-
6th Ekim 2008

İslam’ın Doğuşu Ve Yayılışı

posted in ISLAM |

İslam’ın Doğuşu Ve Yayılışı

Milâdî 610 yılında vahye muhatap olan Hz. Muhammed, getirdiği yeni mesajın Mekke’deki dinî ve içtimaî geleneği sarsı­cı mahiyette oluşu sebebiyle önceleri gizli tebliğde bulundu ve üç yıl kadar sadece yakın çevresini dine davetle yetindi. Dör­düncü yıldan itibaren belli bir sayıya ve güven duygusuna erişen ilk cemaat ken­dini belli eder etmez Mekkeli müşriklerin şiddetli hücum ve işkencelerine mâruz kalınca Hz. Peygamber dileyen Müslümanların Habeşistan’a hicret etmesine izin verdi (öl 5,616). Mekke’de kalan Müslümanlar, müşriklerin baskı ve saldırıları­nın yanı sıra yaklaşık üç yıl (617-620) top­lumdan tecrit edilmiş bir şekilde tam bir sosyoekonomik boykot ve kuşatma altın­da yaşadı. İslâm’ın Mekke’de tebliğine ve tutunmasına imkân görmeyen Resûl-i Ekrem. Medineliler’le yaptığı Birinci ve İkinci Akabe biatlanndan sonra kendile­rine himaye vaad eden Yesrib’e (Medine) hicret etmeleri için ashabına izin verdi. Daha sonra da kendisi Hz. Ebû Bekir’le birlikte Medine’ye hicret etti ve İslâm ta­rihinde yeni bir dönem başlamış oldu.[266]

Medine’de oluşan yeni siyasî-hukukî yapı içinde bir taraftan sosyal, ekonomik ve askerî teşkilâtlanma gerçekleştirilir­ken diğer taraftan buradaki ve Arap ya­rımadasındaki gayri Müslümanlarla iyi ilişki­lerin kurulmasına çalışıldı. Kısa zamanda müstakil bir güç haline gelen Müslümanlar. Müşriklerin tehdit ettiği güvenlikle­rini ve ekonomik varlıklarını teminat altı­na alma yolunda önemli bir mesafe kat ettiler. Tek geçim kaynaklan olan kervan ticaretinin Medine’deki Müslüman varlığı tarafından engellenmesini hayatî bir teh­dit olarak değerlendiren Mekke müşrikleriyle hicrî 2 (624) yılında yapılan ve kesin zaferle sonuçlanan Bedir Gazvesi Müslümanların Arap yarımadasında bü­yük bir itibar ve güç kazanmasını sağla­dı; böylece Hz. Peygamber İslâmiyet’i tebliğ için daha geniş imkânlara kavuştu. Ardından gerek Mekke müşrikleri gerek­se antlaşmalarını bozan Medine yahudileriyle yapılan Benî Kaynukâ’, Uhud, Benî Nadîr, BenîMustalik, Hendek ve Benî Ku-rayza gazveleri ve diğer askeri harekât nihayet Hudeybiye Antlaşması ile sonuç­landı.

6 (628) yılında Mekkeli müşriklerle im­zalanan Hudeybiye Antlaşması İslâm’ın yayılış tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Kur’ân-ı Kerîm’de “feth-i mübîn” (apaçık zafer) olarak nitelendirilen bu ant­laşma [267] o zamana kadar sı­radan âsiler gibi görülen Müslümanların siyasî kimliklerinin bütün Arabistan kabi­leleri tarafından kabul edilmesi anlamını taşıyordu. Böylece Müslümanlar ve müş­rikler birbirlerini daha iyi tanıma imkânı elde ettiler. Bu sayede İslâmiyet Arap ya­rımadasında hızla yayılmaya başladı. Hu­deybiye Antlaşmasından Mekke’nin fet­hine kadargeçen iki yıl zarfında Müslüman olanların sayısı o güne kadar on sekiz yıl içinde Müslüman olanların sayı­sını aştı. Bu antlaşma aynı zamanda Hayber’in fethine de zemin hazırladı.

4 (625) yılında Medine’den Hayber’e sürülen Benî Nadîr yahudileri, Suriye ti­caret yolunun güvenliği bakımından bir tehdit oluşturdukları gibi çevre kabileleri ve Mekke müşriklerini kışkırtarak Hen­dek Gazvesi’nin meydana gelmesinde de etkin rol oynamışlardı. Hudeybiye Antlaş­ması ile, çıkacak herhangi bir Müslüman-yahudi savaşında Mekkeliler’in tarafsızlığı sağlanınca Hayber’e sefer düzenlenerek önemli bir tehdit noktası ortadan kaldı­rıldı (7/628). Hayber’in fethi, gün geçtikçe güçlenen yeni bir devletin habercisi ola­rak Arap kabileleri üzerinde büyük bir te­sir icra etti. Hz. Peygamber aynı yıl Ha­beş, Bizans. Mısır ve Sâsânî hükümdar­ları ile Belkâ ve Yemâme hâkimlerine bi­rer elçi göndererek onları İslâm’a davet etti. Daha sonra diğer bölgelere de elçi­ler gönderildi.

Müşriklerin Hudeybiye Antlaşması’ni bozmaları üzerine gerçekleşen Mekke’nin fethi (8/630) ve hemen ardından vuku bu­lan Huneyn ve Tâif gazveleri kısa sürede bütün Arap yarımadasının İslâmlaşmasına kapı açtı. Yarımadanın çeşitli bölge­lerinde yaşayan müşrik kabileler İslâm’ı kabul ettiklerini bildirdiler. On yıl içerisin, de gerçekleşen bu olağan üstü gelişme­lere tesir eden önemli hususlardan biri, normal şartlarda hiçbir şekilde bir araya gelmesi mümkün olmayan kabile toplu­luklarının Hz. Peygamber’in liderliğinde kısa zamanda kaynaşmış olmasıdır. Re­sûl-i Ekrem’in mesajı, birbirine rakip ve düşman olan kişi ve kabilelerin hassasi­yet gösterdiği her türlü feodal çağrışım­lardan uzak, âdil ve kuşatıcı bir mahiyet arzettiği için onun Önderliğinde gerçek­leşen birliktelik sonucunda oluşan ve da­ha Önce birbirine karşı kullanılan kolektif güç artık başkalarına yöneltilmişti. Böy­lece bölgedeki diğer yahudi ve hıristiyan kabilelerinin de itaat altına alınmasıyla daha Hz. Peygamber’in sağlığında İslâm Arap yarımadasındaki en büyük güç hali­ne geldi. Resûl-i Ekrem’den sonra İslâm’ın yayı­lışı Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de dü­zenli bir şekilde devam etti ve en yoğun dönemini Emevîler devrinde yaşadı. Hz. Peygamber’in vefatının ardından bir kı­sım Arap kabilelerinin başlattığı “ridde” hareketinde Hz. Ebû Bekir’in ortaya koy­duğu kararlı tutum Müslümanların Ara­bistan yarımadasında güçlenmesini sağ­ladı ve İslâm, çöküş dönemlerine giren Bizans veSâsânîdevletlerinin zaaflarını değerlendirerek yeni coğrafyalara yer­leşti. Hulefâyi Râşidîn devrinde birçoğu barış yoluyla gerçekleşen fetihlerle Suri­ye, Filistin, Irak ve Mısır, İfrîkıye (Tunus), Kıbrıs, İran ve Horasan İslâm toprakları­na katıldı. Bu bölgelerde halkın büyük kıs­mı İslâmiyet’i kabul etti, diğerleri de dinî özgürlüğe ve hukukî özerkliğe sahip ola­rak varlıklarını sürdürdüler.

Yaklaşık bir asır devam eden Emevîler döneminin ilk yılları iç karışıklıkların bas­tırılarak devlet otoritesinin sağlanmasıy­la geçti. Bilhassa I. Velîd devri (705-715) Mâverâünnehir, Sind ve Endülüs’ün (is­panya) İslâm topraklarına katılarak ülke sınırlarının Türkistan’dan Fransa’nın iç­lerine. Kafkaslar’dan Hindistan’a kadar genişlediği yeni bir fetih hareketine sah­ne oldu. Müslümanların Batı Avrupa’daki ilerleyişi. Fransa’nın güneyinde Tours ve Poitiers şehirleri arasındaki ovada Franklar’a yenilmeleriyle durduruldu (732). Ömer b. Abdülazîz’in İslâm’ı tebli­ğe özel bir önem vermesi, Kuzey Afrika’­da Berberîler ve Orta Asya’da Türkler ara­sında İslâmiyet’in hızla yayılmasında et­kili oldu. İslâm dünyasının iki ucunda yer alan ve Arap toplumu içinde asimüe edil­miş küçük unsurlardan çok farklı olan bu iki büyük topluluk, daha sonra hem İslâ­miyet’in yayılmasına hem İslâm uygarlı­ğının gelişmesine büyük katkıda bulun­du.

Emevî Devleti’ne son veren Abbasîler büyük bir coğrafyaya tek merkezden hük­metmenin zorluğuyla karşılaştılar. Nite­kim iktidara geldikleri ilk yıllardan başla­mak üzere bir yüzyıl içinde batıda ve do­ğuda bağımsız veya yarı bağımsız birçok mahallî hanedan ortaya çıktı ve IX. yüz­yılın ortalarına doğru hilâfetin maddî nü­fuzu başşehir ve çevresini aşamaz duru­ma geldi. Bu dönemde devlet yeni fetih­ler yerine içeride düzeni sağlamaya yöneldi. Bizans sınırı tahkim edilerek Ana­dolu’ya zaman zaman akınlar yapıldı. Bizans’la yapılan mücadeleler, daha sonra Suriye ve el-Cezîre’de Yukarı Mezopotam­ya hâkimiyet kuran mahallî hanedanlar­la devam etti.

Kuzey Afrika’nın İslâm hâkimiyetine geçmesi VI!. yüzyılın son çeyreğinde ta­mamlanmışken Batı ve Orta Afrika’da İs­lâmiyet’in yayılışı önce Müslüman tüccar­lar ve Özellikle XI. yüzyılda Murâbıtlar’ın iç bölgelere nüfuzu, tarikatlar ve din âlim­lerinin tebliğleriyle uzun bir süreç içinde gerçekleşti. Doğu Afrika’da da bir taraf­tan kıtanın Kızıldeniz ve Hint Okyanusu sahilleri boyunca kurulan ticari münase­betler ve bu yörelere çeşitli zamanlarda yapılan göçler, diğer taraftan Mısır’ın fet­hini (642) müteakip Nil vadisi boyunca gi­rişilen fetih hareketleri, ticarî faaliyetler ve yine göçlerle İslâmiyet yayıldı. Bu böl­gede de tüccarlar, din âlimleri ve tasav­vuf ehlinin tebliğ ve irşadları, yerli hanım­larla evlenip halkla kaynaşmaları Müslümanlığın benimsenmesinde önemli rol oynadı.

Anadolu’nun fethi ve İslâmiyet’in bura­da yayılışı, XI. yüzyıldan itibaren bilhassa 1071’deki Malazgirt Savaşfndan sonra Türklerin yoğun bir şekilde göçüyle yeni bir merhale kaydetti. Büyük Selçuklular ve onların maiyetinde Anadolu fethine katılan Türkmen beylerinin Orta ve Doğu Anadolu’da kurdukları Türk devletleri. Anadolu Selçukluları, bu devletin zayıfla­masıyla ortaya çıkan Anadolu beylikleri ve nihayet Osmanlılar Anadolu’nun İslâmlaş­ma sürecini tamamladı. Avrupa’nın batı ucundaki İspanya’da İslâm varlığının yok olmaya yüz tuttuğu bir dönemde doğu­dan yeni bir fetih hareketi başladı. XIV. yüzyılın ortalarında Rumeli’ye geçen Osmanlılar’ın Balkanlardaki ilerlemesi dü­zenli bir şekilde devam etti. 1389’daki Kosova Meydan Savaşı ile Sırbistan Türk hâkimiyetine geçerken 1463’te Bosna, 1521’de Belgrad, 1S26’da Budin fethe­dilerek 1529’da Viyana önlerine ulaşıldı.

Hindistan ve Çin’in Arap dünyası İle İs­lâm öncesine dayanan ticarî ilişkileri İslâmî dönemde de sürdü ve bu ülkeler İs­lâmiyet’le Arap ve İranlı tüccarlar vasıta­sıyla tanıştılar. Emevîler zamanında Sind bölgesinin fethiyle (710-711) başlayan Hindistan’daki İslâmlaşma süreci Gazneliler, Gurlular. Delhi sultanları ve Bâbür-lüler’le devam etti. Çin’in önce kıyı bölge­lerine ticaret amacıyla gelen Müslümanlar yerli kadınlarla evlenerek zamanla bu­raya yerleştiler ve kurdukları kolonilerle İslâmiyet’in yayılmasında rol oynadılar.

Moğol İmparatorluğu devrinde Çin’in iç bölgelerinde geniş halk kitleleri İslâmi­yet’i kabul etti, bilhassa Yüan hanedanı döneminde (1271-1368) bu yayılış önem­li bir mesafe katetti.

Endonezya adalarına da Arap, İran ve Hint asıllı tüccarlar vasıtasıyla giren İslâ­miyet önce Sumatra ve Cava’nın liman şehirlerinde etkili oldu; bilhassa XIII. yüz­yıldan itibaren ticaret, yerli kadınlarla ev­lilik ve tarikatlar vasıtasıyla hızla yayıldı. Yöneticiler ve yerli halkın toplu ihtidâsıyla devam eden bu süreç içinde sonraki yüzyıllarda bölgede birçok Müslüman sul­tanlık ortaya çıktı.

İslâmiyet’in Amerika kıtasıyla ilk te­ması, XV. yüzyılın sonlarında Endülüs’te (İspanya) İslâm hâkimiyetinin son bul­masıyla Müslümanlara karşı girişilen kat­liam ve yıldırma hareketinden kaçanlar vasıtasıyla olmuş,bunları İspanyol-Por­tekiz sömürgeciliği döneminde kıtaya göç eden işçi ve sanatkârlarla XVII ve özel­likle XVIII. yüzyılda Afrika’dan götürülen köleler izlemiştir.

İslâmiyet’in kısa sürede geniş bir coğ­rafyada yayılarak birbirinden çok farklı inanç ve kültürlere mensup insanlarca benimsenmesini açıklamak üzere Batılı araştırmacılar tarafından bazı izahlar ya­pılmıştır: Fethedilen bölgelerde kılıç zo­ruyla İslâmlaştırma. fethedilen toprakla­ra göç eden Müslüman toplulukların et­kisi, İslâm hâkimiyetine giren gayri müslimlerin cizye gibi ekonomik yaptırımlar­dan kurtulma ve idarî mekanizmada ken­dilerine yer bulma arzulan, İslâm’ın özel­likle bazı bölgelerde geleneksel olarak ezilmiş alt tabaka mensuplarına vaad et­tiği sosyal eşitlik, adalet ve özgürlük gibi fikirlerin cazibesi.[268]

İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığına dair gö­rüş genel bir açıklama olarak bugün ar­tık geçerliliğini kaybetmiştir. Zira tarih­te zorla ihtida örneklerine rastlanmakla birlikte bunun İslâm’ın yayılış sürecinde kayda değer bir faktör olmadığı anlaşıl­mıştır.[269] Önceleri Arap yarıma­dası ve civarında yahudi ve hıristiyanlar aleyhine olan İslâm’ın yayılışının Batı dün­yasında XIX. yüzyıla kadar daha çok bu faktörle açıklanması gayretinde gele­neksel duyguların [270] ve sömürgecilik döneminde insanları “aslî inançlarına döndürme” amacıyla hare­ket eden misyoner faaliyetlerinin etkisi olduğu açıktır. Daha o dönemde muhalifleri bulunan bu görüş [271] günümüzde önemini kaybet­miş olduğundan başka faktörler üzerin­de durulmaya başlanmıştır. Bu çerçeve­de ortaya atılan sosyoekonomik görüşle­re göre. Hz. Peygamber’in ve ilk halifele­rin karizmatik kişilikleriyle birliği sağlanan bedevi Arap kabileleri yaşadıkları yoğun bir kuraklık döneminde zorunlu olarak verimli bölgeler arayışına yönelmişlerdir. Diğer bir açıklama denemesi de komşu Bizans ve Sâsânî devletlerinin karşılıklı savaşlardan yıpranarak bu yeni güce bo­yun eğdikleri şeklindedir.[272] Şüphesiz bu tür yaklaşımlar bir bütünün küçük parçalarını açıklamakta yeterli ola­bilirse de olgunun tamamını kapsayıcı değildir. Nitekim ne o dönemde Hicaz’da böyle bir kuraklığın yaşandığı delillendirüebilmiş, ne de bu yaklaşımla fetihlerin Bizans ve Sâsânî topraklarından daha öteye gidişi açıklanabilmiştir.

Bu faktörlerin değişik zaman, mekân ve şartlarda münferit olarak veya bera­berce etkili olduğu pek çok araştırmada ortaya konulmakla birlikte İslâmiyet’in farklı din. dil, ırk, kültür ve sosyal gruba mensup insanlar arasında böylesine ge­niş çaplı bir dönüşümü sağlamasını genel anlamda geçerli bir sebebe bağlamak mümkün değildir. Özellikle ilk fetihlerin kısa sürede başarıya ulaşması, bunu ger­çekleştiren siyasî ve askerî gücün kendi maddî ve manevî dinamikleri kadar fet­hedilen topraklardaki dinî. siyasî ve içti­maî şartlarla da yakından ilgilidir. Gerek Irak, Suriye ve Mısır gerekse Kuzey Afrika ve İspanya’da yerli halk fetihler sırasında geniş ölçüde tarafsız kalmış ve fâtihler ciddi bir engelle karşılaşmamıştır. Bu bölgelerde devletin ve hâkim dinî mez­hebi temsil eden kilisenin iktisadî ve dinî baskısı altındaki halk Müslümanlar ken­di bağımsızlıklarına engel görmemiştir. Anadolu’da da Ortodokslar dışındaki hıristiyan ahali Türkler’in gelişini Bizans’ın cezalandırılması olarak kabul etmiş ve kendilerine karşı bir düşmanlık beslememiştir.

İslâm’ın doğduğu coğrafyada dikkati çeken tablo kabile kültürü içinde bulu­nan, putperest bir inanç sistemine sahip, çoğu göçebe toplulukların kazanılması sürecidir. Bunu, yakın coğrafyalarda as­lında tek tanrı inancı taşıyan, kısmen şe-hirleşmiş toplulukların İslâmlaşması ta­kip etmiştir. İslâm’ın kendi coğrafyasın­daki Arap putperestlere karşı tavrında, yeni teşekkül eden dinî-siyasî toplum ve medeniyetin yerleşmesinin önündeki engellerin ortadan kaldırılması İçin İslâm­laşmada belli ölçüde güç kullanımı bir gereklilik olarak görülürken diğer gayri müslim topluluklara karşı tavrında, İs­lâm’ı kabul etmemeleri durumunda ge­tirilen zimmî statüsü ile daha çok o gün­kü milletlerarası şartlarda barışı sağla­manın etkili ve kalıcı aracı olarak siyasî hâkimiyetin tanınması öncelikli hedef ol­muştur. Ancak zimmîlerin kısa zamanda ihtidanın kendilerine sağlayacağı avan­tajları farketmesi beraberinde İslâmlaş-ma”yı da gündeme getirmiş olmalıdır. Ye­ni ve yüksek bir medeniyete kurucuları ve sahipleriyle aynı şartlarda ortak olmak, kendi feodal yapılan içinde ezilen insan­lar ya da imtiyazlarını kaybeden aristok­ratlar, askerler, tüccarlar için göz ardı edi­lemeyecek bir teşvik unsurudur. Ayrıca İslâm’ın vahye dayanan daha önceki din­leri aslî yapıları içinde kabul ederek onları tamamlayıcı bir perspektif sunması, Ya­hudilik ve Hıristiyanlık gibi din mensup­larının ihtidalarını kolaylaştıran bir başka unsurdur. Bu noktada üzerinde durul­ması gereken bir husus da bilhassa Bi­zans ve Sâsânî medeniyetlerinden sonra Ortadoğu ve Yakındoğu’da yükselen bir medeniyet olarak İslâm’ın İlim, sanat, kültür, ekonomik ve sosyal imkânlar bakımından örnek ve emsalsiz bir cazibe merkezi meydana getirmiş olmasıdır. Coğrafî konum olarak Asya, Avrupa ve Afrika milletleri için kolay ulaşılabilir olan bu cazibenin tesis ettiği şehir medeniyetiyle en temel insanî ihtiyaçlar olan gü­venlik ve bir hayat standardı sağlaması açısından da olumsuz şartlarda yaşayan bazı komşu topluluklara hitap etmiş ol­ması tabiidir. Diğer taraftan İslâmlaşmanın pek çok bölgede gerçekleştirdiği de­ğişiklik ve yeni kültürel kimlik sosyolo­jik gelişmeyi de hızlandırmıştır. Meselâ Uzakdoğu ve Afrika’nın bazı bölgelerinde insanlar tek tanrı inancını büyük oranda ilk defa İslâm’la tanıdıkları gibi yine ilk defa kabileden devlet olma aşamasına geçmişlerdir. Zira İslâm’ın tabii farklılık­ları önemsizleştirerek iman merkezli top­lumsal kardeşliği hedefleyen mesajı kısa sürede göçebelik, kabile hayatı, coğrafya ve etnik yapı gibi faktörlerle ya da inanç farklılığı gibi sebeplerle parçalanmış du­rumdaki insan topluluklarını birleştirip yeni ve dinamik bir güç olarak ortaya çık­malarını sağlamıştır.

“İnsanların dininin sultanlarının dini” olduğu geleneksel toplumlarda kral, ka­bile reisi ve idarecilerin ihtidası ardından toplu İslâmlaşma’yı getirmiştir. Bunda zaman zaman siyasî, ekonomik ve sosyal mülâhazalar rol oynamışsa da toplu ih­tidalar devlet eliyle ve zorla olmamıştır. Meselâ Hint yarımadasında Müslüman nüfusun coğrafî dağılışı, Müslümanların siyasî nüfuzu ile İslâm’ın benimsenmesi arasında ters bir orantı bulunduğunu göstermektedir. Zira İslâm’ın Hint yarı­madasına girmesi fetihlerle olmasına rağmen yayılışı daha çok Müslüman hâ­kimiyet alanlarının dışındaki komşu böl­gelerde gerçekleşmiştir. Özellikle Güney Hindistan’da dikkat çeken bu durum si­yasî, sosyal ve ekonomik faktörlerden zi­yade tasavvufun rolüne işaret etmektedir.

Orta, Batı ve Güney Afrika ile Uzakdo­ğu’daki İslâmlaşma’da da ferdî irşad ve tebliğ, ticarî ilişkiler ve tasavvuf rol oyna­mıştır. Bu yerlerde ayrıca sömürgeci dev­letlere ve misyonerlik faaliyetlerine karşı oluşan reaksiyon İslâmlaşma’yı daha da teşvik etmiştir. XI-X1V. yüzyıllar arasında Karahıtaylar’la Hârizmşahiar arasındaki mücadeleler ve Moğol istilâsı sebebiyle göç eden ve yerli halka sayıca üstünlük sağlayan Türk nüfusun Anadolu’nun Islâmlaşma’sındaki rolü de bu göçle gelen çok sayıda âlim ve mutasavvıfın katkısın­dan soyutlanamaz. Tasavvuf hareketi. XV. yüzyıldan itibaren Rumeli ve Balkanlar’-daki ihtida ve fetihlerde de dikkate de­ğer bir etkinlik göstermiştir.

İslâm’ın yayılışında değişik faktörler rol oynamakla birlikte onun kalıcı ve yerli ha­le gelmesinde etkili olan en önemli unsur şüphesiz mesajının muhataplarında ger­çekleştirdiği değişimdir. Kendine has bir inanç ve değerler sistemi, dünya ve âhi-ret görüşü ile yeni bir insan tipi ve kimlik oluşturan dinin cazibesi daima süreklili­ğini korumuştur. Bu durum, şartların de­ğiştiği zamanlarda bile toplu irtidadların bulunmadığı veya İslâm’ın bir defa girdi­ği topraklardan (Batı ve Doğu Avrupa ör­neklerinde olduğu gibi) ancak güç kullanı­larak çıkartabildiği gibi gerçeklerden de anlaşılmaktadır. Batılı araştırmacıların İs­lâm’ın yayılışıyla ilgili olarak daha çok bir­takım ekonomik ve sosyal faktörlere vur­gu yapmaları, belirli ölçüde tarihî gerçek­liğe tekabül etse bile bu İslâm’ın din olma keyfiyetini göz önüne almayan bir yakla­şımdır. Halbuki farklı mekân, zaman ve şartlarda gerçekleşen İslâmlaşma süre­cinde bizzat İslâm’ın din olarak mahiye­tinin metafizik bir olgu sayılarak dikkate alınmaması, ihtidaların dinî ve ruhî bir değişim ve dönüşüme yol açmadığı gibi sonuçlara da götürür. İslâmiyet’in daha önceki semavî dinleri tasdik edici ve bü­tünleyici özelliği, insan-Allah ilişkisinin aracısız ve sade oluşu, inancın ahlâkî ve sosyal yansımaları, İnsanların eşitlik ve özgürlüğüne yaptığı vurgu, dine girişin formalitesiz oluşu ve insanın yeryüzün­deki varlığını anlamlandırmasında sun­duğu kılavuzluk, kişilerin bu dîni benim­semesinin en etkili unsurları olarak de­ğerlendirilmelidir. Bu inanca bağlananla­rın kazandığı metafizik şuur ve bilinç­lenmenin sağladığı güven duygusunun insanın iç dünyasında oluşturduğu huzur ve sükûn hayata daha yüksek anlamlar yükleyerek bütün devirlerde cazibesini korumuştur. Bu husus aynı zamanda, ih­tidanın günümüzde de Afrika’dan mo­dern Batı’ya kadar birçok toplumda bü­tün canlılığı ile yaşanmakta olmasını açık­lamaktadır.[273] Azmi Özcan (Diyanet İslam Ansiklopedisi, İslam maddesi)

[266] bk. Hicret

[267] el-Feth 48/1

[268] Köse, sy. I 119971, s. 66; ayrıca bk. İstimâlet

[269] meselâ bk. Lapidus.s. 244;Smart, s. 14; Eaton, s. 9

[270] Daniel, s. 244-265

[271] meselâ bk. Arnold, s. 49, 265

[272] Eaton, s. 10

[273] ayrıca bk. ihtida

This entry was posted on Pazartesi, Ekim 6th, 2008 at 07:11 and is filed under ISLAM. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There are currently 2 responses to “İslam’ın Doğuşu Ve Yayılışı”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Nisan 1st, 2013, liu kang said:

    süper bişey emeğe saygı

  2. 2 On Ocak 12th, 2014, adem said:

    ogrenmek istiyorum

Yorum Yaz