rahmet olarak gönderilmek ayrı, (ki burada rahmet, insanlığın kurtuluşu için gönderilen hidayet yolunun ortaya konması elçilik anlamında kullanılmıstır. Yoksa kötülük yapanların günah işleyenlerin, suçluların bağışlanmasına aracılık değildir) şefaatçi olmak ayrıdır.

Gerçekten de, Rasulullah (sav), insanlara doğru yolu gösterdiği ve bu dinin nasıl yaşanacağı konusunda örnek olduğu için en büyük rahmettir. Peygamberin rahmet olması bundan dolayıdır- Yoksa, günahkara torpil yapması değildir,

“Onlar için bağışlanma dilesen de, dilemesen de birdir. Onlar için yetmiş kez bağışlanma dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, Allah ve Rasulünü küfretmelerinden dolayıdır, Allah, fasıkları doğru yola iletmez“ (9 Tevbe- 80).

Evet, Allah, elçisine ve mesajına uymayanların, vahyin öngördüğü, şeyleri dikkate almayıp ihlal edenlerin bu seçimleri yüzünden hak edecekleri cezayı çekeceklerini ve bu konuda peygamberine dahi söz hakkı vermeyeceğini açıkça bildirmektedir.

Allah, öyle bir Allahtır ki yaptığı ve yapacağı hiçbir şeyi başka bir varlığa danışmaz. Zaten bu Allah’a yaraşmaz da. Allah, “Bu Kitap’ta asla çelişki bulamazsınız’ demiyor mu?

O halde bunca ayete rağmen şefaatle ilgili delil getirilen ki bu ayetler yukarıda da izah ettiğimiz gibi yanlış anlamlandırılmaktadır. Bazı ayetlerle Kur’an bütünlüğüne ve onun gerçeğine aykırı bir neticeye nasıl varılabilir ? Bir yandan “zerre miktarı da olsa kim ne yaparsa karşılığını görecek” diyen Allah, diğer yandan da insanların işledikleri günahları/kötülükleri, başkalarının aracılığı ile affedecek.

Bu nasıl bir mantık? “Ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? Ve yine ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? O kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür! O gün buyruk, yalnız Allah’ındır“( infitar 17,18,19)

kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. Yüce Rabb’imiz böyle diyor. Buna rağmen, nasıl oluyor da başkalarının yardım edebileceğine dair bir inanç benimsenebiliyor?

Kur’an’dan edindiğimiz bilgi odur ki, hiçkimse

(peygamberler de dahil), kimseye bağışlanması konusunda aracılık edemeyecektir, Allah, bu konuda (günahların bağışlanması konusunda) hiç kimseye yetki ve hak vermemiştir.

Herkes hakettiğinîn karşılığını alacaktır. Sadece yüce Rabbimiz dilediğini bağışlayacaktır. Bu bağışlama (şefaat) bizim için niteliği ve niceliği yönünden müteşabihata girmektedir ve ne olduğunu gerçek olarak sadece Rabb’imiz bilmektedir.

 

 

SONUÇ OLARAK DİYEBİLİRİZ Kİ:

Büyük günah işleyenlerin Peygamberimizin şefaatiyle cehennemden kurtulabilmesi mümkün değildir. Böyle bir şey söz konusu olamaz. Gelenekçi anlayışa sahip olan din yorumcuları; bazı rivayetleri esas almış ve bir-iki ayeti de bu rivayetleri destekleyecek şekilde tefsir ederek bu sonuca ulaşmıştır.

Bize göre bu sonuç; İslam’ın temel hükümlerine uymamaktadır. Şefaat meselesi; Kur’an-ı Kerim’de tam 27 ayette geçmiş olmasına rağmen, bu ayetleri bütünlük içerisinde değerlendirmeyen alimler tarafından, yanlış yorumlanmıştır. Bu yanlış yorumlamanın sonucunda, ümmetin içerisindeki büyük günah işleyenlerin bile, Peygamberin aracılığıyla cehennemden kurtulacağına inanılmıştır. Gelenekçi anlayışta, Peygamberin şefaatinden başka; şehitlerin, salihlerin, ölmüş kız çocuklarının …vb bile şefaat edeceklerine inanılmaktadır. Hele toplum içinde kendilerini “Allah’ın veli kulu” diye tanıtmış tiplerin çoğunun, nerdeyse sınırsız bir şefaat yetkisinin olduğuna inanılmaktadır.

Biz yukarıda saymış olduğumuz inançların, İslam dininin; temel inanç esaslarına aykırı olduğuna inanıyoruz. Çünkü, bize göre; yüce Allah adaletlidir, hiçbir zaman kullarına zulmetmez. Ne hak etmiş olanı cennetten çıkartır, Ne de hak etmeyeni –torpilli dostlarının aracılığıyla- cennete koyar. Biz okuyucularımıza, “Peygamberimizin veya bir başkasının şefaatine değilde, işlemiş olduğunuz salih amellere güvenin” diyoruz.

Kur’an-ı Kerim, kıyamet günü peygamberlere de, inananlara da Allah’ın yardım edeceğini açıklamıştır.[2] O günde, kendisi yardıma muhtaç olanların, diğerlerini ateşten kurtarabilmesi mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’deki “(Ey Muhammed)…Sen ateşte bulunanı mı kurtaracaksın?” [3] ayeti de zaten bu gerçeği açıkça beyan etmektedir.

İslam dini hakkında yeterli birikimi olmayan okuyucularımız için, bu sorunun cevabı burada bitti. Bu okuyucularımızın sorunun cevabına yapmış olduğumuz, aşağıdaki açıklamaları okumalarına gerek yoktur. Çünkü bu açıklamaları, daha önce bu konuları okuyup araştırmasına rağmen, Kur’an merkezli düşünemeyen okuyucularımızı uyarmak için yazıyoruz.

Bize göre, şefaatle ilgili şu beş temel esas unutulmamalıdır.

1. Şefaat konusu inançla ilgili bir konudur. Bu konuda, Kur’an ayetlerine taban tabana zıt olan hiçbir hadise itibar edilemez. Aşağıda meallerini vereceğimiz onlarca ayeti görmezden gelip, sadece bir-iki ayeti, peygambere fatura edilen hadisleri kabullenmek adına te’vil ederek Kur’an’a rağmen bir şefaat anlayışı ortaya koymak doğru değildir.

Geçmişte yaşamış olan bazı din yorumcuları bu esasa riayet etmedikleri için, Kur’an’a tamamen zıt olan birçok hadis, hadis kitaplarında yer alabilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Rahmanın izin verdiğinden başkasının şefaat edemeyeceğini [4] açıklanmaktadır. Hadislerde ise; Peygamberin, şehitlerin, ölen kız çocuklarının…vb şefaatlerinden bahsedilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de; şirk dışındaki günahları Allah’ın dilediğine bağışlayabileceği [5]açıklanmaktadır. Hadislerde ise; şirk koşmadan ölenlerin şefaatle kurtulacağı belirtilmiştir. (Kütüb-i Sitte 14. cilt Sh: 403) Bu hadislerin manalarının ayetlerin manalarına zıt olduğu ortadadır. Ancak, bu zıtlık sadece bu hadislerle sınırlı değildir. Hadis kitaplarımızda senedi sahih olarak nakledildiği halde, metni problemli olan daha birçok hadis vardır. Örnek olarak, şefaatle ilgili olan ve sahih olduğuna inanılan şu iki hadise bakalım. Bu hadislerden bir tanesi; “Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir” hadisidir. (Kütüb-i Sitte 14. cilt Sh:404) Diğeride “Kalbinde hardal tanesi imanı olanların ve daha sonrada La ilahe illallah diyenlerin hepsinin cehennemden çıkartılacağı” hadisidir. (Kütüb-i Sitte 14. cilt Sh:407) Kitaplarımızda, şefaatle ilgili, Peygamberin sözü olduğuna inanılan zayıf hadislerde vardır. [6] Bize göre, metni Kur’an-ı Kerim’in temel ilkelerine zıt olan [7] bu hadislerin hiçbirisinin Peygambere aidiyeti mümkün değildir. Bu tür rivayetler üzerine inanç bina edilemez.

2. İlk başta şunu net olarak söyleyebiliriz ki; Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine bakıldığında; şefaatçi aramanın mü’minlerin değil, müşriklerin vasfı olduğu görülür. Kur’an-ı Kerim’deki “Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir!” diyorlar… “ [8] ayeti bunu açıklamaktadır. Kur’an-ı Kerim’deki “ (Allah’a) ortak (koştukları put)larından da kendilerine hiçbir şefaatçi çıkmaz. O zaman ortaklarını inkar ederler. “ [9] ayeti de şefaatçi sanılanların şefaat edemeyeceklerini açıklamaktadır.

3. Kur’an-ı Kerim’de, gelenekçi anlayışa göre şekillenmiş olan; “aracılık sonucu bedava cennete girme” şeklindeki şefaat anlayışının yeri yoktur. Çünkü, böyle bir anlayış, ilahi adalete de ters düşmektedir. Yukarıda kaynağını vermiş olduğumuz hadiste; sadece “La ilahe illallah” diyenlerin şefaatten faydalanacakları ve cehenneme atılmayacakları anlatılmıştır. Halbuki, Allah’ın ayetleri, “aracılık sonucu kolay cennet” anlayışının mümkün olamayacağını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Mesela, Kur’an-ı Kerim’deki “Sizden öncekilerin başına gelenlerin durumu, sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz?...” [10] ayetini düşünelim. Bu ve benzeri ayetlere[11], bakıldığında, “aracılık sonucu kolay cennet” anlayışının imkansız olduğu görülecektir. Zaten böyle bir aracılığın olabileceğine inanmak; Allah’ın adaletli olduğu gerçeğinede ters düşer.

4. Kur’an-ı Kerim; her ümmetin peygamberlerinin onlara şahitlik edeceğinden bahsetmektedir. Kur’an-ı Kerim’deki

Her ümmet içinde, kendilerinden, kendi üzerlerine bir şahit getirdiğimiz gün, seni de bunların üzerine şahit getirmiş olacağız…” [Nahl 89 ]

ayeti bunu açıklamaktadır. Ayete dikkat edilirse, peygamberimizin “torpilli kurtarıcı” olmaktan ziyade “gerçekleri açıklayacak olan bir şahit” olduğu ortaya çıkacaktır. Kur’an-ı Kerim’deki

O gün ruh ve melekler, sıra sıra dururlar. Rahman’ın izin verdiğinden başka kimse konuşamaz. O da doğruyu söyler. “ [Nebe 38 ] ayeti de bu gerçeği açıklamaktadır. Kur’an-ı Kerim’in bir başka ayetindede

“…Kitap konuldu, peygamberler ve şahitler getirildi ve aralarında adaletle hükmedildi. Onlara asla zulmedilmez. Herkese yaptığının karşılığı tam verildi…[Zümer 69 ]buyurularak Allah’ın adaletli olduğu gerçeği bir kez daha vurgulanmıştır. Yani Kur’an’daki şefaat herkesin sandığı gibi; hak etmeyeni cennete koymak değil, peygamberin şahitlik etmesidir. Bu gerçeği, Kur’an-ı Kerim’deki

“Ondan başka yalvardıkları şeyler, şefaat sahibi değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır. “ [Zuhruf 86 ]

ayeti de net bir şekilde ortaya koymaktadır.

5. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayeti, geleneksel İslam anlayışındaki “şefaat” anlayışının mümkün olamayacağını açıklamaktadır. Ne yazık ki, alimlerimiz bu ayetleri görüp gereğini açıklamaktan çok, te’vil etmeyi tercih etmişlerdir. Ayetlerde “sakın ha! şefaatçiler aramayın, onların hiçbir faydası olmaz. Cennete girmek ve cehennemden kurtulmak istiyorsanız amel edin” mantığı verilmeye çalışılırken, alimlerimiz, bu ayetler Müslümanlardan değil, kafirlerden bahsetmektedir diyerek ayetleri te’vil etmiştir. Aşağıdaki ayetler bu meseleyi te’vile ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık ve net olarak açıklamaktadır.

“Ey iman edenler! Ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmezden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın….” [Bakara 254 ]

“Ve öyle bir günden sakının ki, o gün kimse, kimsenin cezasını çekmez, kimseden şefaat da kabul edilmez, kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.” [Bakara 48 ]

“Dinlerini bir oyun ve eğlence edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur’an’la) hatırlat ki, bir nefis, kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; Allah’tan başka ne bir velisi, ne de bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz, işte onlar kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır…” [En’am 70 ]

“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. ..” [En’am 51 ]

“İnanan kullarıma söyle; namazı kılsınlar, ne alışverişin, ne de dostluğun olmadığı bir gün gelmeden önce, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık hayır etsinler.” [İbrahim 31]

“O, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün hüküm yalnız Allah’ındır.” [İnfitar19]

Bu ayetler; mü’minlerin cennete girmek için şefaatçi aramamaları gerektiğini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

6. Yukarıdaki ayetlere rağmen, illa da gelenekçi anlayıştan vazgeçemeyen kişiler varsa, onlara da şu tavsiyeleri yapıyoruz.[12]

a) Şefaat yetkisinin Allah’a ait olduğunu unutmayınız. Bu yüzden şefaati Allah’tan isteyiniz. Sakın ola, bu ayetleri görmezden gelerek “şefaat ya Rasullah” demeyin, aksi takdirde, şirk koşma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsınız. İlla da peygamberden istemekte ısrar ederseniz. En azından “Rabbim, beni peygamberimizin şefaatinden mahrum bırakma diye dua edin.[13] Hiç unutmayın ki, İslam dini tevhid dinidir. Tevhid dininde de ihtiyaçlar sadece Allah’tan istenebilir.

b) O’nun izin verdiğinden başkasının şefaatinin olamayacağı unutmayınız. Bu yüzden, uyduruk şefaatçilerin peşine düşmeyiniz. Bilindiği gibi, Allah’a ait olması gereken bazı sıfatların kendilerinde de bulunduğunu iddia eden bazı tipler vardır. Bu tipler kendilerinin Allah’ın velisi olduğuna cahil kitleleri inandırarak onları aldatmaktadır. Sakın ha! bu istismarcıların tuzaklarına düşmeyin.

 

 

9-Alimlerin Görüş ve Düşüncelerini Ölçü Almak

Hadis için söylenenler, alimler için de geçerlidir. Elbette bilenle bilmeyenin bir olmadığını; “her bilenin üstünde bir bilenin.” olduğunu kabul etmekteyiz. Ancak bir şey daha biliyoruz ki, o da hiç kimsenin herşeyî bilemeyeceğidir.

Çünkü her şeyi bilmek, sadece Allah’a ait bir özelliktir. Hiçbir varlık, bu özelliği Allah’la paylaşamaz. Bu gerçekten hareketle diyoruz ki, kimileri, her şeyi doğru bilenler olarak gördükleri kimselere göre, İslam’ı anlamak gerektiği inancındadırlar. Bu da İslam’ı Kur’an’a göre değil, onların anladığına göre anlamayı doğurmaktadır.

Onların Kur’an’dan anladıklarını, Kur’an’ın yerine geçirmektedirler. Böylece, alimlerin kimi yanılgıları Kur’an’a mal edilmekte, inancımızda ve hayatımızda belirleyici bir fonksiyona dönüşerek, Kur’an adına, o yanılgıları yaşamamıza neden olmaktadır,

Alimlerin görüşünü ölçü almak ve Kur’an’ı onlar nasıl anlamışsa (onların her dediğini doğru varsayarak) öyle anlamaya çalışmak, Kur’an’ı onların anlayışlarında dondurmak ve sınırlamaktır. Oysa ki? onların görüş ve düşüncelerini, görüş ve düşüncemize katkı sağlaması bakımından değerlendirmek büyük bir yarar sağlayacaktır.

Kaldı ki alimlerin görüş ve düşünceleri de bağlılarınca zaman içinde öylesine bir deformasyona uğramıştır ki başlangıçta çoğunlukla Kur’an merkezli olan bu görüş ve düşünceler, giderek büyük bir oranda îslamî olma özelliğim yitirmiştir, îslamla sapıklık yer değiştirmiş, bidat ve hurafeler İslamın yerini almıştır.

Buna paralel olarak, hidayetle sapıklık yer değiştirmiş; sapıklığa düşenler, hidayet üzerinde olanları sapıklıkla suçlar hale gelmişlerdir. Ve bu konuda yapılan uyanlara da ‘siz alimlerden daha iyi mi biliyorsunuz?’ anlayışı ile kulaklarım gerçeğe karşı tıkamışlardır.

Kendilerini izledikleri kişilere endekslediklerinden, onların kafaları ile düşünmekte ve böylece akıllarını devre dışı bırakarak, vahy gerçeğine kapalı hale gelmektedirler.

Doğru yolu, Kitap’ta değil, bir takım kimselerin izinde arayanlar; onların açıklamalarım Allah’ın hükümleri gibi görerek din adına her dediklerine uymayı, Allah’a uyma saymaktadırlar:

“İnsanlara, Allah’a giden yolda Kur’an’a uyun, doğru yol ancak O’na uymaktır” diyeceklerine,

“doğru ancak bizim düşündüğümüz ve bildiğimiz gibidir; bizim dediklerimize uyarsanız doğru yolda olursunuz” demektedirler.

Allahü taala şöyle buyurur:

وَإِنَّ مِنْهُمْ لَفَرِيقًا يَلْوُونَ أَلْسِنَتَهُمْ بِالْكِتَابِ لِتَحْسَبُوهُ مِنْ الْكِتَابِ وَمَا هُوَ مِنْ الْكِتَابِ وَيَقُولُونَ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَمَا هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَيَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (78)

“Orılar’dan bir takımı, Kitap’ta olmadığı halde, Kitap ‘tan zannedesîniz diye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: ‘Allah katındandır’ derler, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler” (3 Ali-îmran 78).

Kendi anlayışını din haline getirip, insanları aldatmak için, ‘bu da İslamdandır’ diyerek, Allah’a karşı yalan uyduranlar, Allah’ın lanetine uğrayacak olanlardır:

اِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَاۤ اَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ اُولَۤئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللَّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللاَّعِنُونَ (159)

”Gerçekten indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu Kitap’ta insanlara açıkladıktan sonra gizleyen kimseler var ya, onlara hem Allah lanet eder, hum lanetliler lanet eder” (2 Bakara -159).

 

Gerekçesi ne olursa olsun, ister iyi niyetle, ister insanları doğru yola iletmek, ve insanları uyarmak düşüncesiyle, ister İslam’a hizmet amacıyla olsun hiç kimsenin kendi yanından dine bir şey ilave etmeye hakkı yoktur.

Doğru olan, din ne diyorsa, dediği kadarı ile kabul etmektir:

فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِاَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذٰا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ لِيَشْتَرُوا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ اَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ (79)

“Vay, Kitab’ı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, -Bu Allah katındandır- diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!” (2 Bakara – 79)

Alim olarak nitelendirilenler, bu özelliklerinden dolayı etraflarında yığınla insan toplananlar, insanların kendilerine değil de Kur’an’a gitmelerini şart koşsalardı, kurtuluşun kendilerinde değil, Kur an’da olduğunu söyleselerdi, vahdet bozulmaz ve alimlerin görüşleri dinin yerini almazdı.

 

 

 

10-Allah ile Kul Arasındaki Aracılar

Dinlerini, Allah’ın Kitab’ı yerine, Kitabın açıklayıcısı olarak gördükleri kimselerden (aracılardan) öğrenmeyi ve her dediklerini kesin doğru kabul edenler; aslında Kitab’a değil, O aracıların Kitap adına uydurdukları şeylere uymaktadırlar.

Aracı, Kitapla ilgisi olmadığı halde? Kitap adına ortaya ne koyuyorsa; konulan şeyin Kitab’a uygun olup olmadığına bakılmaksızın, kendisine uyan da onun gibi anlıyor ve inanıyor. Böyle olunca da Kitabın yerini, aracının görüş ve düşüncesi almış oluyor.

Zamanla kurumlaşarak toplum tarafından kendilerine dokunulmazlık özelliği de verilen bu aracılar, din adına kurallar koymaya başladılar. Konulan kurallar dinin önüne geçerek insanların gerçek dini anlamasına engel oluşturdu.

Mürşit, alîm, üstad, şeyh, veli, müftü, imam., hoca, molla, seyda, diyanet, ağabey, efendi… gibi isimi ve sıfatlarla anılan bu aracılar insanlara Allah’a ve Allah’ın Kitabına gitmelerini önermek yerine, onları kendilerine çağırarak, Allah’a ve Kitab’a gitmede, kendilerini işin şartı olarak görüyorlar. Kul da bunlara takıldığı sürece Kitab ‘ın kendisine asla kavuşamadığından; deyim yerinde ise hayatını ‘kitapsız’ olarak tüketmektedir.

Evet, ismi ve sıfatı ne olursa olsun, kim kendisini işin şartı olarak görüyorsa, o aracı konumundadır. Bu tür aracıların yollarına uyanlar, Allah’ın yolundan uzaklaşırlar:


وَأَنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (153)

“İşte Benim dosdoğru yolum badur ona uyun. Başka yollara uymayın ki Benim yolumdan uzaklaşmayasınız. sakınasınız diye Allah size böyle buyuruyor” (6 Enam-153)

وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ (16)

“Andolsun, insanı Biz yarattık, kendi kendine ne fısıldadığını biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız” (50 Kaf-16)

diyen Allah ile kulu arasında aracılık görevine soyunanlar, kendilerine itaat etmenin ve saygı göstermenin, Allah’a itaat ve saygı gösterme sayılacağını ileri sürerek

وَأَنَّ الْمَسَاجِدَ لِلَّهِ فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللَّهِ أَحَدًا (18)

Şüphesiz mescidler Allah’ındır. O halde Allah’la birlikte kimseye yalvarmayın” Cin -17)

hükmüne rağmen insanları kendilerine itaat etmeye çağırmaktadırlar. Bu çağrılara uyanlar Allah’a kulluk yapalım derken, kula kul oluyorlar. Oysa ki Müminler ancak

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ (5)

“(Rabbimiz) Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz” (1 Fatiha-5)

sözüne uyan kimseler din Kur’an’in koruyucu kanatları altına girmeden, Ona sığınmadan, O’nun yol göstericiliğine ve yoluna bağlanmadan, o’nu ahlak edinmeden, Ona teslim olmadan ” Kur’an’a bağlıyız” sözü boşta kalır.

Arınmak isteyen, inancını ve kendisini korumak isteyen, Kur’an’a teslim olmalıdır. Kur’an adına uydurulmuş olanlara uymayı, Kur’an’a uymuş gibi görmek, uyulanları Allah’a denk tutmaktır. Onlara, “haham, rahip ve Meryem’in oğlu Mesih” konumunu vermektir:

“Onlar ancak tek İlaha kulluk etmekle emrolundukları halde, hahamı, rahibi ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’ın yanısıra rabler edindiler. O’ndan başka ilah yoktur. Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir” (Tevbe-31)

Allah’a koşulan ortak, Lat, Uzza, Menat olunca şirk oluyor da, mürşit veya şeyh olunca niçin şirk olmasın? Değil şeyh veya mürşit, Allah’ın hükmü yanında, kendisine hüküm koyma hakkı tanınan Peygamber de olsa, bu şirktir, Peygamberlerin varisleri ancak onlardır kî: insanları yalnızca Kur’an’a çağınr ve Kur’an’a uymalarını isterler; kendi görüş ve düşüncelerine değil.

Ebu Cehil’in varisleri ise insanların Kur’an’a uyabilmek için kendilerine uyulması gerektiğini şart koşanlardır. Bir yanda, doğrudan Kur’an’a çağıranlar, diğer yanda Kur’an adına kendilerine çağıranlar! Hangi çağrı uyulmaya değer?

3 اتَّبِعُوا مَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَا تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ

„Râbbinizden size indîrilen kitaba uyun. Ondan başka velilere uymayın. Ne kadar’da az düşünüyorsunuz (7 Araf-3)

diyen Allah, bize uyacağımız çağrının ne olduğunu göstermiyor mu? insanları doğrudan Allah’ın kitabına çağıran, onlara referans ve ölçü olarak O’nu sunan, kendisini dini anlamada ve uygulamada işin şart olarak görmeyen,bilgi ve birikimi ile başkalarına yardımcı olmayı amaçlayan, insanları güzel öğüt ve hikmetle Allah’ın yoluna çağıranların çağrısı mı? yoksa din adına oluşturulmuş fakat dinle ilgisi olmayan; din dışı, şirke bulaşmış kurum ve kuruluşlarına, cemaatlerine çağıranlar mı?

يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَالَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَ (66)

وَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءَنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلَ (67)

66-Yüzleri ateşte kızartıldığı gün: “keşke Allah’a ve Rasule itaat etseydik” derler.” 67-“Derler ki: “Rabbiniz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize uyduk.Fakat onlar bizi doğru yoldan saptırdılar“(33 Ahzap 66/67)

Allah, Peygambere bile yüzünü (yönünü) yalnızca kendisine çevirmesini isterken, aracılara ne oluyor ki insanları kendilerine çağırıyorlar?

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (30)

“Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğrudan dine çevir. Allah’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (30 Rum-30).

Kitab’a uymak, uyanları doğru yola, Allah’ın razı olacağı yola götürmeye, onları cennetlik yapmaya yetecektir.

Şu gerçek iyice bilinmelidir ki: Rasulullah yirmi üç yıl süren elçiliği boyunca insanları kendisine değil, yalnız ve yalnız Allah’ın kitabına davet etmiş ve bu daveti Allah’ın kitabıyla yapmıştır. Yani insanları Kur’an’a Kuranla çağırmıştır. Sıfatımız ne olursa olsun, kim olursak olalım bizler de insanları kendimize değil Allah’ın kitabına çağırmalıyız ve bu çağrıyı da Allah’ın kitabıyla yapmalıyız. Vesselam

 

 

11-Geleneksel Kültürün etkisi

Kültürün bizde oluşturduğu ön bilgilerle/yargılarla Kurana yaklaşmak, ondan elde edilmesi gerekeni elde etmemize engel olur. Mevcut bilgilerimizi Kur’an’a göre değiştirme veya düzeltme yerine, Kur’an’a onaylatmaya kalkışırsak hak ile batıl birbirine karışır.

Günümüzde Müslüman geçinenler, aradan geçen 1400 yıllık bir süre içinde birikmiş olan bilgi, kültür ve değer yargılarının kendilerinde oluşturduğu bakış açısı ile Kur’an’ı anlamaya çalışırken; anlayışlarını Kur’an’a uyumlu hale getireceklerine, Kur’an’ı kendi anlayışlarına uydurmuş olmanın, çelişkisini yaşamaktadırlar.

Miras yolu ile atalardan devralınan cahili kültür, din adına korunmuş ve kutsallıklarına kutsallık katılarak yüce değerler halini almıştır. Bu kutsallara göre düşüncelerini oluşturanlar, atalarının yolunu sürdürmeyi Allah’ın yoluna, uymaya tercih etmiş kimseler olduklarından, Rabbimiz onları şöyle uyarmaktadır:


وَاِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَاۤ اَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَاۤ اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَاۤءَنَا اَوَلَوْ كَانَ اٰبَاۤؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلاَ يَهْتَدُونَ (170)
Onlara; ”Allah’ın indirdiğine uyun” dendiği zaman, “Hayır atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler(2 Bakara-170).

Onlara,

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنزَلَ اللَّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ قَالُوا حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ (104)

“Allah’ın indirdiğine ve Allah’ın elçisine gelin” dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler”

(5 Maide-104).

Özelikle İslam’ın hızla yayıldığı dönemlerde kitleler halinde Müslüman olanlar, İslam öncesi inanç ve kültürlerine ait olan değer yargılarını da kendileri ile beraber İslam’a taşıdılar. Böylece, geçmişlerine ait cahili inanç, kültür, örf ve adetler, mânâ ve özde hiçbir değişikliğe uğramamış olduğu için, Vahy İslam’ı, Kültür İslam’ına dönüştü.

 

İslamı, cahili kültürle kirletme, ilk dönemin özel şartlarından dolayı mümkün olamamıştı. Çünkü, ilk yıllarda îslamı seçenler bilinçli olarak seçim yapıyorlardı. Neye evet dediklerini biliyor ve kendilerini cahili hayata ait olan herşeyden arındırarak İslama giriyorlardı İlk yıllarda insanlar birer birer Müslüman olurlarken, daha sonraları topluluklar halinde İslam’lama girilmeye başlandı.

İslam’a birer birer girenler, cahili hayatlarına ait neleri varsa hepsini İslamın kapısında bırakıp öyle girerlerken, topluluklar halinde girenler ise bu hassasiyetten uzak bir şekilde kendileri ile birlikte cahili hayatlarına ait olanların büyük bir bölümünü de İslam’a soktular.

İlk zamanlar, Müslüman olmak demek, zulüm görmek, malından, canından yurdundan ve sevdiklerinden olmak demekken, daha sonraları (İslam devlet olunca) Müslüman olmak birçok avantajı da beraberinde getirmeye başladığından, insanlar da avantajlı olanı tercih etmeye başladılar.

Deyim yerinde ise işlerine de geldiği için Müslümanlığı sevenler çoğalmaya başladı, Müslüman olmanın insana avantaj sağladığı, güç ve itibar kazandırdığı dönemde İslam’ı seçenler, mallarını ve canlarını ortaya koyarak seçenler gibi, İslam’a teslim olarak değil, aynı zamanda çıkarlarına da uygun olduğu için seçtiler.

İlk zamanlar seçilen şey zor olandı. Sonraları kolayı seçmek oldu. İşte kitleler halinde İslam’a girenlerin büyük bir çoğunluğa çıkarlarına ters düşmeyen konularda İslam’a uyarlarken, çıkarlarına ters düşen konularda da İslamı kendilerine uydurdular.

İslamı kendilerine uyduranlar bunu –Kur’an’ın kendisini değil– ondan anlaşılması gerekeni değiştirerek yaptılar.

Konuyu özetlersek, ilk dönem Müslümanları özlerinde olanı İslam’la değiştirerek Müslüman olurlarken, daha sonra kitleler halinde İslam’a girenlerin bir çoğunda bu değişiklik sözde bir değişiklik olmaktan öte gitmemiştir.

Böyle olunca da, dışta ve kabukta İslam olanlar, içte ve özde kültürlerini ve geçmişe ait olan değerlerini dîn olarak yaşamaya devam ettiler.

 

 

12-Tevhidi Düşünceyi Gereğince Kavrayamamış Olmak

Kuşkusuz Tevhid, Allah’ı birlemektir, Allahı birlemek ise, sanıldığı gibi sadece bir olduğuna inanmak ve ondan başka ilah olmadığını kabul etmek değildir. Günümüzde büyük bir çoğunluk, Allah’ı sayı olarak birlediği halde, bir çok alanda müşrik konumuna düşmektedir.

Çünkü, Allah’ı sadece sayı olarak birlemek, tek başına yeterli değildir. Allahı sayıda olduğu gibi, özellikleri ile de birlemedikçe Tevhid gerçekleşmez. Yani, Tevhid, Allah sayı ve özellikleri ile birlemektir. Allah’a ait bir özelliği O’nun dışında başka bir varlığa tanımak/vermek/görmek şirktir.

Örneğin, her insan bir takım şeyler bilir, fakat her şeyi bilemez, Her seyi ancak Allah bilir. Kim ki birilerine her şeyi bilir diye inanırsa şirke düşmüş olur.

Keza, Gayb’ı ancak Allah bilir, kim ki gaybı bilme özelliğini kendinde veya bir başkasında görürse, bu özelliği ile Allah’a eş koşmuş olur. Çünkü bu Allah’a ait bir özelliktir.

Hüküm koyma, helal ve haramı tesbit etme hakkı Allah’a aittir. Kim ki Allah’a ait olan bu hakkı kendisinde veya bir başkasında görürse şirke düşmüş olur. Çünkü bu Allah’a ait bir özelliktir.

Sayı olarak Allah’ı birlediği halde, özelliklerinde Allah’a bir çok ortak koşmuş ve böylece Allah’la birlikte bir çok ilah edinmiş olan günümüz müslümanları, müşriklik sayılacak bu kabullerinden vazgeçmedikçe, Tevhid’î inancı kavramadıkça Kuran’ı gereğince anlamaları mümkün olamaz, ister Kur’an’ı yüzlerce kez okusunlar, ister Arapça’yı en detaylı şekilde bilmiş olsunlar yine de Kur’an’ın mesajını kavrayamazlar.

Çünkü, Kur’an Tevhid esası üzerine kurulmuştur. Kur’an’dan, Tevhidi çıkardığımız zaman Kur’an, gerçekten hiçbir şey ifade etmeyen ve bomboş bir kitap haline dönüşmüş olur. Tevhidin zıddı sirk Şirk, Allah’ı varlık olarak kabul ettiği halde, O’na başka birşeyi eş koşmadır. Allah’a ait özellikleri başka bir varlıkta da görmek şirktir. Nitekim, Mekke’li Müşrikler de Allah’ı var kabul ettikleri halde, Onunla birlikte veya o’na rağmen başka ilahlar edinmişlerdi.

Örneğin, Allah’ın koyduğu yasaları değil, kendi yanlarından koydukları yasaları geçerli sayıyorlardı. Oysa kî yasa/hüküm koymak hakkı sadece ve sadece Allah’a ait bir özelliktir. Keza, helal ve haramı da belirleme hakkı sadece Allah’a aittir. Kim kî Allah’ı yaratıcı olarak kabul ettiği halde, helal ve haramı belirleme hakkını ve yetkisini başka bir güçte, otoritede, varlıkta veya kendisinde görürse. Allah’a ait bu özelliği Allah’tan başka şeylerde gördüğü/tanıdığı için şirk işlemiş olur; yani müşrik olur.

“Andolsun onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneşi ve Ayı kim (sizin yararınıza) boyun eğdirdi” desen; “Allah”, derler. O halde nasıl Allah’ın birliğinden döndürülüyorsunuz?” (Ankebut – 61)

ayetinde de görüldüğü gibi müşrikler, Allah’ı kabul ettikleri halde, o’na ait birtakım özellikleri, başka varlıklara tanıdıkları için müşrik olarak sayılmışlardır.

Bu gerçek apaçık ortada olduğu halde, günümüzde bir takım insanlar Allah’a açıktan eş koştukları halde, müslümanlıklarına toz kondurmamaları, kendilerini aldatmaktan başka bir anlam ifade etmez. Tevhidi inancı bozulmuş, şirkle kafası kirlenmiş bir kimsenin Kur’an’ı elbetteki gereğince anlaması söz konusu olamaz. Onun için, tevhidi gereğince anlamadan Kur’an’ı gereğince anlamak mümkün değildir.

 

 

13-Hidayeti ve Sapmayı İnsan Seçer

Hidayete ermek/kavuşmak ve iman etmek ile kafir olmak veya sapınçı seçmek konusu yanlış anlaşılan konulardan biri olarak günümüzde de düşünce hayatımızda karışıklıklara neden olmaya devam etmektedir.

Konuya girmeden önce şu gerçeğin bilinmesinde yarar var: inancımızda büyük öneme sahip olan bu konunun, yanlış anlaşılmasının temelinde kuşkusuz ki, Kur’an’a bütüncül bir anlayışla yaklaşmamak yatmaktadır.

Kur an’ın bir bütün olarak ifade ettiği genel anlamı gözönünde bulundurmazsak, yani ayetleri tek başına ve yalın olarak ifade ettikleri anlamlarıyla anlamaya çalışırsak, anlaşılması gerekenin yerine kendi anladığımızı geçiririz. Bu da yanılmamıza, yanlışa düşmemize neden olur. îşte bu konuda da, böylesine bir yanlışa düşmüş olmanın çelişkisini yaşamaktayız.

Bir ayetin ne dediğini anlamaya çalışırken, anlaşılması gerekenin ne olduğu konusunda, Kur’anın genel anlayışına ve özellikle aynı konuyu içeren diğer ayetlere uygunluk sağlamasına dikkat edilmelidir. Bu dikkati göstermeyenler, söylenen şeyle, söylenmek istenen şey arasında yanlış bağlantı kurdukları için, farklılık ve çelişki ortaya çıkmakta ve söylenmek istenen şey yanlış anlaşılmaktadır.

Kur’an, insanın seçme iradesine/özgürlüğüne sahip olarak yaratıldığını, dileyenin dilediği yolu, seçme hakkına sahip olduğunu defalarca ve açık bir biçimde belirtmiştir. Kur’an, insanlar, hidayete erip, doğru yolu bulsunlar diye, Allah tarafından gönderilen bir kitaptır.

Bu, Allah’ın, insanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeksizin, hepsinin doğru yolu bulmaları, hidayete ermelerini istediği anlamına gelir. Allah’tan, doğru yolu gösterici elçilerin, hidayete erdirici kitaplar (rehber)’ın, doğru ile yanlışı açıklayıcı/ayir dedici vahyin gönderilmesi, bütün insanların hidayete ermeleri ve iman etmeleri için değil midir?

Kitabın insanlar ikna olsunlar diye, herşeyi örnekleyerek açıklaması, insanın sonunun nasıl olacağını bildirmesi ve bizatihi Kur’an kendisinin insanları doğru yola, hakka çağıran bir mesaj olduğunu, iyi yolla, sapık yolu iyice ayırarak, bunların neler olduğunu apaçık gösterici olduğunu belirtmiş olmasına rağmen; Kur’an, dünyanın imtihan dünyası olduğunu, Allah’ın insanları sınamakta olduğunu bildirmesine rağmen; kimi müslümanları,

“İnananı ve inanmayanı, mümini ve kafiri, hidayete ereni ve sapmışı Allah belirlemektedir. Allah seçici olarak, dilediğini hidayete, dilediğini de sapıklığa yöneltmektedir“ diye düşünmeleri ve inanmaları doğru olabilir mi?

Kuşkusuz bu düşünce ve inanç Kur`ana ters düşmektedir. Çünkü şayet öyle olsaydı iman eden ve etmeyenin, hidayete erenin ve sapıklığı seçenin, hiçbir suçu ve sorumluluğu olmaması gerekirdi, öyle ya, insan yapmadığı veya seçmediği birşeyden ne diye sorumlu tutulsun ki? Düşünebiliyor musunuz!

Allah, kullarından bir kısmına iman vermeyecek, onları hidayete erdirmeyecek; onları inkarcı yaparak, sapıklığa itecek; ondan sonra da inanmıyorlar diye/sapık oldular diye cezalandıracak. Böylesi bir çelişkiyi Allah’a yakıştırmak nasıl doğru olabilir? Hangi akıl sahibi bunu kabul edebilir?

Bu yanlışı İslam’a mal etmeye çalışan zihniyetin Kur’an’dan ne kadar uzak ve kopuk bir zihniyet olduğu bîr kez daha açıkça belli olmuyor mu? Şayet bu konuda seçici ve belirleyici Allah ise o zaman ne diye küfredenleri Cehenneme göndersin? Veya bunun tersi olarak iman edenleri ne diye Cennete göndersin? Çünkü, iman edenler, bu tercihi kendi iradeleri ile yapmamış olup, bunda bir payları yoktur.

Oysa ki birşeyi hak etmek için, ne gerekiyorsa yapmak gerekir, îman edeni Allah belirlediğine göre, onu ne diye Cennetle ödüllendirsin? İnanan ve inanmayanı, kabul eden ve etmeyeni Allah belirliyor diyorsak, o zaman bunun neticesinde insanın bir suçu, günahı veya sevabının olmadığı neticesine varırız. Öyle ya, mademki bu seçimi Allah yapmıştır o zaman insan ne diye suçlu olsun ki?

Bu gerçeğe rağmen Kur’an daki kimi ayetleri, iman ve inkar edenleri Allah belirler, hidayet Allah’tandır; Allah dilemedikçe kimse hidayete eremez, Allah dilediğine hidayet, dilediğine sapıklık verir şeklinde anlamak, anlamlandırmak nasıl doğru sayılabilir? Ne var ki örnek olarak seçtiğimiz aşağıdaki ayetler ve benzer ayetler dikkate alınarak, sanki “insanların neyi seçeceğine Allah karar vermektedir” şeklinde anlaşılabilmektedir.

Bir çok kimse yaptığı yanlışların sorumluluğunu Allah’a yükler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلَا آبَاؤُنَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ حَتَّى ذَاقُوا بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِنْدَكُمْ مِنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِنْ تَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ أَنْتُمْ إِلَّا تَخْرُصُونَ (148) قُلْ فَلِلَّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ

148- “Şirke düşmüş olanlar şöyle diyeceklerdir: “Eğer Allah dileseydi şirke düşmezdik, babalarımız da öyle. Hiçbir şeyi haram da kılmazdık.” Onlardan öncekiler de aynı yalanı söylediler de baskınımıza uğradılar. De ki, “Elinizde, gösterebileceğiniz bir bilgi var mı?” Siz ancak kuruntuya uyuyor ve sadece tahmin yürütüyorsunuz.

149- De ki: “En kapsamlı delil Allah’ınkidir. O dileseydi hepinizi yola getirirdi”. (En’am 6/148-149)

Allah’ın dilemesi yani iradesi iki türlüdür; biri teşriî, diğeri tekvînî iradedir. Tekvînî irâde Allah’ın bir şeyi yaratma konusundaki iradesidir. Yaratmak istediği şeye, “ol” deyince oluverir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (82)

Bir şeyi istediği zaman onun işi sadece “ol” demektir; o iş hemen oluverir.” (Yasin 36/ 82)

Allah’ın teşriî iradesi ise insanların davranışları ile ilgili iradesidir. O, koyduğu kanun ve kurallara uyulmasını ister ama kimseyi zorlamaz. Bu iradenin yerine gelmesi, insanın gayretine bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“De ki: Bu gerçek Rabbinizdendir; isteyen inansın, isteyen de göz ardı etsin. Ama biz, yanlış yapanlara öyle bir ateş hazırladık ki, dumanı onları içine alacaktır. yardım isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri kavuran su ile yardımlarına koşulacaktır. Ne kötü içecek ve ne fena birliktelik!” (Kehf 18/29)

Allah Teâlâ, din konusunda baskı yapmadığı gibi kimsenin baskı yapmasına da razı olmaz. O bu konuda Muhammed aleyhisselamı şöyle uyarmıştır:

وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَآمَنَ مَنْ فِي الْأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا أَفَأَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ (99)

99- “Rabbin dilese, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan inanır. İnanıncaya kadar insanları, sen mi baskı altında tutacaksın?” (Yunus 10/99)

وَإِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ إِعْرَاضُهُمْ فَإِنْ اسْتَطَعْتَ أَنْ تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الْأَرْضِ أَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَاءِ فَتَأْتِيَهُمْ بِآيَةٍ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدَى فَلَا تَكُونَنَّ مِنْ الْجَاهِلِينَ (35)

35- “Onların yüz çevirmesi sana ağır geldiğinde yeri delmeye veya göğe merdiven dayamaya ve onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa hiç durma! Allah dilese onları kolayca doğru yolda top­la­yıverir. Sakın ha, cahillerden olma!” (En’am 6/35)

Allah Teâlâ, istekli olmayan hiç kimseyi yola getirmez. O, şöyle buyurur:

يَاأَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنْ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ (67)

67- “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, peygamberlik görevini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur Allah kâfir toplumu yola getirmez.“ (Maide 5/67)

“Allah zalim toplumu yola getirmez“ (Tevbe 9/19)

“Allah fasık toplumu yola getirmez. “ (Tevbe 9/24)

Allah, yalnızca istekli olanları yola getirir. Bu konuda şöyle buyuruyor:

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (4)

4- “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara açıklamayı iyi yapsın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir.[15]Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim 14/4)

İnsanın yola gelmesi, istekli olarak Allah’a yönelmesine bağlıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ قُلْ إِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ (27)

27- İnkar edenler, “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi,” diyorlar. De ki: “Allah, isteyeni sapıklıkta bırakır, kendine yöneleni de yola getirir.” (Ra’d 13/27)

İyiliği sonsuz Allah, yola geldikten sonra yanlış işler yapan bir kulunu uyarmadan yoldan çıkmasını onaylamaz. Bu konuda şöyle buyurur:

وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِلَّ قَوْمًا بَعْدَ إِذْ هَدَاهُمْ حَتَّى يُبَيِّنَ لَهُمْ مَا يَتَّقُونَ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (115)

115- “Allah, bir kavmi hidayete erdirdikten sonra, nelerden sakınacaklarını kendilerine iyice açıklamadıkça dalalete düşürmez. Gerçek şu ki, Allah her şeyi bilir..” (Tevbe 9/115)

Sapıtanlar, açık uyarıları dikkate almayanlardır. Böyle bir toplum, önce refaha kavuşur, sonra hiç beklemediği bir anda cezaya çarptırılır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Ne zaman ki yapılan uyarıları göz ardı etti­ler, biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik. Kendilerine verilenlerle tam ferahladıkları bir sırada onları kıskıvrak yakaladık. Hepsi bir anda umut­suzluğa düştüler.” (En’am 6/44)

Allah, uyarılmamış bir topluma ceza vermez. Bu konuda şöyle buyurur:

مَنْ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولًا (15)

15- “Kim yola gelse kendi için gelir. Kim de sapsa kendi aleyhine sapar. Kimse kimsenin günahını çekmez. Bir elçi gönderinceye kadar kimseye azap etmeyiz.” (İsra 17/15)

Bu anlayışın yanlış olduğunu yukarıda izah etmeye çalıştık. Buna ilave olarak, konu ile ilgili yüzlerce ayetten örnek olsun diye birkaçını vererek izahımıza devam edeceğiz. Ancak öncelikle konunun yanlış anlaşılmasına neden olan ayetlerden bir kaçına değinmeye çalışalım:

“Bizim ayetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği/dileyen kimseyi şaşırtır, dilediği/dileyen kimseyi de doğru yola koyar (Enam-39).

“Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanmaz ve (Allah) pisliği (huzursuzluğu, azabı), akıllarını kullanmayanların üzerine kor” (Yunus-100)

“(Ey Muhammed), sen onların yola gelmelerini ne kadar istesen de Allah şaşırttığını yola getirmez ve onların yardımcıları da olmaz!” (Nahl-37)

”Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat (o), dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni doğru yola iletir. Ve siz mutlaka yaptığınız şeylerden sorulacaksınız (Nahl-93).

Kur’an’da, hidayet ve sapıklık veya iman ve inkar etme konusunda bu ayetlerle aynı anlama gelebilecek daha birçok ayet bulunmaktadır. Bu dört ayetin analizini yaparak ilahi murada yani söylenen şeyle, ne söylenmek istendiğine dair yapacağımız açıklama, benzer ayetler için de geçerlidir. Konu ile ilgili ayetlere yaklaşımda şu hususa çok iyi dikkat edilmelidir:

Kur’an’da hiçbir yerde doğrudan “Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet verir” şeklinde başlayan veya yalnızca bu cümleden ibaret olan bir ayet göstermek mümkün değildir. Buraya örnek olarak aldığımız ayetlerde de görüleceği gibi “ayetleri yalanlayanlar“, “akıllarını kullanmayanlar“, “öğüt almayanlar“, “yanlışta ısrar edenler“, gerekçe gösterilerek, hidayet ve sapıklık söz konusu edilmektedir.

Bu ayetlerde olduğu gibi, konu ile ilgili bütün ayetlerde iman ve küfür bir gerekçeye dayandırılmaktadır. Söz konusu gerekçeleri gözardı edenler, karşı koyanlar, yok sayanlar muhatap alınarak onlara şöyle denmek istenmektedir:

“Sizler bu gerçeklere (gerekçelere) aldırmayıp ve söylenenleri kabul etmediğiniz için, tavrınız sadece sizi bağlamakta ve gerçekten kaybeden de sizler olmaktasınız. Tercih hakkı size bırakıldığından, bu tercih hakkım kötüye veya iyiye kullanmış olmanın bedeli de size aittir. ‘Hidayeti ve sapıklığı’; seçme ve tercih etme hakkını size kullandırıcı olarak ve bu konuda izin vererek yani dilediğinizi seçmeye müsaade ederek, seçmenize karışmayarak Biz vermiş oluyoruz/ işte Kur’an “dilediğimize hidayeti, dilediğimize sapıklığı veririz ” bu anlamda kullanmıştır.

Ey insanlar! Eğer size seçme hakkı vermeseydim veya hidayeti ve sapıklığı biz yaratmasaydık sizin birşey yapmaya (hidayeti veya sapıklığı seçmeye) gücünüz yetmezdi, iyi ve kötü olanı biz yaratıyoruz, siz ise sadece seçiyorsunuz. Yani yaratıcı olarak hidayet ve sapıklığı biz veriyoruz (size sunuyoruz); seçici olarak da sîzler seçiyorsunuz, işte vermek bu anlamdadır, istenilen mevki Allah’tır, Diğer bir deyimle veren mevki Allah’tın insan alandır, insan, Rabbi tarafından kendisine verilen hidayet ve sapıklıktan dilediğini alır.

Bu konuda tercih etme ve seçme hakkı tamamen ona aittir; Yalnız bu alma işinde Allah, insanı iyi olanı alması için Kitap ve elçi ile desteklemektedir. Kötüyü alırsa cezalandıracağı, iyiyi alırsa ödüllendireceği ikazında bulunarak, iyi olanı alması için uyararak, Allah, kullarından yana tavır almaktadır.

Rabb’imizin, “Biz dilemedikçe hidayete eremezsiniz” ve “Biz dilemedikçe doğru yolu bulamazsınız” şeklinde de birçok ayeti bulunmaktadır. Bu tür ayetler bir durum testaiti yapmaktadır. Bir şeyin olmasını istemek veya karar vermek değil- birşeyin sonucunu açıklamaktadır bu ayetler. Rabb’iniz, öncelikle kullarına doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, imam ve küfrü açıkça göstererek onları iyi olanı seçmeleri konusunda uyarmaktadır.

Ancak bu gerçeğe rağmen kimi kullar yanlış olanı ve küfrü seçmektedirler. Bu kimseler hiçbir uyarıya aldırmamakta, inat ve tam bir kararlılıkla bu tavırlarım sürdürmektedirler, îşte bu hal üzerinde olanlara, Allah demektedir ki: “Onları girdikleri yoldan ancak Ben döndürebilirim. Onlar kendi kararları ile artık dönmezler; onlar, ancak benim kararımla dönebilirler .yani ben dilemedikçe dönmezler. Onların doğruyu bulmaları ancak benim müdahale etmeme ve onlara verdiğim seçme hakkını iptal etmeme seçeneğiniz yoldan değil benim gösterdiğim yoldan gitmek zorundasınız dememe bağlı İşte Allahın dilemesi bu şekilde olursa ancak ozaman bu kimseler doğru yolu bulurlar seçerler.

Aksi halde bu mümkün olmaz. Yani Allah dilemedikçe (dönmelerine karar vermedikçe) onlar yanlış yoldan dönmezler… Allah dilemedikçe deyiminin vurgusundan da bu işin düzelmesinin tamamen Allahın dilemesine kaldığını bunun dışında hiçbir şeyin yararının olmadığı anlaşılmaktadır.

Allah her şeye güç yetiren olduğu için şayet isterse en azmışı dahi zorla doğru yola döndürür. Diğer bir deyimle Allah inanmayan ve sapıtmışlara demektedir ki siz öylesine azmış ve sapıtmışsınız ki sizin doğruyu bulmanıza hiçbir şeyin gücü yetmemektedir.

Ancak ben müdahale edersem ancak ben dilersem düzelirsiniz. Başka türlü düzelemezsiniz. Allah’ın dilediğine hidayet verdiği dilediğini de saptırdığı gerçeğinin böyle anlaşılması gerektiğine inanıyor ve son sözün Kur’an a bırakıyoruz.

Bu sizin ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır. Allah kullara asla zulmedici değildir. (al-i İmran-182)

(Allah’a) ortak koşanlar diyecekler ki Allah isteseydi ne bizi ne de babalarımız ortak koşmazdık hiçbir şeyi haram yapmazdık. Onlardan önce yalanlayanlar da böyle demişlerdi de nihayet azabımızı tatmışlardı. De ki yanınızda bize (çıkarıp) göstereceğiniz bir bilgi (yazılı belge) var mı? Siz sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.(en’am-148)

Her nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi sınamak için şerre de hayra da müptela kılıyoruz. Ve sonunda bize döndürüleceksiniz. ( Enbiya -46)

Kim iyi iş yaparsa yararı kendisinedir. Ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir. (fussilet-46)

Kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız kim dünya ekini istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz.fakat onun ahirette bir nasibi olmaz…(Şura-20)

Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ındır. (bunları yaratmıştır.)ki kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırsın güzel davrananlarıda güzellikle mükafatlandırsın (Necm-31)

Biz ona yolu gösterdik: Ya şükredici veya nankör olur (insan-3)

Kısa ve doğru yolu Allah gösterir. Ama o yoldan sapan da var Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi (Nahl-9)

İman ettikten,Rasulün hak olduğunu gördükten ve kendilerine açık deliller geldikden sonra inkar eden bir topluma Allah nasıl yol gösterir?Allah zalim toplumu doğru yola iletmez. (Al-i imran-86)

 

 

14-MÜSLÜMAN OLMAYANLARLA İLİŞKİLER

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

لَاا يَنْهَكُمْ اللَّهُ عَنْ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ أَنْ تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ (8)

إِنَّمَا يَنْهَاكُمْ اللَّهُ عَنْ الَّذِينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَأَخْرَجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ وَظَاهَرُوا عَلَى إِخْرَاجِكُمْ أَنْ تَوَلَّوْهُمْ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ (9)


“Allah, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik etmenizi ve değer vermenizi yasaklamaz. Allah değer bilenleri sever. Allah sadece, din hususunda sizinle savaşmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış ve çıkarılmanıza destek vermiş kimselere yakınlık göstermenizi yasaklar. Onlara yakınlık gösterenler zalimlik etmiş olurlar.” (Mumtahane 60/8–9)

Ayetlere göre gayrimüslimlerle ilişkide üç kırmızı çizgimiz vardır:


1- Dinimizden dolayı bizimle savaşmaları,
2- Bizi yurdumuzdan çıkarmaları,
3- Yurdumuzdan çıkaranlara destek vermeleri
.

Bu çizgileri çiğneyenlerle dostluk kuramayız.

Tevbe 5. âyet:
Bu âyetin, Müslüman-gayrimüslim ilişkisinde esas alındığı iddia edilir:

 

“Haram olan aylar (onlara tanınan dört aylık süre) sona erince o müşrikleri nerede bulursanız öldürün; yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Tevbe eder, namazı kılar ve zekâtı verirlerse onları serbest bırakın. Allah bağışlar, ikramı boldur. (Tevbe 9/5)

Bu âyet, kırmızı çizgilerin tamamını çiğnemiş, Hudeybiye barış antlaşmasını bozmuş, Mekke’nin fethinden sonra kendilerine bir yıl dokunulmamış, ayrıca dört aylık ek süre verilmiş olan Mekkeli müşriklere yapılan son uyarı ile ilgili ayetlerdendir. Benzer durumlar olmadıkça bu hükümler uygulanmaz. Ayeti farklı anlama çekmek doğru değildir.

 






a-Gayrimüslimlerden Hakaret

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Mallarınız ve canlarınız konusunda yıpratıcı bir imtihandan geçirileceksiniz; bir de sizden önce Kitap verilenlerden ve müşriklerden çok üzücü sözler işiteceksiniz; bunlardan kaçış olmaz. Eğer sabreder, korunursanız, işte bu kararlılık gerektiren işlerdendir. (Al-i İmran 3/186)

Üzücü söz ve hakaret, kırmızı çizgilerden olmadığı için böylelerine karşı; sabırlı, tedbirli ve kararlı olma dışında bir yol gösterilmemiştir.

Peygamberimiz, önce Müslüman olan, sonra dinden dönen ve problem kaynağı olan ikiyüzlülerden çok çekmiş ama onlara karşı fiili harekette bulunmamıştır. Munafikun Suresi bu açıdan önemlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“O münafıklar sana geldiklerinde: “Biz şahidiz ki, sen, gerçekten Allah’ın elçisisin” dediler. Allah biliyor ki, sen elbette onun elçisisin. Ama Allah şahit, o münafıklar kesinlikle yalancıdırlar. Yeminlerini kalkan edip Allah’ın yolundan çekildiler. Ne kötü davranıyorlar!.. Bu, şundandır: Onlar önce inandılar, sonra kâfir oldular. Sonra kalplerinde yeni bir yapı oluştu, artık anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları seni imrendirir. Konuşurlarsa konuşmalarını dinlersin. Sanki dayalı kütükler gibidirler. Her gürültüyü aleyhlerine sayarlar. İşte düşman onlardır. Onlara karşı dikkatli ol. Allah canlarını alsın, nasıl da yalana sürükleniyorlar!

Onlara: “Gelin; Allah’ın elçisi sizin için bağışlanma dilesin” dendiği zaman, başlarını çevirirler. Bakarsın ki; kendilerini büyük görerek geri çekiliyorlar. İster bağışlanmalarını dile, ister dilme; sonuç değişmez. Allah onları bağışlayacak değildir. Çünkü Allah karıştırıcılar takımını yola getirmez.

Onlar şu sözü bile söylediler: “Allah’ın elçisinin yanındakilere bir şey vermeyin, dağılıp gitsinler”. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır, ama o münafıklar anlamazlar. Şöyle dediler: “Hele Medine’ye dönelim, güçlü olan, güçsüz olanı, elbette sürüp çıkaracaktır.” Oysa güç Allah’tadır, Elçisindedir ve inananlardadır, ama münafıklar bilmezler.” (Munafikun 63/1–8)

Zeyd b. Erkam bu âyetlerle ilgili şunları anlatmıştır: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bir savaşa gitmiştik. Ordu sıkıntılar içine girmişti. Abdullah b. Ubeyy arkadaşlarına şöyle dedi: “Allah’ın Elçisi’nin yanındakilere nafaka vermeyin ki dağılsınlar. Hele Medine’ye dönelim, güçlü olan, güçsüz olanı oradan çıkaracaktır.” Bunu hemen Peygamber‘e haber verdim. Abdullah b. Ubeyy’i çağırtıp sorguladı. O da böyle bir şey söylemedim diye yemin etti. “Zeyd yalan söyledi” dediler. Bu bana çok ağır geldi. Sonra Allah Teâlâ Munafikun suresini indirdi[1]”.

Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR bu konuda özetle şu bilgileri verir:

Abdullah’ın kavmi içinde itibarı vardı; büyük sayılırdı. Üseyd b. Hudayr geldi. “Ey Allah’ın Elçisi!” dedi. “Ona aldırma, nazik davran. Vallahi, Allah seni gönderdiği sırada kavmi ona taç giydirmek için boncuk diziyordu. O seni, krallığını elinden almış görür”.

Abdullah b. Ubeyyin oğlu Abdullah temiz bir mümin idi. Babasının yaptıklarını öğrenince Allah’ın Elçisi’nin huzuruna geldi «Ey Allah’ın elçisi! İşittim ki Abdullah b. Ubeyy’i size ulaşan sözünden dolayı öldürmek istiyormuşsunuz. Eğer yapacaksanız bana emredin, başını ge­tireyim. Vallahi, bütün Hazrec bilir ki içlerinde babasına benden saygılısı yoktur. Korkarım ki, başka birine emredersiniz, o babamı katleder, ben de babanım katilinin halk içinde gezmesine tahammül edemem, tutar onu vururum. Bir mümini bir kâfire karşılık öldürmüş olur bu sebeble ateşe girerim“ dedi. Allah’ın Elçisi şöyle dedi:

Hayır. Biz ona nazik davranırız. Aramızda olduğu müddetçe iyi­ davranırız[2].“

Abdullah’ın davranışı her ne kadar çok kötü ise de üç kırmızıçizgiden birini çiğnemediği için yukarıdaki âyetler gereğince Peygamberimiz ona iyi davranmıştır. Bu gibileri en çok rahatsız eden, doğruların söylenmesidir. Ayetlerde olduğu gibi yanlış davranışlarını sayıp döktükten ve cezayı hak ettikleri konusunda kamu oyu oluşmasını sağladıktan sonra iyi davranılması, onları yanlızlığa sükrükler ve yandaşları dahi kendilerini terk etmeye başlar. Nitekim peygamberimizin iyi davranışı, Abdullah’ın çevresindekilerini İslam’a kazandırmıştır.

 

 

 

b-Dinden Dönenin ve Peygamberi Aşağılayanın Öldürülmesi

 

Yukarıdaki âyetlerde yer alan …önce inandılar, sonra kâfir oldular.. ifadesi bu şahısların mürted olduğunu açıkça göstermektedir. Bu ve benzeri âyetlere rağmen mezhepler, mürtedin öldürülmesi konusunda ittifak etmişlerdir.

Ayetler; İşte düşman onlardır. Onlara karşı dikkatli ol… hükmünden başka bir hüküm içermediği halde yine sağlam bir delile dayanmadan; Peygamberi aşağılayan, ona söven ve hakaret eden kişilerin öldürülmesi konusunda da mezhepler ittifak etmişlerdir. Oysa bu Kur’an’a aykırı bir anlayıştır.

Bugün en büyük sıkıntı, Müslümanları Kur’an çizgisine getirme sıkıntısıdır. (Derleyen :Dipl.-Ing. Mustafa Ateş)

http://tevhidnesli.de.tl/HANG%26%23304%3B-%26%23304%3BSLAM–f-.htm

 


[1] Ali Umuç, www.aliumuc.com dan alıntı yapılmıştır.

[2] Mü’min suresi 51. ayet

[3] Zümer suresi 19. ayet

[4] -“O gün Rahmanın izin verip sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” Ta-ha suresi 109. ayet

[5] Nisa suresi 48, 116. ayetler

[6] -Bu hadislerden bir kısmını, Şia’nın sahabeler hakkındaki eleştirilerinden rahatsız olan Sünniler uydurmuşlardır. Buna “Ashabıma dil uzatandan başka, herkese şefaat edebilirim” rivayetini örnek verebiliriz. Bir kısmını da, Ehl-i Beyt’e aşırı sevgi besleyen bazı Şii’ler uydurmuşlardır. Buna da “Ümmetimden, Ehl-i Beytimi sevenlere şefaat edeceğim” rivayetini örnek verebiliriz. Bu rivayetler için Seadet-i Ebediyye (Tam İlmihal) adlı kitaba bakınız. Sh:448 Görüldüğü gibi, her fırkanın siyasi görüşlerinin açıkça belirtilmiş olduğu bu sözler, zaman içerisinde peygambere fatura edilerek hadisleştirilmiştir. Bu olay, fırka taassubuyla uydurulan rivayetlerin, akaid konularına bile sokulduğunun apaçık bir göstergesidir.

[7] -Bu hadislerin manalarına inanıldığında, ahirete iman konusundaki birçok şeyin hiçbir işe yaramaz formaliteler olduğuna inanılmış olacaktır. Bu hadisleri kurtarmak adına; amel defterlerinin yazılmasını, amellerin tartılmasını, ceza ve mükafatın konulmasını …vb gereksiz olduğunu iddia etmiş oluruz.

[8] -Yunus suresi 18. ayet

[9] -Rum suresi 13. ayet

[10] Bakara suresi 214. ayet

[11] -Mü’min suresi 58. ayet, Casiye suresi 21. ayet, A’li imran 142,

[12] Bu kişileri; hastalıklarının tedavisi için aslında ameliyat gereken, ancak ameliyattan korktuğu için doktordan ilaç yazmasını isteyen tiplere benzetebiliriz. Biz doktor olarak kendilerine ilk beş maddedeki önerilerimize uymalarını tavsiye ediyoruz. Ama bundan kaçanlara, tedavi edilmeyeceğini bilmemize rağmen, hastalığın etkilerini azaltmak için ilaç tedavisi yapıyoruz. Ama çözümün de ameliyat olduğunu kendilerine söylüyoruz.

[13] Şefaati, olsa olsa cehennemi hak edenleri, cehennemden çıkartma şeklinde değil de; cehennemdeki azabının hafifletilmesi şeklinde anlamaya çalışın. Aksi halde, her büyük günahın sahibinin, şefaatle cehennemden kurtulacağına inanmak, ilahi imtihanın sağlıklı olup-olmadığının tartışılmasına yol açacaktır

[14] Bu tipler; hurafe merkezli İslam anlayışına göre “Evliyaullah” kabul edilmektedir. Bize göre, bu tipler çağımızın Lat, Menat ve Uzza’larıdır. Mekke müşriklerinin putlarına duydukları saygının aynısı günümüzde bu tiplere de duyulmaktadır. Kur’an-ı Kerim’e göre, bunlar sağa sola şefaat etmek şöyle dursun. Kendilerini bile kurtaramayacaklardır. Çünkü, Nahl suresinin 25. ayetinde onların hem kendi veballerini, hem de saptırdıkları kimselerin veballerini yüklenecekleri açıklanmıştır. Bu yüzden, bu kimselere, itimat edip “eteklerine yapışmanın” hiçbir mantığı yoktur.

[15] [15][1] Ulaşabildiğimiz mealler ayete şu anlamı vermişlerdir: “Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.”

Bu meal, hem Arapça dil kurallarına, hem de Kur’an’ın bütünlüğüne aykırıdır. Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş Allah’a yakıştırılabilir mi?

Çelişkiler, “يَشَاء = ister” fiilinin faili olan “o” zamirini, Arap dili kurallarına aykırı olarak, Allah lafzını gösterir saymaktan kaynaklanmıştır. Halbuki zamir, yanı başında bulunan “مَن = kim’i gösterir. Uzağı göstermesi için karine gerekir. Burada böyle bir karine yoktur. Ayetin doğru anlamı şöyledir: “… Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir…”

posted in ISLAM | 1 Comment

6th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSLAM

Arapça’da s-l-m fiil kökünden türetilen ‘İslam’, en genel ifadesiyle, Allah’ın, kullarına, tabi olmaları için gönderdiği dinin adıdır. Istılahta ise, Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak olarak tarif edilmiştir. Bütün lugat ve istilah anlamlarında İslam, öncelikle ‘teslim olmak’la tarif edilir ki, bu mana doğrudur. Lugatların, ‘barış’, ‘esenlik’, ‘selamet’ gibi verdikleri manaları da, esas itibarıyla, bu ‘kök-anlam’la irtibatlandırmak mümkündür. Ancak bundan önce, İslam’ın, ‘teslim olma’ boyutu üzerinde durmak gerekir.

‘Teslim’ olmak, özü itibarıyla, bir üst otoriteye boyun eğmektir. Bu hali, en iyi temsil eden örneklerden birisi, savaşta mağlup olan tarafın silahlarını bırakıp; galip ordunun kurallarına uymayı kabul etmesidir. Benzeri bir durum, efendi-köle ilişkisinde de görülebilir. Köle, efendisinin emirlerini yerine getirirken, ona, bir anlamda ‘teslim olmuştur.’ Yine, Rab ve kul arasındaki ‘ibadet’ ilişkisinde de aynı hususu görmek mümkündür. Kul, emir ve hükümlere tabi olarak Rabbine ‘teslim’ olur. O halde, denilebilir ki, bütün ‘teslim olma’ durumlarında bir ‘üst otorite’ olgusu vardır. Bu, kullar arasındaki ilişkilerde de böyledir; kulun Allah’la ilişkisinde de böyledir. İşte bu noktada, ‘teslim olma’ hali ile ‘üst otorite’ arasındaki ilişkinin mahiyeti tahlil edilmelidir.

Allah, en üst otoritedir; çünkü varlığın yaratıcısıdır ve ilmi de her şeyi kuşatır. O halde meselelerin sonucunu tayin etme hakkına da, esas itibarıyla, O sahip olmalı; yani ‘hükmetme’ makamı’ ona ait olmalıdır. Bu yüzden, hakkıyla teslim olunacak tek varlık O’dur. Kur’an, bu hususu, pek çok ayette gayet net ifadelerle ortaya koymaktadır. Örneğin, Nisa:65. ayette, Rabbimiz: “Hayır, öyle değil. Rabbine and olsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp, sonra verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar” buyurmaktadır ki, burada ‘hükmetme-teslimiyet ilişkisi’ gayet net şekilde görülmektedir. Buna göre, kişi, iman etmiş olmak için Allah’ın hükümlerine teslim olmalıdır. Üstelik bu teslimiyet, ‘gönülden’ olmalıdır. Kur’an, bu konuda Hz. İbrahim’in, gördüğü rüya gereği Hz. İsmail’i kurban etmesi örneğini verir ki, gerçekten bu misali, ‘teslim olma’nın en zirve örneklerinden biri olarak görmek mümkündür (Saffat:103). Aynı şekilde yine Hz. İbrahim örneğinde, teslimiyetin ‘işittikten sonra derhal itaat’ boyutu da Kur’an’da taçlandırılmaktadır: “Rabbi ona: ‘teslim ol’ deyince, (o): ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum’ demiştir (Bakara:131). Kur’an, gerek Hz. Peygamberin gerekse diğer peygamberlerin de ‘teslim olmakla’ emr olunduklarını ve onların da bu davete severek ve isteyerek icabet ettiklerini tekraren bildirmektedir (Bakara:132; En’am:14, Nisa:125, Ali İmran:20, Neml:44, Maide:44, Gafir:66, En’am 71; Hacc;34, vd.)
‘Teslim olma’nın bir de ‘zorunluluk’ boyutu vardır ki, buna göre, sadece beşer değil, göklerde ve yerde olanların hepsi -istese de istemese de- Allah’a ‘teslim olmuştur’ (Ali İmran:83). Bu ayet, ‘yaratma’ ile ‘teslim olma’ arasındaki doğrudan ilişkiyi çok açık bir şekilde göstermektedir ki, burada vurgulanan husus, insanların, istemeseler bile, bazı hususlarda (doğum, havasız-susuz yaşayamama, rızıklandırılma ve ölüm gibi) teslim olmak durumunda kaldıkları Rablerine itaat etmeleri ve O’nun dinine tabi olmaları gerektiğidir. Kur’an, başka pek çok ayetlerde de bu hususun altını çizer ve Allah’a teslim olma konusunda seçim yapacak olan insanı, “bütün varlık Allah’a teslim olmuş iken, onu da bu ‘tevhid korosu’na katılmaya” çağırır. Bu husus, ‘teslimiyet’in, sadece gerekliliğini değil, aynı zamanda ‘tabii’ bir sonuç olarak görülebileceğini de gösterir.

‘Teslim olma’ ilişkisi, ayrıca, kaçınılmaz bir biçimde, Rab, ilah, din, ibadet, itaat, hidayet, iman gibi Kur’an’ın merkezi kavramları ile de ilişkilidir. Kur’an, esas itibarıyla, ‘teslim olma’nın, bir ‘otorite-kulluk ilişkisi’, yani ‘din’ mevzuu olduğunu söyler. Bu konuda pek çok ayet vardır (Ali İmran: 80-85 ayetler; Nisa:125, Ali İmran: 18-20 ayetler; Bakara:127-133 ayetler; En’am:71; Maide:2-3 ayetler; Saf: 7-9. ayetler; Hucurat:14-17. ayetler, Enbiya:108, Neml:81, En’am:161-164. ayetler, vd.). Buna göre, insanlar, hayat düzeni içerisinde, isteseler de istemeseler de, bir takım kurallara ‘teslim olmaktadırlar.’ Her ne kadar onların en asli ihtiyaçlarını (hava, su, rızk, vs.) temin eden Rablerini ikrar edip, O’na teslim olmasalar da, mutlaka bir başka şeye (heva, Şeytan, tağut vs.) tabi (veya teslim) olacaklardır. İşte burada din/ibadet olgusu ortaya çıkar. Bu nedenle, her insan ‘dinli’dir; ve bir şeye (ma’buda, ilaha, Rabbe) ibadet eder. İbadet edilen bu varlık (ma’bud), insan da (tağut) olabilir, Şeytan da olabilir. Hatta kişi, kendi hevasını bile ‘ilah’ edinebilir. Bu durumda, o kişi, tapındığı varlığa ‘teslim olmuş’, onun ‘kulu’ olmuştur. Kur’an, bu ana mesajı içeren ayetlerle doludur. Hatta bu konu, Kur’an’ın ‘ana mesajıdır’ dahi dense yeridir.

Bu mesajın yer aldığı ayetlerden, bilhassa ‘Allah’ın Dini’ olarak ‘İslam’ kelimesinin geçtiği pasajlar dikkat çekicidir. Zira bu ayetlerde hem ‘teslim olmak’ kavramı ile, ilah, rab, ibadet, iman, din ve hidayet gibi temel kavramlar arasındaki ilişkiyi görmek mümkün olabilmekte, hem de İslam’ın, ‘teslim olma’ boyutuna ilişkin sonuçlar çıkarılabilmektedir. Bu bağlamda dikkatimizi çeken ilk pasaj, Ali İmran:18-20. ayetlerdir. Burada ‘teslim olma’ ile ‘din’, ‘ilah’ ve ‘hidayet’ kavramları arasındaki ilişki açıkça görülebilmektedir: “Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O’ndan başka ilah yoktur. Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam’dır. Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki bağy yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerine küfr ederse, gerçekten Allah hesabı pek çabuk görendir. Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben Allah’a uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim.’ Ve kendilerine kitap verilenlerle, ümmilere de ki: ‘siz de teslim oldunuz mu? Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen, yalnızca tebliğdir. Allah kulları hakkıyla görendir.” Ayetler açıkça ifade etmektedir ki, İslam, ilah olarak Allah’ı bilip, O’na teslim olmuş kulların dinidir. Aynı mesaj, yine aynı surenin 83-85. ayetlerinde de verilmektedir. Bu ayetler ise şöyledir: “Peki onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa – istese de istemese de – O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler. De ki: ‘Biz Allah’a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa’ya, İsa’ya ve Peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiç biri arasında ayrılık gözetmeyiz. Ve biz O’na teslim olmuşlarız. Kim İslam’dan başka bir dine tabi olursa, bu, ondan asla kabul edilmez. O, Ahirette de kayba uğrayanlardandır.” Bu pasaja göre de, İslam, bütün peygamberlerin de teslim olduğu Allah’ın dinidir. Kur’an, İslam’ı, Maide: 3. ayette de bir ‘din’ olarak nitelemektedir. Bu ayette, İslam, akitler ve şiarlar bağlamında, ‘hükümlere teslimiyet’ boyutuyla tanımlanmıştır. Ayet şöyledir: “Ölü eti, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yüksek bir yerden düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş – (henüz canlıyken yetişip) kestikleriniz hariç – dikili taşlar üzerine boğazlanan (hayvanlar), ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır. Bugün küfre sapanlar, sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın. Benden korkun. Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip beğendim…” Kur’an, ‘İslam’ tabirini, En’am: 125. ayette ‘hidayet’ ve ‘iman’ terimleriyle birlikte, Zümer:22. ayette, yine hidayetin aydınlığı anlamında ‘nur’ terimiyle birlikte, Hucurat:14-17 ayetlerde ‘din’ ve ‘iman’ terimleriyle bağlantılı olarak ve Tevbe:74. ayette de, ‘küfrün zıddı’ olarak kullanmaktadır. İslam tabirinin, orijinal ifadesiyle ve ‘hidayet’ terimiyle bağlantılı olarak kullanıldığı son pasaj ise, Saf:7-9. ayetlerdir. Burada İslam, açıkça ‘Hak Din’ (din’ül-hakk) olarak tanımlanmaktadır ki, bu ifadeden, gerçek manada teslimiyete Allah’ın dini olan İslam ile ulaşılabileceği neticesi çıkarılabilir. Nitekim ayet, ‘hidayet’ terimi ile ‘hak din’ arasında açıkça bir bağlantı kurmaktadır. Pasaj şöyledir: “İslam’a çağırıldığı halde, Allah’a karşı yalan düzüp uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez. Onlar, Allah’ın nurunu, ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır. Kafirler hoş görmese de. Peygamberleri hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile.”

Açıkça görüldüğü gibi, İslam, Kur’an’ın ifadesiyle, Allah’ın Dini’dir ve içerik olarak da, O’nu Rab ve İlah kabul edip, tam bir teslimiyetle O’na ibadet (ve itaat) edenleri hidayete ulaştırır. Bu temel kavramlar arasındaki ilişkiyi toplu bir biçimde gösteren ayetler ise, Bakara:127-133. ayetleridir: “İbrahim, İsmail ile birlikte Evin (Ka’be’nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): ‘Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz Sen işiten ve bilensin. Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan da sana teslim olmuş (Müslüman) bir ümmet (kıl). Bize menasiki (ibadet yöntemlerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden onlara bir peygamber gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.’ Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de o Salihlerdendir. Rabbi ona: ‘teslim ol’ deyince (o): ‘Alemlerin Rabbine teslim’ oldum’ demişti. Bunu İbrahim, oğullarına vasiyet etti. Yakub da: ‘Oğullarım, şüphesiz Allah sizlere bu dini seçti, siz de ancak Müslüman olarak can verin (diye benzer bir vasiyette bulundu). Yoksa siz, Yakub’un ölüm anında, orada şahitler miydiniz? O, oğullarına: ‘benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” demişti de, onlar: ‘Senin ilahın ve babalarımız İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahı olan tek bir ilaha ibadet edeceğiz, bizler O’na teslim olmuşuz’ demişlerdi.”
‘Teslimiyet’ kavramının merkezi önemini, sadece Allah’ın dininin ‘İslam’ olarak adlandırılmış olmasında değil, bu dinin mensuplarına, meşhur tabirle, ‘müslüman’ denilmesinde de görmek mümkündür. Gerçekten Kur’an, vahye tabi olup, El-Hakk olan Allah’a ve (O’nun dinine) teslim olmuş, bütün çağlar boyunca yaşamış kullara, ‘müslüman’ adını vermektedir. Hacc:78. ayette bu husus şöyle ifade edilmektedir: “… O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük de yüklememiştir; atanız İbrahim’in dini(nde olduğu gibi). O, bundan önce de, bunda (Kur’an’da) da sizi, ‘müslümanlar’ olarak isimlendirdi; peygamber sizin üzerinize şahit olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye…” Buna göre, Hz. Adem’den bu yana gelen bütün ‘teslim olmuş’ kullar, Müslüman’dır. Örneğin Hz. İbrahim de müslümandır (Ali İmran:67), Firavun adına Hz. Musa’nın karşısına çıkıp, sihirleri boşa çıkan ve daha sonra da Allah’a iman eden sihirbazlar da Müslümandırlar (A’raf:126). Hz. İsa’ya tabi olan Havariler de müslümandır (Ali İmran: 52; Maide: 11), Hz. Muhammed de (Ali İmran:64; En’am:163), O’na tabi olanlar da Müslüman’dır (Ali İmran: 102; Neml:81; Hacc;78). Ayrıca Kur’an, bütün çağlar boyunca, Allah’a inanıp, O’na tabi olanları ‘müslüman’ olarak isimlendirmekle kalmıyor, teslim olmayı, ‘şerefli bir statü’ olarak da tanımlıyor. Fussilet: 33. ayet, bu konuda çok net bir ifade kullanmaktadır: “Allah’a çağıran, Salih amelde bulunan ve: ‘gerçekten ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” Burada Müslümanlık, sadece bir ‘kimlik’ olmakla kalmıyor, ayrıca imrenilecek bir vasıf olarak da nitelendiriliyor. Bu yüzdendir ki, yine Kur’an, peygamberlerin “Müslüman olanların ilki” olduklarını vurguluyor ki, bu vurguda da, bu ‘şerefli’ mevkiye açık gönderme vardır (En’am:163; Zümer:12). Aynı vurguyu, hem peygamberlerin, hem de inananların ağzından “Müslüman olarak ölmek” temennisinin dillendirilişinde de görmek mümkündür. Nitekim Yusuf:101. ayette Hz. Yusuf: “… Müslüman olarak hayatıma son ver ve beni Salihlerin arasına kat.” ve A’raf:126’da da Firavun adına meydana çıkan ama sihirlerinin boşa gittiğini gören sihirbazlar: “…Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi Müslümanlar olarak öldür” diye dua etmektedirler. Aynı şekilde Allah, Hz. Peygamber’e tabi olanlara da şu tavsiyede bulunmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa, öylece korkup sakının ve siz, ancak Müslüman olmaktan başka (bir din veya hal) üzerinde ölmeyin.” İşte, Allah’ın üstün otoritesine teslim olma vasfı, O’nun dini olan İslam’da böylesine önemli bir yer tuttuğu için, bu dinin mensupları, diğer dinlerle ihtilaf ve zıtlıklar açısından kıyaslandığında hep ‘müslüman’ olarak adlandırılmıştır. Örneğin, Kur’an, çoğu yerde, ‘kafirlerin zıddı’ olarak ‘müslümanlar’ kavramını kullandığı gibi (Ali İmran:80; Hicr:2; Maide:3; Tevbe:104, vd.) özel olarak da, bu vasfı, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müşrikliğin zıddı bir din olarak (Müslümanlık) kullanır (Ali İmran: 67). Ayrıca, diğer din mensupları da, Allah’ın dini olan İslam’a tabi olan kulları, bir başka vasıftan (örneğin ‘mü’min olma’ vasfından) daha çok ‘müslüman’ ismiyle tavsif etmişlerdir. Nitekim İslam’la uzun asırlar boyu muhatap olup savaşmış Batılı kavimler, bu dinin mensuplarını hep ‘Moslem’ (veya ‘Muslim’ ya da ‘Muselman’) olarak isimlendirmişlerdir. Ayrıca ‘Teslim olma’, tek tek her müslümanın vasfı olmakla kalmaz, Müslümanlardan oluşan topluluğun da vasfıdır. Kur’an, ‘Mü’min Ümmet’ gibi bir kavram kullanmaz ama ‘Müslüman Ümmet’ tabirini kullanmıştır (Bakara: 128).

İşte bütün bu ayetler, ‘teslim olma’ boyutunun, bu dinde ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Ancak, tam da bu noktada, konuyla yakından alakalı olan diğer bir merkezi kavram (iman) ile ‘teslimiyet’ arasındaki ilişkinin mahiyetini açıklığa kavuşturmamız gerekmektedir. Gerçekten, Kur’an’a bakıldığında, e-m-n kökünden türeyen kelimelerin, s-l-m kökünden türeyenlere göre, daha çok kullanıldığı ve bir çok ayette de ‘iman etme’nin büyük değerinin vurgulandığı görülür. Ancak bu noktadan hareketle, pek çoklarının yaptığı bir yanlışı işlememek gerekir. Bazıları, bu iki kavram arasında bir hiyerarşi gözetir ve ‘iman etme’nin ‘teslim olma’ya göre daha ‘üstün’ bir vasıf olduğunu söylerler. (YANLIŞ BİR DEĞERLENDİRME- İslam olmak fiili ile Müslüman olmak isim-fiili birbirine karıştırılıyor) Buna delil olarak da, en çok Hucurat:14 ayetini örnek gösterirler. Bu ayette, Bedeviler iman iddiasında bulunmakta, ama Allahu Teala, “imanın henüz onların kalplerine girmediğini” beyan etmekte, bu yüzden onlardan sadece “teslim olduk” demelerini istemektedir. Bilinmelidir ki, bu ayetten yola çıkarak, iman etmenin ‘teslim olmaktan’ daha üstün olduğunu söylemek, hem Kur’an’ın diğer ayetlerinin açık lafzına aykırıdır; hem de linguistik açıdan tutarsızdır. Bu yorum, en başta: “gerçekten ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet:33) ve Hz. Yusuf’un ağzından naklen: “Müslüman olarak hayatıma son ver” (Yusuf:101) ayetleriyle çelişir. Bu yorumun hatalı olduğu, semantik tahlil yapıldığında, daha iyi anlaşılacaktır. Burada ‘iman etmek’ ve ‘teslim olmak’ fiillerinin anlam içeriği belirleyicidir. Teslim olma, temelde bir üst otoriteye itaat ile ilişkili bir eylem iken, iman etme, daha çok ‘tasdik’ ile alakalıdır. Dolayısıyla bu iki eylemin anlam alanlarında ortak/kesişme noktaları olmakla birlikte, esas itibarıyla ‘farklı’ iki fiile karşılık gelirler. İşte Kur’an’ın her iki vasfı da, farklı yerlerde benzer övgülerle anmasının nedenini burada aramak gerekir. Daha açık bir ifadeyle, Kur’an’da kullanılan kelimelerin asli anlamlarına, konu bağlamları dikkate alınarak ulaşılabilir. Yani, iman etme ile ilgili bir konuda Kur’an, ‘iman’ (veya ‘mü’min) kavramını, ‘teslim olma’ ile ilgili bir konuda da ‘İslam’ veya ‘Müslüman’ kavramını kullanmaktadır. Dolayısıyla, bu iki kavram arasında, hiyerarşik sıralama yapmak doğru değildir. Zaten Bedeviler’in iman iddialarını reddeden ayet ve bunun bağlamlarına bakıldığında, burada Hz. Yusuf’un duası ile Fussilet:33’deki gibi bir ‘teslim olmuşluk’ değil, teslim olma ‘iddiası’ olduğu görülecektir. Çünkü, bu Bedevilerin ‘kalplerinden aşağı inmeyen’ şey, ‘ağızlarında tekrarladıkları bir sözdür.’ Bu da zaten, onların teslim oluşlarının ‘görünür’ bir teslimiyet olduğunu kanıtlamaya yeter. Bu nedenle, ‘iman’ ve ‘islam’ kavramları arasında bir hiyerarşi kuran yaklaşımlar isabetli değildir. Hatta bu yaklaşımın yanlışlığını, bizzat Kur’an’dan örneklerle de göstermek mümkündür. Öyle ki Kur’an, ‘iman etme’ ve ‘teslim olma’ fiillerini, sanki birbirlerinin müteradifi gibi kullanmaktadır. Örneğin, Zuhruf:69. ayet şöyledir: “onlar, ayetlerime iman edenler ve Müslüman olanlardır.” Aynı manayı, Ahzab:22’deki şu ifadede de bulmak mümkündür: “… bu yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” Fakat belki bu ikisi arasında bir öncelik-sonralık ilişkisi kurulabilir. Zira her akıl kabul eder ki, ‘tasdik’ her işin başıdır. Teslim olmak için dahi önce tasdik gerekir. Başka bir ifade ile, Allah’ın emirlerine itaat için, önce O’na inanmak gerekir. İşte bu manada İman ile İslam arasında bir ‘öncelik-sonralık’ ilişkisinden bahsedilebilir. Nitekim Maide:111’de: “Havariler: … iman ettik, gerçekten Müslümanlar olduğumuza şahit ol…”; ve Neml:81’de: “… sen ancak ayetlerimize iman edenlere (söz) dinletebilirsin? İşte Müslüman olanlar bunlardır” buyurulmaktadır ki, bu ayetlerden, amelden (veya teslimiyetten) önce imanın geldiği sonucuna ulaşmak mümkündür. Evet, Allah’a iman ve O’na teslimiyet, beraberinde ‘ibadet’ ve ‘itaat’i getirir. Bu ise, açıktır ki, ‘bağlılık’tır. Yani Mü’min ve Müslüman, Allah’a (veya O’nun dinine) ‘bağlı’dır. Bu ‘bağ’, onun ‘sınırlar’ (Hududullah) ile kayıtlı olması demektir. Bu ise, Müslümanın, ‘özgür’ olmadığı anlamına gelir. İşte tam da burada “İslam, bir özgürlük manifestosudur” diyenlerin ne denli büyük bir yanılgı içinde oldukları açıkça görülebilir. Bu söz öylesine batıldır ki, İslam’ı illa ‘manifesto’ sözcüğüyle tanımlamak gerekiyorsa, onun için ancak “İslam bir kulluk manifestosudur” denilebilir. Nitekim ‘teslim olmak’, aynı zamanda Allah’a kul olmak demektir. Ve kulluk, İslam’da ‘şerefli’ bir vasıf (mevki)dir. İslam’ın bütün aziz peygamberleri de “Allah’a kulluğun” gereğini yerine getirmek için cehd sarf etmişlerdir. Hz. Peygamber de Kelime-i Şehadet’te ifadesini bulduğu gibi, Allah’ın “önce kulu, sonra Rasulü”dür. Bu kadar açık bir gerçek karşısında bile, hala “İslam, bir özgürlük manifestosudur” diyenler, gerçekten cehalet örneği sergilemektedirler. ‘Özgürlük’ kavramı, şirk ve küfr medeniyeti olan Batı’nın ‘put’udur. İslam’da ‘kulluk’ ne kadar merkezi bir yer işgal ediyorsa, ‘özgürlük’ de Batı’da o denli merkezi bir yer işgal eder. Birbiriyle taban tabana zıt bu iki kavramın farkını göremeyenler, İslam’ özünü ne kadar anladıklarına ilişkin gerçekten kendilerini sorgulamalıdırlar. ‘Özgürlük’, en yalın anlamıyla, ‘bağlı olmamak’ demektir; İslam ise, en yalın ifadesiyle, zaten ‘bağlılığın’ (teslim olmanın) adıdır. ‘Özgürlük’, aklı ve ‘human’ı değer (veya ‘üst otorite’) kabul etmek demektir; İslam ise, Allah’ı (veya vahyi) üst otorite olarak kabul etmek demektir. Hatta ‘özgürlük’, heva’nın (batıl’ın) ilah edinilmesi; İslam ise İlm’e (Hakk’a) tabi olmak demektir. Özetle, Müslüman olan, ‘özgür olamaz, ‘kul’ olur. (YANLIŞ BİR DEĞERLENDİRME-Özgürlük Allah’a karşı değil, insanlar ve sahip oldukları karşısında bağımlı olmamaktır. Evet, İslam özgürlük dinidir. Allah’tan başkasına kulluk edenler köle, Allah’tan başkasına kulluk etmeyenler özgürdürler. Allah’tan ve O’nun bildirdiklerinden başka hiçbir şey onları bağlamaz.) Çünkü o, hakikate ‘bağlı’ olmayı, ona bağlanıp, onun yanında olmayı, onu desteklemeyi, onun için fedakarlık yapmayı, cihad etmeyi ve onun için ölmeyi, en büyük şeref sayar. İşte: “gerçekten ‘ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” ayetinin açıklaması da zaten budur.
Bilinmelidir ki İslam, Allah’ın Dini’dir; O’nun katında din, İslam’dır. Hidayet İslam ile olur. Çünkü İslam, Hak Din’dir. İslam’dan başka bir din arayan kaybedenlerden olur. O halde, ‘rasyonel’ mantıkla ve ‘özgür birey’le, ‘bilim’in kılavuzluğunda ‘hakikat arayışı’ gösterenler bilmelidirler ki, bu arayışın sonu, Asr Suresi’nde açık ifadesini bulan ‘hüsran’dır. İnsan, daha ‘özgür’ oldukça (veya aklı putlaştırdıkça) yolunu (hidayeti) bulamaz. Daha çok özgürlük, aslında, kişinin daha çok Şeytan’ın boyunduruğuna girmesi veya kula kulluğun artması demektir. Bu ise, köleliklerin en kötüsüdür. Kulların boyunduruğu, ancak zulüm ile sonuçlanır. Firavunlar, Tiranlar, Şahlar, Sezarlar, Despotlar, bunun tarihteki açık kanıtlarıdırlar. Ama Allah, boyunduruğu en hafif olanıdır. Çünkü O, kullarına güçlük dilemez. Ama O’nun kullarının ilahlık (efendilik, Rablık) iddiasında bulunması, ancak başka kullarının daha çok ezilip, zulüm görmesi ile mümkün olabilir. Kur’an bunu Zümer:29. ayetinde güzel bir misalle açıklamaktadır: “Allah, bir örnek verdi… Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan bir adam ile, yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu?” Cevap çok açıktır: Olmaz. Çünkü ya tek ilaha kulluk edilecek ve eman ve emniyet içinde yaşanacaktır ya da çok sayıda ilaha kulluk edilip, hem hiçbiri razı edilemeyecek hem de bu nedenle onların zulümlerine maruz kalınacaktır. İşte, İslam’ın ‘bağlılık’ esasının ‘selamet’e götürmesinin nedeni de burada aranmalıdır (Maide:16).

Evet, İslam, Allah’a teslimiyetin sonucu olarak, O’na tabi olanları, esenlik, güven ve huzura götürür. Çünkü bizatihi bu dinin sahibi olan Allah, “Es-selam”dır (Haşr:23). O, kendisine ‘teslim olanlar’ı, selam yollarına ulaştırır (Maide:16) ve bu yolla da, güvenlik ve esenlik içinde yaşayacakları Selam Yurdu’na (Dar’us-Selam) iletir (En’am:127; Yunus:25). Orada Allah’a teslimiyetleri sonucu mükafatlandırılan mü’minlerin birbirlerine dirlik temennileri ‘selam’dır (İbrahim:23; Vakıa:26; Yunus:10; Ahzab:44). Ayrıca Rahim olan Rableri de onlara, orada ‘selam’ kavli ile hitap edecektir (Yasin:58). Kur’an’ın Cennet’i Dar’üs-Selam olarak nitelendirmesinde, Cehennem’den kurtuluşa kinaye olduğu ise açıktır. Mü’minlerin orada birbirlerine ‘selam’ demeleri de, ‘kurtuldukları’na kinayedir. Aynı manayı Müslümanların bu dünyada birbirleriyle karşılaştıklarında söyledikleri ‘selamun aleykum’ temennisinde de görmek mümkündür. Bu ifadede, hem muhataba, “benden sana bir zarar gelmez” teminatı verilmekte, hem de bir ‘dirlik’ ve ‘esenlik’ temennisinde bulunulmaktadır. Fakat bu mananın çarpıtılmaması gerekir. Bazı cahiller, “İslam, bir barış dinidir” derken, işte bu tür bir yanlışı işlemektedirler. Bu kişiler, savunmacı ve silik bir söylemle İslam’ın, ‘hoşgörü dini’ olduğunu iddia etmekte, bazı Kur’an ayetlerini de, batıl fikirlerine dayanak yapmaktadırlar. Bunlara göre, “Ey iman edenler! Hepiniz topluca ‘silm’e girin…” (Bakara:208) ayeti, İslam’ın barış dini olduğunu gösterir! Halbuki bu ayette geçen ‘silm’ kelimesinden ‘barış’ değil, Allah’a teslimiyet kast edilmekte, üstelik müminlerden ‘bütün varlıklarıyla’ İslam’a tabi olmaları istenmektedir. Aynı çevreler, Enfal:61 ve Muhammed:35’teki ‘selm’ tabirini de ‘barış’ olarak tercüme etmektedirler ki, bu da yanlıştır. Zira bu ayetlerde, bugünlerde popüler bir deyin olan ‘dünya barışı’ gibi bir barıştan bahsedilmemekte, bilakis savaşta ‘teslim olma’ veya ‘silah bırakma’ konu edilmektedir. Nisa:90-91. ayetlerde geçen ‘seleme’ tabiri ise, genel anlamıyla ‘barış’ manasına değil, savaşta ‘teslim olma’ anlamına gelir. Nitekim ‘seleme’ tabirinin bu manaya geldiğini Nahl:28 ve 87. ayetler ile Zümer:29 ayetler de desteklemektedir. Ayrıca Kur’an’da, bilinen anlamıyla ‘barış’ sözcüğünün karşılığına daha uygun olarak kullanılan terim ‘sulh’tür (Hucurat:9-10; Nisa:128). Sulh, meşhur anlamıyla, ‘çatışan’ iki tarafın, ilişkilerini, bir ‘antlaşma’ ile düzenlemesi halinde ortaya çıkan güvenli durum için kullanılır. Fakat malum olduğu üzere, tarih boyunca ‘antlaşmalar’ sürekli olmamışlardır. Bu yüzden de “tarih, savaşlar tarihidir” diyenler de olmuştur. İşte tam da bu noktada sorulması gereken ve “İslam, barış dinidir” tezini savunanların cevaplamakta zorlanacakları soru şudur: “sulhü bozan (veya savaş çıkaran) şey nedir?” Bu sorunun cevabı, ancak İslam’ın (ve hayatın) mahiyetini doğru bir şekilde anlamakla verilebilir.

İslam’ı, ‘barış’ terimiyle izah etmeye çalışan ‘savunmacı’ üslup sahipleri, aslında, İslam’ın ‘aksiyoner’ boyutunu görmezden gelmekte, hatta bunu gizlemeye çalışmaktadırlar. İslam, asla, onların kast ettiği manada bir ‘barış dini’ değildir; belki, tabir-i caizse, ‘savaş dini’dir. (YANLIŞ DEĞERLENDİRME. SLOGANCI YAKLAŞIM. İSLAM BARIŞ DİNİDİR. İSLAM DEMEK BARIŞ DEMEKTİR. İSLAM’DA YALNIZCA SAVUNMA SAVAŞINA İZİN VERİLMİŞTİR 2/190 22/39) Bunun en iyi kanıtı da, ‘cihad’ kavramında bulunabilir. Kur’an, pek çok yerde, cihadı, mü’minlerin bir sorumluluğu olarak zikreder (Tevbe:34; Hacc:78; Maide:96; Hucurat:15, vd.). İslam, Kelimetullah’ın yüceltilmesi için (Ali İmran:64) ve “kavmi zalim olan beldelerin halklarını, oradan çıkarmak” için (Nida:75), “fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar savaşılmasını” (Enfal:39) emreder. Yani cihadın gayesi Allah’ın dininin yeryüzünde hakimiyetini tesis etmek, İslam’ı bütün dinlere üstün kılmaktır (Tevbe:32-33). Görüldüğü gibi, ‘cihad’ kavramı, İslam’ın ‘aksiyoner’ yönünü net bir biçimde ortaya koymaktadır. Peki, İslam, niçin ‘aksiyoner’dir? Çünkü, aksiyonerlik, İslam’ın özünde vardır. Bilindiği gibi, hakikat yayılmak ister. Doğrular, tabiatı gereği, yayılmacıdırlar. Hiçbir Peygamber vahyi aldıktan sonra, onu kendisi için saklamamıştır. Ve hiçbir peygamber, ümmetinin sayısı artıktan sonra “bu kadar yeter” dememiştir. O yüzden ‘yayılmacılık’, bu dinin özünde vardır. Çünkü İslam, Hak Din’dir. Hak olan, Batıl’a prim veremez. Hak olan, tabiatı gereği, Batıl’ı zail etmek (yok etmek) ister (İsra:81). Bu nedenle de Hakkın Batıl’la bir arada yaşaması mümkün değildir. İşte İslam’da ‘tebliğ’ ve cihad’ın farz olmasının hikmeti de budur. Tebliğ, Hakkı, insanlara duyurmak (Maide:67; En’am:90, vd.); cihad ise, bu tebliğin önündeki engellerin kaldırılması için yapılır. Ancak bütün tarih boyunca görülmüştür ki, Şeytan ve onun yeryüzündeki yardımcıları, Tağutlar (Nisa:60) olarak, tebliğe (yani insanların Hakk’a ulaşmalarına) engel olmuşlardır. Bu nedenle de, Hakkın Küfürle savaşı tarih boyunca bitmemiştir. O halde, İslam’ın bu mahiyeti ortada olduğu halde, “İslam, barış dinidir” diyenler, ya cahillerdir, ya da bu sözlerinin arkasında bir ‘maksad’ vardır. Bu maksadı ise, elbette Mü’minler bilmektedirler. Bugün ‘dünya barışı’ üzerinde hassas olanlar, elbette ki, statükonun devamını isteyenlerdir. Zira ‘barış’ dedikleri bu statükodan nemalanmaktadırlar. İslam’ın bu ‘barış’a(!) özde tehdit oluşturduğunu bildikleri için de, bir anlamda ‘kelimeleri tahrif eden’ Kitap Ehli’nin yaptığını yapmakta (Bakara:75; Nisa:46), insanların zihinlerini karıştırıp, kalplerini bozmaya çalışmaktadırlar. Fakat gerçek gün gibi aşikardır. İslam’ın, zulme, küfre, şirke geçit vermesi, hele ‘meşruiyet’ tanıması hiç mümkün değildir. Çünkü İslam, bir anlamda da, bu dünyada ‘mülkün temeli’ olan adaleti tesis etmek için vardır (Maide:42; Nisa:58). Adaletin tesisi için ise, zulmün ortadan kalkması gerekir (Bakara:193, 217, vd.).

Bu noktada yanlış İslam anlayışları üzerinde de durmak gerekir. Bazıları, İslam’ı tanımlarken, onun Kur’an’dan ibaret olmadığını, bilakis onun, hadis, fıkıh vs. gibi bütün kaynakların toplamından ibaret olduğunu söylerler. Bu nedenle de ‘geleneği’ kutsarlar. Bu yanlış anlayış, pek çok hurafe ve batılın da İslam olarak adlandırılmasına neden olmaktadır. Buna göre, her hangi bir alimin içtihadına karşı çıkmak bile kişiyi ‘dinden’ çıkarabilir. İşte bu yaklaşım, mezheplerin ‘din’ olarak görülmesine neden olmuştur. Halbuki Kur’an’ın açık beyanınca, Allah dinini kemal erdirmiştir. Bu dine sonradan ne bir ekleme ne de bir çıkarma yapılabilir. Kemale ermiş olan dinin, ikmale ihtiyacı yoktur. Çünkü onda bir eksiklik yoktur. Bu nedenle İslam’ı tek başına yeterli görmeyip de: “İslam’ın özü tasavvuftur” veya “İslam’ın özü sevgidir” tarzı yaklaşımlar sergileyenler, özden yanılmaktadırlar. İslam, İslam’dır; Kur’an’ın inzali sürecinin tamamlanmasıyla da, tamamlanmıştır. Bu nedenle, “İslam, Kur’an’dır” denilebilir. Yani kim Müslüman olmak istiyorsa, bunun için Kur’an’a tabi olmak yeterlidir.
İşte tam da bu noktada, ‘Sünnet’ üzerinde durmak gerekmektedir. Bilinmelidir ki, Hz. Muhammed, asla, bir hüküm koyucu değildir. İslam’da Şari Allah’tır. O, konulmuş olan hükümlere ilk uyan kişidir ve bu tabi oluşu öğrenmek isteyenler için en güzel ‘örnek’tir. Dolayısıyla Hz. Peygamberin asli işlevi, Kur’an’ı ‘pratize’ etmektir. Bu açıdan Hz. Peygamberin örnekliğini takip etmek, Müslümanın görevidir. Ancak bu, peygamberin dinde hüküm koyucu makamında olduğu anlamına gelmez. Dinin hükümlerini Allah koyar, peygamber de dahil olmak üzere, bütün Müslümanlar da ona uyarlar. Bu yüzden de “İslam, Kur’an’dadır” denilebilir. İşte bu yüzden, “Kur’an İslam’ı” tabirinin de meşru olduğu söylenebilir. Gerçekten İslam, yanına başka takılar almaz; ama sadece ‘Kur’an’ takısını almasında bir beis yoktur. Zira ‘din’ (ve hükümler) Kur’an’dadır. Ancak örneğin “Geleneksel İslam” veya “Modern İslam” gibi sıfatlar zaittir; bir değeri yoktur. İslam’ın böylesi ekler almaya da ihtiyacı yoktur.

İslam’ın tanımlanması konusundaki bir başka hata da, lafzın yanlış yorumlanması ve bağlamlarının kaçırılması sonucu işlenmektedir. Bununla ilgili olarak, fıkhi literatürün İslam’ı 5 Esas ile sınırlandırması örneği meşhurdur. Cibril hadisi gibi bazı hadis metinlerinde yer alan: “İslam nedir?” sorusunun karşılığında verilen: “İslam 5 şey üzerine bina olunmuştur” şeklindeki cevapların yanlış yorumlanmaması gerekir. Aslında bu kullanımlarda, lafzın problemli olduğu düşünülebilirse de, bağlamları düşünüldüğünde doğru yoruma ulaşmak mümkündür. Bu tür rivayetlerde, İslam’ın belirli veya (temel) noktaları üzerinde vurgular yapılmaktadır. Yoksa, İslam, bunlara hasredilmemektedir. Nitekim aynı hususu, Kur’an’da da görmek mümkündür. Kur’an, bir yerde “Allah’a ve Ahiret gününe iman etmenin” (Bakara:126; Ali İmran:114, vd.) değerinden bahsederken, bir başka yerde, sadece ‘iman’ın (Bakara:257; Nisa:152, vd.), bir başka yerde “iman edip, Salih amel işlemenin” (Maide:9; Yunus:4, vd.) bir başka yerde de imanın yanında ayrıca “hicret ve cihad edenlerin” (Enfal:72; Tevbe:20) mükafatlandırılacağını beyan etmektedir. Bu tür kullanımlar, konu içinde ‘vurgu’ yapılan hususlarla ilgilidir. Yoksa İslam, tek tek bu cümlelerde zikredilen hususlardan ibaret değildir. İslam, inanç, ibadet, hükümler, müeyyidelerle birlikte bir ‘hayat nizamı’dır; yaşam tarzıdır. İslam, Kur’an’ın bütünüdür. Peygamberimiz ise, onun nasıl ‘ahlak edinileceğini’ gösteren canlı timsali, yani ‘Usvet’un-Hasene’dir.

Sonuç olarak, İslam, bütün çağlar boyunca, Allah’a inanan, O’nun otoritesine boyun eğen ve O’nu razı etmek isteyen kulların tabi olduğu hayat nizamının (Hak Din) adıdır. İnsanlar, İslam’a tabi olduklarında, yani ‘Müslüman’ olduklarında, Allah’ın buyruklarını hayatlarına aksettireceklerini deklere etmiş olurlar. Bir başka ifade ile, müminler, ‘müslüman’ olmakla, Allah’ın emirlerine uygun bir hayat sürdüklerini söylemiş olurlar. İşte bu yüzden, müminlerin iman iddialarının pratik hayata aksetmesini sağlayan dinin adı İslam’dır. Evet, iman, amele yansımalıdır. Hayatta eseri olmayan inancın, kıymeti olamaz. O halde, mü’minlerin, İslam’ın kurallarına uygun bir hayat sürmeleri, imanlarının gereğidir. Yüce Allah da, bu ‘ihtiyacı’ karşılayacak şekilde ‘din’inin kurallarını kullarına bildirmiştir. Kim Allah’ı razı etmek istiyorsa, Allah’a teslim olmalı, yani ‘müslüman’ olmalı, yani İslam’a tabi olmalıdır. Çünkü Allah, İslam’dan başka bir dini kabul etmeyeceğini Kur’an’da açıkça beyan etmiştir. http://www.iktibas.info/dergi/2006/mayis/kavram.htm

posted in ISLAM | 0 Comments

6th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSLAM

Etimoloji ve Tanım

Sözlükte “kur­tuluşa ermek, boyun eğmek, teslim ol­mak; teslim etmek, vermek; barış yap­mak” anlamlarındaki silm (selm) kökün­den türemiş olan İslâm’ın etimolojisini yapan ilk âlimlerden İbn Kuteybe kelime­yi “boyun eğmek ve iradî olarak uymak suretiyle barış ortamına girmek”, İbn Manzûr da “boyun eğmek (inkiyâd) ve ita­at etmek” şeklinde açıklamıştır. Sonra­ki kaynaklarda genellikle bu açıklamalar tekrar edilmiş, “sulh ve selâmet gayesiy­le boyun eğmek, tâbi ve teslim olmak” mânaları öne çıkarılmıştır. İslâm’ın sözlük anlamındaki inkıyâd ve itaat her ne kadar mutlak ise de kelimenin örfteki kullanımı sadece “doğruya ve hakka uy­ma” mânası taşır. Yanlışa ve kötüye bo­yun eğme şeklinde bir teslimiyet İslâm’a aykırıdır ve isyan olarak nitelendirilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm kelimesi sekiz yerde geçmekte, ayrıca çok sayıda âyet­te aynı kökten fiil ve isimler bulunmakta­dır[1] Fiil halinde geçtiğinde daha çok “Allah’a yönelmek [2] O’na teslim olmak [3] tevhid inancına sahip bulunmak” [4] “Allah’a teslimiyetin gereğini yapmak” [5] mânalarında kullanılmıştır. Kur’an’da İslâm, Allah katındaki hak dinin karşılığı ve özel adı ola­rak belirlenmiş, ondan başka hiçbir dinin Allah tarafından kabul edilmeyeceği vur­gulanmıştır.[6] Ayrıca müsiümanlara din olarak İslâm’ın uygun görülmesi, hidayete erme yönünde Allah’ın yardım ve desteğinin en üst düzeyi şeklinde nitelendirilmiştir.[7] Gerçek ve dosdoğru din anlamındaki “dîn-i kayyim. sırât-ı müstakîm” gibi Kur’ânî terkipler, İslâm’a tekabül eden aslî dini tanıtma amacını taşırken Hz. İbra­him için “hanîf” ve “müslim” vasıflarının yan yana ve eş anlamlı kullanılması da [8]İslâm’ın saf tevhid inan­cının ve hak dinin devamı olduğunu gös­termektedir.

Hadis kaynaklarında Özellikle “îmân” bölümlerinde İslâm kelimesini ihtiva eden çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Allah katında dinin İslâm olduğunu vurgula­yan [9] ve bunu “ko­laylaştırılmış Hanîflik” şeklinde açıklayan [10] ha­disler ilgili âyetlerle bütünlük arzetmektedir. Âyet ve hadislerde İslâm kavramı ile hanîf ve fıtrat kavramları arasında bir anlam ilişkisi kurulduğu görülmektedir.[11] İslâm âlimleri tarafından genellikle ka­bul edildiğine göre fıtrat “Allah’ın insan tabiatına bahşettiği yaratıcısını tanıma eğilimi, hakkı benimseme yatkınlığı”, Ha­nîflik de “Allah’ın başlangıçtan itibaren insanlığa bildirdiği, insan tabiatına en uy­gun olan tevhid dini, Allah tarafından va­zedilen aslî din” anlamındadır. Hz. İbra­him’in yahudi veya Hıristiyan değil hanîf-müslim olduğunu belirten âyetle [12] Allah katında dinin hanîf-MüslümanIık [13] olduğu­nu vurgulayan hadisten de Hanîflik’le İs­lâm’ın eş anlamlı kabul edildiği anlaşıl­maktadır. Hadislerde ayrıca Müslümanın nitelikleriyle itikadî, amelî ve ahlâkî alan­da yerine getirilmesi gereken dinî vecîbe­ler üzerinde durulmuş, İslâm’ı tarif eden meşhur Cibrîl hadisinde bu vecîbeler­den kalpteki imanı izhar ettikten başka dört temel ibadet zikredilmiştir.[14]

İslâm kelimesini ele alan ilk dönem âlimleri, daha çok iman kavramıyla ilişkisi bakımından ona tanımlar getirmeye ça­lışmışlardır. Bu çerçevede Eş’arî İslâm’ı “Allah’a tam teslimiyet, hükümlerine boyun eğme ve emirlerine uyma” şeklinde tanımlarken [15] Mâtürîdî “kişinin kendini bütünüyle Allah’a teslim etmesi, sadece ve tamamıyla O’na kulluk edip or­tak koşmaması” diye bir tarif yapmıştır.[16] Sonraki dönemlerde yazılan sözlük­lerde ise daha kapsamlı tanımlara rast­lanmaktadır. Meselâ Râgıb el-İsfahânî İslâm’ı, “kalpteki inancı dille ifade edip fiillerle gereğini yerine getirmek suretiyle Allah’a takdir ve hükmettiği her hususta boyun eğip teslimiyet göstermek” şek­linde tarif etmiş, Seyyid Şerif el-Cürcânî de “Hz. Peygamber’in haber verdiklerini samimiyetle benimseyip onlara uymak” diye bir tanım getirmiştir. İslâm’ın din olarak tarifinde Allah’ın birliği ilkesinin yanı sıra O’na bü­tün kuşkulardan arındırılmış bir teslimi­yetle bağlanma vurgusu önemli bir yer tutmaktadır.

Klasik kelâm literatüründe imanın içe­riği ve sınırı ele alınırken onun İslâm’dan farklı olup olmadığı meselesi de tartışma konusu yapılmıştır. Mu’tezile ve Mâtürî­dî kelâmciları, kelimelerin terim anlam­larını göz önünde bulundurarak bunların aynı şeyi ifade ettiğini söylemiş [17] Eş’arîler ise sözlük mânaların­dan hareketle farklı olduklarını ileri sür­müşlerdir. Eş’arî’ye göre İslâm imandan daha kapsamlı bir terim olup İmanı da içine alır. ancak İslâm diye nitelenen her şey imanı karşılamayabilir. Eş’arî kelâm ekolünün önde gelen âlimlerinden Bâkıllânî bedevilerin imanı hakkındaki âyetle [18]iman, İslâm ve ihsan kavramlarının tanımlandığı Cibrîl hadisi­ni zikrederek imanın “tasdik”, İslâm’ın ise “boyun eğmek” anlamına geldiğini, do­layısıyla bunların birbirinden farklı oldu­ğunu söyler.[19] Selefiyye âlimleri de bu konuda Eş’arîler gibi dü­şünmektedir [20] İtikadî mezhepler arasında­ki bu tartışmada iki kavramın aynı şeyi belirttiğini savunanlar, iman ve İslâm’ın birbirini tamamladığı ve her ikisinde tas­dik ve teslimiyetin esas olduğu görüşün­den yola çıkarken farklılığı savunanlar, tasdik söz konusu olmadığı halde görünürde teslimiyet göstermenin imkânın­dan hareket etmişlerdir.

İslâm kelimesinin semantik tahlilini ya­pan Toshihiko Izutsu’ya göre Câhiliye dö­neminin hâkim telakkisi olan şirk inancı­nın aksine Kur’an’ın mesajıyla Allah kâi­natın mutlak hâkimi ve tek rabbi olarak kabul edilmiş; O’na yapılan kulluk İse ita­at, teslimiyet ve tevazu ifade eden terim­ler arasında en önemlisi olan, “kişinin bi­lerek ve samimiyetle kendisini Allah’a teslim etmesi” anlamına gelen İslâm te­rimiyle belirtilmiştir. İtaat ve teslimiyeti anlatan huşu, tazarru gibi diğer Kur’an terimlerinden farklı olarak İslâm, eskiden başlayıp devam eden bir şeye değil yeni başlayan bir dönüşüme işaret etmekte­dir. Bu durumda müslim de Allah’a kayıt­sız şartsız teslim olmak suretiyle bir atı­lım cesaretini gösteren kimsedir.

Câhiliye döneminde, insanın kendi gü­cüne güvenmesi, sınırsız benlik, hiçbir otorite karşısında eğilmeme gibi Kur’an’da “câhiliye karakteri olan taassup (hamiyyete’l-câhiliyye)” [21] şeklin­de nitelenen ve insanı Allah’a teslim ol­maktan alıkoyan özellikler belirginleş­mektedir. Bir insanın Müslüman oluşu ise onun bencillikten kurtulmasını, gücüne fazlaca güvenmekten vazgeçip alçak gö­nüllü bir kul olarak Allah’ın huzurunda durmasını ifade eder. Bu durumda bir yanda Allah’a karşı kibir, gurur ve küstah­lığı temsil eden câhiliye, öte yanda tevazu ve teslimiyeti simgeleyen İslâm kavramı vardır. Câhiliye kelimesi semantik açıdan tahlil edildiğinde “cehl” kökünün en ufak bir kızgınlık anında iradesini kaybeden, kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine kapılıp sonucu düşünmeden ileriyle atılan sabır­sız kişinin sorumsuz davranışını nitele­mekte kullanıldığı görülür. İslâm öncesi Arap kültüründe bu anlamdaki cehlin karşıtı ise hilimdir. Hilim duygularına hâ­kim olan, her durumda sakin kalmasını bilen insanın tavrını nitelemektedir. İs­lâm’ın doğusuyla birlikte cehl kavramı in­sanlar arası ilişkilerdeki etkinliğini kaybe­dip inanmayanların Allah’ın hidayetine ve bunu sağlayan dine karşı gösterdikle­ri kin ve düşmanlığı temsil eden bir tavır olarak anlaşılmıştır. Fakat cehlin karşıtı olan hilim kavramı da artık dinî anlamda İslâm’a denk bir içerik taşımamaktadır. Çünkü Kur’an’a göre yalnız Allah kulları­na karşı halîm olur [22] kullar Allah’a karşı halîm olamaz. Gerçek kulluk Allah karşısında te­vazu ve teslimiyete ulaşmaktır. Fert bü­tün kibir ve ihtiraslarından vazgeçip tam teslimiyete eriştiğinde artık bunun adı hilim değil İslâm’dır. Buna göre İslâm âdeta hilim kavramının esaslı bir şekilde tâdil edilmiş halidir.[23]

İslâm’a farklı açılardan hareketle geti­rilebilecek değişik tanım ve açıklamalar sonuç olarak birbirini tamamlar nitelik­tedir. Bu sebeple gerek genel din tasav­vuru ve vahiy geleneği ya da diğer sema­vî dinlerle farklılığı ön plana çıkarılarak, gerekse Müslümanların ayırıcı özelliğini oluşturan inanç ve ibadet esaslarına, duy­gu, düşünce ve davranış yönüyle Müslüman fert ve toplumların tarihten günü­müze akseden genel görüntüsüne ağır­lık vererek yapılacak tanıtımlar ayrı ayrı anlam taşır. Böyle olduğu için de İslâm, Hz. Muhammed’in temel öğreti ve esaslarını vahiy yoluyla Allah’tan aldığı ve ilk uygulamalarını bizzat kendisinin gerçek­leştirdiği, zamanla Müslüman toplumlar tarafından insanlığın diğer zihnî ve amelî birikimlerinden de istifade ile geliştirilen din ve dünya görüşünün; insan, toplum.

Allah katında yegâne din İslâm’dır mealindeki ayet[24] devlet gibi insanî konularda kendine has ilkeleri ve felsefesi bulunan tarihî tecrü­benin, kültür ve uygarlığın genel adı ol­muştur. Mustafa Sinanoğlu

Vahiy Geleneği İçinde İslâm.

İnan­ma duygusu insanın temel özelliklerinden biridir. Değerler sistemi oluşturma ve bu­nu bir iman kaynağına bağlanarak yap­ma bütün insanlar için ruhî ve içtimaî bir zarurettir. Çünkü inanan ve böylece diğer canlılardan ayrılan insanın bu niteliği fıt­rîdir. İnsanlık tarihi ve bilimsel araştırma­lar dinin insanla birlikte var olduğunu, dinsiz bir toplumun ve inançsız bir insa­nın olamayacağını göstermektedir. Ken­dini ve çevresindeki varlıkların niteliğini, var oluş sebeplerini sorgulayan insanın aklıselimi çeşitli kültürlerde farklı isim­lerle anılıp farklı sayıda ve mahiyette ta­savvur edilse de üstün bir kudretin varlı­ğını kabul etmektedir. Günümüz araştır­malarında “kutsal” diye adlandırılan bu alan, tarihin her döneminde ve en ilke­linden en gelişmişine kadar bütün cemi­yetlerde mevcuttur. Bunun gibi çeşitli kültürlerin kozmogoni ve antropogonilerinde genelde insanın belli bir amaç için, özellikle de tanrı veya tanrılara hizmet ve kulluk, ayrıca tanrıyı temsil ederek koz­mik düzeni korumak için yaratıldığı kabul edilmektedir.[25] Dolayısıyla insan niçin yaratıldığını anlamaya, yara­tıcısını bilip bulmaya çabalayan ve O’na karşı yükümlülüğünün şuurunda olan, kutsalın tecrübesini yaşayan dinî bir var­lıktır.[26]

İlâhî din geleneğinde de insan yaratıcı­sını bilip tanımak(DİYANET BU KONUDA DELİLSİZ????????????) ve O’na kulluk etmek için yaratılmıştır [27] buna “fıtratullah” denilmektedir.[28] Bir ha­diste her doğan insanın bu niteliğe sahip bulunduğu, yaratılışın da ki bu özelliğin Yahudilik, Hıristiyanlık veya ateşperestlik tarzında şekillenişinin aile ve çevre­nin eseri olduğu belirtilmektedir.[29] İnsanın yara­tılış gayesi olan kulluk aklın Allah’ı tanı­ması, bilmesi, iradenin de O’na yönelip bağlanmasıyla gerçekleşmektedir. Allah bu hususta da kuluna yardımcı olmuş, ondaki bu fıtrî his ve şuuru ilâhî vahiy ile yönlendirip geliştirmiş, onu başı boş bı­rakmamıştır.[30] En güzel bir kıvamda yaratılan insanın [31] yaratılışına yaraşır bir şekilde yaşaması için ona yol gösterecek kılavuzlar ve uyu­lacak prensipler göndererek rehberlik et­miştir ki bu prensipler bütününe “hak din” adı verilmektedir.[32]

İnsan, gerek yapısından kaynaklanan zaaflar gerekse tarihî seyir içinde ve de­ğişik coğrafyalarda ortaya çıkan farklılık­lar sebebiyle zamanla ilâhî menşeli ilke­leri unutmuş yahut çarpıtmış ve her de­fasında elçiler aracılığı ile bu ilkeler ha­tırlatılmıştır. Hz. Âdem, Allah’tan aldığı bilgilerle hem kendi hayatına hem de zür-riyetinin yaşayışına yön vermiş [33] Hz. Nuh’a birtakım tavsiye­lerde bulunulmuş ve bu kurallar sonraki­ler için de geçerli sayılmış [34] Hz. İbrahim’e sahîfeler verilerek kavmin­den onun dinine tâbi olması İstenmiş [35] Hz.Mûsâ ve İsâ’ya kitaplar verilmiş [36] son olarak da yegâne hidayet rehberi olmak üzere Kur’an indirilmiştir.[37]

Dinin çeşitli tanımlarının ortak nokta­sı, zihnen varlığı kabul edilen üstün güce veya güçlere karşı duyulan kalbî bağlılık ve teslimiyet duygusu ile bu kabulün ge­rektirdiği davranışların (ibadetler) ifasıdır. Çeşitli dillerde din karşılığı kullanılan ke­limelerin kök anlamında kişinin yüce bir kudrete bağlılığı ve teslimiyeti söz konusudur. Arapça’da da din kelimesi yaratı­cının emir ve hâkimiyeti, kulun itaat ve teslimiyetine dayalı karşılıklı ilişkiyi ifade etmektedir. Şu halde dinin özünde kut­sala bağlılık ve teslimiyet vardır. Bunu gerek eski dinlerde gerekse günümüzde mevcut bütün dinlerde görmek müm­kündür.[38]

Vahiy geleneğine göre İslâm hem ilk hem de son dindir. Özünü Allah’ın emir ve iradesine teslimiyetin oluşturduğu ve adını da bu özelliğinden alan İslâm, son peygamberin tebliğ ettiği dinin özel ismi olmakla birlikte [39] tebliğle­rinin esasını Allah’ın varlık ve birliğini ta­nıyıp O’nun iradesine teslim olma ilkesi­nin oluşturduğu daha önceki peygamber­lerin tebliğ ettikleri dinin de adıdır. Nite­kim Kur’an’ın bildirdiğine göre Nûh, “ba­na Müslümanlardan olmam emrolundu” demiş [40] İbrahim’e Müslüman olması emredilmiş [41] İbrahim ve Ya’küb, oğullarına, “Allah sizin için bu dini seçti, o halde sadece Müslümanlar olarak ölünüz” tavsiyesinde bulunmuştur.[42] Kur’an’da Benî İsrail peygamberleri, İslâm kelime­siyle aynı kökten gelen fiil ve isimlerle Al­lah’a teslim olmuş kişiler olarak takdim edilmekte [43] nihayet Hz. Muhammed de kendisine, tebliğ ettiği dine inanan ilk Müslüman olmasının emredildiğini ve böylece Müslümanlann ilki olduğunu bildirmektedir.[44] Ona ayrıca Ehl-i ki­tap ile ümmîleri (Araplar) Allah’a teslim olmaya davet etmesi emredilmiştir.[45] Dolayısıyla Allah katında yegâne din İslâm’dır [46] ve Hz. Âdem’den son peygambere kadar devam eden vahiy geleneğinde bütün peygamberlerin getirdiği dinin özünü İslâm, yani Allah’a teslimiyet kavramı oluşturmak­tadır. Şu halde bütün peygamberler “Al­lah’ın dini, hak din, dosdoğru din, hâlis din” olarak adlandırılan İslâm’ı tebliğ etmişlerdir.[47] Buna göre İslâm’dan başka bir din aramak anlamsız ve geçer­sizdir.[48]

Hak dinin temel nitelikleri ilâhî kayna­ğa dayanması, bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi, vahiy menşeli bir kitabı­nın olması, Allah’ın birliği ve âhiret inan­cını içermesidir. Hak din, başlangıçtan iti­baren iman esasları ve başlıca ahlâk pren­sipleri bakımından daima aynı kalmışsa da İbadet şekilleri ve muamelât hüküm­leri yönünden bazı değişikliklere uğramış­tır. Allah’ın iradesiyle gerçekleştirilen te­kâmül şeklindeki bu değişiklik insanların ihtiyaçları ve kültür seviyeleriyle paralel olarak yürümüştür. İlk insanla başlayan hak din en gelişmiş şekline son peygam­berin tebliğ ettiği vahiyle ulaşmıştır.

Günümüzde kitabî dinler olarak kabul edilen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm, asılları itibariyle hak dinin belirtilen temel niteliklerinde ortaktır; ancak ilk ikisinin kutsal kitaplarının zaman içinde mâruz kaldığı değişiklikler ve farklı yorumlar bu dinleri İbrâhimî gelenekteki ilkelerden kısmen uzakiaştırmiş, böylece onlardaki sapmaları düzeltecek, temel prensipleri daha açık biçimde ortaya koyacak yeni bir dine ihtiyaç doğmuştur.

İslâm dininde her şeyin başında gelen tevhid inancı genel anlamda hak dinin en belirgin karakteristiği olup bu ilke ilâ­hî dinin tarih içindeki bütün formlarında ısrarla vurgulanmıştır. Dinin menşeine dair bazı görüşlerde ilk tapınma objeleri olarak fetiş, totem, tabiat ve ruh gibi varlıklar üzerinde durulmuş ve insanlığın başlangıçta çok tanrı inancını benimser­ken bir tekâmül sonucu tevhid inancına ulaştığı iddia edilmişse de bu alanda ya­pılan son araştırmalarda tek Tanrı inan­cının önceden beri var olduğu ortaya kon­muştur.[49]

Yahudiliğin önemle vurguladığı en te­mel ilke Tanrı’nın birliği hususudur. Tev­rat’a göre ilk insanla onun çocukları ve Nûh [50] İbrahim, İshak, Ya’küb, Yûsuf bir olan Allah’a da­vet etmişlerdir. Musa’ya verilen on emir­de ve Tevrat’ın diğer yerlerinde de üze­rinde en çok durulan konu Allah’ın birliğidir.[51] Hz. Dâ-vûd’un Zebur’unda da (Mezmurlar) tek olan Tanrı’ya dua edilmektedir. Tann’nın oğlu olarak takdim edilen Hz. da şeriat­taki birinci emrin Allah’ın birliği olduğu­nu vurgulamaktadır.[52]

Vahiy geleneği içinde tevhid inancı baş­langıcından Kur’an’a kadar birbirine ben­zeyen ifadelerle anlatılmaktadır. Kur’an’a gelindiğinde Allah’ın birliği fikrinin en gü­zel şekilde belirtildiği, bu alandaki yanlış­lıkların düzeltildiği, eksikliklerin gideril­diği görülmektedir. İslâm’ın ortaya koy­duğu tanrı kavramı ve diğer iman esas­ları çok açıktır. Yahudilik’te aşırı teşbih­ler Tann’nın antropomorfık tasvirine, Hı­ristiyanlık’ta aşırı sevgi beşer olan İsâ’nın ilâhlaştırılmasına, dolayısıyla tevhidden teslise düşülmesine yol açmıştır. İslâm ise bu noktada tevhid anlayışında zamanla oluşan bulanıklığı gidermiş, yahudi ve hıristiyanlara tevhidde birleşme çağrısında bulunmuştur.[53]

Peygamberlere iman bazı farklılıklara rağmen bütün ilâhî dinlerde mevcuttur. Yahudilik’te Tanrı’nın peygamber aracılı­ğıyla konuştuğu, Mûsâ öncesi ve sonrası peygamberlerin varlığı hususu bir inanç esasıdır. Ancak Malaki sonrasındaki pey­gamberler kabul edilmediği gibi her üç dinde ortak olan bazı peygamberlerle il­gili olarak peygamberlik misyonu ile bağ­daşması mümkün olmayan iddialar ileri sürülmektedir. Hıristiyanlık kendinden Öncekileri benimseyip sonrasını reddet­mekte, ayrıca peygamber kavramına fark­lı anlamlar yüklemektedir. İslâm ise bü­tün peygamberleri tasdik etmekte, pey­gamberlere imanı Müslüman olmanın şartı saymakta, onlara dair gerçek dışı id­diaları kabul etmemektedir.

İslâm inancına göre peygamberler arasında bir bütünlük ve süreklilik söz konusudur; peygamberler kendilerinden önce gelenleri tasdik etmiş, sonra gele­cek olanı da müjdelemişlerdir.[54] Ara­larında peygamberlik mertebesi bakımın­dan bir fark gözetilmediği gibi ortaya koydukları ilkelerde de öze ilişkin herhan­gi bir farklılık söz konusu değildir. Onların her biri Allah’ın birliğine, âhiret günü­ne ve peygamberlerin getirdikleri ilâhî mesajlara inanmayı öğütlemiştir. Farklı­lıklar, sadece zamanın gereklerine ve top­lumun beklentilerine göre değişebilen ay­rıntılarla ilgilidir. Bu da insanın sosyal ve psikolojik yapısına, hayatın gerçeklerine uygun bîr olgudur. Hz. îsâ, Tevrat’ı tasdik etmekle birlikte İsrâiloğullarfna haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için [55] Tevrat ve İncil’de müjdele­nen Hz. Muhammed de diğer görevleri yanında önceki milletlerin üzerindeki zah­met verici hükümleri kaldırmak için [56] gönderilmiştir. Bu elçilerden her biri, devirlerinin ve kavimlerinin ihti­yaçlarını karşılayacak esasları öğretmek için gelmiştir. Son peygamber Hz. Mu­hammed ise âlemlere rahmet olarak gön­derilmiştir; hedef kitlesi sadece bir kavim veya bir bölge değil bütün zamanlar ve bütün insanlıktır. Bundan dolayı onun bildirdiği esaslar hem bütün insanlığa hitap eder hem de fıtrat ve tabiata uy­gundur.

Kur’an’da belirtildiğine göre bazı pey­gamberlere sahîfeler, bazılarına kitap verilmiştir. Şu halde her din mutlaka bir kutsal kitaba dayanmaktadır. Bu metin­lerin gönderildiği topluluklar farklı olsa bile muhatabı insandır. Hz. Âdem’e veri­len sahîfelerle Tevrat, İncil ve Kur’an öz itibariyle birbirinden farklı değildir. Allah, içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat’ı in­dirmiş [57] Meryem oğlu îsâ Tevrat’ı tasdik ederek gelmiş, ayrıca bir nur, yol gösterici ve müttakilere öğüt ola­rak İncil’i getirmiştir.[58] Hz. Muhammed de kendinden öncekileri tas­dik eden Kur’an’ı tebliğ etmiştir.[59]

Kur’ân-ı Kerim, başlangıçtan kendi za­manına kadar geçen süre içindeki vahye ait geleneğin bütününe mirasçı olmuş bir kitaptır. Allah’ın dininin son halkası olan İslâm önceki peygamberleri ve onların getirdiği ilâhî mesajları kabul etmekte, peygamberler arasında ayırım yapma­mayı Allah’ın dininin temel şartı saymak­tadır. Kur’an’da birçok peygamberin is­mi ve nitelikleri sayıldıktan sonra, “İşte o peygamberler Allah’ın hidayet ettiği kim­selerdir; sen de onların yoluna uy!” denil­mektedir.[60] Resûl-i Ekrem tebliğ ettiği dinle ahlâkî açıdan da yeni bir şey bildirmiş olmamakta, önceden var olan evrensel ahlâkî prensipleri devam ettirmektedir. Cumartesi yasaklan dışın­da bugünkü Tevrat’ta yer alan ve Hz. Mûsâ’ya bildirilen on emir farklı formlarda da olsa Kur’an’da muhafaza edilmekte­dir.[61] Hz. îsâ da Tevrat’taki emirleri iptal için değil ikmal için geldiği­ni vurgulayarak Tevrat’ı tasdik etmekte­dir.[62] Diğer taraftan İnciller’de yer alan ahlâk prensipleri Kur’an’da da korunmuştur.

Âhiret inancı üç dinde de mevcut ol­makla birlikte yahudiler ve hıristiyanlar ebedî kurtuluşu sadece kendilerine has­retmekte [63] bunu kendi­leri için bir ayrıcalık olarak görmektedir­ler. Halbuki İslâm, hem bu dünyada hem âhirette mutluluk ve kurtuluş için belli bir ırka mensubiyeti değil Allah’a kullu­ğu ve ilâhî emirlere uymayı şart koşmak­tadır.

Hz. Muhammed’den önceki peygam­berlerin tebliğleri de ilâhî kaynaktan gel­diği halde onların dinlerine sonraki men­supları farklı isimler vermişlerdir. Ne Hz. Mûsâ getirdiği dine Yahudilik, ne de Hz. îsâ tebliğ ettiği esaslara Hıristiyanlık adı­nı vermiştir. Hz. Musa’nın getirdiği din kendisinden çok sonra Bâbil esaretinin ardından Yahudilik olarak adlandırılmış ve sadece bir kavme inhisar ettirilmiştir. Hz. îsâ’nın tebliğ ettiği din de kendisinden sonra Hıristiyanlık adını almış, böyle­ce dinin merkezine Hz. îsâ yerleştirilmiş­tir. Halbuki îsâ kavmini Allah’a kulluğa davet etmiş, kendisinin de Allah’ın kulu olduğunu ısrarla vurgulamıştır.[64]

Kur’an hem Yahudileri hem Hıristiyanları unuttukları veya farklılaştırdıkları Al­lah’ın dinine tekrar davet etmekte ve bir Allah inancında buluşmaya çağırmakta­dır.[65] Kur’an’a göre Yahudiler ve Hıristiyanlar hahamlarını ve rahiplerini Allah’ın dışında rabler edinmiş­lerdir.[66] Özde aynı olan din, zaman içinde kutsal metinlerin ve dinî nasların yanlış yorumlanması, din âlim­lerinin görüşlerinin kutsal kitap yerine geçmesi ve dinin anlaşılmasında bunların yegâne geçerli kaynak olarak görülmesi sonucunda orijinal şeklinden saptırılmış­tır. Yahudilerin peygamber bile saymadık­ları, hatta nesebi konusunda çeşitli iddi­alarda bulundukları Hz. İsâ Hıristiyanlarca tam aksine ilâhlaştırılmıştır.[67] Nitekim İncil’e gö­re İsâ Allah’ın birliğini vurgularken [68] Pavlus’un Filipililer’e Mektubu’nda (2/6) Allah ile eşitlenmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm Yahudilere Musa’ya ve­rilen Tevrat’ı, Hıristiyanlara da İsâ’ya verilen İncil’i uygulamalarını emretmekte, aksi takdirde hiçbir temele dayanmadık­larını ifade etmektedir.[69] Hz. İbrahim’i kendilerinden sayan ve ger­çek dinin kendi dinleri olduğunu ileri sü­ren kitap ehline İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan olmadığını, onun hanîf olduğunu, dolayısıyla Yahudilik ve Hıristiyanlığın za­manla İbrâhimî özden uzaklaştırıldığını belirtmektedir.[70]

Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm arasın­daki ortaklık ve benzerlikler sebebiyle İs­lâm’ı tamamen Musevîlik ve Hıristiyanlı­ğın etkisinde doğmuş bir din olarak gör­me iddiası, bu dinlerin kaynağının müşte­rek olduğu ve İslâm’ın Öncekilerde orta­ya çıkan sapmaları giderdiği gerçeğinin göz ardı edilmesinin bir sonucudur.

Kur’an”ın ortaya koyduğu kâinat ve ha­yat anlayışı, hukuk ve ahlâk ilkeleri, insa­na verdiği değer, hem kendinden önce­kilere vâris olup onları kuşattığı hem de kendinden sonra başka bir din ve kitap gelmeyeceği için çağlar üstü ve evrensel boyuttadır. Kur’an insanın günahsız doğ­duğunu, sırf pişmanlık duygusuyla gü­nahtan kurtulmasının mümkün olduğu­nu kabul ederek aslî günah inancını sür­düren Hıristiyanlık’tan; ırk. aile, kabile ve aşirete dayalı üstünlük ve seçkinlik iddi­alarını reddederek bu iddiaları sürdüren Yahudilik’ten ayrılmaktadır.

Hz. Âdem’le başlayan vahiy geleneğinin son halkasını oluşturan İslâm peygam­berler tarafından tebliğ edilen, fakat za­man içinde unutulan ya da insanlar eliyle bazı sapmalara uğratılan ilâhî mesajın kı­yamete kadar kalıcı olmak üzere tashih edilerek yeniden ifade edilişinin adıdır. “Bugün sizin için dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim[71] mealindeki âyet de bu hususa işaret­le İslâm’ın insanlık tarihi boyunca hiç ek­sik olmayan ilâhî mesajın kemal noktası, Hz. Muhammed’in de bu rahmet iklimi­nin son peygamberi olduğunu anlatır. Hz. Muhammed’in Allah tarafından son pey­gamber olarak seçilip görevlendirilme­sinin ardından milâdî 610 yılında Mek­ke’de onun aracılığıyla insanlığa gelmeye başlayan vahiy yirmi üç yıl süreyle devam etmiş, Resûl-i Ekrem de vahiyle tesis edi­len bu dini açıklamış, kural ve yükümlü­lüklerin uygulamasını göstermiş, pey­gamberliği süresince ilâhî hitabın anlaşıl­ması ve hayata geçirilmesinin üstün ör­nek şahsiyeti olarak İlk İslâm toplumunu oluşturmuş ve onu eğitmiştir. Bu sebeple İslâm’ın kavranmasında Kur’an ve Resûl-i Ekrem belirleyici role sahiptir. İslâm’ın asıl kaynaklarının Kur’an ve Sünnet oldu­ğu bütün İslâm tarihi boyunca bir postu­lat olarak kabul edilmiş, Asr-i saâdet’ten itibaren İslâm toplumlarının fikrî ve ame­lî hayatı bu iki kaynak etrafında şekillen­miş, Kur’an ve Sünnet Müslümanların ta­rihî tecrübesinde, zihniyet ve gelenek te­şekkülünde mihver, yeni oluşum ve yo­rumlar için de başvuru ve denetim aracı olma özelliğini daima korumuştur.[72] Ömer Faruk Harman

İnanç Esasları

Sözlükte “güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak” anlamına gelen îmân, dini benimsemenin ve mümin diye nite­lenmenin esasını oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm’de iman kavramı 800’den fazla yer­de geçmekte, inanmış kişinin samimiyet ve iç huzurunu ifade etmek için de sidk ve itmi’nân kavramları kullanılmaktadır.[73] İnsanın aşkın bir varlığa ve O’ndan gelen vahiy etrafında oluşan dine inanma te­mayülü taşıdığı hem Kur’an’da hem hadislerde belirtilmektedir.[74] İmanın oluşması İçin bu fıtrî yetenekten başka aklın hü­küm verebilecek kadar bilgi birikimine sa­hip olması da gerekir.

Kur’ân-ı Kerîm, dünya ve âhiret mut­luluğunu inanç ve iyi davranışın [75] beraberliğine bağlamış, birçok hadiste imanla amel yan yana zikre­dilmiştir. Hadisleri konularına göre tasnif eden Kütüb-i Sitte müelliflerinin dördü [76] eserlerinde imana müstakil birer bölüm ayırmış ve burada iman ilkelerinden çok imanın ürü­nü olan amelleri sıralamıştır. İslâm âlim­leri ilk dönemlerden itibaren iman-amel münasebeti üzerinde durmuş. Haricîler ve Mu’tezile ile bazı Şiî grupları amelsiz imanı âhiret planında geçersiz kabul et­miş, Sünnî çoğunluk ise son tahlilde ima­nı zihnin ve kalbin tasdikinden ibaret sa­yarak amelle imanı ayrı düşünmüştür. Ancak bu husus, hiçbir şekilde dinî ha­yatta amelin önemini küçümseme anla­mı taşımamaktadır.

İman esaslarının tesbiti konusunda öne çıkan ilke Allah’ın hükümranlığına boyun eğmek ve görevlendirdiği elçileri tasdik etmektir. Kur’ân-i Kerîm’de, geçmiş pey­gamberlerin muhatap aldıkları toplum­lara kendilerini Allah’ın güvenilir elçileri olarak tanıttıktan sonra O’ndan korkma­larını ve elçilerine uymalarını istedikleri haber verilmiş [77] aynı husus Hz. Peygamber’e de nispet edilmiştir.[78] Kul, Allah ile doğrudan ileti­şim sağlama imkânına sahip bulunmadı­ğından dinî esas ve vecîbelerin tesbitinde peygamber yegâne güvenilir kaynak durumundadır. Bundan dolayı çeşitli âyetlerde iman konuları “peygamberle­re indirilen vahyin muhtevası” şeklinde özetlenmiştir. Son peygambere gönderi­len vahiy öncekileri tasdik etmekte ve on­lara da iman edilmesini istemektedir.[79] Bu İse İslâm dininin Hz. Muhammed’le tamam­lanan son halkasının önceki bütün halka­ları kucakladığını göstermektedir.

Kur’an’ın bütün sûre ve âyetlerinin, Al­lah tarafından Hz. Muhammed’e indiril­miş vahiyler olduğunu hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde benimsemek son peygamberi tasdik etmenin diğer bir ifadesidir. Bu açıdan iman konulan Kur-“ân-ı Kerîm’in tamamından oluşur. Bu­nunla birlikte ilk dönemlerden itibaren İslâm âlimleri eğitim ve telif açısından ko­laylık sağlanması amacıyla, muhtemelen Cibril hadisinden de esinlenerek [80] iman esaslarını altı noktada toplamış (usûl-i sitte), genellikle Sünnî âlimleri eserlerinde bu esasları üç ana konuda (usûl-i selâse) birleştirmiştir. Bunlar da ulûhiyyet, nü­büvvet ve sem’iyyât bölümleridir. Bu âlimler irade ve kader meselesini ulûhiyyetin sıfatlar bahsi, kitaplar ve melekler konusunu da nübüvvet bölümü içinde mütalaa etmişlerdir.

II. (VIII.) yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan itikadı İslâm mezhepleri, iman esaslarının tesbit edilmesi ve yorumlan­masında genelde Kur’an’ı esas almıştır. Çeşitli mezheplere mensup kelâm âlim­lerinin halk için yazdıkları akide risaleleri bunu kanıtlamaktadır. İslâm dünyasında iman esaslarının cem” ve tedvini, fetihler döneminde bu dinle ilk tanışan grupların yönelttiği eleştiriler sebebiyle başlamış olmalıdır. Daha çok Mu’tezile kelâmcılarının cevaplamaya çalıştığı bu eleştiriler aklî istidlale dayandığından kelâmcılar da ağırlıklı olarak akla önem vermişlerdir. Buna karşılık dönemin muhafazakâr âlimleri, Kur’an’da sık sık vurgulandığı gibi [81] Ehl-i kitabın fikir ayrılığına düşmesi yüzünden, dinin tahrife mâruz kalması olgusundan kaygılanarak İslâm’ı eleştirenlerden zi­yade Mu’tezile kelâmcılarına karşı cephe almışlardır. Daha sonra Selefıyye diye ad­landırılan bu grup. kendi tezini ortaya ko­yarken Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde usûlü’d-dînde ihtilâf edilmediği yolundaki fiilî delili ileri sürmüş [82] sünnete uyma ve bid’attan uzak kalmayı telkin eden birçok rivayeti nakletmiştir. Böylece hadis de iman esaslarının önemli bir kaynağı ola­rak göz önünde bulundurulmuştur. IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren Mu’tezile’nin aşırılığa kaçan akılcılığı ile Selefiyye’nin ihtiyaca cevap vermeyen koyu mu­hafazakârlığı arasında mutedil bir yön­tem benimseyen Sünnî kelâm ekolleri İslâm dünyasında etkinlik kazanmaya başlamıştır. Ebü’l-Hasan el-Eş’arî ile Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye nisbet edilen ve sonraki dönemlerde Müslümanlann bü­yük çoğunluğunu kendilerine çekebilen bu ekoller, temelde Kur’an’dan hareket etmekle birlikte ağırlıklı olarak aklî istid­lale başvurmuş, hadislere ise daha çok sem’iyyât bahisleriyle mezhepler arası fikrî tartışmalarda yer vermiştir. İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye, İbnü’l-Vezîr gibi Selefiyye’nin müteahhir temsilci­leri ise iman esaslarıyla ilgili eserlerinde Kur’an ve hadisi kaynak olarak kullanma­ya özen göstermişlerdir.

İslâm dünyasında Hz. Ali’nin hilâfeti dö­neminde ortaya çıkan Şiî ve Haricî tema­yüller, gerek ortaya çıkış sebepleri gerek­se sürekli biçimde savundukları görüşler ve sergiledikleri tavır itibariyle siyasî fırka olarak kabul edilmiştir. Her iki mezhep de amelin imandan cüz olduğu görüşün­de Mu’tezile ile birleşirken devlet başkanlığı (hilâfet) konusuna dinin temel hüküm­leri arasında yer verme açısından ondan ayrılmıştır. Şîa, halifenin Hz. Ali neslinden olmasını şart koşup bunun dışındakile-ri gayri meşru saymış, Hâriciler ise halife için dinî erdemlerin tamamını içeren tak­vadan başka hiçbir şart ileri sürmemiştir.[83] İmamet ve onunla bağlan­tılı olan konular dışındaki kelâmı mesele­lerde Şîa genellikle Mu’tezile’ye bağlı kal­mış ve mevcudiyetini korumuşken Mu’­tezile kendi adıyla varlığını sürdüreme­miş. Haricîler de çok küçük İbâzî grupla­rı dışında günümüze intikal etmemiştir. Ameli imandan cüz görmeyen Sünnî gruplara, günahkâr müminler hakkında müsamaha ilkesine dayalı görüşleri sebe­biyle Mürde denmişse de bunun mezhep­ler arası fikrî ihtilâfın ötesinde bir gerçek­lik taşımadığı ve esasen Mürcie’nin kim­liği hakkında açık bir şey söylenemediği anlaşılmaktadır.[84]

Dinin esası ilgilendirmeyen hükümleri­ni konu edinen fıkıh alanındaki ihtilâflar tekfir gibi ağır bir sonuç doğurmadığı hal­de akaid konularındaki aşırı iddiaların sa­hibini iman sınırının dışına çıkarabileceği kabul edilmiştir. Bununla birlikte iman-küfür konusunda ilk ciddi değerlendirme­yi yapan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin ortaya koyduğu, ehl-i kıbleden olanların tekfir edilemeyeceği ilkesi genel kabul görmüş [85] bu ilke sa­yesinde İslâm tarihi boyunca oluşan yüz­lerce mezhep mensubu içinde din dışı sa­yılabileceklerin oranı yüzde bir civarında kalmıştır.[86]

İlâhiyyât

Kur’ân-ı Kerîm, her insanın kâinatı yaratan ve yöneten bir yüce varlı­ğın mevcudiyetini kabul edeceğini öngö­rür. İnsan böyle bir özellikte yaratılmış [87] ve bu kabulü fıtrat diliyle de ikrar etmiştir.[88] Kur’an, inançsızlığı fıtratın suni şekilde örtülüp etkisiz ha­le getirilmesi olarak değerlendirir. Nite­kim 500’den fazla âyette geçen “küfür” kavramının kök anlamı “bir şeyi örtmek ve etkisiz kılmak”tır. Hz. Peygamber’in her çocuğun selim fıtrat üzere dünyaya geldiğini, fakat anne baba ve çevrenin on­da sapmalar meydana getirdiğini bildi­ren hadisi de bu gerçeği vurgular.[89]

Kur’an’da kör taklit, kibir, bayağı arzu­lara mahkûm olma, iradesizlik gibi engel­leyici âmillerin bertaraf edilmesi durumunda Allah’ın varlığının tabii olarak ka­bul edileceği fikrinden hareketle beşer için en büyük tehlike görülen şirkin red­dine önem verilir. Çeşitli âyetlerde insanın imana açık olan selim yaratılışı hatırlatıla­rak iç gözlem yapılması istenir.[90] Kur’an’da ta­biatın işleyişine dikkat çeken gaye ve ni­zam delili de kullanılır. Yaratılış delili kelâmcılar tarafından hudûs, İslâm filozof­ları tarafından imkân delili şeklinde tak­rir edilerek zengin bir literatür oluşturul­muş, Sûfiyye ise keşif ve ilham yolunu tercih etmiştir.[91]

İslâm dininin itikadı bakımdan en be­lirgin özelliği tevhid ilkesine verdiği önem­dir. Tevhid, Allah’tan başka yaratıcı(DİYANET BU KONUDA DELİLSİZ????????????) ve mâbud kabul etmeme esasına dayanır. Gerek şirk ve tevhidle gerekse Allah’ın insana yönelik esmâ-i hüsnâsıyla ilgili âyetler, ayrıca Hz. Peygamberin dua ve niyazlarında kullandığı ifadelerden anla­şılacağı üzere [92] yaratanla yaratılan arasındaki temel bağ sevgiden ibarettir. Cenâb-ı Hakk’ın “ruhundan üfleyerek hayat verdiği” [93] in­sana yönelik sevgisi Kur’an’da doğrudan doğruya “hub” (sevgi) ve “velayet” (dost­luk) kavramlarıyla ifade edildiği gibi [94] rahman, rahîm, raûf, afüv, gafur, şekûr gibi isim­leriyle de bu sevginin açılımları tekrarlan­mıştır.[95] Bu­nun yanında çeşitli âyet ve hadislerde “ittika, havf, haşyet” vb. kavramlar kullanı­larak Allah’tan korkma faktörü de vurgu­lanmıştır. Ancak bu tür kavramlar içinde en çok tekrarlanan ittikânın “korunmak” şeklindeki temel mânası ve ilgili âyetlerin içinde yer aldığı kompozisyon göz önün­de bulundurulduğu takdirde buradaki korku, hâkim faktör olan Allah’a yakinlığm ve sevginin kaybedilmesi istikametin­dedir. Bu durumda Allah’tan uzak kalan ve temel bağı koparan kişi kendi haline terkedilerek azaba müstahak olur. Tev­hid inancının ilâhî ve beşeri olmak üze­re iki yönünün bulunduğunu söylemek mümkündür. İlâhî yönü Allah’ın otorite­sinin hiçbir şekilde paylaştırılmamasıdır. Beşerî yönü ise kulun en üst düzeyde se­vilmeye ve sayılmaya lâyık tek varlık olarak Allah’ı kabul etmesi, başka hiçbir var­lığa beşer üstü bir sevgi ve itaat hissi duymamasıdır. Kur’an, önceki peygam­berlerin tebliğ ve irşad faaliyetlerinin odak noktasını da tevhid ilkesinin oluş­turduğunu bildirir. “Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona, ‘benden baş­ka ilâh yoktur, sadece bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım [96] mealindeki âyet bu gerçeğe işaret etmektedir.

Kur’an’da şirk inancı ilâh, şerik, şefi’, velî, nasîr gibi kavramlarla da ifade edi­lir. Bu kavramları şekillendiren kelimele­rin ekseriyetle çoğul olarak kullanılması, putların dünyada da âhirette de tapan­lara bir fayda sağlamayacağının belirtil­mesi [97] ayrıca Kur’an’da Allah elçilerine karşı mücadele edip top­lulukları saptıranların genellikle servet ve itibar sahibi kimseler olduğunun bil­dirilmesi [98] şirkin ferdî olmaktan çok belli menfaat ve amaçlar etrafında şekillenen bir zümrenin davranış biçimi olduğunu gösterir.

Monoteist dinlerde ilke olarak müminin Allah ile doğrudan münasebet kurması, dua, niyaz ve ibadetlerini O’na yöneltme­si, bağışlanmasını aracısız olarak O’ndan talep etmesi istenir. Duyular üstü yüce varlıkla ancak O’nu niteleyen kavramlar yoluyla ilişki kurulabilir. Kelâm literatüründe ilâhî isimler için daha çok sıfat te­rimi kullanılmıştır. Söz konusu kavramlar, İslâm’ın ulûhiyyet anlayışını eğitim öğre­time elverişli bir şekilde anlatmak ama­cıyla Allah’ın zâtını tanıtan (zatî) ve kâina­tı yaratıp idare ettiğini ifade eden (fiilî) sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılır. Duyular ötesi bir varlığın tanıtılması için tecrü­be dünyasında kullanılan, benzeşmeyi ve mâna ortaklığını çağrıştıran kelimelere başvurmaktan başka bir imkân bulunma­maktadır. Bu sebeple sıfatlar tenzîhî (selbî) ve sübûtî olmak üzere iki grupta mü­talaa edilmiştir. Tenzîhî sıfatlar yaratıl­mışlara mahsus acz ve eksiklik ifade ettiklerinden zât-ı ilâhiyyeden nefyedilmesi gereken nitelikler olup Allah’ın varlığı için başlangıcı ve sonuç belirlememek (kıdem, beka), yaratılmışlara benzeme­mek (muhâlefetün li’l-havâdis), başkasına muhtaç olmamak (kıyam bi nefsih) ve şe­riki bulunmamak (vahdâniyyet) şeklinde özetlenir. Sübûtî sıfatlar da Allah’ın ezelî ebedî diri (hayat), bilen, işiten ve gören (ilim, sem’, basar) olması, irade ve kudrete sahip bulunması, peygamberleri vasıta­sıyla kullarına mesaj (kelâm) göndermesi diye sıralanır.

Sıfatların zâta nisbeti (İspat) konusun­da, nasların zahirî mânalarına bağlı kalıp ispata önem veren muhafazakârlarla ten­zihe önem verip bazı sıfatları te’vile tâbi tutan serbest düşünceli âlimlerin telak­kileri hakkında kelâm ve mezhepler tari­hi kitaplarında birçok ayrıntı yer almak­tadır. Selefiyye, Eş’ariyye-Mâtürîdiyye, Mu’tezile-Şîa ve İslâm filozofları şeklin­de sıralanabilecek ekoller arasında kesin nasların Allah’a izafe ettiği sıfatları red­deden bir ekol yoktur. Gazzâlî’nin, ilim sı­fatının alanını daralttıkları düşüncesiyle İslâm filozofları hakkında verdiği tartış­malı tekfir hükmü bir yana [99] sözü edilen mezheplerden sıfat telakkisi se­bebiyle İslâm dışı kabul edilecek bir âlim bulunmamaktadır.

Kader

Aslında ilim, kudret ve irade sı­fatlarıyla ilgili olan, fakat genellikle müs­takil bir başlık altında ele alınan kader bahsi, Allah’ın hükümranlığının mutlak-lığı ile kulun özgürlüğünün kesiştiği ya­pısal bir özelliğe sahip bulunduğundan inanç ve düşünce tarihinin temel prob­lemlerinden birini oluşturmuştur. İnsan­lara ait ihtiyarî fiillerin meydana gelişin­de ilâhî bir müdahalenin bulunup bulun­madığı, böyle bir müdahale varsa bunun mahiyetinin ne olduğu sorusu meselenin odak noktasını teşkil eder. Müdahalenin bulunmadığını söyleyenlerin (Kaderiyye-Mu’tezile) Allah’ın ilim, kudret ve irade sıfatlarının etki alanını daralttıkları, bu­lunduğunu benimseyenlerin ise (Cebriy-ye) kulun özgürlüğünü kısıtladıkları veya tamamıyla ortadan kaldırdıkları kabul edilmiştir.

İlâhî ilmin insanın irade alanına giren fiillerine önceden (ezelde) taalluk edip et­mediği sorusunu kader probleminin ni­rengi noktası olarak görmek mümkün­dür. Aslında bu problemin sebebi zaman faktörüdür. Zât-ı ilâhî zaman ve mekân­dan münezzehken insana mahsus idrak ve eylemler bu iki faktörden bağımsız düşünülemez. Bu noktada kader bir sır ör­tüsüne bürünmektedir. Esasen metafi­ziğin ve gayp âleminin zirve noktasında bulunan ulûhiyyet konularının tam bir açıklıkla bilinmesi mümkün olmadığı gibi bu konudaki aşırı tereddüt ubûdiyyetin gerektirdiği teslimiyet ilkesiyle de bağ­daşmaz. Sonuçta kader de insanın özgür­lüğü ve sorumluluğu da bir iman konusu olarak kalmaktadır.

Nübüvvet

Kur’ân-ı Kerîm’de daha çok “resul” (mürsel) ve “nebî” kelimeleriyle ifa­de edilen peygamber, Allah ile kul arasın­da hem bir haberci hem de bir elçi olup imanın hayata geçirilmesini sağlar, dinin fert ve toplum yaşantısmdaki boyutları­nı ve sınırlarını çizer. Kur’an’da, imanın hayata yansıması ve hak dinin sunduğu mutluluğun yaşanabilmesi için kişinin ya­ratana ve yaratılmışlara yönelik görevle­rine yer verilir ve bu amaçla ibadet şekil­leri, ahlâk kuralları, örnek olması açısın­dan insanlar arası bazı hukukî işlemler zikredilir: birçok husus da Resûl-i Ek­rem’in sözlü ve fiilî sünnetinde açıklanır. Bunun yanında Kur’an’da peygamberle­rin mücadelelerine geniş yer verilir. Kur-‘ân-i Kerîm’de Resûl-i Ekrem’in muhataplarının iman etmemesi sebebiyle duydu­ğu derin üzüntüye temas edildikten son­ra [100] Hz. Mûsâ ile Hârûn, İb­rahim, Nûh, Hûd, Salih. Lût Şuayb’ın ve Hz. Muhammed’in mücadeleleri zikredil­miş, bu “güvenilir elçifer”in kavimlerinden Allah’tan korkmalarını ve kendilerine ita­at etmelerini istedikleri, ayrıca içinde bu­lundukları içtimaî ve ahlâkî düşüklükler sıralanarak bunlardan kurtulmaları için peygamberlerine uymalarını telkin ettik­leri bildirilmiştir. Peygamberlerin görev­leri ve konumları son nebinin şahsında şöyle belirtilmiştir: “Ey Peygamberi Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uya­rıcı, Allah’ın izniyle O’nun yoluna bir da-vetçi ve nur saçan bir kandil olarak gön­derdik.[101]

Kur’ân-ı Kerîm’in nübüvvetin ispatını tarih olgusuna, akla ve mucizeye dayan­dırdığını söylemek mümkündür. Yine Kur’an’da adı geçen peygamberlere ta­biat kanunlarını aşan, duyularla algıla­nabilir (hissi) olaylar nisbet edilmektedir.[102] Özellikle muhafazakâr âlimlerin eserlerinde ve Sünnî kelâm lite­ratüründe Resûl-i Ekrem’e de hissî mu­cizeler nisbet edilmektedir; fakat birçok sahâbînin huzurunda cereyan ettiği nak­ledilen bu tür olayların sonraki nesillere aktarılırken tevatür derecesine ulaşma­mış olması dikkat çekicidir. Diğer taraf­tan Kur’an, Hz. Peygamber’den hissî mu­cize İsteyenlere tabiatın işleyişini gözlem­leyip akıllarını kullanmalarını tavsiye etmektedir.[103]

Şüphe yok ki kul ile Allah arasında elçi­lik görevi yapacak kişilerin güvenilir ol­ması gerekir. Ahd-i Atîk’te, bazı peygam­berler hakkında Allah elçilerinin günah­tan korunmuşluğu (masumiyet) ilkesini ze­deleyen beyanların yer almasına karşılık [104] Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberlerin elçilik hüviyetlerindeki korunmuşluğa vurgu yapılır. A’râf ve Şu-arâ sûrelerinde [105] peygamberlerin her yönden gü­venilir, özverili, iyi niyetli ve iyilik sever ki­şiler oldukları ifade edilir. Aralarında ba­zı farklı görüşler bulunmakla birlikte bü­tün kelâm âlimleri peygamberlerin elçi­lik görevlerinde hatadan korundukları, Özel hayatlarında ise şahsiyet zedeleyici ve manevî liderlik vasfına halel getirici davranışlardan uzak bulundukları nokta­sında müttefiktirler. Naslarda peygam­berlere izafe edilen ve ilk bakışta hata gibi görünen bazı davranışların yorumu için kelâm literatüründe “ismetü’1-enbi-yâ” adıyla bir telif türü oluşmuştur.

Kur’an’da Hz. Muhammed’in son pey­gamber olduğu ifade edilmiş [106] Resûlullah’ın kendisi de çeşitli beyanlarında bunu dile getirmiştir.[107] Onun zuhurundan günümüze kadar geçen on dört asır içinde ciddiye alınabilecek bir nübüvvet iddiasının bulunmayışı da bu­nun fiilî kanıtını oluşturur.

Dünyadaki Müslüman nüfusun en bü­yük azınlık grubunu oluşturan İsnâaşeriy-ye Şîası, nübüvvetin Hz. Muhammed’Ie sona erdiğini kabul etmekle birlikte pey­gamberlere has olan gayb bilgisiyle günahtan korunmuşluk vasfının on iki imamda devam ettiğini kabul etmiştir. Onlara göre ilk meşru halife Hz. Ali’dir. İki buçuk asır boyunca Ali neslinden ge­len on bir imamla devam eden hilâfet için 265 (879) yılında on ikinci imamın canlı olarak ortadan kaybolmasıyla bir durak­lama ve bekleyiş dönemi başlamıştır. O günden bu yana hayatta olan on ikinci imam bir gün ortaya çıkacak ve Şiî ikti­darını hâkim kılacaktır. Doğrudan vahiy alamayan bir insanın bilinmesi gereken her şeye vâkıf olması, son imamın on bir asrı aşkın bir zamandan beri hâlâ bir yerlerde yaşaması, dünyanın çokyönlü güç dengeleri karşısında zafer kazanıp Şîa ik­tidarını hâkim kılması vb. hususlar dikka­te alındığında nübüvvetin siyasî bir oto­rite olarak imametle devam ettiğini be­nimsemek mümkün görünmemektedir.

Nübüvvet ilkesi içinde mütalaa edilecek konulardan biri kitaplara imandır. Kur­’ân-ı Kerîm’de her peygamberin vahye muhatap olduğu bildirilir; bunlar arasın­da Nûh, İbrahim, İsmail. İshak, Ya’küb, torunlar, Mûsâ, îsâ, Eyyûb, Yûnus, Hâ­rûn, Süleyman ve Dâvûd ismen anılır.[108] Vahiyleri bir araya getiren metinlerden “suhuf” diye bahsedilir ve bunlar Hz. İbrahim. Mûsâ ve Muhammed’e nisbet edilir.[109] Ayrıca Davud’a Zebur [110] Musa’ya Tevrat, îsâ’-ya İncil [111] ve Hz. Muhammed’e Kur’an’m verildiği bildirilir.

Kur’an’ın baş tarafında, kurtuluşun şartlan içinde Hz. Muhammed’e indiri­len vahyin yanında ondan önce indirilen­lere de iman edilmesi zikredilmiş [112] Hz. Peygamber de geçmiş ne­bilerden saygı ile söz etmiş, kendilerine iman ettiğini belirtmiş, bazılarının adını zikretmiş ve onları kardeş diye nitelemiş­tir.[113] İslâm’ın bu kucaklayıcı açılımının uygulamada daralmasının se­bebi kadîm vahiylere arız olan tahriftir. Kur’ân-ı Kerîm bu vahiylerin metinlerinde insanlar tarafından yapılan değişiklikle­re [114] içerikle­rinin gizlenmesine [115] dikkat çekerek günümüze intikal eden Kur’an öncesi vahiylerin yer yer aslî hüvi­yetini kaybettiğini belirtir. Bunun yanın­da insanların geçirdikleri değişikliklere paralel olarak ilâhî vahiylerde de bazı de­ğişikliklerin meydana gelmesi tabiidir. Kur’an’da nesih kavramıyla ifade edilen bu husus [116] elde mevcut Ahd-i Atîkve Ahd-i Cedîd metinlerinin içerdiği hükümlerle amel edilmesini güçleştirmekte ve bu durum konunun, asliyetini korumuş olup önceki vahiylerin kalıcı hükümlerini ihti­va eden son vahyin onayına sunulmasını gerekli kılmaktadır. Hz. Peygamber’den rivayet edilen ve Ehl-i kitabın tasdik edil­mesinin yanında yalanlanmasını da me-neden hadis bu hususu İfade etmektedir.[117]

Cibrîl hadisindeyer alan inanç esas­larından biri de meleklere imandır. “El­çi, güçlü kuvvetli, tasarrufta bulunan, yöneten” mânalarına gelen melek keli­mesi Kur’an’da seksen sekiz yerde geç­mektedir. Kur’an meleklerin şekli hakkın­da iki, üç veya dört kanatlı olduklarından başka [118] herhangi bir bilgi ver­memekte, onların ilke olarak insanlar ta­rafından görülemeyeceğini ifade etmek­tedir.[119] Melek­leri konu edinen âyet ve hadislere daya­narak onların görevlerini şu şekilde özet­lemek mümkündür: Allah’ı takdis etme, peygamberlere salavat getirme, mümin­lerin bağışlanması için dua ve niyazda bulunma, Allah ile peygamberler arasın­da elçilik yapma, başta peygamberler ol­mak üzere Allah’a yönelen mümin kulla­ra manevî güç verme, sıkıntılı ve üzüntü­lü anlarında onları teselli etme. Bunlar­dan başka meleklerin, tabiatın yaratıcının koyduğu düzen (tabiat kanunları) çerçevesinde yönetilmesinde ve kıyametin kopmasıyla başlayacak olan âhiret hayatının tanziminde de görev aldıkları anlaşılmak­tadır.

Meleklerden bahseden âyetlerle çok sa­yıdaki hadisin içerikleri geniş ölçüde in­sanla ilgilidir. Meleklerin insanla ilişkisi Hz. Âdem’e ve dolayısıyla onun nesline saygı göstermekle başlamıştır.[120] Meleklere ana rahminde döllenmenin oluştuğu andan itibaren insana yönelik görevler verilmiştir.[121] “Kişinin önünde ve arkasında kendisini kötü olaylardan koruyan takip­çiler vardır [122] mealindeki âyette yer alan “takipçi I er” den maksat müfessirlerin çoğunluğuna göre koruyu­cu meleklerdir.[123] Meleklerin aynı zamanda kişinin iyi ve kötü davranışlarını kaydettiği bildiril­mektedir.[124] Dünya hayatına veda etme ölüm meleğinin ruhu kabzetmesiy-le gerçekleşir. İslâm’ın insana verdiği de­ğeri belirten çok sayıdaki âyet ve hadis­ten hareketle kelâmcılar melekle insan arasındaki üstünlük konusunu tartışmış­lardır. Sünnî kelâmcıların büyük çoğunlu­ğu insanların meleklerden üstün olduğu kanaatindedir.[125] İlgili âyetlerin genel muhte­vasından, peygamberlerle maiyetlerin-deki sınırlı bazı kişiler dışında hiç kimse­nin melekleri dünya hayatında göreme­yeceği anlaşılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm esas olarak insana hi­tap etmekte ve İslâm dini insan İçin gön­derilmiş bulunmaktadır. Bununla birlik­te Kur’an, insanlar tarafından algilana-mayan şuurlu canlılara da “cin” adı altın­da atıflar yapmaktadır. Cin kelimesinin sözlük anlamı “Örtmek, giz!emek”tir. Bu­na göre duyularla algılanamayan yaratıl­mış varlıkların hepsi cin diye anılır. Râgib el-İsfahânî’nin kaydettiği üzere “ruhanî­ler” diye de bilinen bu grup saf iyileri teş­kil eden melekler, bütünüyle kötü olan şeytanlar, iyi ve kötü zümreleri bulunan cinlerden oluşur.[126] Kur’ân-ı Kerim’inyetmiş ikinci sûresi “Cin” adını taşımakta, bundan başka yirmi üç âyette [127] ve çeşitli hadislerde [128] cinlerden söz edilmektedir. Konuyla ilgili âyet ve ha­dislerin muhtevası cinlerin insanlar gibi mükellef, fakat onlardan ayrı şuurlu bir canlı türü oluşturduğunu göstermekte­dir.[129] Kur’an’da ilke olarak algı­lanabilen, ancak fiilen idrak edilemeyen cinler gibi bazı varlık alanlarından bahsedilmesinin, ilâhî ilim ve kudretin enginliğini vurgulamak yanında tabiatın ve var­lık alanlarının keşfedilmesi uğrunda ça­ba sarfetmeye teşvik gibi bir faktörünün de olduğunu söylemek mümkündür.

Ruhanî varlıklardan biri de şeytandır. Şeytanın sözlük anlamlan arasında “ha­yırdan ve rahmetten uzak olan” mânası da bulunmaktadır. İlgili âyetlerin genel muhtevasından anlaşılacağı üzere şeytan (İblîs), ilâhî takdir ve iradenin kötülüğün temsilcisi ve tahrikçisi olarak planladığı gerçek(zihnin dışında mevcut) bir varlık­tır. Şeytan, imtihan dünyasında yaşayan insanın kendi tercihine bağlı olarak kö­tülük işlemesine yardımcı olur. Ancak Al­lah şeytanın apaçık bir düşman olduğu­nu bildirmiş ve ona kapılmamaları konu­sunda insanları uyarmıştır.[130] Kur’ân-ı Kerîm’de şeytanın oynadığı rolü bazı insanların da üstlenebileceği ifa­de edilir.[131] Şeytanın hile ve aldatma yöntemleri ve bunlardan kurtulmanın ça­releri hakkında Hz. Peygamber’den nak­ledilen birçok hadis mevcuttur.[132]

Âhiret

Temel iman esaslarının üçün­cüsünü oluşturan âhiret kıyametin kopmasıyla başlar. Kur’ân-ı Kerîm’in yaklaşık kırk âyetinde dünyanın son anından bah­sedilirken onun ansızın vuku bulacağı, za­manının yakın olduğu, fakat kimse tara­fından bilinemeyeceği vurgulanır.[133] Kı­yametin kopmasının yakın olduğu husu­su Hz. Peygamber’den sahih olarak nak­ledilen şu hadisle de desteklenmektedir: “Benim nübüvvetle görevlendirilişimle kı­yametin kopması şu iki parmağım gibi yakındır.[134] Bu tür naslarda sözü edilen yakınlık kavramı jeolojik zaman öl­çüsünde düşünüldüğünde aradan geçen on dört asırlık sürenin bu kozmik olay için önemsenecek bir zaman dilimi oluştur­madığı anlaşılır.

Kıyametin yaklaştığını haber veren alâ­metlerin neler olabileceği merak edilen konulardan birini teşkil eder. Bir âyette kıyamet alâmetlerinin belirdiği ifade edi­lir.[135] Cibrîl hadisinden başka kıyamet alâmetlerinin neler olabileceğine dair ipuçları veren birçok rivayet Hz. Peygamber’e nisbet edilmiştir.[136] Âyette sözü edilen alâmetler, müfessir-lerce âhir zaman peygamberinin zuhuru ve mucize göstermesi şeklinde yorumlanmıştır.[137] Kıyamet alâmetleriyle ilgili olarak hadis ve kelâm alanında kaleme alınan eserler zengin bir literatür oluşturmuştur. An­cak konu gaybî olma özelliğini korumuş ve bu alanda kesinlik ifade eden sonuç­lara ulaşılamamıştır.

Kabir hayatı âhiretin ilk merhalesi ola­rak kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm, ölümle kı­yamet hayatının başlangıcı sayılan sûra üfleniş arasında “berzah” adını verdiği bir âlemin bulunduğunu bildirmiştir.[138] Kur’an’da, son anlarını yaşamakta olan iyi kullara meleklerin müstakbel hayatın müjdesini verdikleri ifade edilir.[139] Ayrıca kötülerin kabirde azaba uğrayacaklarına işaret eden âyetler vardır.[140] Kabir hayatıyla ilgili ola­rak Kütüb-i Sitte’üe muhtelif hadisler mevcuttur.[141] Sünnî kelâm âlimleri bu tür naslara dayanarak kabir hayatının ger­çekliğini benimserken bazı Mu’tezile ve Şiîkelâmcıları, bu konuda delil olarak zik­redilen âyetlerin muhtevasında kabir hayatına açık bir atfın bulunmayışını, hadis­lerin de tevatür derecesine ulaşmaması­nı ileri sürerek böyle bir hayatın mevcu­diyetini kabul etmemişlerdir. Ölüm son­rası hayat gözlem ve deneylerin dışında kalan bir alana ait bulunduğundan duyu­lur âlemdeki bügi ve istidlallerle bu alan hakkında kesin hüküm vermek mümkün değildir. Mü’min sûresinde (40/11) işaret edilen, ölüm sonrası hayatın mevcudiye­ti ve devamının şartlarının insan tarafından bilinememesi hususu onun yokluğu­nu göstermez. Hadis olarak da nakledi­len, “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur” sözü [142] Müslümanlar ara­sında genel kabul görmüş bir inancı yan­sıtmaktadır. Kur’an’da ayrıca kâfir ve mü­nafıkların ölüm anında büyük bir pişman­lık duyup sıkıntıya mâruz kalacakları ifa­de edilmektedir [143] Nas-iarın bütünü göz önünde bulunduruldu­ğu takdirde kabir hayatının mevcut olma­dığını veya nimetle azaptan soyutlanmış olarak devam edeceğini söylemek müm­kün görünmemektedir.

Kur’ân-i Kerîm’de “her şeyi altüst eden sarsıcı olay, kulakları sağır eden ses [144] diye tasvir edi­len ve özellikle Amme, Tekvîr, İnfitâr, İn-şikâk, Kâria sûrelerinde meydana getire­ceği kozmik değişikliklere temas edilen kıyametin kopması, yine bir kozmik olay olduğu anlaşılan sûra üflenişle gerçekle­şecek, sûra ikinci üflenişle de bütün in­sanlar yeniden hayata kavuşturulacaktır.[145] Âhiretle ilgili birçok âyet ve bunları açıklayan çok sayıdaki ha­disin [146] genel muhtevasın­dan hareketle kıyamet hallerini üç nok­tada özetlemek mümkündür: Haşir, he­sap, cennet ve cehennem. “Toplamak” anlamındaki haşr hem yeniden hayata kavuşturmayı (ba’s), hem de sorguya tâbi tutulmaları için bütün insanları bir mey­dana toplamayı ifade eder. Birçok âyette kıyamet için tekrar edilen “hesap” kav­ramından başka “doğru ile yanlışın ayırt edileceği gün” mânasında yevmü’l-fasl, “ceza ve mükâfat günü” anlamında yevmü’ddîn terkipleri de yer almaktadır.[147] Âhiretteki hesap çerçe­vesine mîzan ve amel defteri de girmek­tedir. Kur’an’da “tartmak” mânasındaki vezn ile “teraziler” anlamındaki mevâzîn kelimeleri kıyamet için kullanılmıştır.[148] Türkçe’de “amel defteri” diye bilinen ve “kişinin dünyada­ki davranışlarının kaydedildiği sicil” ola­rak tanımlanan belge Kur’an’da “kitap” yazılmış, kayıt düşürülmüş kavramıyla anılır.[149] Bazı Mu’tezile kelâmcıları hesap, mîzan ve amel defteriyle ilgili nasları mecazi mânaya almış ve kastedilen şeyin adale­tin gerçekleştirilmesinden ibaret oldu­ğunu söylemişlerdir.[150] Kur’an’da kıyamet gününde kişilerin elleri, ayaklan, gözleri, kulakları ve tenlerinin, sahiplerinin gerçekleştir­diği davranışları haber vereceği ve onay­layacağı kaydedilmektedir [151] Bu tür beyanları, insa­nın kendi genleri veya bedenin bir parça­sı üzerinde oluşmuş kayıtlar şeklinde yo­rumlamak mümkündür.

Birçok âyette hesabın görülmesinden sonra nihaî varış yeri olarak cennet ve cehennem zikredilir. Cennetin ebedîliği hususunda kayda değer farklı bir görüş bulunmamakla birlikte cehennemin ebe­dîliği tartışma konusu olmuştur. “İşken­ce” mânasındaki azabın ilâhî adalet ge­reği sona ereceğini, ancak cehennem eh­linin ölümsüz olduğuna ve oradan hiçbir zaman çıkamayacağına dair nasların be­yanı çerçevesinde cehennemde bulunan­ların cennet ehlinin kavuştuğu nimetler­den yoksun kalma anlamındaki azaptan kurtulamayacaklarını söylemek isabetli görünmektedir.[152] Bekir Topaloğlu (Diyanet İslam Ansiklopedisi, İslam maddesi)

posted in ISLAM | 0 Comments

6th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İbadet, Ahlak Ve Tasavvuf

İbadet

Câhiliye dönemi putperest Araplar’ı genellikle en büyük mâbud ve yaratıcı olarak Allah’a inanmakla birlikte güneş, ay ve çeşitli yıldızları simgeleyen putların gerçek yaratıcının yardımını sağ­lamada şefaatçi olacağına inandıkları için Allah’ı bırakıp putlara ibadet ederlerdi. Başlıca ibadet şekilleri ise puthânelerde dua ve secde etmek, Kabe’yi tavaf etmek, adak adamak, kurban kesmek, sadaka vermekten ibaretti. Umumiyetle âhirete inanmadıklarından bu ibadetlerden bek­lentileri de tamamen dünyevî idi. Bu dö­nemde Hz. Peygamber, Allah’tan başka bir tanrı kabul etmediği için giderek sık­laşan aralıklarla Hira mağarasında uzle­te çekiliyor, tefekkür ve murakabe şek­linde bir tür ibadet hayatı yaşıyordu.[153]

Allah’tan başka tanrı veya tanrılar edin­meyi, içinde doğduğu toplumun ortadan kaldırılması gerekli en ciddi yanlışı olarak gören İslâm dini tevhid akidesini yerleş­tirmeyi birinci hedef seçmiştir. Bu sebep­le Mekke döneminde putperestliğin ve asabiyetten kaynaklanan örflerin hâkim olduğu bir ortamda inen âyetlerde önce­likle tevhid inancının yerleştirilmesine ağırlık verilmiş, bunun için temel sayılan bir manevî ve ahlâkî yapı oluşturulmuş­tur. Allah’a iman, Peygamber’e bağlılık, dünya hayatının geçici, âhiretin kalıcı ol­duğu inancı, tevekkül, takva, huşu, ihlâs, sabır gibi dinî esas ve kavramlar üzerin­de önemle durulmuştur. Yaklaşık on yıl süren bu tebliğ sürecinin ardından hic­retten evvel beş vakit namaz, hicret es­nasında cuma namazı, sonraki yıllarda da zekât, oruç ve hac ibadetleriyle ilgili hü­kümler gelmiştir.

İslâm’da ibadet öncelikle Kur’ân-ı Kerîm’in buyruğudur; Hz. Peygamber de uy­gulamalarıyla ibadetlerin usul ve âdabını öğretmiştir. Kur’an yalnız Allah’a ibadet edilmesi gerektiğini vurgular; çünkü Al­lah her şeyin yaratıcısı [154] yerin ve göğün sahibi, mâliki ve rabbi [155] insanların gerçek hükümdarıdır.[156] Allah’a ibadet edilmek, in­sanlara da yalnız O’na ibadet etmek yaraşır [157] Allah’tan başkasına ibadet etmek cahilliktir.[158] Râgıb el-İsfahânî Kur’an’da iki türlü ibadetten söz edildiğini, akıllı ve iradeli varlıkların kendi istekleriyle, akıl ve iradeye sahip ol­mayan varlıkların da zorunlu olarak (yaratılış kanunlarına uyarak] ibadet ettik­lerini belirtir.[159] Ancak Allah’ın varlık ve birliğini, kudret ve iradesinin mutlaklığını ka­nıtlamayı amaçlayan âyetlerde, iradeli ve şuurlu olanlar da dahil olmak üzere ev­rendeki bütün varlıkların oluş ve hare­ketlerinin ilâhî yasalara mutlak uyumu bilhassa “secde” ve “teşbih” kavramlarıy­la ifade edilir.[160] Sonuç­ta Allah görünmez varlıkları ve insanları kendisine kulluk etmeleri için yaratmış­tır.[161]Andolsun ki biz her ümmete, ‘Allah’a ibadet edin, sahte tan­rılardan uzak durun’ diyen bir elçi gön­derdik [162] mealindeki âye­tin de gösterdiği gibi İslâm dinine göre ibadet bütün peygamberlerin tebliğinde ortak ilkedir. Kur’an’da Nûh, Hûd, Salih, Şuayb, îsâ gibi isimler de zikredilerek [163] her peygam­berin tebliğinde hemen hemen aynı ifa­delerle [164] Allah’a ibadet emrinin tek­rar edildiği bildirilir.[165]

Kur’ân-ı Kerîm’de namaz ve oruç gibi vakitleri, kuralları, miktarları belli olan ibadetler yanında dua, zikir, tövbe, istiğ­far, teşbih gibi kavramlarla ifade edilen ve genel olarak Allah’a imanı, saygı ve teslimiyeti yansıtan; miktarı, şekli, zama­nı kişilerin dinî sorumluluk ve duyarlılığı­na bırakılan davranışlardan da söz edilir, bunlar dinî Öğretide geniş anlamıyla iba­det kavramı içinde gösterilir. Esasen ki­şinin takva duygusuyla Allah’ın rızâsını gözeterek yaptığı, gerek kendisinin ge­rekse başkalarının dünya ve âhireti için hayırlı davranışlar, söylediği sözler, be­denî ve malî fedakârlıklar, hatta iyi niyet, samimi duygu ve düşünceler de genel an­lamda ibadet kapsamına girmektedir. İn­sanın, Kur’an ve Sünnet’te somutlaşan ilâhî iradeye uygun olmasını düşündüğü ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya de­ğer bulduğu her hali ve hareketi İbadet­tir [166] Bu tür davranışlar için özel iba­detlerde olduğu gibi formel ve bağlayıcı hükümler bulunmasa bile Kur’an ve ha­dislerde ortaya konan toplum, hayat, ah­lâk vb. konulara dair açıklamalarda bu mahiyetteki ibadetler vasıtasıyla müs-lümana yüksek bir ahlâkî ve ruhî kişilik kazandırılması amaçlanmıştır. Nitekim Kur’an’da kurbanların etlerinin ve kanla­rının değil kurban kesenlerin takvasının Allah’a ulaşacağı bildirilerek [167] belli şekil şartlan taşıyan ibadetlerin de takva, ihlâs, huşu gibi kalbî hasletler­le oluşan ahlâkî ve ruhî derinlik sayesin­de gerçek muhtevayı kazanmış olaca­ğına işaret edilmiştir. Daha çok tasavvufî eserlerde üzerinde durulan bu anla­yışın en güzel örneklerinden biri Gazzâlinin, ibadetlerin zahirî şartları yanın­da kendi deyimiyle bâtınî şartlarını da derin bir vukufla incelediği İhyâ’ü culûmi’d-dîn adlı eseridir. Gazzâlî bu kitabın­da [168] ilim, ibadet, tasavvuf, zenginlik, din ve hayat anlayışı konularında dönemindeki İslâm toplumu­nun durumunu değerlendirirken dinî ve ahlâkî derinlikten, bilinçten yoksun, fer­din ve toplumun din ve dünya hayatına bir şey katmaktan uzak, basit, verimsiz bir zihniyetin bulunmasından yakınarak bunu ağır bir dille eleştirmekte, bu anla­yışı ortadan kaldırmaya yönelik fikirler or­taya koymaktadır.

İbadetlerin yalnız ferdin Allah katında­ki derecesinin yükselmesini, manevî ha­yatının zenginleşmesini sağlamakla kal­mayıp kişinin kendi iç dünyasına ve dav­ranışlarına, aileden başlamak üzere çe­şitli derecelerde toplumsal hayata da olumlu katkılar sağladığı kabul edilmek­te, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde mak­bul bir ibadetin bu tür sonuçlar doğu­racağı belirtilmektedir.[169] Temelde ferdî yükümlülük­ler olan namaz, oruç, hac ve zekâtın dahi belirgin toplumsal yararlar içerdiği mu­hakkaktır. Bununla birlikte Kur’an’da iba­dete öncelikle Allah ile kul arasındaki özel bir ilişki olarak bakılmış, bundan dolayı ibadet yapmayanlara karşı baskı anlamı­na gelebilecek dünyevî bir yaptırımdan söz edilmemiş, uhrevî teşvik ve uyarılar-, la yetinil mistir. Çünkü bu husustaki mad­dî ve psikolojik baskılar ibadetin niyet, irade, ihlâs, huşu gibi ahlâkî özüyle çeli­şecektir. Nitekim İslâm’ın itikad ve ahlâ­ka dair hükümleri gibi ibadetle ilgili hü­kümleri de insanın irade özgürlüğüne ve davranışlarının sonuçlarına katlanma so­rumluluğuna sahip olduğu ilkesine da­yanmaktadır.

Genellikle İslâm’da ibadetlerin önem bakımından imandan sonra geldiği kabul edilir. İmansız ibadet, gerçekte sadece ri­ya ve münafıklıktan doğan bir gösteriş­ten ibarettir.[170] Kur’an’da Câhi­liye Arapları, ateist oldukları için değil Al­lah’a inanmakla birlikte putlara taptık­ları için eleştirilir. Bundan dolayı pek çok âyette imanla amel-i sâlih bir arada zik­redilmiştir. Kelâm tarihinde amelin iman­dan cüz olup olmadığı hususundaki tar­tışmaların özünde de bu ilişkinin derece­sini belirleme çabası vardır. Ameli iman­dan cüz sayan Haricîler ve Mu’tezile ule­mâsı kulun Allah’a saygı ve bağlılığını gös­teren, hayatının her alanında O’nun buy­ruk ve yasaklarını belirleyici olarak aldığı­nı yansıtan bir davranış göstermesi ge­rektiğini düşünmüşler; ibadetsizliği, ha­ram ve kötülüklerle haşir neşir olmayı Al­lah’ı unutmak ve –günümüz din felsefe­sinde ateizmin bir şekli olarak değerlen­dirilen- dine karşı ilgisizlik gibi kabul et­mişlerdir. Buna karşılık ameli imanın dı­şında tutan çoğunluk, iman esaslarını benimsemeleri şartıyla ibadet ve amel ha­yatı zayıf olanları da mümin kabul ede­rek onları İslâm toplumunun dışına çıkar­mamışlardır.

İbadetlerde asıl olan imanla birlikte niyet, ihlâs, huşu, takva gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içeriktir. Ancak bütün dinlerde olduğu gibi İslâm’da da ibadetle­rin Allah’a saygıyı simgeleyen şeklî özel­likleri vazgeçilmez bir Önem taşır. Şüp­hesiz bu önem, her şeyden önce başlıca formel hükümlerin [171] Kur’an ve Sünnette açıkça bildirilmiş olmasın­dan ileri gelir. İslâm’da temel ibadetler için muayyen şekil ve kurallar tesbit edil­miş bulunmasının diğer bir sebebi de bunların birer şiar değeri taşıması, yani dıştan bakıldığında yapılanın İslâm’a has bir ibadet olduğunu göstermesidir. Bu tür gerekçelerle İslâm âlimleri ibadetle­rin şekillerinin değiştirilemez (tevkifî) ol­duğunu kabul etmişler, ibadetlerin sa­dece içeriğinin önemli olduğunu ileri sü­rerek şekli ve zahiri hafife alan anlayışı “ibâhîlik” olarak değerlendirmişlerdir. Ay­rıca Kur’an’ın emrettikleri, Hz. Peygamber’in uygulayıp ümmetine gösterdikleri dışında yeni ibadet şekilleri türetmek de bizzat Resûl-i Ekrem tarafından yasak­lanmıştır. Sûfîlerin, Sünnî gelenekteki farz ve nafile ibadetler dışında geliştir­dikleri ahzâb ve evrâd okuma, semâ ve zikir âyini yapma, inzivaya çekilme gibi ritüelleriyle ibadet olduğunu ileri sürdük­leri türbe, tekke, şeyh ziyaretleri vb. uy­gulamaları birçok fıkıh âlimince bid’at sayılmıştır.[172]

Kur’an’da ibadetlerin daha ziyade özü ve amacı üzerinde durulurken şekli, âdâb ve erkânıyla ilgili sınırlı bilgi verilmiş, akıl yoluyla tesbiti mümkün olmayan bu ko­nuda asıl merci Hz. Peygamber’in beyan ve uygulamaları olmuştur.[173] Nitekim hadis mecmualarında iba­detlerin şekli, zamanı ve miktarına dair rivayetlerin çok geniş yer tuttuğu görü­lür. Meselâ Buhârî’nin ec-Câmi eş-sahih’inin yaklaşık dörtte biri namaz, ze­kât, hac, oruç ve kurban hakkındaki ha­dislerden oluşur. Esasen Kur’ân-ı Kerîm Müslümanların Hz. Muhammed’i örnek almalarını [174] ve ona uymalarını [175]em­rederken Resûl-i Ekrem de kendisinin bu misyonuna dair açıklamalar yapmıştır.[176] Bununla birlikte günümüzde İs­lâm dünyasında uygulanan ibadet şekil­lerinin bütün ayrıntılarını hadislere da­yandırmak, dolayısıyla bunların Hz. Peygamber’den gelen sünnet olduğunu söy­lemek mümkün değildir. Değişik coğrafyalardaki Müslümanların ibadet uygula­malarında görülen ayrıntılara ilişkin fark­lılıkların önemli bir kısmı yaratana daha çok ibadet etme duygusuyla yaşatılan ge­leneklerdir ve bunlar dinî hayatın bîr yö­nüyle kültürel zenginliğini temsil eder.

İbadetlerde niyet ve ihlâs tevhid ilkesi­nin ibadetteki yansımasıdır.[177] Bunu Hz. Peygamber “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” şeklinde belirtmiştir.[178] Bu bilinçle yapılan az ibadet bu yönden kusurlu olan çok ibadetten hayırlıdır. İs­lâm dini dünya işlerinin düzenini boza­cak, insanlara sefalet ve mutsuzluk geti­recek derecedeki aşırılıkları başka konu­larda olduğu gibi İbadet konusunda da reddetmiştir.[179] Resûl-i Ekrem’in İslâm’­da ruhbanlığın bulunmadığı yolundaki açıklamasının asıl amacı da[180] ibadette aşırılığa saparak dünya işlerinin ih­mal edilmesini önlemektir.

İslâm’da ibadetleri ifa edenlere uhrevî mükâfat vaad edilirken aksine davranan­lar da cezalandırılacakları yönünde uya­rılır. Bu sebeple Mu’tezile âlimleri adalet ilkesini dikkate alarak ibadetin zorunlu sonucunun cennet, ibadetsızliğin sonu­cunun da cehennem olduğunu söylemiş­lerdir. Ancak Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir zorunluluktan söz etmenin yanlışlığı­nı belirtmişlerdir. Bütün İslâm âlimlerine göre ilke olarak ibadet cennet ümidi ve cehennem korkusundan ziyade Al­lah’ın emri olduğu, hatta bundan da öte buyurmamış olsa dahi O’nun ibadet edil­meye lâyık bulunduğu, rızâsını kazanma­ya çalışmanın bir kulluk görevi olduğu için yapılır ve bu şekildeki İbadet en yüksek dindarlıktır. Bu fikir Özellikle tasavvufta âdeta ibadetin vazgeçilmez şartı gibi te­lakki edilmiştir.[181]

İslâmî literatürde ibadetlerin kuralla­rı, vakitleri, miktarları gibi zahirî hüküm ve şartları ayrıntılı olarak fıkıh kaynakla­rında İncelenirken tasavvufta umumiyet­le ibadetlerin derunî, ruhanî ve ahlâkî bo­yutu, kelâmda da ibadetlerin imanla ilgi­si ve âhiretteki sonuçları üzerinde durul­muştur.

Ahlâk

İslâm’dan Önceki Arap toplumu­nun karakteristik özelliği iman ve ibadet bakımından putperestlik, ahlâk bakımın­dan kavmiyetçi dayanışma ruhunu ifade eden asabiyetle aşırı dünyevilik ve hazcı­lık şeklinde özetlenebilir. Bu dönemde ahlâk teriminin karşılığı olarak kullanılan “mürûe” (mürüvvet) kelimesi İslâmiyet’in niyet, amaç ve içerik bakımından ıslah ederek sürdürdüğü cömertlik, cesaret gibi erdemler yanında “mertlik, yiğitlik” şeklindeki sözlük anlamına uygun olarak koyu bir benlik iddiası da taşıyordu. Hat­ta kan davası dahî böyle bir ahlâk anlayı­şının gereği olarak görülüyordu. İlk defa Ignaz Goldziher dönemin edebiyatından örnekler göstererek “câhiliye” kelimesi­nin zihnî anlamda bilgisizliği değil bir tür barbarlığı, hoyratlığı, medenî insanın ahlâkî mâkullüğüne aykırı düşen bir karak­ter tipini ifade ettiğini ortaya koymuştur.[182] Câhiliyenin zıddı konumdaki İslâm kavramının yapı­sında ise hem teslimiyet ve bağlılık hem de barış ve uzlaşma, karşılıklı güven içinde yaşama anlamlan bulunmaktadır. Kur’an’da baştan sona kadar doğrudan veya dolaylı olarak bu iki ahlâk zihniyeti anlatılmakta, aralarındaki derin farklar vurgulanmaktadır. Câhiliye döneminde hilim (ağır başlılık, sabır, hoşgörü) kavra­mının yüksek bir ahlâkı ifade ettiğine ina­nanlar bulunmakla birlikte bu ahlâka, ula­şılması imkânsız bir ide gibi bakılırken İs­lâm dini onu Müslüman ferdin ve toplu­mun hâkim karakteri haline getirmeyi başarmıştır.[183]

Kur”ân-ı Kerîm, Resûlullah’ın yüksek bir ahlâka sahip olduğunu bildirir.[184] Hz. Âişe’nin ifadesiyle onun ahlâkı Kur’an’dan ibarettir.[185] Resûl-i Ekrem de kendisinin ahlâk güzelliklerini tamamlamak üzere gönderildiğini belirtir [186] Bundan dolayı Hz. Peygamber’in Mekke dönemindeki başlıca hedeflerinden biri putperestliğe son ver­mek, diğeri de Allah’a saygı ve insanlara sevgi temeline dayanan bir ahlâkî iliş­kiler düzeni gerçekleştirmek olmuştur. Esasen putperestlik, sadece bâtıl bir dinî inanç değil yüksek bir ahlâkın kurulması­na da başlı başına bir engel teşkil etmek­teydi.[187] İslâm dini, putperestliği kesinlikle reddederek kulların bütün yap­tıklarını eksiksiz bilen ve gören, rahmeti çok geniş, fakat cezalandırması da şid­detli olan Allah inancını yerleştirmekle ahlâkî hayat İçin güçlü bir teme! hazırla­mış [188]böy­lece inananların vicdanına İslâm ahlâkı­nın karakteristik erdemi konumundaki takva kavramıyla ifade edilen Allah’a de­rin saygının ve sorumluluk bilincinin hâ­kim olmasını sağlamıştır. Bu bilinçle müslüman o güne kadar kendi dışındakilerle mücadele ederken kendi nefsinin bencil ve ahlâk dışı eğilimlerine, tutkularına karşı mücadele vermeye başlamıştır. So­nuçta aşırı dünyevîliğin yerini derin bir dinî ve uhrevî sorumluluk şuurunun, İn­sanlar arasında süregeien zıtlaşma ve çatışmaların yerini sevgi ve adalet ilkele­rine dayalı uzlaşma, kardeşlik ve dayanış­ma ilişkilerinin aldığı bir ahlâkî zihniyet ve sosyal yapı oluşmuştur. Başlangıçta daha çok, günah işleme ve Allah’ın aza­bına uğrama korkusu ve kaygısı için kul­lanılan takva kavramı, giderek insan hak­ları konusundakiler de dahil olmak üze­re “Allah’ın bütün yasalarına saygı ve sorumluluk bilinciyle yaşama” biçiminde özetlenebilecek bir anlam zenginliğine ulaşmıştır. Medine döneminde inen Hucurât sûresinde Allah’a ve Peygamber’e saygıdan başlayarak sosyal barışı gerçek­leştirme ve koruma, müminlerin kardeş­liği ilkesine zarar verecek çatışma, alay etme. küçümseme, kovuculuk, suizan gi­bi kötülüklerden sakınma yönünde buy­ruklar sıralanarak bütün insanların aynı ana babadan geldiği, kavim ve kabile farklılıklarının üstünlük sebebi sayılama­yacağı hatırlatıldıktan sonra, “Sizin Allah katında en değerliniz takvada en üstün olanınızdır” (49/13) denilmesi takva kav­ramının ulaştığı anlam genişliğini gös­termesi bakımından ilgi çekicidir.

İslâm ahlâkında insan evrenin en seç­kin varlığı olarak gösterilir; bu da onun gerek bedeni gerekse ruhu ile ferdî var­lığını koruyup geliştirmesini gerektirir. Kur’an’da hem bedenin hem kalbin te­miz tutulması istenir.[189] Bu denge din ve dünya işlerine bakışta da ortaya çıkar. Kur’an yalnız dünyayı arzu edenleri eleştirirken dünya ve âhiretin güzelliklerini birlikte İsteyenleri övgüyle anar.[190] İbadetlerde dahi itidalin korunmasına önem verilir.[191] Bu yaklaşımın sonucu olarak ruhbanlığın reddedilmesinin bir sebebi de evlilik hayatını özendirmektir. İnsan­lık varlığını iki cinsin birleşmesine borç­ludur.[192] Hz. Peygamber, zühd için bekâr yaşamayı tercih eden bir sahâbîye bunun Hıristiyan rahiplerine mahsus bir yaşayış olduğunu hatırlatmış, “bizim sünnetimiz” dediği İslâmî hayat tarzının evlenip aile kurmayı gerektirdiğini belirtmiştir.[193] Kur’ân-ı Kerîm ailenin bir huzur ve sükûn yuvası olması gerektiğine İşaret eder, aile üyeleri ara­sındaki sevgiyi Allah’ın bir lutfu olarak gösterir.[194]

Hz. Peygamber, temelde sosyal ilişkile­rin sevgi ve paylaşma duyguları üzerine kurulması gerektiğini belirtir.[195] İslâm toplumunda iş ve ticaretten siyasî ve idarî hayata ka­dar her alandaki ilişkilerde Müslümanla-nn böyle bir ahlâkı şuurla hareket etmesi gerektiğini bildiren pek çok âyet ve ha­dis vardır. İslâm dini sosya! gerçekliğe bü­yük önem verir. Sosyal hayatın gereği olan ortak münasebetlerin hem Allah’ın rızâ­sına hem de insanların iyiliğine uygun ola­rak sürdürülebilmesi için Kur’an ısrarla adaletin gerekliliğini vurgulamaktadır. Daha sonraki kaynaklarda “müsavat” ke­limesi de kullanılmakla birlikte başta Kur’an olmak üzere İslâmî eserlerde ada­let kavramı eşitliği de kapsar. Meselâ. “Çocuklarınıza verdiğiniz şeylerde ada­letli davranın” anlamındaki hadiste [196] adalet eşitlik demektir. Câhiliye döneminde kendilerini “ahrâr” (hürler, soylular) diye niteleyen üst sınıfın bütün direnmesine rağmen İslâm dini. eşitlik ve adalet ilkelerinden kesinlikle fe­dakârlıkta bulunmadığı gibi bu ilkelerle çelişmeyen mâkul ve meşru bir özgürlük anlayışı da geliştirmiştir. İnsanın özgür­lük hakkını kullanırken meşruiyet sınır­ları dışına çıkmasını önleyici yasal düzen­lemeler getirilmekle birlikte bu hususta en büyük ağırlık kişinin kendi Özgürlüğü­nü yine kendisinin sınırlamasını, gerekti­ğinde özveride bulunmasını sağlayan di­nî ve ahlâkî duyarlılığa verilmiştir. Dinî duyarlılığın esasını, insana “şah damarın­dan daha yakın” bulunan [197] ve onun gizli açık bütün yaptıklarından ha­berdar olan [198] Allah inancı oluşturur. Ahlâkî duyarlı­lık ise doğruluk ve dürüstlük, soğukkan­lılık, ağır başlılık, tevazu, kanaatkârlık, feragat ve fedakârlık, af, sabır, vefa gibi sosyal sonuçlan da olan erdemlerle orta­ya çıkar. Meselâ kötülük edenlere adalet ölçüsü içinde karşılık vermek fert için bir haktır; bağışlama yolunu tercih etmek ise bir ihsan ve dolayısıyla erdemdir.[199] Kur’an. kötülükleri iyilik ve güzellikle karşılamanın düşmanlıkları sıcak dostluklara dönüştüreceğini bildi­rir.[200]

İslâm’ın ortaya çıktığı dönemdeki diğer büyük uygarlıklarda olduğu gibi İslâm’da da kölelik kurumunun bulunması onun belirtilen eşitlik ilkesinde bir istisna teş­kil eder. Fakat İslâm’da kölelerin durumu diğer uygarlıklardakinden çok farklıdır. Meselâ Roma İmparatorluğu’nda efendi, bir şahıs değil bir eşya kabul edilen köle­sinin yaşaması ve öldürülmesi hususun­da mutlak karar yetkisine sahipti [201] İslâmiyet, o günkü milletlerarası şartlar ve karşılıklı ilişkiler­de hâkim telakkiler sebebiyle kölelik ku­rumunu tek taraflı olarak kaldırmamış-sa da köleleştirme yollarını daralttığı, kö­leleri Özgürleştirmeye teşvik edici veya zorlayıcı hukukî ve ahlâkî hükümler koy­duğu gibi kölelerin durumuyla ilgili ola­rak o dönemdeki başka hiçbir uygulamay­la mukayese dahi edilemeyecek derece­de iyileştirmeler yapmıştır.[202]

Sonuç olarak İslâm dini kişiyi, katı ve anlamsız geleneklerin bağlayıcılığından ve kabilenin kendi başına değersiz bir parçası olmaktan kurtarıp inanç, düşün­ce ve eylemlerinin niteliğine göre kendi kendini değerli veya değersiz kılan ger­çek bir şahsiyet haline getirmiştir. Buna göre, “İnanmış bir köle putperest hür bir erkekten, yine inanmış bir câriye putpe­rest hür bir kadından daha değerlidir.[203] Ahlâk bakımından bu kabul, kişinin bağımsız bir değer olduğu ilkesinin ilânından başka bir şey değildir.[204] Böylece kişi kendi tercih ve kararıyla rabbinin merhametli, kerîm ve sevgisi sonsuz bir ilâh olmasını dikkate alarak kendinde de bu yönde üstün bir ahlâk geliştirebilir. Bu mahiyetteki her ahlâkî duygu ve davranış ilâhî bir sıfatın insandaki tecellisi demektir.[205]

İslâm’ın ilk yüzyılında ahlâk genellikle dinî ilke ve kurallara ve bunlarla eğitilen Müslümanlann sağduyusuyla verdiği yar­gılara dayanıyordu. II. (Vlll.) yüzyılın baş­larından itibaren ortaya çıkan siyasî ve kültürel gelişmelerin, başka din ve kül­türlerle tanışmanın sonucunda gerek yöntemleri gerekse problemleri ve yaklaşımları birbirinden farklı ahlâk anlayış­ları oluşmaya başlamıştır. Kelâm ilminde kulların fiilleri daha çok Allah’ın ilim, ira­de ve kudretiyle ilgisi bakımından ele alı­narak insanın irade özgürlüğü ve sorum­luluğu ile eylemlerinin değeri ve sonuçla­rı tartışılmış, tasavvufta en yüksek amaç olan mârifetullaha ulaşabilmek için kalbin arındırılması ve ahlâkın güzelleştirilmesine ağırlık verilmiştir. Felsefede ise genellikle insanın ahlâkî tabiatı ve nefsin ahlâkla ilgili güçleriyle bunlardan doğan erdemler ve erdemsizliklerin tanıtımı, nefsin eğitilmesi, en yüksek amaç olarak saadet ve ona ulaşma yollan, bunun için elverişli olan ve olmayan toplum ve siya­set çeşitleri gibi konular üzerinde durul­muştur.

Tasavvuf

İslâm dini Hint çileciliği, Hıristiyan ruhbanlığı gibi koyu mistik tema­yüllere izin vermez; evlenmeyi, dünya için çalışmayı ve dünya nimetlerinden meşru ve mâkul ölçülerde yararlanmayı tavsiye eder. Bununla birlikte bizzat Hz. Peygamber’in ölçülü bir zühd hayatı yaşadığı, çev­resindekileri de bu hayata özendirdiği bilinmektedir. Ebû Hüreyre, Resûlullah’ın arpa ekmeğiyle karnını doyurmadan bu dünyadan göçtüğünü söyler.[206] Esa­sen dünyanın geçiciliği, asıl ve ebedî ha­yatın ölüm sonrasında bulunduğu şek­lindeki genel yaklaşımın [207] mantıkî sonucu olarak bu hayatın imkân­larını fâni hazlar için kullanmak yerine on­ları ebedî hayattaki kurtuluş için değer­lendirmek gerekirdi. Kur’ân-ı Kerîm, İs­lâm mücahidlerine fetihler sayesinde çok miktarda ganimet elde edeceklerini bil­dirmekte [208] fakat Allah katında daha çok ganimet bulunduğunu da haber vermektedir.[209] Ay­rıca ibadetlerin ve her türlü iyiliğin niyet ve ihlâs gibi kalbî hasletlerle değer kazan­ması, Müslümanın vicdanında derin dinî kaygı ve sorumluluk duygusunun (takva) hâkim kılınması, insanın “hevâ” kelime­siyle İfade edilen nefsinin saptırıcı eğilim ve ihtiraslarına karşı sürekli uyanık bu­lunması, kader ve teslimiyet inancı, uh-revî sorumluluk kaygısı, varlığın derin­den temaşası ve görünenin arkasındaki anlamının kavranması, bütün insanlığın aynı ana babadan gelen bir aile olduğu vb. konulardaki açıklama ve uyarılar, İslâm dünyasında tasavvufun gelişmesine im­kân veren bir zihniyet oluşturuyordu. Bu­nun yanında Hz. Peygamber’den sonra baş gösteren ve giderek yoğunlaşan si­yasî anlaşmazlıklar, iç savaşlar, baskı ve zulümler; Asr-ı saâdet’teki takva, zühd, tevekkül, kanaatkârlık, sevgi, özveri gibi erdemlere dayalı hayat anlayışının yerini bencilliğin, servet ve debdebe tutkularının aldığına işaret eden gelişmeler, baş­tan beri zâhidâne bir hayata eğilimli olan­lar arasında derin kaygılara yol açmıştır. İbn Haldun tasavvufun doğuşunu bu tür uzvî sebeplere bağlamaktadır. Her ne kadar zamanla Hıristiyanlık, Yeni Eflâtun­culuk, Budizm, İran gnostisizmi gibi din ve kültürler İslâm dünyasında tasavvufî hareketlerin yön ve şekil almasında, ta­savvufî düşünce ve hayat anlayışlarının, özellikle felsefî tasavvufun doğmasında geniş ölçüde etkili olmuşsa da hemen bü­tün mutasavvıflarla diğer Müslüman ilim adamları tasavvufun İslâm’ın kendi iç dinamiklerinin eseri olduğunu belirtir; müsteşriklerin büyük çoğunluğu da da­hilî sebeplerin etkisini kabul eder. Hatta Louis Massignon tasavvufun, kökleri ve gelişmesi bakımından devamlı olarak okunan, üzerinde düşünülen ve kendi­siyle amel edilen Kur’an’dan doğduğunu belirtir.[210] Tasavvuf meşruiyetini Kur’an’dan almasa ve onunla uzlaştırıl­ması, onun üzerine temellendirilmesi mümkün olmasaydı marjinal bir anlayış olmaktan daha ileriye gidemez, özellikle toplum tarafından benimsenerek tarikat­lar halinde kurumlaşması mümkün ol­mazdı. İlk dönem zâhidlerinden itibaren mutasavvıfların tasavvufî görüş ve uygu­lamalarını Kur’an’a ve hadislere dayan­dırmaya özel bir önem verdikleri görül­mektedir.

İbn Haldun “ibadete ağırlık vermek, kendini Allah’a adayıp dünya gösterişin­den yüz çevirmek, halkın önem verdiği lezzet, mal ve mevki karşısında zühdü tercih etmek ve halktan uzak durmak” şeklinde özetlediği hayat tarzının esasen ashap ve Selef arasında da yaygın ol­makla birlikte bu anlayışta olanların II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sûfiyye ve mutasavvıfe diye anılmaya başlandığını be­lirtir.[211] Ancak bu isimlerin kullanımının daha sonra yay­gınlık kazandığı bilinmektedir.[212]

İlk zamanlarda bilhassa Basra’da Hasan-ı Basrî’nin çevresinde oluşan zühdî harekette Allah ve âhiret korkusunun ve bundan kaynaklanan hüzün duygusu­nun hâkim olduğu bir tasavvufî anlayış gelişmeye başlamış; Hasan-ı Basrî’nin saygın kişiliği, engin kültürü ve etkili ko­nuşmaları sayesinde bu anlayış Basra’yı aşarak Horasan’dan Mısır’a kadar İslâm dünyasının çeşitli bölgelerine yayılma im­kânı bulmuştur. Ancak kadın sûfî Râbia el-Adeviyye’nin etkisiyle Allah korkusu ve hüzünden çok Allah sevgisini, ümit ve iyimserliği esas alan yine Basra merkezli yeni bir anlayış daha gelişmiştir. Böylece İslâm’ın itikadî konularına dair kelâm il­mi; ibadetler, helâller ve haramlar, hukuk ve siyaset gibi pratik alanlarıyla ilgili olarak fıkıh ilmi teşekkül ederken insa­nın gönül ve duygu dünyasını zenginleş­tirme, derunî ve ahlâkî boyutunu geliş­tirme işlevini de tasavvuf üzerine almış­tır. Başlangıçta tasavvuf bir zihin hareketi değil gönül hareketi olarak ortaya çıkmış­sa da zamanla bu hareketin başlıca iki farklı çizgide geliştiği görülmektedir. Ebû Saîd el-Harrâz, Cüneyd-i Bağdadî, Haris el-Muhâsibî, Serrâc, Kelâbâzî, Kuşeyrîve Gazzâlî gibi mutasavvıfların temsil ettiği Sünnî karakterli birinci çizgi geleneksel İslâm’ı koruma, diğer dinî ilimlerle uyum­lu kalma çabasını sürdürmüştür. Bâyezîd-i Bistâmî, Hakim et-Tirmîzî, Hallâc-ı Mansûr, Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr, İbnü’l-Arabî, İbnü’l-Fârız gibi mutasavvıfların temsil ettiği ikinci çizgi, büyük ölçüde dış kül­türlerden aldığı yeni etkilerle her alanda küllî hakikate ulaşma yetkisini kendinde gören, bu sebeple zaman zaman gele­neksel dinî ve aklî ilimleri küçümseyerek dini, varlığı, evreni, oluşu ve insanı yeni­den yorumlayan ve buna uygun bir hayat felsefesi oluşturan bir düşünce hareketi haline gelmiştir. Buna bağlı olarak baş­langıçta zühd, ibadet, takva, tevekkül, tevessül, fakr, cihad gibi Kur’an ve hadislerde yer alan kavramlar kullanılarak bunlara ruhanî yönü ağır basan, fakat Sünnî gelenekle de çatışmayan anlamlar verilirken bunlara yavaş yavaş bilinen an­lamları yanında gelenekte alışık olunma­yan içerikler de yüklenmeye başlanmıştır. Meselâ Hz. Peygamber’in tevekkül konu­sundaki bilinen tavrına rağmen tevekkül kavramı giderek dünyayı reddetmeye ka­dar varan bir anlam değişikliğine uğra­mış, hatta bazı sûfîler tedavi olmayı dahi tevekküle aykırı görmüştür.[213] Aynı akım tarafından fena, vecd, cezbe, şirb, sekr, gaybet, ittihad, vahdet gibi İslâmî inanç­lara aykırı anlamlar içerdiği gerekçesiyle Sünnî ulemânın, hatta bazı ılımlı mutasavvıfların tenkitlerine yol açan yeni kav­ramlar üretilmiştir. Yine başlangıçta za­hirî amellerle ilgili kitaplara istihfafla ba­kan(HAFİFE ALAN) bu çığırdaki sûfîler, giderek tasavvuf­la bu amelleri birlikte götürmenin gerek­liliği üzerinde duran ılımlı mutasavvıfla­rın eserlerini dahi küçümsemeye başla­mışlardır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bi­le sûfîlerin vasıtasız(MELEK ARACILIĞI İLE DEĞİL DİREKT ALLAH’TAN VAHİY ALDIĞI İDDİASI) bilgisi yanında kita­bî bilginin (KUR’AN’IN) önemsizliğini anlatırken [214] Kuşeyrî’nin er-Risâle’sin­den ve Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kütü’l-kulûb’undan alaylı bir anlatımla söz eder.[215] Zaman zaman siyasî ve içtimaî sıkıntılara da yol açan Hurufîlik, Babaîlik, Kalenderîlik, Haydarîlik, Melâ­mîlik, Abdallık gibi heterodoks akımlar önemli ölçüde teorik temellerini bu mu­tasavvıfların görüşlerinden almışlardır. Ancak bu akımlar Ebû Tâlib el-Mekkî. Kuşeyrî ve özellikle Gazzâlî gibi mutasavvıf­ların çabaları sayesinde, umumiyetle Sün­nî İslâm çerçevesinde kalma sorumlulu­ğunu daima canlı tutan ve bu sayede ge­niş kitlelerce benimsenen tasavvufî an­layışların sahip olduğu seviyede güç ve etkiye ulaşamamıştır. Mustafa Çağrıcı (Diyanet İslam Ansiklopedisi, İslam maddesi)

posted in ISLAM | 2 Comments

6th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İslam’ın Doğuşu Ve Yayılışı

Milâdî 610 yılında vahye muhatap olan Hz. Muhammed, getirdiği yeni mesajın Mekke’deki dinî ve içtimaî geleneği sarsı­cı mahiyette oluşu sebebiyle önceleri gizli tebliğde bulundu ve üç yıl kadar sadece yakın çevresini dine davetle yetindi. Dör­düncü yıldan itibaren belli bir sayıya ve güven duygusuna erişen ilk cemaat ken­dini belli eder etmez Mekkeli müşriklerin şiddetli hücum ve işkencelerine mâruz kalınca Hz. Peygamber dileyen Müslümanların Habeşistan’a hicret etmesine izin verdi (öl 5,616). Mekke’de kalan Müslümanlar, müşriklerin baskı ve saldırıları­nın yanı sıra yaklaşık üç yıl (617-620) top­lumdan tecrit edilmiş bir şekilde tam bir sosyoekonomik boykot ve kuşatma altın­da yaşadı. İslâm’ın Mekke’de tebliğine ve tutunmasına imkân görmeyen Resûl-i Ekrem. Medineliler’le yaptığı Birinci ve İkinci Akabe biatlanndan sonra kendile­rine himaye vaad eden Yesrib’e (Medine) hicret etmeleri için ashabına izin verdi. Daha sonra da kendisi Hz. Ebû Bekir’le birlikte Medine’ye hicret etti ve İslâm ta­rihinde yeni bir dönem başlamış oldu.[266]

Medine’de oluşan yeni siyasî-hukukî yapı içinde bir taraftan sosyal, ekonomik ve askerî teşkilâtlanma gerçekleştirilir­ken diğer taraftan buradaki ve Arap ya­rımadasındaki gayri Müslümanlarla iyi ilişki­lerin kurulmasına çalışıldı. Kısa zamanda müstakil bir güç haline gelen Müslümanlar. Müşriklerin tehdit ettiği güvenlikle­rini ve ekonomik varlıklarını teminat altı­na alma yolunda önemli bir mesafe kat ettiler. Tek geçim kaynaklan olan kervan ticaretinin Medine’deki Müslüman varlığı tarafından engellenmesini hayatî bir teh­dit olarak değerlendiren Mekke müşrikleriyle hicrî 2 (624) yılında yapılan ve kesin zaferle sonuçlanan Bedir Gazvesi Müslümanların Arap yarımadasında bü­yük bir itibar ve güç kazanmasını sağla­dı; böylece Hz. Peygamber İslâmiyet’i tebliğ için daha geniş imkânlara kavuştu. Ardından gerek Mekke müşrikleri gerek­se antlaşmalarını bozan Medine yahudileriyle yapılan Benî Kaynukâ’, Uhud, Benî Nadîr, BenîMustalik, Hendek ve Benî Ku-rayza gazveleri ve diğer askeri harekât nihayet Hudeybiye Antlaşması ile sonuç­landı.

6 (628) yılında Mekkeli müşriklerle im­zalanan Hudeybiye Antlaşması İslâm’ın yayılış tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Kur’ân-ı Kerîm’de “feth-i mübîn” (apaçık zafer) olarak nitelendirilen bu ant­laşma [267] o zamana kadar sı­radan âsiler gibi görülen Müslümanların siyasî kimliklerinin bütün Arabistan kabi­leleri tarafından kabul edilmesi anlamını taşıyordu. Böylece Müslümanlar ve müş­rikler birbirlerini daha iyi tanıma imkânı elde ettiler. Bu sayede İslâmiyet Arap ya­rımadasında hızla yayılmaya başladı. Hu­deybiye Antlaşmasından Mekke’nin fet­hine kadargeçen iki yıl zarfında Müslüman olanların sayısı o güne kadar on sekiz yıl içinde Müslüman olanların sayı­sını aştı. Bu antlaşma aynı zamanda Hayber’in fethine de zemin hazırladı.

4 (625) yılında Medine’den Hayber’e sürülen Benî Nadîr yahudileri, Suriye ti­caret yolunun güvenliği bakımından bir tehdit oluşturdukları gibi çevre kabileleri ve Mekke müşriklerini kışkırtarak Hen­dek Gazvesi’nin meydana gelmesinde de etkin rol oynamışlardı. Hudeybiye Antlaş­ması ile, çıkacak herhangi bir Müslüman-yahudi savaşında Mekkeliler’in tarafsızlığı sağlanınca Hayber’e sefer düzenlenerek önemli bir tehdit noktası ortadan kaldı­rıldı (7/628). Hayber’in fethi, gün geçtikçe güçlenen yeni bir devletin habercisi ola­rak Arap kabileleri üzerinde büyük bir te­sir icra etti. Hz. Peygamber aynı yıl Ha­beş, Bizans. Mısır ve Sâsânî hükümdar­ları ile Belkâ ve Yemâme hâkimlerine bi­rer elçi göndererek onları İslâm’a davet etti. Daha sonra diğer bölgelere de elçi­ler gönderildi.

Müşriklerin Hudeybiye Antlaşması’ni bozmaları üzerine gerçekleşen Mekke’nin fethi (8/630) ve hemen ardından vuku bu­lan Huneyn ve Tâif gazveleri kısa sürede bütün Arap yarımadasının İslâmlaşmasına kapı açtı. Yarımadanın çeşitli bölge­lerinde yaşayan müşrik kabileler İslâm’ı kabul ettiklerini bildirdiler. On yıl içerisin, de gerçekleşen bu olağan üstü gelişme­lere tesir eden önemli hususlardan biri, normal şartlarda hiçbir şekilde bir araya gelmesi mümkün olmayan kabile toplu­luklarının Hz. Peygamber’in liderliğinde kısa zamanda kaynaşmış olmasıdır. Re­sûl-i Ekrem’in mesajı, birbirine rakip ve düşman olan kişi ve kabilelerin hassasi­yet gösterdiği her türlü feodal çağrışım­lardan uzak, âdil ve kuşatıcı bir mahiyet arzettiği için onun Önderliğinde gerçek­leşen birliktelik sonucunda oluşan ve da­ha Önce birbirine karşı kullanılan kolektif güç artık başkalarına yöneltilmişti. Böy­lece bölgedeki diğer yahudi ve hıristiyan kabilelerinin de itaat altına alınmasıyla daha Hz. Peygamber’in sağlığında İslâm Arap yarımadasındaki en büyük güç hali­ne geldi. Resûl-i Ekrem’den sonra İslâm’ın yayı­lışı Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de dü­zenli bir şekilde devam etti ve en yoğun dönemini Emevîler devrinde yaşadı. Hz. Peygamber’in vefatının ardından bir kı­sım Arap kabilelerinin başlattığı “ridde” hareketinde Hz. Ebû Bekir’in ortaya koy­duğu kararlı tutum Müslümanların Ara­bistan yarımadasında güçlenmesini sağ­ladı ve İslâm, çöküş dönemlerine giren Bizans veSâsânîdevletlerinin zaaflarını değerlendirerek yeni coğrafyalara yer­leşti. Hulefâyi Râşidîn devrinde birçoğu barış yoluyla gerçekleşen fetihlerle Suri­ye, Filistin, Irak ve Mısır, İfrîkıye (Tunus), Kıbrıs, İran ve Horasan İslâm toprakları­na katıldı. Bu bölgelerde halkın büyük kıs­mı İslâmiyet’i kabul etti, diğerleri de dinî özgürlüğe ve hukukî özerkliğe sahip ola­rak varlıklarını sürdürdüler.

Yaklaşık bir asır devam eden Emevîler döneminin ilk yılları iç karışıklıkların bas­tırılarak devlet otoritesinin sağlanmasıy­la geçti. Bilhassa I. Velîd devri (705-715) Mâverâünnehir, Sind ve Endülüs’ün (is­panya) İslâm topraklarına katılarak ülke sınırlarının Türkistan’dan Fransa’nın iç­lerine. Kafkaslar’dan Hindistan’a kadar genişlediği yeni bir fetih hareketine sah­ne oldu. Müslümanların Batı Avrupa’daki ilerleyişi. Fransa’nın güneyinde Tours ve Poitiers şehirleri arasındaki ovada Franklar’a yenilmeleriyle durduruldu (732). Ömer b. Abdülazîz’in İslâm’ı tebli­ğe özel bir önem vermesi, Kuzey Afrika’­da Berberîler ve Orta Asya’da Türkler ara­sında İslâmiyet’in hızla yayılmasında et­kili oldu. İslâm dünyasının iki ucunda yer alan ve Arap toplumu içinde asimüe edil­miş küçük unsurlardan çok farklı olan bu iki büyük topluluk, daha sonra hem İslâ­miyet’in yayılmasına hem İslâm uygarlı­ğının gelişmesine büyük katkıda bulun­du.

Emevî Devleti’ne son veren Abbasîler büyük bir coğrafyaya tek merkezden hük­metmenin zorluğuyla karşılaştılar. Nite­kim iktidara geldikleri ilk yıllardan başla­mak üzere bir yüzyıl içinde batıda ve do­ğuda bağımsız veya yarı bağımsız birçok mahallî hanedan ortaya çıktı ve IX. yüz­yılın ortalarına doğru hilâfetin maddî nü­fuzu başşehir ve çevresini aşamaz duru­ma geldi. Bu dönemde devlet yeni fetih­ler yerine içeride düzeni sağlamaya yöneldi. Bizans sınırı tahkim edilerek Ana­dolu’ya zaman zaman akınlar yapıldı. Bizans’la yapılan mücadeleler, daha sonra Suriye ve el-Cezîre’de Yukarı Mezopotam­ya hâkimiyet kuran mahallî hanedanlar­la devam etti.

Kuzey Afrika’nın İslâm hâkimiyetine geçmesi VI!. yüzyılın son çeyreğinde ta­mamlanmışken Batı ve Orta Afrika’da İs­lâmiyet’in yayılışı önce Müslüman tüccar­lar ve Özellikle XI. yüzyılda Murâbıtlar’ın iç bölgelere nüfuzu, tarikatlar ve din âlim­lerinin tebliğleriyle uzun bir süreç içinde gerçekleşti. Doğu Afrika’da da bir taraf­tan kıtanın Kızıldeniz ve Hint Okyanusu sahilleri boyunca kurulan ticari münase­betler ve bu yörelere çeşitli zamanlarda yapılan göçler, diğer taraftan Mısır’ın fet­hini (642) müteakip Nil vadisi boyunca gi­rişilen fetih hareketleri, ticarî faaliyetler ve yine göçlerle İslâmiyet yayıldı. Bu böl­gede de tüccarlar, din âlimleri ve tasav­vuf ehlinin tebliğ ve irşadları, yerli hanım­larla evlenip halkla kaynaşmaları Müslümanlığın benimsenmesinde önemli rol oynadı.

Anadolu’nun fethi ve İslâmiyet’in bura­da yayılışı, XI. yüzyıldan itibaren bilhassa 1071’deki Malazgirt Savaşfndan sonra Türklerin yoğun bir şekilde göçüyle yeni bir merhale kaydetti. Büyük Selçuklular ve onların maiyetinde Anadolu fethine katılan Türkmen beylerinin Orta ve Doğu Anadolu’da kurdukları Türk devletleri. Anadolu Selçukluları, bu devletin zayıfla­masıyla ortaya çıkan Anadolu beylikleri ve nihayet Osmanlılar Anadolu’nun İslâmlaş­ma sürecini tamamladı. Avrupa’nın batı ucundaki İspanya’da İslâm varlığının yok olmaya yüz tuttuğu bir dönemde doğu­dan yeni bir fetih hareketi başladı. XIV. yüzyılın ortalarında Rumeli’ye geçen Osmanlılar’ın Balkanlardaki ilerlemesi dü­zenli bir şekilde devam etti. 1389’daki Kosova Meydan Savaşı ile Sırbistan Türk hâkimiyetine geçerken 1463’te Bosna, 1521’de Belgrad, 1S26’da Budin fethe­dilerek 1529’da Viyana önlerine ulaşıldı.

Hindistan ve Çin’in Arap dünyası İle İs­lâm öncesine dayanan ticarî ilişkileri İslâmî dönemde de sürdü ve bu ülkeler İs­lâmiyet’le Arap ve İranlı tüccarlar vasıta­sıyla tanıştılar. Emevîler zamanında Sind bölgesinin fethiyle (710-711) başlayan Hindistan’daki İslâmlaşma süreci Gazneliler, Gurlular. Delhi sultanları ve Bâbür-lüler’le devam etti. Çin’in önce kıyı bölge­lerine ticaret amacıyla gelen Müslümanlar yerli kadınlarla evlenerek zamanla bu­raya yerleştiler ve kurdukları kolonilerle İslâmiyet’in yayılmasında rol oynadılar.

Moğol İmparatorluğu devrinde Çin’in iç bölgelerinde geniş halk kitleleri İslâmi­yet’i kabul etti, bilhassa Yüan hanedanı döneminde (1271-1368) bu yayılış önem­li bir mesafe katetti.

Endonezya adalarına da Arap, İran ve Hint asıllı tüccarlar vasıtasıyla giren İslâ­miyet önce Sumatra ve Cava’nın liman şehirlerinde etkili oldu; bilhassa XIII. yüz­yıldan itibaren ticaret, yerli kadınlarla ev­lilik ve tarikatlar vasıtasıyla hızla yayıldı. Yöneticiler ve yerli halkın toplu ihtidâsıyla devam eden bu süreç içinde sonraki yüzyıllarda bölgede birçok Müslüman sul­tanlık ortaya çıktı.

İslâmiyet’in Amerika kıtasıyla ilk te­ması, XV. yüzyılın sonlarında Endülüs’te (İspanya) İslâm hâkimiyetinin son bul­masıyla Müslümanlara karşı girişilen kat­liam ve yıldırma hareketinden kaçanlar vasıtasıyla olmuş,bunları İspanyol-Por­tekiz sömürgeciliği döneminde kıtaya göç eden işçi ve sanatkârlarla XVII ve özel­likle XVIII. yüzyılda Afrika’dan götürülen köleler izlemiştir.

İslâmiyet’in kısa sürede geniş bir coğ­rafyada yayılarak birbirinden çok farklı inanç ve kültürlere mensup insanlarca benimsenmesini açıklamak üzere Batılı araştırmacılar tarafından bazı izahlar ya­pılmıştır: Fethedilen bölgelerde kılıç zo­ruyla İslâmlaştırma. fethedilen toprakla­ra göç eden Müslüman toplulukların et­kisi, İslâm hâkimiyetine giren gayri müslimlerin cizye gibi ekonomik yaptırımlar­dan kurtulma ve idarî mekanizmada ken­dilerine yer bulma arzulan, İslâm’ın özel­likle bazı bölgelerde geleneksel olarak ezilmiş alt tabaka mensuplarına vaad et­tiği sosyal eşitlik, adalet ve özgürlük gibi fikirlerin cazibesi.[268]

İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığına dair gö­rüş genel bir açıklama olarak bugün ar­tık geçerliliğini kaybetmiştir. Zira tarih­te zorla ihtida örneklerine rastlanmakla birlikte bunun İslâm’ın yayılış sürecinde kayda değer bir faktör olmadığı anlaşıl­mıştır.[269] Önceleri Arap yarıma­dası ve civarında yahudi ve hıristiyanlar aleyhine olan İslâm’ın yayılışının Batı dün­yasında XIX. yüzyıla kadar daha çok bu faktörle açıklanması gayretinde gele­neksel duyguların [270] ve sömürgecilik döneminde insanları “aslî inançlarına döndürme” amacıyla hare­ket eden misyoner faaliyetlerinin etkisi olduğu açıktır. Daha o dönemde muhalifleri bulunan bu görüş [271] günümüzde önemini kaybet­miş olduğundan başka faktörler üzerin­de durulmaya başlanmıştır. Bu çerçeve­de ortaya atılan sosyoekonomik görüşle­re göre. Hz. Peygamber’in ve ilk halifele­rin karizmatik kişilikleriyle birliği sağlanan bedevi Arap kabileleri yaşadıkları yoğun bir kuraklık döneminde zorunlu olarak verimli bölgeler arayışına yönelmişlerdir. Diğer bir açıklama denemesi de komşu Bizans ve Sâsânî devletlerinin karşılıklı savaşlardan yıpranarak bu yeni güce bo­yun eğdikleri şeklindedir.[272] Şüphesiz bu tür yaklaşımlar bir bütünün küçük parçalarını açıklamakta yeterli ola­bilirse de olgunun tamamını kapsayıcı değildir. Nitekim ne o dönemde Hicaz’da böyle bir kuraklığın yaşandığı delillendirüebilmiş, ne de bu yaklaşımla fetihlerin Bizans ve Sâsânî topraklarından daha öteye gidişi açıklanabilmiştir.

Bu faktörlerin değişik zaman, mekân ve şartlarda münferit olarak veya bera­berce etkili olduğu pek çok araştırmada ortaya konulmakla birlikte İslâmiyet’in farklı din. dil, ırk, kültür ve sosyal gruba mensup insanlar arasında böylesine ge­niş çaplı bir dönüşümü sağlamasını genel anlamda geçerli bir sebebe bağlamak mümkün değildir. Özellikle ilk fetihlerin kısa sürede başarıya ulaşması, bunu ger­çekleştiren siyasî ve askerî gücün kendi maddî ve manevî dinamikleri kadar fet­hedilen topraklardaki dinî. siyasî ve içti­maî şartlarla da yakından ilgilidir. Gerek Irak, Suriye ve Mısır gerekse Kuzey Afrika ve İspanya’da yerli halk fetihler sırasında geniş ölçüde tarafsız kalmış ve fâtihler ciddi bir engelle karşılaşmamıştır. Bu bölgelerde devletin ve hâkim dinî mez­hebi temsil eden kilisenin iktisadî ve dinî baskısı altındaki halk Müslümanlar ken­di bağımsızlıklarına engel görmemiştir. Anadolu’da da Ortodokslar dışındaki hıristiyan ahali Türkler’in gelişini Bizans’ın cezalandırılması olarak kabul etmiş ve kendilerine karşı bir düşmanlık beslememiştir.

İslâm’ın doğduğu coğrafyada dikkati çeken tablo kabile kültürü içinde bulu­nan, putperest bir inanç sistemine sahip, çoğu göçebe toplulukların kazanılması sürecidir. Bunu, yakın coğrafyalarda as­lında tek tanrı inancı taşıyan, kısmen şe-hirleşmiş toplulukların İslâmlaşması ta­kip etmiştir. İslâm’ın kendi coğrafyasın­daki Arap putperestlere karşı tavrında, yeni teşekkül eden dinî-siyasî toplum ve medeniyetin yerleşmesinin önündeki engellerin ortadan kaldırılması İçin İslâm­laşmada belli ölçüde güç kullanımı bir gereklilik olarak görülürken diğer gayri müslim topluluklara karşı tavrında, İs­lâm’ı kabul etmemeleri durumunda ge­tirilen zimmî statüsü ile daha çok o gün­kü milletlerarası şartlarda barışı sağla­manın etkili ve kalıcı aracı olarak siyasî hâkimiyetin tanınması öncelikli hedef ol­muştur. Ancak zimmîlerin kısa zamanda ihtidanın kendilerine sağlayacağı avan­tajları farketmesi beraberinde İslâmlaş-ma”yı da gündeme getirmiş olmalıdır. Ye­ni ve yüksek bir medeniyete kurucuları ve sahipleriyle aynı şartlarda ortak olmak, kendi feodal yapılan içinde ezilen insan­lar ya da imtiyazlarını kaybeden aristok­ratlar, askerler, tüccarlar için göz ardı edi­lemeyecek bir teşvik unsurudur. Ayrıca İslâm’ın vahye dayanan daha önceki din­leri aslî yapıları içinde kabul ederek onları tamamlayıcı bir perspektif sunması, Ya­hudilik ve Hıristiyanlık gibi din mensup­larının ihtidalarını kolaylaştıran bir başka unsurdur. Bu noktada üzerinde durul­ması gereken bir husus da bilhassa Bi­zans ve Sâsânî medeniyetlerinden sonra Ortadoğu ve Yakındoğu’da yükselen bir medeniyet olarak İslâm’ın İlim, sanat, kültür, ekonomik ve sosyal imkânlar bakımından örnek ve emsalsiz bir cazibe merkezi meydana getirmiş olmasıdır. Coğrafî konum olarak Asya, Avrupa ve Afrika milletleri için kolay ulaşılabilir olan bu cazibenin tesis ettiği şehir medeniyetiyle en temel insanî ihtiyaçlar olan gü­venlik ve bir hayat standardı sağlaması açısından da olumsuz şartlarda yaşayan bazı komşu topluluklara hitap etmiş ol­ması tabiidir. Diğer taraftan İslâmlaşmanın pek çok bölgede gerçekleştirdiği de­ğişiklik ve yeni kültürel kimlik sosyolo­jik gelişmeyi de hızlandırmıştır. Meselâ Uzakdoğu ve Afrika’nın bazı bölgelerinde insanlar tek tanrı inancını büyük oranda ilk defa İslâm’la tanıdıkları gibi yine ilk defa kabileden devlet olma aşamasına geçmişlerdir. Zira İslâm’ın tabii farklılık­ları önemsizleştirerek iman merkezli top­lumsal kardeşliği hedefleyen mesajı kısa sürede göçebelik, kabile hayatı, coğrafya ve etnik yapı gibi faktörlerle ya da inanç farklılığı gibi sebeplerle parçalanmış du­rumdaki insan topluluklarını birleştirip yeni ve dinamik bir güç olarak ortaya çık­malarını sağlamıştır.

“İnsanların dininin sultanlarının dini” olduğu geleneksel toplumlarda kral, ka­bile reisi ve idarecilerin ihtidası ardından toplu İslâmlaşma’yı getirmiştir. Bunda zaman zaman siyasî, ekonomik ve sosyal mülâhazalar rol oynamışsa da toplu ih­tidalar devlet eliyle ve zorla olmamıştır. Meselâ Hint yarımadasında Müslüman nüfusun coğrafî dağılışı, Müslümanların siyasî nüfuzu ile İslâm’ın benimsenmesi arasında ters bir orantı bulunduğunu göstermektedir. Zira İslâm’ın Hint yarı­madasına girmesi fetihlerle olmasına rağmen yayılışı daha çok Müslüman hâ­kimiyet alanlarının dışındaki komşu böl­gelerde gerçekleşmiştir. Özellikle Güney Hindistan’da dikkat çeken bu durum si­yasî, sosyal ve ekonomik faktörlerden zi­yade tasavvufun rolüne işaret etmektedir.

Orta, Batı ve Güney Afrika ile Uzakdo­ğu’daki İslâmlaşma’da da ferdî irşad ve tebliğ, ticarî ilişkiler ve tasavvuf rol oyna­mıştır. Bu yerlerde ayrıca sömürgeci dev­letlere ve misyonerlik faaliyetlerine karşı oluşan reaksiyon İslâmlaşma’yı daha da teşvik etmiştir. XI-X1V. yüzyıllar arasında Karahıtaylar’la Hârizmşahiar arasındaki mücadeleler ve Moğol istilâsı sebebiyle göç eden ve yerli halka sayıca üstünlük sağlayan Türk nüfusun Anadolu’nun Islâmlaşma’sındaki rolü de bu göçle gelen çok sayıda âlim ve mutasavvıfın katkısın­dan soyutlanamaz. Tasavvuf hareketi. XV. yüzyıldan itibaren Rumeli ve Balkanlar’-daki ihtida ve fetihlerde de dikkate de­ğer bir etkinlik göstermiştir.

İslâm’ın yayılışında değişik faktörler rol oynamakla birlikte onun kalıcı ve yerli ha­le gelmesinde etkili olan en önemli unsur şüphesiz mesajının muhataplarında ger­çekleştirdiği değişimdir. Kendine has bir inanç ve değerler sistemi, dünya ve âhi-ret görüşü ile yeni bir insan tipi ve kimlik oluşturan dinin cazibesi daima süreklili­ğini korumuştur. Bu durum, şartların de­ğiştiği zamanlarda bile toplu irtidadların bulunmadığı veya İslâm’ın bir defa girdi­ği topraklardan (Batı ve Doğu Avrupa ör­neklerinde olduğu gibi) ancak güç kullanı­larak çıkartabildiği gibi gerçeklerden de anlaşılmaktadır. Batılı araştırmacıların İs­lâm’ın yayılışıyla ilgili olarak daha çok bir­takım ekonomik ve sosyal faktörlere vur­gu yapmaları, belirli ölçüde tarihî gerçek­liğe tekabül etse bile bu İslâm’ın din olma keyfiyetini göz önüne almayan bir yakla­şımdır. Halbuki farklı mekân, zaman ve şartlarda gerçekleşen İslâmlaşma süre­cinde bizzat İslâm’ın din olarak mahiye­tinin metafizik bir olgu sayılarak dikkate alınmaması, ihtidaların dinî ve ruhî bir değişim ve dönüşüme yol açmadığı gibi sonuçlara da götürür. İslâmiyet’in daha önceki semavî dinleri tasdik edici ve bü­tünleyici özelliği, insan-Allah ilişkisinin aracısız ve sade oluşu, inancın ahlâkî ve sosyal yansımaları, İnsanların eşitlik ve özgürlüğüne yaptığı vurgu, dine girişin formalitesiz oluşu ve insanın yeryüzün­deki varlığını anlamlandırmasında sun­duğu kılavuzluk, kişilerin bu dîni benim­semesinin en etkili unsurları olarak de­ğerlendirilmelidir. Bu inanca bağlananla­rın kazandığı metafizik şuur ve bilinç­lenmenin sağladığı güven duygusunun insanın iç dünyasında oluşturduğu huzur ve sükûn hayata daha yüksek anlamlar yükleyerek bütün devirlerde cazibesini korumuştur. Bu husus aynı zamanda, ih­tidanın günümüzde de Afrika’dan mo­dern Batı’ya kadar birçok toplumda bü­tün canlılığı ile yaşanmakta olmasını açık­lamaktadır.[273] Azmi Özcan (Diyanet İslam Ansiklopedisi, İslam maddesi)

[266] bk. Hicret

[267] el-Feth 48/1

[268] Köse, sy. I 119971, s. 66; ayrıca bk. İstimâlet

[269] meselâ bk. Lapidus.s. 244;Smart, s. 14; Eaton, s. 9

[270] Daniel, s. 244-265

[271] meselâ bk. Arnold, s. 49, 265

[272] Eaton, s. 10

[273] ayrıca bk. ihtida

posted in ISLAM | 2 Comments

6th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Günümüz İslam Dünyasıİslâm Ülkeleri ve Nüfus

İslâm tari­hinde modern dönem, Batı ile İslâm dün­yasının ilişkilerinde yeni gelişmelerin or­taya çıktığı XVIII. yüzyılın sonlarından iti­baren başlatılır. Bu süreç. Batılı devletle­rin Müslümanlara ait toprakları doğru­dan işgale girişmelerinin yanı sıra Müslüman toplumları siyasî, iktisadî ve kültü­rel bakımdan nüfuz altına almaya çalışmaları şeklinde ortaya çıkmıştır. Rusya’­nın Kırım’ı ilhakı (1783) ve Fransa’nın Mı­sır’ı işgali (1798) bu sürecin başlangıcını teşkil etmektedir. Özellikle Fransız İhtilâli’nin etkilerini de taşıyan Napolyon’un Mısır’ı işgali İslâm dünyasında önemli dinî-siyasî gelişmelere yol açtı. XVIII. yüz­yılın sonlarından itibaren İngiltere, büyük bölümü Osmanlı denetiminde olan Bas­ra körfezinde nüfuz temin etmiş. Uman 1798’de bir anlaşma ile İngiliz himayesine girmişti. İngiltere 1820’de Basra körfe­zindeki kabilelerle antlaşma imzalayarak burada da nüfuz sahibi oldu ve 1839’da Aden’e yerleşti.

XIX. yüzyılda İslâm dünyası her bakım­dan hıristiyan Batı’nın üstün teknik ve as­kerî gücüyle yüzyüze geldi. Osmanlı top­rakları ile kısmen İran ve Afganistan ha­riç bütün İslâm memleketleri sömürge haline düştü. Bu yüzyılda İslâm dünyası­nın kayda değer tek büyük devleti olan Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu ge­rileme sürecinde Kırım’ı Rusya’ya bı­rakmak zorunda kalmakla yeni bir dö­neme girmişti. III. Selim’den itibaren başlatılan ıslahat ve yeniliklerle Osmanlı ge­rilemesine çözüm arandı. Diğer taraftan Batı yayılmacılığı, artan ayrılıkçı hareket­ler ve bağımsızlık arayışları sonucunda Osmanlı Devleti yine toprak kaybetti. 18O4’te Sırbistan ve 1821 ‘de Yunan ayak­lanması ile başlayan Osmanlı Devleti’ni zayıflatma süreci 1830’da Cezayir’in Fransızlar tarafından işgaliyle devam et­ti. 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı”ndan sonra ise yeni bir döneme girildi. Trakya hariç hemen hemen Balkanlar’ın tama­mı devletten koptu. Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız oldu. Bulgaristan ise özerk hale geldi (1878). Ardından Tu­nus Fransızlar (1881), Mısır (1882) ve Su­dan (1899) İngilizler tarafından işgal edil­di. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde elde kalan son gayri müslim eyaletlerdeki bağımsızlık talepleri yoğunlaşmıştı. Osmanlı idaresindeki merkezî Arabistan’da orta­ya çıkan en önemli gelişme ise Vehhâbî-lik akımı idi. Bu anlayışın önemli bir siya-sî-dinî güç haline gelerek Hicaz’ı ele geçirmesi üzerine Osmanlı Devleti bölgeye Kavalalı İbrahim Paşa kumandasındaki Mısır askerlerini sevkederek Vehhâbîler’in siyasî yayılımını durdurdu (1818). Ancak XIX. yüzyılın sonlarına doğru bu hareket Abdülazîz b. Abdurrahman’ın (II. Abdülazîz) önderliğinde yeniden canlandı ve XX. yüzyılda Suudi Arabistan Krallığı’nın kurulmasına zemin hazırladı.

İslâm dünyasında Şiîliğin temsilcisi olan İran’da da yoğunluğu askerî alanda ol­mak üzere bir dizi yenilik meydana gel­di. 1828’de Kuzey Azerbaycan’ı Rusya’ya kaptıran İran, sembolik olarak bağımsız­lığını muhafaza etmesine rağmen İngil­tere ve Rusya ülkenin güneyi ve kuzeyini kendi nüfuz alanları ilân ettiler. Aynı şe­kilde XIX. yüzyılın bağımsızlığını konjonk-türel olarak koruyabilmiş İslâm ülkelerin­den olan Afganistan da İngiltere ve Rus­ya’nın nüfuz mücadelesine sahne oldu. Sömürgecilik döneminde giderek Avrupalılar’ın etkisine giren Hindistan’da Bâ-bürlüler’in çöküş devresinde teşekkül eden küçük devletlerin İngiliz hâkimiye­tine girmesi kolay oldu. İngilizler’in yayıl­ma siyasetine karşı 18S7’deki bağımsız­lık hareketinin başarısızlıkla sonuçlan­ması Müslümanlar için bir dönüm noktası teşkil etti. Bu olaydan sonra İngiliz aske­rî hâkimiyetini kabul etmekten başka bir yol kalmadı ve ülke tamamen sömürge-leştirildi. XIX. yüzyılın ikinci yarısına ge­lindiğinde Orta Asya’daki hanlıklar da Rusya’nın genişleme siyasetine karşı di-renemez duruma geldi; Fergana (1865), Semerkant (1868) Hîve (1875) ve Buhara (1920) Ruslar’ın hâkimiyetine girdi. XVII. yüzyılın başından İtibaren Güneydoğu As­ya’daki Müslümanlar üzerinde hâkimiyet kurmaya başlayan Hollanda, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Endonezya’yı tamamen otoritesi altına aldı. Aynı şekilde Cava ve Açe de direnişlerinde başarılı olamayın­ca Hollanda egemenliğine boyun eğmek zorunda kaldılar.

Afrika’da bir yandan sömürgeci devlet­lere karşı direniş hareketleri gelişirken diğer yandan Müslümanları içinde bulun­dukları durumdan kurtarmak amacıyla ihya ve ıslah hareketleri ortaya çıkıyordu. XIX. yüzyılın başında Osman b. Fûdî’nin önderliğinde gelişen cihad hareketi Batı Afrika’daki kabileler arasında İslâm’ın ya­yılmasında etkili oldu ve güçlü bir devle­tin kurulmasında rol oynadı. Daha sonra Muhammed Emîn el-Kânimî, Samori Tü­re ve Râbih b. Zübeyr gibi liderlerin cihad hareketleri hem Müslüman olmayan ma­hallî unsurlara hem de sömürgeci Batılı güçlere yönelmişti. Doğuda Sudan’da Mu­hammed Ahmed el-Mehdî’nin 1881’de başlattığı cihad aynı zamanda bir bağım­sızlık hareketiydi. Bununla birlikte XIX. yüzyılın son çeyreğinde Habeşistan ve Li­berya dışında Afrika’nın hemen hemen tamamı Batılı ülkelerin istilâsına uğradı. Kuzey ve Batı Afrika’da Fransa, Güney ve Doğu Afrika’da İngiltere büyük sömürge imparatorlukları kurdular. Ayrıca İspan­ya, Portekiz ve Almanya’nın sömürgele­rinde de Müslümanlar bulunuyordu.

Napolyon’un işgalinin ardından Mısır’­da iktidara gelen Kavalalı Mehmed Ali Pa­şa döneminde siyasî ve iktisadî alanlarda önemli yenilikler yapıldı. Halefleri de ge­lişmeyi sürdürdü. Bu uygulamalar ülke maliyesinin Avrupa’nın kontrolüne geç­mesine yol açtı. Yabancı etkisine karşı ar­tan hoşnutsuzluklar Urâbî Paşa’nın önderliğinde ayaklanmaya dönüşünce İngil­tere Mısır’ı işgal etti (1882). Aynı şekilde Tunus da 1881 “de Fransızlar’ca işgal edil­di. Bu tarihten sonra meydana gelen di­reniş hareketleri sert tedbirlerle bastı­rılırken Avrupa’dan getirilen birçok kişi bölgeye yerleştirildi. Fas ise Fransa, İs­panya ve İngiltere rekabetinin arasında XIX. yüzyılda bağımsızlığını koruyan ülke­lerden biri oldu. Ancak bu durum uzun sürmedi ve giderek artan Fransız nüfu­zuna karşı XX. yüzyılın başında meydana gelen direnişin (1911) bastırılması sonu­cunda ülke 1912’de Fransız himayesine girdi.

XIX. yüzyılda İslâm dünyası hıristiyan Batı’nın yayılması karşısında gerileyen, pek çok bölgede fiilen Batı hâkimiyetine giren ve sömürge yönetimleri altında ka­lan, içeride Batıcı reformlara ve düşünce­lere açılan toplulukları İfade etmektedir. Afganistan, İran ve Fas gibi kısmen ba­ğımsızlıklarını koruyabilen ülkeler ise Ba-tılılar’ın nüfuz mücadelesine sahne oldu. Bu çağın tek bağımsız İslâm ülkesi olan Osmanlı Devleti, uzun süren bir gerileme­nin ve yenilenme çabalarının sıkıntıları ile uğraşmaktaydı. Balkanlar’daki azınlıkla­rın Batılı devletlerce kışkırtılıp desteklen­mesiyle başlayan ayaklanma ve savaşlar neticesinde Osmanlı Devleti de Arnavut­luk, Makedonya ve Trakya’yı kaybetti (1911-1912). Aynı şekilde Libya, İtalyan işgaline uğradı (1912). Bunu takip eden I. Dünya Savaşı İse Osmanlılar’ın sonunu getirdi. Böylece XX. yüzyılın başında fiilen bütün İslâm dünyası Batı hâkimiyetine boyun eğmek durumunda kaldı. Türki­ye’de önce saltanatın (1922), arkasından hilâfetin (1924) kaldırılıp Batılılaşma yolunda köklü değişikliklere gidilmesi önem­li bir değişimin ifadesi oldu.

Osmanlı topraklan olan Suriye ve Lüb­nan’da Fransız; Filistin. Irak ve Ürdün’de İngiliz manda idareleri kuruldu (1920). I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlılar’a kar­şı İngilizler’le iş birliği yaparak ayaklanan Mekke Emîri Şerif Hüseyin, Hicaz kralı ol­mayı beklerken Hicaz Suud hanedanına bırakıldı. Hüseyin’in oğullan Abdullah Ür­dün, Faysal Irak kralı olarak tanındı. Ne-cid ve Hicaz bölgelerine hâkim olan Suü-dîler daha sonra Suudi Arabistan Krallı-ğı’nı kurdular (1932).

Arap yarımadasının güneyindeki Ye­men. İngiltere nüfuzunda bağımsızlığını korurken Basra körfezindeki şeyhlikler İn­giltere’nin denetiminde kaldı ve 1960’lardan sonra oluşturulan yeni yapılanmada bağımsız devletler olarak milletler toplu­luğuna katıldı. İngiltere’nin manda yöne­timindeki Filistin’de biryahudi devleti ku­rulmasının habercisi olan Balfour Bildiri-si’nden (1917) sonra ortaya çıkan geliş­meler, iki dünya savaşı arasında dış ülkelerden gelen yahudi göçüyle daha da kar­maşık bir durum aldı. İsrail Devleti’nin ku­rulmasıyla (1948) şekil değiştiren Filistin sorunu XX. yüzyılda Müslümanları en çok meşgul eden siyasî meselelerden biri oldu.

XIX. yüzyılda Çarlık Rusyası’nın hâkimi­yetine giren Kafkasya ve Orta Asya’da, Ekim 1917 Bolşevik İhtilâli’nden sonra on yıl içinde dinsizlik resmî politika haline ge­tirildi ve Müslümanlar büyük bir baskı al­tına alındı. 1914’te mevcut 24.562 cami­den 1942’de sadece 1312’si kalmıştı. Sov­yetler Birliği’nin dağılmasıyla (1990) ba­ğımsızlığını kazanan Azerbaycan. Türk­menistan, Özbekistan, Tacikistan. Kırgı­zistan ve Kazakistan’da dinî hayatta hızlı bir canlanma başladı. Binlerce mescid ve cami ile yüzlerce okul açıldı. Aynı zaman­da İslâm ülkeleriyle ilişkiler kurularak iş birliği imkânları geliştirildi.

XX. yüzyılın başında anayasal bir reji­min kurulmasında ulemânın önemli rol oynadığı İran’da 1921’de darbe ile ikti­darı ele geçiren ve 1925’te Pehlevî hane­danını kuran Rızâ Şah’ın döneminde ülke­de tam anlamıyla Batı tarzında bir top­lumsal model benimsendi. II. Dünya Sa­vaşı yıllarında müttefikleri tarafından Sovyetler Birliği’ne yardım ulaştırmak için işgal edilen İran’da İngiliz nüfuzu savaş­tan sonra yerini Amerika Birleşik Devletleri’ne bıraktı ve bu durum 1979’daki İs­lâm devrimine kadar sürdü.

Yüzyılın ilk yarısında Güney Asya’daki Müslümanlar arasında milliyetçilik ve ba­ğımsızlık hareketleri dikkat çekti. Bu ara­da Hindistan Müslümanları Birliği kurul­du (1906). II. Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın yeniden şekillenmesi sırasında Müslümanlar Hindular’la ortak hareket ettiler. Ancak giderek artan gerginlik so­nucunda Müslümanlar kendi devletleri­ni kurmak için mücadele başlattılar ve 1947’de Pakistan Devleti kuruldu. Müslüman nüfusun yoğun olduğu Keşmir Hin­distan işgalinde kaldı. 1971’de Pakistan’­da iç savaş çıktı ve Doğu Pakistan olarak adlandırılan Bengladeş birlikten ayrılarak bağımsız bir devlet oldu. Hollanda’nın sö­mürgesi olan Güneydoğu Asya’daki Müslümanlar arasında 1912’de kurulan Mu-hammediyye hareketi Endonezya’da et­kisini giderek arttırdı. Siyasî alanda Sarekat islam ile (1912) Partai İslam İndone-sia (1938) sömürgeciliğe karşı kitle hare­ketini yönlendiren kuruluşlardı.

Bu dönemde Afrika”daki Müslümanla-rın durumunda fazla bir değişiklik olma­dı. Mısır’daki İngiliz nüfuzu ve askerî var­lığı 1954’e kadar sürdü. 1898’de Sudan üzerinde kurulan Mısır-İngiliz ortak hi­mayesiyle Tunus ve Cezayir’deki Fransız sömürge idareleri devam ederken Libya’­da İtalyan işgali vardı. Böylece Afrika’ya büyük ölçüde hâkim olan Avrupalılar za­man zaman ortaya çıkan ayaklanmaları bastırarak hâkimiyetlerini sürdürdüler.

XX. yüzyılın ikinci yarısı İslâm dünyası için bir bağımsızlık dönemi oldu. Müslümanlar kurdukları yeni devletlerle millet­lerarası platforma çıktılar. Daha önce Mı­sır 1922’de, Suriye 1930’da, Irak 1932’de ve Lübnan 1941’de şeklen bağımsızlık­larını kazanmışlardı; ancak Avrupalı-lar’ın bu ülkelerden tamamen çekilmesi II. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşti. Yemen’de 1962’de başlayan İç savaş ül­kede 1967’de iki ayrı devletin doğması­na yol açtı. Bu ülkeler 1990 yılında tekrar birleşerek Yemen Cumhuriyeti’ni kurdu­lar. Ortadoğu’da Kuveyt (1961) Birleşik Arap Emirlikleri (1971) Bahreyn (I971), Uman (1972), Katar (1972); Güneydoğu Asya’da Endonezya (1949), Malezya (1963), Bruney (1984); Afrika’da Libya (1951), Sudan (1956) Tunus (1956], Fas (1956), Gine (1958), Benin (1960), Burkina Faso (1960), Fildişi Sahili (1960), Gabon (1960), Kamerun (1960), Mali (1960), Mo­ritanya (1960) Nijer (1960), Nijerya (1960), Senegal (1960), Somali (1960), Çad (1960) Tanzanya (1961), Sierra Leone (1961), Cezayir (1962), Uganda(1962), Gambia (1965), Gine Bissau (1974), Cibuti (1977) ve Komor adaları (1978) bağımsız devlet­ler arasında yer aldılar. Sovyetler Birliği’n-deki Azerbaycan. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan Müslüman cumhuriyetlerinin bağımsızlı­ğa kavuşmaları ancak 1991 yılında müm­kün oldu. Rusya tarafından bağımsızlık hakkı tanınmayan Çeçenistan ise müca­delesini hâlâ sürdürmektedir.

XX. yüzyılda yaygınlaşan milliyetçi akımlar ve siyasî partiler Müslüman top­lumları bağımsızlığa götürmekle beraber dünyada döneme damgasını vuran tota­liter anlayışlar İslâm ülkelerinde de hâ­kim duruma geldi. 1970’ten sonra İslâm dünyasında Batı tahakkümü ve Batı ta­raftarı yöneticilere karşı İslâmî motifler taşıyan muhalefet sesini yükseltmeye başladı. Libya’da 1969’da monarşiyi yıka­rak iktidarı ele geçiren Muammer Kaddâfî, İslâm’la sosyalist düşünce ekseninde bir dinî söylem geliştirdi. Pakistan’da da benzer gelişmeler oldu ve sol eğilimli Zülfikar Ali Butto’yu bir darbeyle deviren Ge­neral Ziyâülhak İslâmlaşma’ya önem ver­di. İran’da ulemânın önderliğinde geniş halk kitlelerinin başlattığı muhalefet ha­reketi bir devrim gerçekleştirdi ve şahlık yönetimine son verilerek İran İslâm Cum­huriyeti kuruldu (1979).

1980’li yıllarda, soğuk savaş döneminin iki kutbu arasına sıkışmış durumda bu­lunan İslâm dünyasında kendine dönüşü ve İslâmlaşma’yı savunan eğilimlerde ar­tış gözlendi. Suriye’de İhvân-ı Müslimîn’in Hafız Esed iktidarına karşı muhalefeti Hama’da binlerce kişinin ölümüyle so­nuçlandı. Irak ve Lübnan’da İran yanlısı si­yasî akımlar giderek güçlendi. Diğer ta­raftan Mısır’da da İhvân-ı Müslimîn’in fa­aliyeti artmakla beraber iktidarın baskı ve kontrolü devam etti. İsrail’le anlaşma­ya giden Enver Sedat öldürüldü (1981). Cezayir’de siyasî bir harekete dönüşen İs­lâmî muhalefet İslâmî Selâmet Cephe-si’nde örgütlendi; ancak Aralık 1991’de yapılan genel seçimlerin ilk turunu kazan­masına rağmen ikinci tur yapılmadan ön­ce idareye el koyan ordu tarafından ikti­dara gelmesi önlendi. İrak’ın Kuveyt’i iş­galinden sonra patlak veren Körfez Sava­şı (Ocak 1991) Karabağ,Bosna Hersek, Kosova ve Çeçenistan olaylarında Batı dünyasının izlediği politika Müslümanlar arasında tepkiyle karşılandı. Özellikle Bosna-Hersek’in bağımsızlığını ilân et­mesinden sonra Avrupa’da yeni bir ba­ğımsız İslâm devletinin kurulmasına karşı hıristiyan dünyasının tavrı, Sırplar’ın bölgedeki katliamları ile Rusya’nın özgürlük mücadelesi veren Çeçenler’e yönelik sert müdahalesi ve İnsan haklan ihlâlleri Batı karşıtı akımların güçlenmesinde etkili ol­du. Doğu blokunun çökmesi ve demok­ratikleşme sürecinin başlaması ile birlikte Makedonya, Romanya, Arnavutluk, Bul­garistan ve eski Sovyetler Birliği’ndeki Türk cumhuriyetlerinde dinî hayatta can­lanmalar başladı.

İslâm dünyasında belli ölçüde birlik sembolü kabul edilen halifeliğin kaldırılmasından sonra Müslümanlar arasında dayanışmayı sağlamak amacıyla çeşitli çalışmalar yapıldıysa da bir netice alınamadı. II. Dünya Savaşı’nın ardından Müslümanlar arasındaki birlik çalışmaları yeniden gündeme geldi. 1945’te üye ülkelerin bağımsızlık ve egemenliklerini korumak, güçlerini birleştirmek maksadıyla Arap Birliği kuruldu. Milletlerarası islâm İktisat Konferansı (1949) Karaçi’de ve Tahran’da toplantılar yaptı. Farklı amaçlar için kurulan Bağdat Paktı (1955), Merkezî Antlaşma Teşkilâtı (CENTO, 1959), Afrika Birliği Teşkilâtı (OAU, 1963), Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilâtı (RCD, 1964) ve Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN, 1967) gibi kuruluşlar İslâm ülkelerini de İçine aldı. Günümüzde İslâm ülkeleri arasında birliğin sağlanması için 1969 yılında toplanan İslâm Zirve Konferansı’nın ardından İslâm Konferansı Teşkilâtı kuruldu.

XX. yüzyılın başında 230 milyon tah­min edilen Müslümanlann sayısı 1950′-lerde 360-400 milyon arasında bulunu­yordu. 2000’li yılların başında bu sayının 1 milyar200 milyon civarında olduğu he­saplanmaktadır. Nüfusun yaklaşık% 90″ı Sünnî. % 8-10’u Şiî’dir. Ehl-i sünnet mez­heplerinden Hanefîlik başta Türkiye ol­mak üzere Balkanlar’ın büyük kısmı. Orta Asya’da Türkler’in yaşadığı yerlerle Hin­distan’da çoğunluğun benimsediği mez­heptir. Libya, Tunus. Cezayir ve Fas’ı kap­sayan Kuzey Afrika’nın büyük bir kesimin­de Mâlikîlik; Mısır, Suriye, Arabistan’ın güneyi, Bahreyn, Uzakdoğu’da Malay adaları (Endonezya, Malezya), Sudan gibi ülkelerle Dağıstan ve Orta Asya’nın bazı yerlerinde Şafiîlik; Suudi Arabistan, Katar ve Uman gibi ülkelerde de Hanbelîlik hâkimdir.

İran’da nüfusun yaklaşık % 9O’ı, Irakta % 6O’ı, Azerbaycan’da % 70’i, Bahreyn’­de % 55-60’ı ve Lübnan’da % 25’i Şiî’dir. Ayrıca Kuveyt, Tacikistan, Pakistan, Afga­nistan ve Türkiye’de belli oranlarda Şiî -Ca’ferî Müslüman bulunmaktadır. Şîa’-nın bir kolu olan Zeydîlik Yemen’de yay­gındır. İbâzıyye mezhebi mensupları ise Uman ve Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerin­de yaşamaktadır.

Kendilerini İslâm dairesinde kabul eden mezheplerden Yezîdîliğin İrak’ın bazı böl­geleriyle Türkiye’de Güneydoğu bölgesi­nin bazı yerleşim merkezlerinde az sa­yıda mensubu vardır. Nusayrîler’in ya­şadığı yerlerin başında Suriye gelir. Tür­kiye’de Güneydoğu bölgesinde de bir grup Nusayri mevcuttur. İsmâiliyye men­supları Suriye, Hindistan, Pakistan, Orta Asya, İran ve Yemen’de; Dürziler Suriye. Lübnan. Filistin ve Ürdün’de yaşamak­tadır. Ana merkezleri İran olan Bahâîler dünyanın pek çok ülkesinde dağınık bir şekilde küçük gruplar halinde bulunmaktadır. Aynı şekilde merkezleri Hindistan ve Pakistan olan Kâdiyânîler de birçok ül­kede faaliyet göstermektedir.

Etnik bakımdan Ortadoğu ve Kuzey Af­rika’da yaşayan Arapiar’Ia Araplaşmış topluluklar en büyük Müslüman kitlesini oluşturmaktadır. Bunları Güneydoğu As-ya’daki Malaylar’dan sonra Anadolu, Bal­kanlar, Kafkasya ve Orta Asya’daki Türk­ler, İranlılar, Hintliler, Afrikalı siyahiler, Boşnaklar, Arnavutlar ve Makedonlar ta­kip etmektedir. Dünyadaki Müslüman nü­fusunun yaklaşık üçte biri dinî ve siyasî azınlık statüsüyle gayri müslim ülkelerde yaşamaktadır. Ancak sayılan hakkında ve­rilen bilgilerin çoğu politik sebepler dola­yısıyla kesin değildir.

Müslüman azınlıkların teşekkülünde farklı süreçler söz konusu olmuştur. Bir kısım Müslümanlar İslâm’ı yaymak ve ti­caret yapmak amacıyla gittikleri yerler­de başlangıçtan itibaren çok defa azınlık statüsünde yaşamışlardır. Bunun en dik­kat çekici örnekleri Sri Lanka, Çin, Filipin­ler gibi Uzakdoğu ülkelerinde görülür. Müslümanların azınlık statüsüne düştü­ğü bir başka durum, İslâm’ın hâkim oldu­ğu toprakların zamanla Müslüman olma­yan devletler tarafından ele geçirilmesi ve çok sayıda Müslümanın ülke dışına gön­derilmesiyle ortaya çıkmıştır. Buna İspan­ya (Endülüs) örnek teşkil eder. Bir diğer durum ise Müslüman yönetiminin uzun süre hâkim olmasına rağmen Müslümanların çoğunluğa ulaşamaması ve hâkimi­yeti kaybetmeleri sonucunda ortaya çık­mıştır. Yüzyıllarca süren Osmanlı hâki­miyetinden sonra Balkanlar’da Bosna ve Arnavut bölgeleri dışındaki yerlerde Müslümanlar azınlık statüsüne düşmüştür. Benzeri bir durum uzun süre İslâm hâki­miyeti altında kalan Hindistan’da da söz konusudur.

Bu arada Batı’da XX. yüzyılın ikinci ya­nsında Müslüman azınlığın oluşmasının ayrı bir süreci vardır. Bunda genel olarak üç faktör rol oynamıştır. 1980 ve 1960′-larda Batı’mn yabancı işçi çalıştırma is­teği özellikle Akdeniz çevresindeki İslâm ülkelerinden bilhassa Almanya, Fransa ve Belçika’ya işçi akımına yol açmıştır. İkinci faktör, Avrupa devletlerinin eski kolonile­rinden Müslümanların zaman zaman bu ülkelere göç etmesidir. İngiltere ve Hollanda’daki Müslümanların bir kısmı bu yolla oralara yerleşmiştir. Günümüzde bunlara, sayılan sürekli olarak artan müh-tedilerle İslâm ülkelerinden gelen siyasî mülteciler de eklenmektedir.

Amerika kıtasındaki Müslüman azınlı­ğın çoğunu Hindistan ve Afrika’dan ge­len kişiler oluşturmaktadır. Sömürgecilik döneminde işçi ve köle olarak yeni dün­yaya götürülen bu insanları, XIX. yüzyıl­dan itibaren kendi istekleriyle göç eden Ortadoğu ve Kuzey Af rikalı Müslümanlar takip etmektedir. Bu göçlerin en yoğun olduğu dönem I ve II. Dünya savaşları sonrasıdır. Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri’nin vatandaşlık politikası gere­ği her yıl kabul ettiği belli sayıdaki insan arasında Müslümanlar da bulunmakta­dır. Davut Dursun (Diyanet İslam Ansiklopedisi, İslam maddesi)

posted in ISLAM | 0 Comments

6th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Fikir Hareketleri.

Klasik İslâm düşüncesi, XVIII. yüzyılın sonuna kadar ge­nel olarak bütün yerleşik medeniyetlerde olduğu gibi yenilik arayışından çok hem geleneği koruyarak hem de kendini ge­liştirerek devam etmiş, bu arada hayatın tabii akışı içinde gerek duyduğu içtimaî ve siyasî düzeni üretmeye ve bu alanda ortaya çıkan sorunları çözmeye çalışmış­tır. Moğol istilâsı her ne kadar o dönem İslâm coğrafyasının bazı bölgelerinde önemli kırılmalara sebep olmuşsa da kla­sik dönemin enönemli kurumları olan medrese ve tekke Abbasî medeniyetinin olgunluk döneminden itibaren gelişerek yaygınlaşmış, bunun neticesinde fikrî fa­aliyetler biri rasyonalite ve beyan temel­li, diğeri tasavvufî-ahlâkı tecrübe ve ol­gunlaşma amaçlı iki sahada yoğunlaşmış, irfan ve felsefe ekseninde üretilen düşün­ce ise entelektüel fakat etkisiz bir çizgide kalmıştır. Klasik dönemin fikrî ortamını ifadede tahkik ve taklid terimleri önem­li bir yere sahip olduğu gibi ihya, ıslah ve tecdid de bilhassa sûfîler ve muhaddisler tarafından toplumsal değişme karşı­sında geliştirilen tavırları, ayrıca ilmî ve içtimaî talepleri ifade eden önemli terim­ler olmuştur. Özellikle Fahreddin er-Râzî tesiri altında gelişen Mâverâünnehir hav­zasının tahkik geleneği fıkıh, kelâm, fel­sefe (mantık, siyaset düşüncesi ve ahlâk), dil bilimi ve dil felsefesi alanlarında bil­hassa Osmanlı medrese ve ilim gelene­ğinde kalıcı etkiler bırakmıştır. Tasavvuf alanında bir yandan Muhyiddin İbnü’l-Arabî. Sadreddin Konevî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî. öte yandan eserlerini Türkçe vermiş olan Yûnus Emre ve Niyâzî-i Mısrî gibi büyük sûfîler. diğer tasav-vufî geleneklerin yanında düşünce alanı­nı olduğu kadar toplumsal hayatı da et­kileyen yüksek fikrî ve ahlâkî olgunluk ide­alinin temsilcisi olmuşlardır. Bu durum ana hatlarıyla modern döneme kadar de­vam etmiş, nihayet klasik tavır ortaya çı­kan yeni meseleleri halletmede yetersiz kalmaya başlayınca yeni arayışlar günde­me gelmiştir.

İslâm’ın yaklaşık son iki yüzyıllık zaman dilimini kapsayan modern çağdaki fikrî hayatın genel olarak Batı’dan gelen as­kerî, siyasî, iktisadî ve kültürel tehditle­re karşı öncelikle savunma saikiyle geliş­tirilen düşünce ve faaliyetler çerçevesin­de cereyan ettiği söylenebilir. XVI. asır­dan İtibaren deniz aşırı keşiflerle dünya hâkimiyetine yönelen hıristiyan Batı za­man içinde İslâm ülkelerini nüfuzu altına aldı. Uzakdoğu, Asya ve Hindistan’da başlayan bu gelişme, XVIII. yüzyılın ortalarına gelindiğinde bütün İslâm topraklan üze­rinde baskısını hissettirecek düzeye ulaş­tı. Bu sıralarda İslâm dünyası kendi için­deki tabii, coğrafî, etnik ve kültürel fark­lılıklara rağmen geleneksel yapıları ve dinî-içtimaî kurumlan ile muhafazakâr bir hayat anlayışı çerçevesinde geçmiş asırlardaki ihtişamından uzaklaşmış ol­duğu halde kendinden emin olarak yük­selen Batı’ya mütekebbir nazarlarla ba­kan, hatta onları para meraklısı tüccar­lar şeklinde değerlendirerek tahfif eden bir konumdaydı. Özellikle Bâbürlüler ve Osmanlılar için geçerli olan bu anlayış XVIII. yüzyılın ortalarında yerini önce şaşkınlığa, ardından kendi konumunu ve ge­leneğini sorgulamayı da içeren bir arayışa bıraktı. Böylece yavaş yavaş şekillenmeye başlayan İslâm dünyasının modern çağı­nın tayin edici hususiyetini, Şah’Veliyyullah ed-Dihlevî ile Şa’rânî’de önemli örnek­leri görülen bir ıslah ve yeniden inşa gay­reti teşkil etmiş, bu sürece özellikle ha­disle meşgul olan sûfî eğilimli ulemâ da katılmıştır. Hindistan’da yetişen ve sûfî çevreler tarafından hicrî II. binyılın mü-ceddidi olarak kabul edilen İmâm-ı Rab-bânî bu tavrın önemli bir temsilcisidir. Av­rupalılar karşısında uğranılan yenilgiler yönetimlerde önceleri askerî gerekçelere bağlanmış ve çare olarak bu alanda yeni­liklere gidilmişse de ulemânın ve toplu­mun mevcut durumun sebepleri ve çö­züm için neler yapılması gerektiği konu­sunda iki görüş ortaya koyduğu kabul edilir. Bunlardan birincisi müslümanların İslâm’dan uzaklaşmaları sebebiyle zayıf­ladıklarına inanan, dolayısıyla çözümü yeniden gerçek İslâm’a dönmekte bulan. ikincisi ise çareyi Batı tecrübesinden is­tifade ederek gerçekleştirilecek reform hamlesinde gören anlayıştır.

Müslümanların uğradığı yenilgiyi ve kayıpları toplumsal günahların bedeli ya­hut kaderin hükmü olarak değerlendi­ren temayüllerin veya yaşanan gelişme­leri âhir zaman alâmeti sayarak kurtu­luşu mehdî yahut mesîh beklentisinde gören teslimiyetçi anlayışların da yine bu dönemde daha ziyade güç kazandığı görülür. İki ana temayülden birinci grubu temsil edenler öz İtibariyle müslümanlar arasında öteden beri mevcut olmakla bir­likte modern tarihte bu anlayışı çağrıştı­ran ilk gelişme Arabistan’da XVIII. yüzyılın sonlarında sadece modern değerlere de­ğil Osmanlılar’ın temsil ettiği geleneksel İslâm’a karşı da tavır alıp buna göre uy­gulamalar geliştiren Vehhâbî hareketidir.

Vehhâbîler, İslâm’ın ilk dönemlerindeki azameti tekrar gerçekleştirebilmenin yo­lunu Kur’an ve Sünnet dışında her şeyin terki gibi sınırları belli olmayan bir tavır­da görmüşler, başta tasavvuf, felsefe ve kelâm olmak üzere bütün fikrî birikim ve tecrübelerin reddine kadar giden öğ-retileriyle kısa zamanda siyasî bir varlık göstermişlerdir. İslâm’ın ilk devirlerine ait değerleri modern dönemde ihya et­mek gibi bir iddianın sahibi olan Vehhâbî­ler. bu anlayışlarını hac ve umre yapmak üzere İslâm dünyasının her yerinden Hi­caz’a gelenlere kolaylıkla ulaştırmış, böy­lece etkilerini kısmen de olsa başka coğ­rafyalara taşıyabilmişlerdir. Fakat İslâm dünyasının son iki asırlık tarihinde orta­ya çıkan reaksiyonlar içinde şüphesiz ta­rihi en çok etkileyen ve tartışmaları hâlâ sürmekte olan gelişme yenilikçi çizgidir. İkinci grubu oluşturan yenilikçilerin ilkle­ri arasında Mısır’da Rifâa et-Tahtâvî ve Tunuslu Hayreddin Paşa bulunmaktadır. İkisi de XIX. yüzyılın ilk yarısında bir süre Avrupa’da ikamet ederek Batı bilim ve düşüncesini ülkeleri için model almış ve bunları dünyevî maslahatların gerçek­leştirilmesinde gerekli olan “kaybedilmiş hikmetler” şeklinde değerlendirerek belli ölçüde pozitif bir tavrın öncüleri olmuş­tur. Bununla birlikte İslâm dünyasında modern dönemde ortaya çıkan fikrî ara­yış ve değişimler bu geniş coğrafyanın belli merkezlerinde meydana gelen sos­yal, siyasal ve kültürel gelişmelerle yakın­dan ilgilidir.

Türkiye. XIX. yüzyıl Osmanlı dünyasın­da. III. Selim’den itibaren bizzat idarenin giriştiği ıslahat çabalarının yanında tek­nik anlamda yenilik taraftarı İslamcı dü­şünce Yeni Osmanlılar’la başlatılır. Nâmık Kemal ve Ziya Paşa gibi Tanzimat nesli aydınlarının İslâmî ıslah arayışları diğer İslâm coğrafyalarından hem öncedir hem de hareket noktasının farklı olması sebe­biyle özel önem taşır. Yeni Osmanlılar, Ba­tı karşısındaki zaafiyete çare arayan mer­kezî idarenin başvurduğu ıslah tedbirle­rini içerik ve uygulama yönünden eleş­tirmişlerdir. Böylece bir siyasî muhalefet hareketi olarak başlayan bu düşünce, ge­leneksel İslâmî değerlerle modern Batı kurumlarının bileşkesinden oluşan bir söylem geliştirmiş ve bu açıdan İslâm dünyasına öncülük etmiştir. Ancak Yeni Osmanlı düşüncesi topyekün bir reform ideolojisi olmaktan ziyade bu düşüncenin mensupları programlarını siyaset ve ida­re üzerine yoğunlaştırmış, bilhassa Meş­rutiyet yönetiminin İslâm’la mutabakatı veya Batfdaki modern kurumların aslın­da İslâmî olduğu şeklindeki iddialara ağır­lık vermişlerdir. Bu oluşumda şeriat mer­kezde yer almış, sadece Osmanlıların de­ğil bütün İslâm dünyasının siyasî, İktisa­dî ve içtimaî sıkıntılarının bu merkezden hareketle çözülebileceği düşünülmüştür. Yeni Osmanlı düşüncesi 1876’da 1. Meşrutiyet’le bir test imkânına kavuşmuşsa da dönemin olağan üstü şartları bu dü­şüncenin uzun ömürlü olmasına imkân vermemiştir. Bununla birlikte söz konu­su hareket, özellikle Osmanlı-Türkaydınları arasında daha sonra gelişen ihyacı ve reformcu hareketlerle 11. Meşrutiyet son­rasında canlanan fikir hareketlerinin il­ham kaynağı olarak önem taşımaktadır.

II. Abdülhamid devrinin mutlakiyet or­tamında yönetimden bağımsız, dinî ka­rakterli yenilikçi bir hareket gelişmemiş­tir. Bu dönemde ortaya çıkan Jön Türk-ler’in İslâm’a müracaatı ise ideolojik bir anlayıştan çok bir muhalefet aracı olarak dinin gücünden yararlanmaya yöneliktir. II. Meşrutiyet’ten sonra daha ziyade Sırât-ı Müstakim, Beyânü’l-hak gibi der­giler etrafında toplanan aydın grubunun düşüncelerini ifade etmek için kullanılan İslamcılık kavramı, II. Abdülhamid yöne­timine karşı duyulan tepkinin yanı sıra çağdaş medeniyet çizgisine ulaşabilmek ve devleti kurtarabilmek için mutlaka İs­lâm’a başvurulması gerektiği fikrini içe­riyordu. Ancak Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya savaşları ortamında teorik tartış­malarla sınırlı kalan bu akım, Cumhuriyetle birlikte siyasî varlığını ve etkinliği­ni kısa sürede kaybetti. İlk dönem Cum­huriyet kadroları arasında İslamcı aydın­ların bulunmasına rağmen çok partili hayata geçinceye kadar siyasî ve içtimaî gündemde İslâm yer almadı. Aynı devir­de gerçekleştirilen radikal Batılılaşma “ya ve hızlı dönüşümlere karşı oluşan İslamcı tepkiler de etkili olamadı.

Bu dönemde gizliliğe yönelen dinî eği­tim, tasavvufî oluşumlar ve bazı dinî ce­maatler, 1950’den itibaren nisbî özgürlük atmosferinde açıktan faaliyet gösterme­ye başladılar. Diğer taraftan 1950 önce­sinde Türkiye’de din eğitimi ve öğretimi­nin kısıtlanması veya yasaklanması üze­rine dinî konuîarda bilgi kaynaklarına bü­yük ölçüde ihtiyaç duyulması, ayrıca ile­tişim imkânlarının artması, milletlerara­sı ideolojik kamplaşmaların yoğunluk ka­zanması vb. sebeplerle bağımsızlık mü­cadelesi veren Mısır ve Hindistan gibi ül­kelerde gelişen dinî hareketler Türkiye’­de de geniş ölçüde sempati bulmaya, bu alanda telif edilen eserler tercüme yoluy­la ülkeye girmeye başladı. Farklı şartların ürettiği siyasî ve içtimaî meselelerin te­sirinde oluşan bu çeviri literatürü Türki­ye’de din eksenli yeni anlayış ve tartışma­ların doğmasında etkili oldu. Yerleşik si­yasî ve içtimaî düzene karşı 1960’lardan itibaren gelişen tepkiler önce sol, ardın­dan da İslamcı hareketlerde yoğunlaştı. Böylece Cumhuriyetin kuruluşundan iti­baren elli yıllık sürenin sonunda İslamcı siyasî düşünce tekrar ülkenin gündemin­de yer aldı. 1980 askerî hareketi bütün ideolojik ve siyasî faaliyetleri yasakladı. Bu dönemden sonra Türkiye’de gelişen entelektüel İslamcı düşüncede liberal yaklaşımlar ağırlık kazanmaya başladı.[274]

Mısır. XIX. yüzyılda hem yönetimin başlattığı idari ve askerî reform hem de ulemânın öncülük ettiği İslâm düşünce­si reformu bakımından Mısır önemli bir merkez konumundadır. Bu yüzyılın ba­şından itibaren Rifâa et-Tahtâvî’nin gö­rüşlerinden etkilenen Mehmed Ali Paşa’nın Fransa örneğinden hareketle giriştiği yenilik teşebbüsleri Mısır’ı Osmanlı Devleti’nden bağımsız hareket eder konuma getirdi. Ancak bu yüzyılın ikinci yansında gittikçe artan Avrupa’nın siyasî müda­haleleri ulemâ ve ordunun tepkisine yol açınca meydana gelen olaylar 1882’de Mısır’ın İngilizler’ce işgal edilmesine yol açtı. Bu tarihten itibaren aydınlar, çalış­malarını İslâmî modernizm ve Mısır mil­liyetçiliği olarak nitelendirilebilecek iki ana ideoloji etrafında yoğunlaşırdılar. Mısır’daki İslâmî modernizmin en etkili şahsiyeti şüphesiz Cemâleddîn-i Efgânî’-dir. Efgânî, Batı tahakkümüne karşı evrensel bir İslâmî direnişi nihaî hedef ola­rak almakla birlikte bunun öncelikle bir zihniyet değişikliğiyle gerçekleşebileceği­ne inanıyordu. Bu açıdan Efgânî ile Yeni Osmanlılar’ın düşünceleri arasında önem­li benzerlikler görülmektedir. Efgânî’nin siyaset ve din merkezli reform düşünce­leri çok sayıdaki seyahatleri sayesinde, ayrıca Ezher’de öğrenim gören farklı mil­letlere mensup müslüman öğrenciler vasıtasıyla İslâm dünyasının her tarafına yayılma ve taraftar kazanma imkânı bul­muştur.

Genel prensiplerini Efgânî’nin koydu­ğu İslâm modernizmi onun öğrencilerin­den Muhammed Abduh tarafından daha ayrıntılı biçimde ortaya kondu. XX. yüz­yılın ilk yarısında Mısır’da modern İslâm düşüncesinin sembol ismi ise Abduh’un talebesi M. Reşîd Rızâ’dır. Bunun yanı sıra Ferîd Vecdî, Muhammed Mustafa el-Merâgî, Mahmûd Şeltût ve Ahmed Emîn gibi âlim ve yazarlar da bu düşüncenin yaygınlaşmasına katkıda bulundular. Öte yandan Mustafa Kâmil gibi modern eği­tim alan aydınlar tarafından Mısır mil­liyetçiliği siyasî platforma taşındı, XIX. yüzyılın sonlarına doğru bu anlayış çerçe­vesinde siyasî partiler kuruldu. Ancak bu tür milliyetçi gelişmeler. Batılı anlamda Mısır ve Mısırlılar’la sınırlı bir düşünce sis­temine değil Mısır’ın Osmanlılar’ın bir parçası olduğu fikrine dayanıyor, dolayı­sıyla İngilizler’in ülkeden çıkarılmasını amaçlıyordu.

Dinî endişelere dayalı entelektüel bir arayış olarak 1950’lere kadar varlığını his­settiren ıslahçı düşünce giderek yerini ideolojik yönü ağır basan siyasî hareket­lere bıraktı ve tedricen canlılığını kaybet­ti. XX. yüzyılın ilkyansında Mısır’da orta­ya çıkan İhvân-ı Müslimîn hareketi bilhas­sa Arap ülkelerinde geniş ilgi gördü. Batı tahakkümüne karşı İslâmî tavrı belirleme çizgisindeki ıslahçı felsefenin sonuçların­dan biri sayılabilecek olan bu hareket, tıp­kı Pakistanlı Mevdûdî’nin Cemâat-i İslâ-mî’si gibi İslâm’ın inanç esasları çerçeve­sinde içtimaî, hukukî ve siyasî uygulama­lar ekseninde bağımsız ve topyekün bir hayat görüşü ortaya koyma yönünde fa­aliyet göstermiştir. Önce bütün İslâm topraklarının bağımsızlığa kavuşturul­ması, ardından buralarda İslâmî hüküm­lerin uygulanmasını amaçlayan İhvân-ı Müslimîn’in düşüncesi kaçınılmaz olarak İdeoloji ve siyaset ağırlıklı bir harekete dönüşmüş, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar Mısır ve diğer Arap ül­kelerinde yönetimlerle genellikle çatışma halinde olmuştur.[275]

İran. İslâm âleminde ŞİÎ kimliğiyle farklı bir gelişme seyri takip eden İran’daki çağ­daş İslâm düşüncesinde ulemânın gele­neksel hâkimiyeti devam etmiş, bununla birlikte İran’da da Batı etkisinde modern siyasal ve toplumsal reform projeleri üretmeye çalışan yeni kadrolar gelişmiş­tir. Bu ülkede, XIX. yüzyıl başlarından itibaren merkezî idarenin başvurduğu as­kerî ve idari yenilikler, dinî kaynaklı mu­hafazakâr tepkilerle karşılaşması yanın­da yeniliklerin idarî ve askerî alanla sınır­lı kalmasını eksik ve yanlış bulan eleştiri­lere de hedef oldu. Osmanlı Devleti’nde-ki Tanzimat hareketinden de etkilenen Mirza Melkum Han’ın önderliğinde gün­deme gelen bu ikinci tür yaklaşım, en güçlü toplumsal dinamik olan dinin mer­kezde bulunduğu bir yenileşme düşüncesi geliştirme iddiası taşıyordu. Bu çer­çevede Avrupa’dan hukukî ve siyasî mo­deller aynen alınırken buna gerekçe ola­rak bunların İslâm’ın ruhuna uygun mo­deller olduğu ileri sürülüyordu. Yeni Os­manlı düşüncesiyle paralellik arzeden bu yaklaşımın en önemli farkı, İran’da re­form için dinin gücünden özellikle araç olarak istifade edilmek isten m esiydi.

XIX. yüzyıl İran İslâm düşüncesinde Efgânî’nin etkili olduğu yeni açılım bu ülke­de panislâmcı çizginin gelişmesinde gö­rülür. Osmanlı ulemâsı ile İranlı Şiî ulemâ arasında irtibat kurulması yolunda Önem­li faaliyetlerde bulunan Efgânî, aynı za­manda İran’da meşrutiyetçi düşüncenin yaygınlaşmasında rol oynamıştır. Bu­na bağlı olarak ulemâ ile devlet yönetimi arasındaki geleneksel Şiî düşüncesinden kaynaklanan çelişkiye bir de meşrutiyet­çi muhalefet cephesi eklenmiştir. 1906′-da İlân edilen İran anayasasında İslâm devletin resmî dini olarak yer almıştır. Hükümet şeriatı uygulamakla yükümlü kılınırken yasamanın İslâm’a uygun olup olmadığı hususu ulemâdan müteşekkil bir komisyon tarafından denetlenecekti. Ancak I. Dünya Savaşı ve Bolşevik ihtilâli’nin yol açtığı karışık dönemden sonra yönetime el koyan Rızâ Han, ordunun desteğiyle 1928’den itibaren ülkede hızlı ve keskin bir Batılılaşma süreci başlata­rak İslâm’ı ve ulemâyı yasama ve yürüt­menin tamamen dışında bırakmıştır.

II. Dünya Savaşı”ndan sonra ulemâ İran toplumu üzerindeki nüfuzunu yeniden te­sis etmeye başladı. İran dışındaki müslü-man ilim ve fikir adamlarının eserlerin­den yapılan çevirilerin de etkisiyle bu dö­nemde gelişen reforumcu dinî hareket, bir taraftan ulemâyı doğrudan siyasete yönlendirirken diğer taraftan imamın gaybubetinde müslümanların sadece pa­sif beklentiyle yetinmeyip aktif bir İsîâmî hareket geliştirmekle de yükümlü olduk­ları yolunda esaslı dönüşümler ihtiva edi­yordu. Mehdî Bâzergân’ın İlk temsilcile­rinden olduğu bu hareket, 1965’te Tahran’da kurulan Hüseyniyye-i İrşâd adlı ku­rumun en etkili mensubu olan Ali Şerîa-tî’nin önderliğinde Şiî felsefesinin haksız­lıklara direniş anlamı taşıdığı söylemiyle yönetimin baskılarına karşı yeni bir mü­cadele başlattı. Daha sonra Âyetullah Hu-meynî’nin etrafında yoğunlaşan muhale­fet, ulemâya yüklediği belirleyici siyasî rol ve yönetime karşı ayaklanma sorum­luluğu ile Şiî düşüncesinde yeni bir anla­yışı temsil etti. İranlı Şiiler’in merci-i tak-lîd kabul ettikleri Humeynî, bu dönemde kaleme aldığı Velâyet-i Fakih yâ Hükûmet-i İslâmî başlıklı kitabında monarşi­yi tamamen İslâm dışı bir kurum olarak niteliyor, ulemânın kontrolünde İslâmî bir devlet öngörüyordu. 1970’lerde cereyan eden olaylar, gösteriler ve suikastlardan sonra 1979’da Humeynî’nin istediği tarz­da İran İslâm Cumhuriyeti kuruldu. Mo­dern dünyada rüşdünü ispata çalışan pek çok yeni bağımsız müslüman devlette bü­yük ilgi uyandıran bu gelişme ilerleyen yıllarda çekiciliğini kaybetti. Bu arada ule­mânın devlet yönetiminden tedrîcen ay­rılmak zorunda kalmasıyla İran’da Hu­meynî’nin çizgisinde değişiklikler görülmeye başlandı.

Hindistan. XVII. yüzyılda Bâbürlü Devleti’nin çöküş sürecine girmesi, ilk defa siyasî hâkimiyetlerini kaybetme duru­muyla karşılaşan Hindistan müslüman-larını sarsmış, bunu takip eden sıkıntılar müslüman halkı belli ölçüde bâtıl inanç­lardan çare aramaya sevketmişti. Hindis­tan gibi pek çok inancın bir arada bulun­duğu toplumlarda daha kolay gelişebilen bu tür eğilimlere karşı tavır koyan âlim­lerden biri Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’dir. Dihlevî aynı zamanda, günümüze kadar bu coğrafyada gelişmiş hemen bütün di­nî hareketlerin de ilham kaynağı olarak görülür. Bu hareketler arasında farklı uç­ları temsil eden özellikle ikisi, Diyûbend ve Aligarh ekolleri XIX ve XX. yüzyıl Hin­distan’ını da derinden etkilemiştir.

1887 yılındaki büyük ayaklanmanın ba­şarısızlıkla sonuçlanmasının ardından ülkedeki müslüman varlığının neredeyse önemsiz bir konuma düşmesine karşı ça­re arayışlarında genel olarak üç yaklaşım öne çıkmıştır. Bunlardan Muhammed Ka­sım Nânevtevî’nin kurduğu Diyûbend Dâ-rülulûmu’nun mensupları içe dönük bir tavır benimseyerek İngiliz hâkimiyeti ve kültürünün topyekün reddini ve ılımlı bir tasavvuf anlayışıyla mezcedilmiş mu­hafazakâr dünya görüşünü savunur­ken Mevlânâ Nezîr Hüseyin Önderliğinde­ki ehl-i hadîs ekolü, tasavvuf dahil bü­tün geleneksel kurumları bid’at saya­rak doğrudan Kur’an ve Sünnet’i rehber edindiğini belirtmiştir. Üçüncü hareket ise Seyyid Ahmed Han’ın başlattığı etki alanı en geniş olan Aligarh akımıdır. Sey­yid Ahmed Han, İslâm toplumlarının ge­rilikten kurtulmasını modern Batı kurum­larının adaptasyonunda görüyor, İslâm düşüncesinin modern bilim ışığında ye­niden tesis edilmesi gerektiğine inanıyor­du. Bu amaçla önce Batı dillerinden ter­cüme faaliyeti başlattı, arkasından Aligarh’ta Muhammadan-Anglo Oriental College’ı kurarak eğitime yöneldi. Daha sonra Aligarh Müslim University adını alan bu kurum Hindistan İslâm düşün­cesinde modernizmin merkezi olmuştur. Seyyid Ahmed Han’ın dikkat çeken bir ya­nı da şarkiyatçıların İslâm’ı küçümseyici yayınlarına karşı kaleme aldığı yazılarıdır. Bu çalışmalara Çırağ Ali, Keramet Ali ve Seyyid Emîr Ali gibi isimler de katılmıştır. Özellikle Emîr Ali, İngilizce yayınlarıyla Avrupa’daki İslâm imajını düzeltmek için yoğun çaba sarfetmiştir.

XIX. yüzyılın sonlarına doğru Hindis­tan’da Diyûbend muhafazakârlığı ile Ali­garh modernizmi arasında mutedil bir çizgiyi savunan Nedvetü’l-ulemâ da kay­da değer bir harekettir. Ancak Nedvetü’l-ulemâ diğerleri kadar yaygınlaşamamış, sadece kurucuları arasında bulunan Şiblî Nu’mânî’nin ilmî şahsiyeti ve saygınlığı çevresinde etkili olabilmiştir.

Hindistan İslâm düşüncesi, XX. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı hilâfeti mer­kezli siyasîîeşme sürecine girdi. Nitekim özellikle Aligarh mezunu genç aydınlar “Hindistan’ın genç Türkler’i” olarak adlan­dırılıyordu. Diyûbend ve Frengî Mahal gibi geleneksel kurumlarla tarikatları da yanına alan bu grup 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlıları destekledi. Türki­ye’de hilâfetin ilgasından sonra bu hare­ketin canlılığını yitirmesi üzerine daha çok içe dönük eğitim ve kültür faaliyetlerine ağırlık veren dinî hareketler ön plana çık­tı. 1926’da Mevlânâ Muhammed İlyâs ta­rafından başlatılan Cemâat-i Teblîğ hare­keti, İslâm’ın temel iman prensiplerine vurgu yaparak ferdî takvayı savunan ve tebliğ yöntemini seçen bir öğreti geliştir­di. Faaliyet alanını giderek bütün dünya­ya yayan Cemâat-i Teblîğ, günümüzde de İslâm ülkelerinde fazla iddialı olmayan ça­lışmalar yapmaktadır. Bu arada entelek­tüel temelleri Muhammed İkbal tarafın­dan atılan bağımsız bir İslâm devleti fikri Hindistan müslümanlan arasında kısa za­manda geniş ilgi gördü. XX. yüzyıl İslâm düşüncesinde önemli yeri olan İkbal, ön­celikle zihniyet değişimini vurgulayan me­sajlarıyla dinî düşüncede bir reformun gerekliliği üzerinde ısrarla durmuştur.

Aynı dönemlerde Mevdûdî’nin başlattı­ğı Cemâat-i İslâmî hareketi, İslâm’ı topye­kün bir hayat felsefesi olarak değerlen­dirip nihaî planda bir devlet nizamı üze­rinde yoğunlaşmıştır. Bu görüş, bağım­sızlık süreci yaşamakta olan pek çok İs­lâm ülkesinde geniş taraftar bulmuş, böylece İslâm siyasî geleneğinde yeni bir üslûp yaygınlaşmaya başlamıştır. Modern dönem literatüründe “İslâm devleti, İslâmî devlet, İslâm anayasası, İslâm ekono­misi, İslâm ideolojisi” gibi pek çok kavra­mın kullanılmasında İhvân-ı Müslimîn ha­reketiyle birlikte Cemâat-İ İslâmî’nin de önemli katkısı olmuştur.

1947’de müslüman kimliği temeli üze­rine kurulan Pakistan’da İslâmî anayasa arayışlarından sonra 1956’daki ilk anaya­sada devletin bir İslâm devleti olduğu ilân edildi. Ancak ülkede yaşanan çeşitli sıkın­tılar din-devlet ilişkilerinin sağlıklı bir zemine oturtulmasını engelledi. 1977’de General Ziyâülhakk’ın gerçekleştirdiği as­kerî darbeden sonra büyük oranda Cemâat-i İslâmî’nin etkisinde yeni bir döne­me girildi. Özellikle hukuk ve iktisat alan­larında İslâmî alternatifler arayışı başladı. Günümüzde de Cemâat-i İslâmî siyasal ve toplumsal bir güç olarak Pakistan’da ağır­lığını sürdürmektedir.

Orta Asya. Kuzey müslüman topluluk­ları arasında modern İslâm düşüncesinin öncüleri, Kazan’da Cedîdcilik olarak bili­nen akım etrafında toplanan ulemâ ve aydınlar olmuştur. Rus sistemine enteg­re olmalarındaki yüksek oran sayesinde Batılı siyasal, toplumsal kurumlarla ve modern bilimle daha erken karşılaşan Ka­zan Tatarları, XIX. yüzyılın başından iti­baren müslüman kalarak modernleşme­nin ve geri kalmışlıktan kurtulmanın na­sıl mümkün olacağı sorusuna cevap ara­maya başlamışlardır. Abdünnâsır Kursa-vî, Şehâbeddîn-i Mercânî, Rızâeddin Fah-reddin ve Mûsâ Cârullah gibi şahsiyetler, geri kalmışlığın birinci sorumlusunun ge­leneksel eğitim sistemi olduğunu düşü­nerek faaliyetlerini öncelikle eğitimde çağdaşlaşmaya yönelttiler. Cedîdciler, di­nin hurafelerden anndırılmasıyla yeni eğitim sisteminin uygulanması sayesin­de çoğalacak aydın kuşakların bilim ve din ikilemini ortadan kaldıracaklarına ina­nıyorlardı. Bu akım, aynı zamanda ruhî olgunluk için tasavvufu önemsemesiyle modern reform hareketlerinde ayrı bir yer işgal eder. Hareketin en önemli ismi Kırım Tatarı Gaspıralı İsmail Bey’dir. Al­dığı modern eğitim ve gazetecilik mesle­ği dolayısıyla İslâm dünyasındaki aydın­larla sağlam irtibatlar kuran Gaspıralı, 1883’te çıkarmaya başladığı Tercüman gazetesinde yayımladığı, yeni bir eğitim hareketi olan usûl-i cedîdle ilgili fikirleriy­le sadece Orta Asya ve Kafkaslar’da değil kısmen Osmanlı topraklan ile Hindistan müslümanları arasında da etkili oldu. Gaspıralı yeni eğitim sistemine dayalı ilk okulu 1884’te Bahçesaray’da açtı. Önce­leri tereddütle karşılanan bu girişim öğ­rencilerinin başarıları sayesinde hızla benimsendi, 1900’den itibaren pek çok yer­de usûl-i cedîd mektepleri açıldı. Cedîd­cilik hareketi XX. yüzyıldan İtibaren siya­sî ve entelektüel bir güç olarak da varlı­ğını devam ettirdi; 1917 Bolşevik İhtilâ-li’nden sonra Rusya Türkleri’nin istiklâli için mücadeleyi amaçlayan siyasî bir ide­oloji haline geldi. Ancak 1930’lardan iti­baren Sovyet sisteminde dinî hareketlere karşı uygulanan baskılar sırasında binler­ce Cedîdci aydın öldürüldü, Cedîdcilik res­men yasaklandı. Sovyetler Birliği’nin da­ğılmasıyla bağımsızlığını kazanan Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde başlayan dine dönüş hamlelerinde Cedîdciliğin tek­rar canlandırılmasına çalışılmaktadır.

Endonezya. XIX. yüzyılda sömürgecili­ğin getirdiği değişime karşı İslâmî değer­leri koruma amaçlı hareketler Endonez­ya’da da görülür. Mısır ve Hicaz’da eği­tim alan gençlerin ülkelerine dönmele­rinden sonra önceleri Vehhâbî öğretisinin de etkisiyle bid’at ve hurafelere karşı or­taya çıkan Pedri hareketi pek başarılı olamadı. AncakXIX. yüzyılın ikin­ci yarısında Mısır ve Arap yarımadasında görülen ıslahçı fikirlerin etkisiyle Endonezya’da da modernist bir akım başla­dı. Öte yandan bu yüzyılda, özellikle Cava merkezli sömürgeciliğe direniş hareket­lerinde bölge halkı üzerinde hâlâ etkinli­ğini sürdüren tasavvuf ve tarikatlar da ön plana çıkmıştır. XX. yüzyılda gerek misyoner faaliyetlerinin etkisiz kılınması gerekse İslâm dışı yerli inançların müs-lümanlardaki izlerinin silinmesi, bilhassa Ortadoğu ve Mısır’da eğitim görmüş ay­dınlar arasında öncelikli bir görev olarak ele alındı. Bu anlamda ilk ıslahatçı hare­ket. Hacı Abdülhalim tarafından 1911’de kurulan Hâcetü’l-kulûb adlı cemiyet et­rafında odaklandı. Varlığını günümüzde de devam ettiren en etkili oluşum ise 1912’de Hacı Ahmed Dahlân’ın Cava’da kurduğu Muhammediyye teşkilâtıdır. Kı­sa zamanda yayılan bu teşkilât, bağımsız­lık öncesinde binlerce şube ve yüz binler­ce üyeye sahip olarak Endonezya’daki İs­lâm düşüncesinin en büyük temsilcisi ha­line geldi. Ülkede yaygınlık kazanan mo­dernist görüşlere karşı muhafazakâr ule­mâ 1926’da Nehdatü’l-ulemâ’yı oluştur­du. 193û’da Minangkabaulu ulemâ tara­fından aynı çizgideki Persatuan Tarbiyah Islamiyah [276] ku­ruldu. Bu birlik bir müddet sonra siyasî partiye dönüştü. Günümüzde “Kur’an ve Sünnet’e dönüş” sloganıyla varlığını devam ettiren Muhammediyye teşkilâtı eğitim, kültür ve sosyal faaliyetleriyle ülkedeki en köklü ve etkili hareket olma özelliğini korumaktadır.

Değerlendirme. XIX-XX. yüzyıl İslâm dünyasında ortaya çıkan gelişmelerin oluşturduğu zeminde müslüman entelektüellerin, karşılaştıkları problem­lere İslâm kaynaklı çözümler üretme amacına yönelik arayışları özellikle ke­lâm, tefsir ve fıkıh ilimlerinde yoğunlaş­mış görünmektedir. İslâm dünyasında Batı düşüncesi karşısında rekabet edebi­lecek bir fikrî alt yapı oluşturmak amacıy­la girişilen “yeni ilm-i kelâm” teşebbüs­leri esas itibariyle XIX. yüzyılın ikinci ya­rısında başlamıştır. Bu dönemin ilk radi­kal ismi Seyyid Ahmed Han’dır. İslâm ile bilimin uzlaştığı ön kabulüne dayanan bu ilk çıkış modern düşüncenin ve bilimin referans olması esasına dayanmaktadır. Seyyid Ahmed Han’ın dehrî olduğu itha­mına mâruz kalmasına yol açan bu tavır Hindistan’da Şiblî Nu’mânî tarafından daha mutedil bir şekilde, fakat alanı ge­nişletilerek ele alınmıştır. Kadîm kelâmın sadece akaidle ilgilendiğine, halbuki mo­dern zamanlarda dinin tarihî, ahlâkî ve içtimaî cepheleriyle de ilgilenerek insan­ların bu alanlardaki ihtiyaçlarını giderme işlevinin de kelâma düştüğüne inanan Şiblî böylece yeni ilm-İ kelâmın ilk teoris-yenleri arasına girmiştir. Bu çizginin XX. yüzyıldaki en tanınmış ismi ise Muham-med İkbal’dir; onun The Reconstruction of ReHgious Thought in islam adlı ese­ri (Lahore 1934), belli ölçüde klasik ilm-i kelâmın usul ve alanını eleştirerek yeniye olan ihtiyacı vurgulamaktadır. Aynı dö­nemlerde paralel bir gelişme de Mısır’da Muhammed Abduh’un klasik ilm-i kelâ­ma yönelttiği tenkittir. Taklit ruhunun felsefe ve kelâm konularını birbirine ka­rıştırdığını söyleyen Abduh, dinî bilgiyi şerh ve haşiye literatüründen değil Se­lefin anladığı yolla ük kaynaklardan elde etmek, dinî esaslar yanında değişmez sünnetullah çerçevesinde doğruluğu be­lirlenmiş ilmî esasları da benimsemek gerektiğini ileri sürmüştür.

Osmanlılar’da yeni ilm-İ kelâm alanın­da ilk ciddi teşebbüsü gerçekleştiren kişi Abdüllatif Harpûtî’dir. Onu takip eden Filibeli Ahmed Hilmi de yeni bir kelâma olan ihtiyacı belirtirken bu dönemin ken­dine has düşünce ve zihniyetinin bulun­duğunu, insanların klasik mantıkla ve es­kimiş bilgilerle tatmin olamayacağını söy­lemektedir. Bu çizginin XX. yüzyıldaki son temsilcisi olan İzmirli İsmail Hakkı Yeni İlm-i Kelâm adlı eserinde eski anlayışın ilmî kıymetini kaybettiği, dolayısıyla mo­dern bilim ve felsefeden yararlanarak gü­nümüz gerçeklerine uygun yeni bir kelâm anlayışına ihtiyaç duyulduğu noktasından hareket etmektedir.

Modern dönem kelâm arayışlarında klasik muhtevanın bilim ve düşünce açı­sından yeniden değerlendirilmesinin ya­nında mezheplerin birleştirilmesi, insan hakları, kadının durumu, ibadetlerin hik­meti gibi pek çok yeni konu da kelâm il­mine dahil edilmiştir. Ancak XX. yüzyılın ikinci yansına gelindiğinde dünyada ya­şanan hızlı değişimler karşısında siyasal ve toplumsal karşılık bulamayan yeni ilm-i kelâm arayışları gittikçe zayıflamış, eği­tim kurumlarında devam eden kelâm dersleri ağırlıklı olarak kelâm tarihi üze­rinde yoğunlaştığından bu alanda beklenen gelişmeler sağlanamamıştır.

Bu arada çağın ihtiyaçları ile modern bilim ve düşüncenin ışığında Kur’an’ın yeniden yorumlanması meselesi de gün­deme gelmiş, Seyyid Ahmed Han, Ebü’l-Kelâm Âzâd, Cemâieddin el-Kâsımî, Muhammed Abduh, Reşîd Rızâ, Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî ve Tantâvî Cevheri gibi müfessirler yazdıkları eserlerde yeni ilim­lere uygun yorumlar yapmışlardır. Bu çiz­gide olmamakla beraber Elmalılı Muham-med Hamdi de tefsirinde dönemindeki ilmî ve felsefî anlayışlarla irtibat kurmaya özen göstermiştir. XX. yüzyılın sonların­da bazı tefsir araştırmacıları tefsir anla­yışında tarihselciliğe yönelerek Kur’an’ın anlaşılmasında bunu metodolojik bir ilke haline getirmeye çalışmaktadır. Kur’an’ın bütününü dikkate alarak tek tek âyetle­rin bu anlam bütünlüğünde değerlendi­rilmesi gerektiğini esas alan bu yaklaşım kadîm tefsir anlayışındaki lafız-mâna iliş­kisi yerine daha çok makâsıd, mesâlih ve hikmet-i teşri” kavramlarına vurgu yap­maktadır.

Modern dönemde fıkıh alanındaki ça­balar ise önceleri ihtiyaçlar ve ictihadlar üzerinde yoğunlaşmıştır. İslâm dünyasın­da, genel olarak IV. (X.) yüzyıldan itibaren mutlak ictihad faaliyetlerinin giderek du­rakladığı ve zamanla ictihad kapısının ka­pandığı şeklinde bir kanaat oluşmuştur. Dolayısıyla Batı, özellikle de Batı’nın po­zitif hukuku ve onu besleyen hukuk dokt­rini karşısında konumunu sorgulayan XIX. yüzyıl fıkıh ilminin anahtar kavramı­nı ictihad teşkil etmektedir. Bu çerçeve­de müslümanların yeniden yükselişe geç­mesi için aranan çareler arasında ictihad hareketinin ihyası düşüncesi ön plana çıkmıştır. XX. yüzyılın ortalarına kadar uza­nan süreçte bu anlayış İslâm dünyasın­da yaygınlaşmış ve genel kabul görmüş­tür. Bu teorikyaklaşımın sonuçlan zaman içinde ihtiyaçlarla belirlenirken modern dönemde pratik anlamda fıkhın en ciddi tavrı kodifikasyon faaliyetlerinde görül­mektedir. İlk defa Osmanlı Devleti’nde Mecelle tecrübesiyle başlatılan yeni hamle, XX. yüzyılda bağımsızlığını kaza­nan bazı İslâm devletlerinde de ihtiyaç­lara göre devam etmiş, özellikle Mısır, Pa­kistan ve Malezya bu alanda ciddi bir ça­ba içine girmiştir. XX. yüzyılın ikinci yan­sında şekillenen modernist anlayış. İslâm dünyasında bu alandaki arayış ve tartış­malara yeni bir boyut kazandırmıştır. Ana tezi itibariyle Kur’an ahkâmının vahiy dö­neminin sosyal realitesiyle sıkı bir bağının bulunduğu kabulüne dayanarak bu hü­kümlerde illetten ziyade hikmete vurgu yapan ve esas olanın İslâm’ın içtimaî ve ahlâkî amaçlan olduğunu savunan bu yaklaşımın en güçlü temsilcisi Pakistanlı Fazlurrahman’dır.

XX. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde İslâm düşüncesinde entelektüel kaygı ve arayışların zayıfladığı, buna karşılık radi­kal siyasî eğilimlerin ağırlık kazandığı gö­rülür. Bunun en önemli sebebi, içeriğini gelişmiş Batı ülkelerinin belirlediği pro­jeler uyarınca İslâm dünyasının laiklik, de­mokrasi ve insan haklan gibi çağdaş de­ğerler alanında modern dünya ile bütün­leşme anlamında modernleşme ile fiilen karşı karşıya gelmesi ve bundan kaynak­lanan sıkıntılardır. Bu süreçte karşılaşılan baskılar, ekonomik, sosyal ve askerî yap­tırımlar, ayırımcı politikalar, İslâm ülke­lerindeki dengeleri sarsarak yeni nesiller arasında tepkilerin doğmasına ve bu tep­kilerin zamanla radikal siyasî hareketlere dönüşmesine sebep olmuştur. Daha önr çeki dinî kaygılı entelektüel hareketlerle yeni dönemde ortaya çıkan bu eğilimler arasında göze çarpan temel fark, birinci­sinin geleneği eleştirerek buradaki yan­lışlıkları ayıklamak suretiyle bir yenilik arayışında olmasına karşılık ikinci gru­bun, belli ölçüde Batılılaşma süreci yaşa­yan İslâm ülkelerindeki modern eğitim kurumlarından yetişmiş ve bu yüzden gelenekten kopmuş olmasına rağmen, mo­dern kurum ve sistemlerin ülkelerindeki problemleri çözmede başarısız kalması yüzünden uğradığı hayal kırıklığıdır. Bun­lara göre, Batı’nın topyekün tahakkü-müyle karşılaşan İslâm dünyası Batılılar kadar gelişmiş olabilmek için onların sis­tem ve kurumlarını almış, ancak sonuç beklenenin aksine tahakkümü daha da yaygınlaştınp İslâm ülkelerini şahsiyetsiz hale getirmiştir. Millî ve dinî kimliklere vurgulu alternatif bilinçlenmeyle canlılık kazanan yeni siyasî tavırlar, geleneğin bi­rikimine sahip olmamakla beraber ülke­lerinde yönetimi ellerinde bulunduran Ba­tıcı mekanizmaların başarısızlıklarından sonra toplumun millî değerler, dinî hu­kuk ve ahlâk temellerinde yeniden yapı­landırılması gerektiği söylemini geliştir­mişlerdir. Bu sayede de yılgın ve bezgin halk kitlelerinden karşılık görerek siyasî bir güç haline gelmişlerdir. Bu durum İslâm ülkelerinde idarî yapıları zorlarken Batı ülkelerinde de İslâm ve Batı arasın­daki dinî ve kültürel farklılıklar üzerinde spekülasyonlara sebep olmuş, böylece özellikle Sovyetler sonrasının dünyasında İslâm ve müslümanlar yeni tehdit kayna­ğı, dünya istikrarını bozucu bir problem olarak gündeme getirilmiştir. İslâm ül­kelerinin mevcut farklılıklarına rağmen müslümanları bir blok olarak değerlen­diren bu yaklaşım, zaman zaman İslâm ülkelerindeki radikal marjinal hareket­lerle sosyopolitik hareketleri de aynı ka­tegoride ele almak gibi bir yanılgıya düş­mektedir. Öte yandan istikrar değerlen­dirmelerinde içine düşülen bir yanılgı da müslüman ülkelerindeki nüfus baskısı, gelir dağılımındaki adaletsizlik, az geliş­mişlik, fakirlik ve işsizlik gibi pek çok sıkıntıya rağmen istikrarın devamında bir din ve ahlâk öğretisi olarak İslâm’ın en etkili unsur olduğunun göz ardı edilme­sidir.

XX. yüzyılın ikinci yarısında özellikle Sünnî İslâm dünyasında yaygınlık kaza­nan İsiâmî hareketlerin dikkat çeken bir başka hususiyeti de pek çoğunun İhvân-ı Müslimîn ve Cemâat-i İsiâmî öğreti ve tecrübelerinden etkilenmiş olmasıdır. Bu iki hareketin öncelikle kendi coğrafyala­rında hâkim bulunan sömürge yönetimle­rine karşı geliştirdiği “İslâm devleti ideo­lojisi” (muhtemelen ilkdefa hilâfetin İlgası sonrası için biralternatifolarak Reşîd Rızâ tarafından ortaya atılmıştır), tercüme veya etkileşim yoluyla giderek bağımsız İslâm ülkelerine de yayılmış, yeni bir siyasî proje olarak geniş taraftar kitleleri bulmuştur. 1960’lardan 1990’lara kadar İslâm ülkelerinde müessir olan bu tür hareketler, mev­cut yönetimlerle yaşanan gerginlikler ve bu süreçte kazanılan tecrübelerden sonra 1980’lerden itibaren giderek ılımlı bir dö­nüşüme uğramış ve Batı kaynaklı ideolo­jilere alternatif olma iddialarından ziya­de demokrasi, insan hakları ve inanç hürriyeti gibi evrensel değerler çerçevesinde dünya İle bütünleşmeyi vurgulayan bir çizgiye gelmiştir. Bu gelişmede Batfdaki ideolojilerin çöküş sürecine girmesinin de rolü olmuştur.

Günümüz İslâm dünyasında dinî bir ka­rakter taşıyan fikrî ve siyasî hareketlerin dışında kalan tavırlar arasında en yaygın olanları seküler Batıcı tavırla yenilikçi ve muhafazakâr özellikler taşıyan tavırlardır. Genellikle idari ve bürokratik mekanizma­larda etkin olan seküler Batıcı tavır, dini sadece ferdî vicdanları ilgilendiren kültü­rel bir değer olarak tanımlarken yenilik­çiler, Bati’nın temsil ettiği çağdaş değer­lerle kendi inançları arasında bir çelişki görmeyen sivil kesimlerdir. Öte yandan seküler Batıcı çabaların nihaî noktada dini ortadan kaldıracağı endişesi taşıya­rak dini ihya etmek amacıyla toplumdaki birikim ve değerlere sıkı sıkıya bağlılığı savunan gelenekçi anlayış ise daha çok popüler planda yaygındır ve büyük ölçü­de mahallî kalmıştır. Genellikle Önceki ne­sillerin otoritesi üzerine kurulan bu yak­laşım kaynaklar yerine kişilere vurgu yap­masıyla dikkat çekmektedir. Bunlara gö­re yapılması gerekenler üstatlar tarafın­dan daha önce yapılmıştır, müslümana düşen görev geleneğe sıkıca sarılmak ve eski ictihadların dışına çıkmamaktır.

Bunların yanında, farklı coğrafyalardan bazı entelektüel seçkinlerin, daha çok İs­lâm’la ilgili ferdî düşünce faaliyetleri ara­sında değerlendirilebilecek dar bir çevre­de kalmış bâtınî yorumlarından mutlak rasyonalite (aydınlanman) referanslı yo­rumlarına kadar uzanan geniş bir yelpa­zede seyreden arayışlar da bulunmakta­dır. Bilim, kutsal epistemoloji, bilgi, akıl, felsefe gibi konularda yoğunlaşan bu tür arayışlar entelektüel seviyede cereyan etmekte ve genellikle toplumsal karşılık görmemektedir. Bunlar arasında, muhte­melen biraz somut açılımları olan İsmail Râcî Fârûki öncülüğündeki “bilginin İslâmîleştirilmesi” projesi. 1981’den itibaren Malezya ve Pakistan milletlerarası İslâm üniversitelerinde uygulanmaya çalışıl­maktadır. Bu arada İslâm dünyasının her tarafında yaygın bulunan tasavvufî hare­ketler de klasik öğretilerinden farklı ola­rak öncelikle modern dünyanın tehlike­lerine karşı ferdin “imanını kurtarma” üzerinde yoğunlaşan örgütlü faaliyetle­riyle varlıklarını devam ettirmektedir.

Sonuç olarak İslâm’ın modern döne­minde cereyan eden fikrî hareketler ve düşünce faaliyetlerinde belirleyici olan hususların kaynaklandığı tarihî zemini şu şekilde ifade etmek mümkündür: Bu dönemde tartışmaların ve arayışların odaklandığı modernizm, din-terakki, ilim-din ve daha pratik seviyede kadının değeri ve hakları, meşrutiyet, faiz, sigor­ta gibi pek çok problemin esas itibariyle bizzat modern olduğu, dolayısıyla bunla­rın İslâm’ın kendi sistematik bütünlüğü içinde oluşan geleneğinden kaynaklan­madığı görülmektedir. Bu durumda esas saik, farklı inanç ve kültürlerin baskısıyla karşılaşan İslâm toplumlarının bu baskı­nın öncelikli varlık sebebi olan iktisadî sö­mürge mekanizmalarının oluşturulması sürecinde mâruz bırakıldıkları sosyoeko­nomik ve kültürel değişimlerle bunlara karşı direnen geleneksel değerlerin çatışmasıdır denilebilir. Zira sömürge du­rumuna gelen ve müslüman olmayan di­ğer toplumlarda da benzer gelişmelerin yaşanmış ve benzer konuların tartışılmış olması problemin kaynağının dışarıda bu­lunduğuna işaret etmektedir. Azmi Özcan (Diyanet İslam Ansiklopedisi, İslam maddesi)

[274] geniş bilgi için bk. islamcılık

[275] bk. ıslah

[276] Pertı İslâmî Eğitim Birliği

posted in ISLAM | 0 Comments