-
8th Ocak 2010

Mezhep ve Mezhepler

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR |

MEZHEB VE MEZHEBLER

Mezhep ne demektir? Mezheplere bakış açımız nasıl olmalıdır?  

Arabça isimdir. Gidilen, tutulan yol, takib edilen yol anlamındadır. Tefhimi manada düşünmek, görmek anlamındadır. Bir şeyi şöyle görmek, böyle görmek. Şöyle olduğunu sanmak, böyle olduğunu sanmak, filân konuda şu veya bu kanaatin ağır basması, o konuyu şöyle veya böyle görmek. Şu veya bu konuda belirli bir esastan hareketle bir yol tutmak, bir anlayış sahibi olmak, şöyle veya böyle bir sonuca varmaktır. Benim mezhebim, bizim mezhebimiz onun mezhebi ifadelerine fıkıhta çok rastlanuşızdır. Kısaca benim görüşüm, bizim görüşümüz, Onun görüşü, yani şu konuda vardığı sonuç (düşünce açısından) manasında kullanılmaktadır.

İslam açısından mezheb ise; ister siyâsî ister itikâdî ister fıkhî manada olsun Nasslardan şöyle veya böyle hükümler çıkarılması, şu veya bu yolu anlamına gelmektedir. Her ne kadar hüküm çıkarma metodları birbirlerinden farklı olsa da ‘Delâlet-i Zannî’ nasslardan çıkarılan herhangi bir hüküm, o hükmü çıkaranın mezhebidir. Yani görüşüdür. Aslında hükmü çıkarırken tuttuğu yola da mezheb denilmekle birlikte, çıkarılan hüküm de çıkaran kişiye nisbet edilerek ‘Onun mezhebi’ olarak isimlendirilmektedir. Nitekim ictihad da özel anlamıyla hüküm çıkarma gayreti, çabası manasında olmakla birlikte, bu çabanın sonunda ortaya çıkan hükme de ictihad denildiği gibi.

İslamın ilk yıllarında olduğu gibi bugün de arablar günlük lisanlarında mezheb kelimesini ‘görüşüm, tuttuğum yol, düşüncem’ anlamında kullanmaktadırlar, ‘ezhebu’ derken görüşüm, dedikleri gibi, ‘nezhebu’ dediklerinde de görüşümüz, düşüncemiz, tuttuğumuz yol manasına gelecek şekilde kullanmaktadırlar. Bu hem mekân ifade eden ‘İstanbul’a giderken tuttuğu yol, İstanbul’a gittiği yol’ manasında olduğu gibi, filan mes’eleyi sonuca bağlarken de yürüttüğü muhakeme ve bu muhakemenin sonucu olarak ortaya çıkan görüş anlamına gelmektedir. Biz bu ikinci manaya yukanda ‘tefhimi mana’da isımini kullandık ki anlamada, izahta, çözümde tutulan yol ve yolun sonucu olarak ortaya çıkan çözüm anlamında kullandık.

Mezheb hemen her genel düşünce yapısı içinde bulunan daha talî konulara tealluk eden düşünceler için kullanılmaktadır. Meselâ hıristiyanlıkta da mez-hebler vardır: Katolik mezhebi, Ortodoks mezhebi, Protestan mezhebi, Gregoryan, Süryânî mezhebleri ve daha başka mezhebler gibi.

Bir genel düşünce yapısı içindeki mezheb olarak ortaya çıktığı halde, bilahare veya ilk çıkışında o genel düşünce dairesinin dışına çıkan mezhetoler artık o genel düşünceye ait bir mezheb olmaktan da çıkmakta ve belki bir yeni din haline gelmektedir. Nitekim Dürzîlik, Sebeîlik, Nusayrîlik, Bahaîlik, Babîlik, Kadıyânîlik gibi. Bu mezhebler ve benzerleri başlangıçta İslam içinde birer mezheb olarak çıktıkları halde sonuç olarak ortaya çıkan görüşleri (mezhebleri) ile İslamın da dışına çıktıklarından birer sapık din olmuşlardır, İslamuı dışında kalmışlardır.

Diğer yandan mezheb, tealluk ettiği konular itibariyle siyâsî mezhebler, itikâdî mezhebler ve fıkhî mezhebler olarak da ayırıma tabî olmuşlardır. Tüm tealluk ettiği konulardan siyâsî olanlarının ağır basması halinde siyâsî mezhebler, itikada tealluk etmeleri halinde itikâdî mezhebler, kulların ef’âline tealluk etmeleri bakımından da fıkhî mezhebler meydana gelmiştir.

 

MEZHEB NEDEN DOĞMUŞTUR

Konuyu incelediğimizde görüyoruz ki mezhebin özellikle İslâm da doğuşunun iki ana nedeni vardır. Hattâ bunlara gerekli ve geçerli iki neden demek daha doğrudur. Zira öyle görücüyorki mezheb bu gerçeklerin zorunlu bir meyvesi olmuştur. Biri diğerinden farklı ve birbirinden mücerret olmakla beraber bu iki sebeb şunlardır ve ister istemez birbirleriyle birlikte birer gerçek olarak karşımızda bulunmaktadırlar.

1. İnsanların birbirlerinden ayrı fıtratta yaratılmış olmaları,

2. Nasslarm bir kısmının ‘Delâlet-i Zannî’ şekilde varit olması.

 

İslam, Allah’ın hükümlerine teslim olma rnana-sındadır. Bu teslim keyfiyeti hem itikadı, hem de ameli kapsamaktadır, İslam insana gönderildiğine ve insanların da baliğ ve akıllı olanlarını muhatab kabul ettiğine göre bu insanların biri, diğerinden farklı olan akıllarının, kavrayış ve anlayışlarının bazı şeyleri farklı görmeleri, anlamaları ve birbirinden farklı yol tutmalarına fıtratları müsait demektir. Bu akıl, kavrayış, anlayış ezcümle fıtrat farkı -ki doğuştan sonra iktisab edilmeyen, doğarken beraberinde bulunan- mezheblerin doğmasındaki tabii ve zarurî faktördür.

İkinci sebebe gelince o da keza anlayış farklılığına zaruri olarak imkân veren bir sebeb olup nassla-nn bir kısmının ‘Delâlet-i Zannî’ şekilde varit olmalarıdır. Bu halde varit oluşları da nasslardan birden fazla mananın anlaşılmasına zarurî olarak elvermiş ve birbirinden farklı anlayışlar meydana gelmiştir.

Nasslar kendilerinin hangi manayı mütehammil olmaları bakımından iki kısımda mütalea olunmuştur:

1. Delâlet-i Kat’î Nasslar

2. Delâlet-i Zannî Nasslar

 

Delâlet, anlam açısından anlaşılmış olup hangi manalara delâlet ediyor sorusunun cevabını ihtiva etmektedir.

Delâlet-i Kat’î olarak varit olmuş nasslar : Kendisinden bir mana anlaşılan ve birden iazla matsanın çıkmasına imkân vermeyen bir ifade taşıyan nasslardır. ister itikada, ister amele tealluk etsin mutlaka kendisi bir manayı tazammun eden nasslardır ki bilhassa mefhumu muhalifine kıl kadar dahi imkân bı rakmayan bir ifade ile varit olmuşlardır. Meselâ «Lâ-ilahe illallah» ibaresi yalnız ve yalnız Allah’ın varlığına, Allah’tan başka İlah’ın kesinkes bulunmadığına işaret etmektedir. Hangi açıdan bakarsanız bakınız bu ifade milyarda bir ihtimalle dahi bir başka İlah’ın varlığına delâlet etmez. İllâ ifadesi buna imkân vermemektedir. Yaratıcı ve düzenleyici Allah’ın bir olması gerçeği her ne kadar eşyadaki düzenin zaruri bir sonucu ise de biz konuyu nassların vürût şekli açısından ele aldığımızdan buna baıkıyor ve âyetteki ifadenin de bu gerçeğin dışında bir şeye delâlet etmediğini vurgulamak istiyoruz. Fıtrat ne kadar birbirinden farklı olursa olsun bu ifadeden bir başka mana çıkarabilmek dil bakımından imkânsızdır. Nassın ifadesi fıtratı, fıtratları mezkûr nassdan ancak bir ifadenin anlaşılmasına zorlamaktadır. Bu sebeble Müslüman olan hiçkimse «Allah’tan başka Allah (İlah) tanımamak» durumundadır. Allah gerçeğinin bunu zorunlu kılmasının ötesinde üzerinde durduğumuz ifadeden de bundan başka bir mana çıkmaz, çıkarılamaz, demek istiyoruz. Delâlet-i Kat’î nass’dan kasıt da budur. Kendisinden birden fazla mananın çıkması, veya çıkarılmasına müsait bulunmayan nasslardır. Yine delâlet-i kat’î naslardan bir başkasına fakat bu. defa amele tealluk eden birine bakalım : «Zekâtlar Allah’tan bir farz olarak (1) Yolsullara, (2) Düşkünle-re, (3) Zekât Memurlarına, (4) Kalbleti Müslümanlığa ısındırılacaklara verilir; (5) Kölelerin, (6) Borçluların, (7) Allah Yolunda Olanların ve (8) Yolda Kalanların uğrunda sarfedilir. Allah Bilendir. Hakîm’dir.» (Tev-be: 60)

Bu âyette de görüldüğü gibi Allah-u Teâlâ zekât verilecek kimseleri Bizzat Kendisi saymış ve vasıflarını açıkça belirtmiştir. Bu itibarla da kimse, yâni hiçbir müctehid bu konuda İctihad yapmamış, yapmaya da tevessül etmemiştir. Zira sözün gelişi olarak söylersek bu konuda Allah’ın hükmü (mezhebi, görüşü) bellidir, açıktır. O’nun hükmünün açıkça belli olduğu yerlerde ise kula düşen O’nun görüşünü, hükmünü aynen almak, kabullenmek ve uygulamaktır. Kula başka bir hüküm sahibi olmak düşmez. Bu husus yukarıda da belirttiğimiz gibi ‘Delâlet-i Kat’î’ olan nassların delâlet ettiği konular içindir. Ki kendisinden bir başka mana çıkmayacak şekilde varit oluşlarından dolayı böyledir.

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız hususu Osmanlı Devleti’nin soıı yıllarında tedvin olunan ve hanefî fıkhının bir kodifikasyonu olarak bilinen Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye isimli Ahmed Cevdet Paşa ve arkadaşlarının hazırladıkları eserin 14. maddesinde «Mevrid-i Nassda içtihada mesağ yoktur» şeklinde ifade etmişlerdir. Maddenin bugünkü dil ile ifadesi ise aynen şöyledir : «Nassla açıklananda içtihada yer yoktur.» Mes’ elenin gerçeği de budur. Müslümana Allah’ın hükmünün açıkça belli olduğu yerde O’nun hükmüne tabî olmak, o hükmü aynen kabullenmek itikada tealluk ediyorsa itikad etmek, amele müteallik ise amel etmek düşer. Müslüman ister müctehid, ister mukallid olsun her Müslümana düşen budur.

Mezheblerin bugün mukallidi bulunan ve bulunmayanlarının tamamının bu Delâlet-i Kat’î hususlarda ittifakı vardır ve hepsinin mezhebi (görüşleri) Nassların kat’î olarak delâlet ettikleri anlamdır. Bu hususta Hanefîyye’nin, Sevriyye’den, Zahiriyye’nin Şafiiyye’den, İbâdiyye’nin, Malikiyye’den, Hanbeliy-ye’nin Zeydiyye’den ve Ca’feriyye’den bir farkı olmayıp hepsi ittifaken bu hususu kabul etmişlerdir. Müslüman olanları zorunlu olarak ilzam eden Nassların kat’iyyen delâlet ettikleri hususlarda insanlara ihtiyar bırakılmamıştır.

Mezhebler yukarıda da belirttiğimiz gibi nassların ‘delâlet-i zannî’ olarak varit olanlarından zarurî olarak doğmuştur. Yine belirttiğimiz gibi buna insan fıtratının birbirinden farklı bulunuşu, aidiyetinin, anlayışının, kavrayışının derece derece oluşu sebeb olmuştur. Mezheb farklılıklarında Coğrafî, kültürel ve sair sebebler de rol oynamıştır amma bize göre bu sebebler yukarıda belirttiğimiz esas (ana) sebeblerin yanında, bu sebeblere dayalı olarak var olmuş talî sebeblerdir ve iki ana sebebe nisbetle bunlar da onlardan ve onlara dayalı olarak doğmuştur. Örfün, kavmi özelliklerin ve benzeri unsurların hepsinin iki na sebeble ilişkisi, onlardan tevellüd etmelerinden ibarettir.

Delâlet-i Zannî nasslar, kendilerinden birden fazla anlamın çıkmasına müsait ifadelerle varit olmuşlardır. Nassların bir kısmının bu şekilde varit olmasına insan fıtratının birbirinden farklılığı da inzimam edince sonuç olarak birbirinden farklı görüşler (mezhebler) kaçınılmaz bir zorunluluk olarak ortaya çıkmışlardır. İctihad edebilecek durumda olanlar da bulundukça -ki bulunmalıdır- yine de çıkacaklardır. İslâm Allah indinde tek hak din olarak kaldıkça, Kur’ân da kıyamete kadar insanların sorunlarının çözümlerinin esaslarını taşıdığına göre, insanların karşılaştıkları müşkillerin çareleri yine Kitab ve Sünnetten istinbât olunacaktır. Buna hayatın yeni müşkiller çıkaran cereyan biçimi zarurî olarak ihtiyaç duyurduğu ve duyuracağı gibi, Kitab ve Sünnet’in delâlet-i zannî nassların vürut şekli de yeni ictihadlara zarurî olarak müşkillere çözüm getirecektir. Herkes İctihad etmeye yeltense bile dirayet sahiplerinin ki kabul görecek, diğerlerine itibar edilmeyecektir. Nitekim bırakınız herkesi, doktorluğu yalnız tıb tahsili yapanlar yapsa bile her tıb tahsili yapan bir tutulmuyor, hastalıktan ve tedavisinden biri diğerine nisbetle daha iyi anlayan doktorlar olduğu ve marifetleri sebebi ile de birbirinden farklı ilgi çektiklerine göre, İctihad edenler için de başka herhangi bir işle uğraşanlar için de durum bundan farklı değildir, olamaz da.

Önceki asırlarda da böyle olmuş, birçok İctihad eden bulunmuş, kimi mutlak müctehid olur iken, kimi mezheb müctehidi olarak kalmış, kimi de yalnızca mes’ele müctehidi olabilmişlerdir. Diğer yandan ictihadlarmın seviyesi ne olursa olsun kiminin mukal-lidleri günümüze kadar çeşitli etkenlerin de sonucu bulunup gelmiş iken, bazılarının tabileri kendilerinden sonra kalmamıştır. Bu kalmamışlıkda rol oynayan yalnız o müctehidin ictihadlarmın zayıflığı olmayıp, bilakis başka sebebler daha da önemli bir unsur olmuşlardır. Bunlar uzun uzun Fıkıh tarihlerinde anlatılır.

Fikrî faaliyetin yoğun olduğu yıllarda nerede ise sayılamayacak kadar müctehid olduğunu bize bildiren fıkıh tarihleri bunların kiminin mutlak müctehid olduğunu, kiminin Mezheb Müctehidj olarak kaldığını, kiminin de yalnız Mes’ele Müctehidi bulunduğunu yazmaktadır. Bunlardan günümüze pek azı intikal etmiş, yaşayan mukallidleri ile varlıklarını devam ettirmektedirler. Niceleri de vardır ki Mutlak Müctehid oldukları halde halkın hemen hiçbiri bunların değil ictihadlarını (mezheblerini), isimlerini bile bilmemektedir. Halk bilmiyor diye bunlar gelmemiş, yaşamamış, ictihad etmemiş değildir elbette. Fakat genel olarak halk bilmediğini yok sanmaktadır. Kitapları karıştıranlar, bu sahada gelip gidenlerin kendilerini tanımasalar da eserlerine bakanlar rahatlıkla görmektedirler ki fikrî bereketin bulunduğu asırlarda bunlardan o kadar çok yaşamıştır ki insan doğrusu imrenmektedir.

Günümüzde yaşayan mezhebler yalnız dört tane değildir. Ca’feriyye, Zeydiyye, Ibâdiyye gibi mezheblerin sâlikleri de vardır ve îran, Türkiye, Suriye, Irak, Suudî Arabistan, Yemen, Afrika’nın çeşitli ülkeleri ve Hindistan, Pakistan ile Afganistan’da bulunmaktadırlar.

Bizim söz konusu etmek istediğiniz mezhebler İslâm Mezhebleri’idr. İslâm mezhebi olarak doğmasına rağmen İslâmın dışına çıktığı için İslâmla da alakası kalmamış küfre girmiş mezhebler konumuzun dışındadır. Onların bir kısmının yalnız isimlerini saymakla iktifa ettik.

 

MEZHEB ÇEŞİTLERİ

Mezihebler yukarıda da değindiğimiz gibi iki ana sebebe bağlı olarak doğmuşlardır. Bunlardan birincisi insan fıtratının biri diğerinden farklı oluşları, diğeri ise nassların bir (kısmının ‘Delâlet-i Zannî’ olarak varit oluşlarından demiştik. Bu iki ana sebebe bağlı olarak daha başka sebebler de mezheblerin doğuşlarında talî de olsa sebeb teşkil etmişlerdir. Kültür farklılıkları, örf farklılıkları, insanda bulunan ihtiraslar, coğrafî farklılıklar, belki kavimlerin herbirinin taşıdığı farklı özellikler, nefislerin galebe arzuları, üstünlük iddiaları ve benzeri şeyler de mezheblerin doğuşlarında bize göre esaslı olmayan fakat herhalde dahli bulunan ikinci derecede faktörler olmuşlardır. Biz bu ikinci derecedeki sebebleri asli sebebler olarak görmesek de bu sebebler de mezheblerin doğuşlarında varlıklarını hissettirmişlerdir. İslâmî tağyir (bozma) amacına yönelik sebeblerle mezheb doğmasını ise değmezliği yüzünden saymadık bile. Zaten bu sebeble mezheb icâd edenlerin icâd ettikleri ile İslâmın dışına çıktıkları, küfre girdikleri bir vakıa olarak karşımıza dikilmiştir. Hattâ başlangıçta niyetleri böyle olmamakla beraber tamamen hüsniyetle hareket etmelerine rağmen mezhebleri ile İslâmın dışına çıkanlar ve geri de dönmeyip veya dönemeyip orada, kalanlar da olmuştur. Bunların da hüsnîniyetleri-ne rağmen İslâmın dışına çıktıklarım söylemek gerekir. Ki mezheblerin taşıdıkları gerçekler kendileri için küfürde denilmesini zarurî kılan gerçeklerdir. Vakıa budur. Bu sonuç hoşlarına, gitse de gitmese de gerçek budur. … .

Konumuza bu noktada bir örnek getirmekle daha da aydınlatıcı olmak kabildir. Şöyle ki: Bedir Harbi sırasında harb henüz başlamadan önce özellikle Mek-ke’li Müslümanlar! (Muhacirûn) Resulullah’a (S.A.) müracaatla Bedir’e gelen yakınlarını, babalarını, kardeşlerini, amcalarını, dayılarını bizzat kendileri öldürmek istediklerini belirtirler. Resulullah (SA) ise buna müsaade etmeyerek «— Kim kime denk gelirse onunla savaşsın. Özel olarak yakınlarınızı aramayınız!» diyerek onları bundan vazgeçirmeye çalışır. Bilindiği gibi savaşın sonunda Müslümanlar Kureyş’ ten 70 civarında ölü ve bir o kadar da esirle Medine’ ye dönerler insan, insandır ve Muhacirûn da olsa insandır ve zayıftır. Bunu Allah-u Teâlâ söylüyor Ki-tab’ında.

İşte problem Medine’ye döndükten sonra başlamış ve birkaç gün geçmeden Bedir’de öldürülen yakınları için bazı Muhacirûn’un dua etmeye başladık-ları ve «— Ya Rabbî Senin rahmetin geniştir. Onları da affet, mağfiret et!» diye dua etmeye başladıklarını biliyoruz. Bu duayı yapanlar, Bedir’de müşrik yakınları öldürülenlerdi, yâni Muhacirlerden bir kısmı idi. Bu hâl sahabeden de sâdır olsa bir yanlışlık idi ve Allah-u Teâlâ bir süre sonra indirdiği bir âyeti» • bu durumda olanlar için aynen şöyle buyuruyordu : «— Akraba bile olsalar cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne Peygamberin ne de mü’minlerin yapacağı bir iş değildir.» (Tevbe: 113)

Bu âyetin delâleti açıktır ve mağfiretin kâfir ve müşrikler için söz konusu olmadığını, öyleleri için yapılacak duaların boşa gideceğini belirtmektedir. Allah’a, Kereminden ötürü hamdederiz ki bizler sapıklıklardan, yanlışlıklardan gönderdiği dini ile korumuştur. Biz zayıfız ve zaaf gösteririz. Bütün bu halimize rağmen İslam dairesinin dışına çıkmadıkça ancak O’nun rahmetine, mağfiretine müstehak olabiliriz. . .

İslâm Tarihinde Allah’tan başka Allah olmadığına inandığı halde Allah’ı bir insanın cisminde yeryüzünde göründü diye itikad edenlerin kâfir olduklarını gördüğümüz gibi, Allah’ı ve Peygamberliği kabul ettikleri halde Cebrail’in vahyi Ali’ye getireceği yerde yanılarak Muhammed’e getirdiğini söyleyerek kâfir olanları da görmekteyiz.

Dürzilerin Fatımî halifesi Hakim biemrillah el Mansur ibnil-aziz billah’ın vücudunda tecessüm ederek yeryüzünde göründüğünü söylemeleri, Allah’ın Kendi gerçeği ile ilgili verdiği açık bilgilere ters düştüğünden dolayı onları kâfir etmiştir. Allah Kendisi nin kimseye benzemediğini, eşi, ortağı ve mekanı bulunmadığını söylemesine rağmen, Allah’ı bir insanın bedeninde yeryüzüne indiğini, göründüğünü söylemekle Allah’a küfretmişlerdir ve elbette îsllâm’ın dışına çıkmışardır.

Diğer taraftan «Herşeye kadir olan Allah»ı, gönderdiği vahyi gönderdiği kişiye ulaştımaktan aciz kılan itikatlarıyle gurabiyye de Allah’a küfretmiş oldular ve yine îslâmın dışına çıktılar. Bütün bunlar göstermektedir ki insanlar İslâm olmak ve Müslüman kalmak istiyorlarsa elbette Allah’ın bildirdiklerini, O’nun bildirdiği gibi bilmek ve inanmak durumundadırlar. Söyledikleri ve inandıkları ile Allah’ın hadlerini aşanların, bu hallerine rağmen İslâm kalabilmeleri mümkün olamamaktadır.

Verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi insanlar hüsniniyyetle de olsa İslâmın dışına çıkabilmektedirler. Ya kendilerini, inançlarını, sözlerini düzeltirler ve istiğfar ederek tekrar İslama dönerler, ya da çıktıkları yerde kalarak İslâmın dışında, küfür kalırlar ve hüsrana uğrayanlardan olurlar. Bunlar asırlar önce böyle olduğu gibi, bugün için de böyledir. Kur’ân, kıyamete kadar herşeyi açıklayıcı bir ki-tab olarak gönderildiğine göre taşıdığı hükümlerin belirli zamanlarla sınırlı olmadığı, olaylar ve eşyanın gerçeği ile ilgili doğrulan ta’lim ettiğine göre her zaman geçerliğe sahib bulunduğu, o asır, bu asır demeden tüm zamanı kapsayıcı hükümlerin sahibi bulunduğu bir gerçektir. Bugün de aynı hatalar, sapmalar yapılırsa bilinmelidir ki adı geçen âyetler yalnız 14 asır önceki müşriklere değil, bugün şirke düşenlere de hitab etmektedir. Yarınlarda da aynı hükümler geçerliğini koruyacaktır. Tâ kıyamete kadar.

İster Allah’ın dinini bozmak kasdı ile olsun, ister takva sebebi ile olsun O’nun bize bildirdiklerine aynıyla tâbi bulunmaklığımız, ne azına razı olmamız, ne de onları çoğaltmamız mümkün ve caiz değildir. Hele akîde ile ilgili konularda Müslümanım diyenlerin çok titiz olmaları, pırıl pırıl İslâm akidesinin üzerine bir toz zerresi bile kondurmamaya itina etmeleri gerekir. Akıldan çıkarılmamalıdır ki sahih bir akîde olmadan hiçbir melin kıymet-i İslâmiyyesi yoktur, olamaz da. Zira Allah’ın söylediklerinden başka şeylere inanacak, onları istediğiniz şekle sokacak bir bakıma senin söylediklerin gibi değil, benim zannettiklerim gibi ‘diyeceksiniz ve ondan sonra da O’ndan birşeyler umacaksınız. Bu hiçbir halde mümkün değildir. Bu sebeble biz ısrarla itikadî hususların Allah’ın gönderdiği ve Resulullah’ın da insanlara tebliğ ettiği gibi olması ve kalması gerektiği kanaatim taşıyageldik ve hesab günü kurtuluşun ancak bu şekilde mümkün olacağına inandık ve inanıyoruz.

 

Mezhebler tealluk ettiği konular bakımından üç kısımda mütâlea olunmaktadır:

1. Siyâsî Mezhebler

2. İtikadî Mezhebler

3. Fıkhî Mezhebler

 

1. Diğer mezheblerde de olduğu gibi siyâsî mez-heblerde de önce siyâsî konulara tealluk eden görüş farklılıkları doğmuş, gelişip büyümüş ve bilahare de esasları tesbit olunarak ortaya bir mezheb çıkmıştır. Siyâsî konular Yönetim ve yöneticinin hususiyetleri ni muhtevi bulmaktadır bilinci derecede. İslâm tarihinde Devlet Başkanı’nın (halifenin) aynı zamanda birden fazla olup olamayacağı, seçim şekli, şu veya bu kabilden olup olmayacağı, halife adayının ‘Adl’i konuları, Yönetimin Peygamber’den sonra kime ait bulunması gerektiği hususlarındaki görüşler, görüş farklılıkları bilahare siyâsî mezheblerin doğması ve sistematize edilmesine müncer olmuştur, İslâm tarihinin ilk asırlarında kalan bu olaylar günümüzde bir ihtilafın sebebi gibi görünmüyorsa da taassuba bürünmüş düşünceler külenmiş olarak el’ân yaşamaktadır. İslâmın esprisini kavrayan ve fakat henüz pek geniş olmayan basiretli çevreler bu taassub zincirini kırmak, atmak ve Allah’ın Resulü’nün İslâmî getirdiği günlerin anlayışına kavuşmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Resmen ve Devlet çapında bunu yapanları gördüğümüz gibi, daha onları tanımazdan önce de, çok küçük de olsa bazı çevrelerin aynı düşünceyi paylaşarak aynı amele ulaşmak istediklerini biliyoruz.

Biz burada siyâsî mezhebleri uzun uzun anlatacak, görüş farklılıklarını belirtecek mezheblerinin kendilerine göre delillerini gösterecek ve konuyu genişleterek kitab hacmine ulaştıracak değiliz. Mevzuumu-zun .meraklısı olanlar Siyâsî mezheblerle ilgili bilgiyi sıhhatlice dercetmiş kitabları bulabilir ve okuyabilirler. Biz dergi hacmini gözönünde bulundurmak ve bu sebeble konuyu taşmak istememekteyiz. Mes’elenin tafsilâtından ziyâde başında da söylediğimiz gibi bizi esası ilgilendirmekte ve olması lâzım gelenle ilgilenmekteyiz. Olması lâzım gelenin de Peygamberimiz efendimizin günündeki gibi olmasını dilemekte, istemekteyiz. Zira biz Resulullah (SA.)’tan daha iyi bir Müslüman bilmediğimiz tanımadığımız gibi kimsenin de bunun aksini söyleyebileceğine inanmıyoruz. Aklen de naklen de sabittir ki Bir dinin Peygamberinden daha fazla o dinin dindarı olunamaz. Olunmasına o din gerek de görmemiştir. Kimsenin olabileceğini de sanmadık, sanmıyoruz. Bu aklî ve naklî sebeble diyoruz ki Peygamberimiz İslâm olarak, Resulullah olarak akide ve amel konularında neyi nasıl anlamış ve uygulamış ise, dinden birşey olarak bize bir-şey bildirmiş ise bizler de Onun o konudaki anlayışını kavramaya, mes’elelere aynı açıdan bakabilmeye çalışalım. Her konuyu şekil ile izah edebilmek mümkün olmadığına göre mes’elenin esprisini kavrayarak Allah’a gerçek kulluğun Onun tuttuğu gibi yolunu tutalım. Bu konuda bizzat Allah-u Teâlâ bize kendilerini «Usvet’ül Hasene- Güzel bir örnek» örnek olarak göstermektedir Resulullah’ın. Onu anlamak, Ona haberlerin sıhhati bakımından ulaşmak güç de olsa herhalde, ne yapılıp yapılmalı ve bu gerçekleştirilmelidir. Güneşin ışığı dururken, onun kendisine aksederek bizlere ulaştığı aynalara değil kendisine bakmakta gerçeği bizzat görebilmek bakımından zaruret görüyoruz. Onun bize verdiğini alabilmek, sakındırdığından da sakınabilmek için bunu yapmakta ayrıca Kur’ân emri ile zaruret vardır.

 

2. İtikâdî Mezhebler de keza mezhebin tealluk ettiği konunun itikad olmasından dolayı bu adı almışlardır. Peygamber (SA.) zamanında kendileri İslam akidesi ne ise yalnız onu ortaya koyuyor, kendisine gelen âyetleri okuyup açıklıyor ve anlatıyordu. Onu dinleyen müşrikler ise dinlediklerine ya inanıyor ve Müslüman ve mü’min oluyorlar veya inanmıyorlardı.

 

Ne var ki bilhassa daha sonraki yıllarda başka kültürlerin insanları da ardı arkası kesilmeyen şekilde Islama geldiler. Hıristiyan’ı, yahudisi, zerdüştü, budisti, maniheisti ve daha niceleri… Bunların büyük bir çoğunlukla İslâma girmeleri daha ziyade Hz. Ömer (RA.) zamanına rastlamaktadır. Emir’ül Mü’ minin Hz. Ömer (RA.)’in dirayeti, basireti ve yöneticilikteki becerisi ve Ümmet arasında çıkan ve çıkabilecek her türlü fitnenin hemen üzerine giderek onu yok etmekte gösterdiği şecaati Onun gününda (hilâfet yıllarında) siyâsî açıdan olmadığı gîbi, akîde açısından da bir takım fitnenin çıkmasına meydan vermedi.

Bilhassa itikada tealluk eden konularda çıkan ihtilafların ve ümmeti bölen fitnenin kökünü biz, İslâm dışı kültürlerle Islama gelenlerin gelirken isteyerek, istemeyerek getirdikleri pisliklerde ve daha sonraki yılllarda da Eski Yunan Felsefesi’nin, hind felsefesinin arabçaya tercüme edilerek Müslümanlar arasında yayılmasında görüyoruz.

Başlangıçta, yâni Resulullah (SA.) zamanında Arabistan Yarımadası zaten nüfusu çok az bir yer iken, Müslüman olanı da buna nisbetle daha azdı. Ve umumiyetle putlara tapanlar İslâmın muhatabı olmuş ve çoğunluğu İslâmî kabul de etmişti, İslam tek kültüre karşı idi ve bu kültürün üzerine üzerine giderek onu adetâ kökünden kuruttu. Lâkin başlangıçtaki tedricî Müslüman olmalar, Müslüman olanların arınmaları bakımından da büyük kolaylıkları beraberinde getirdiğinden ve aralarında başlarında Resulullah olmak üzere İslâmî iyi anlamış, iyi kavramış, esasını özümlemiş bir kadro bulunduğundan istenilen sonucun alınmasında sağlam temeller oluşturmuştu.

Hz. Ebu Bekr (RA.)’in kısa süren hilâfeti dönemi de Arab Yarımadası sınırlarım taştı demlemeyecek ve Peygamber zamanında Müslüman olanların bir kısmının çıkardığı problemlerle (irtidad olayları) uğraşmakla geçti. Onun vefatına kadar İslâm geniş çapta başka din. sâlikleriyle mufaatab oldu denilemez.

Hz. Ömer (RA.) zamanında ise İslâm Devleti’nin hem hudutları, hem de yeni nüfusu eskisi ile kıyas edilemeyecek kadar genişlemiş ve çoğalmıştı. İslâmın parlaklığı yüzbinlerce gözü kamaştırıyor ve onunla muhatab olanların büyük bir çoğunluğu da bu dine giriyorlardı. Yani Müslüman sayısı da büyük bir hızla çoğalıyordu, iran’ın, İrak’ın, Yemen’in, Mısır’ın, Filistin ve Suriye’nin zaptedilmesi, Anadolunun güneyinden Kafkasya’ya kadar ilerlemesi İslâmî ve Müslümanları o güne kadar pek de alışık olmadıkları başka toplumlar, dinler, örfler ve insanlarla karşı karşıya getirmişti. Bütün bu hızlı gelişmelere rağmen Devlete hâkim merkezî otorite bütün olaylara hükmedebiliyor, siyâsî açıdan olduğu gibi, itikâdî ve amelî açıdan da devlet vahdeti sağlanıyordu. Büyük bir çoğunluk bilmedikleri için eski itikad ve kültürlerini de yeni girdikleri İslam toplumuna kaçınılmaz olarak getirmiş durumda idi ama devlete hakim otorite hiçbir fitneye fırsat vermeyici, hiçbir nifaka göz açtırmayıcı olarak varlığını sergiliyor olduğundan hisse-dilebilen birşeyler olmuyordu, olmadı.

Ne zaman :ki Hz. Osman (RA.) bunca genişlemiş, nüfusu çoğalmış ve belki bir bakıma yönetimi de zorlaşmış olan bu davletin basma geçti ve halife oldu. On yıl kadar süren hilâfeti sırasında İslâm Tarihinin yazdığı gibi önü alınamayan olaylar meydana geldi. Bu olaylar Hz. Osman’ın yumuşak huyluluğunun kötüye kullanılmasından kaynaklanan olaylar olarak başlamakla kalmadı başka fitnelerin, nifakın hapsedildiği yerlerin de kapısını açtı ve olanca fitne, nifak, fesad ortalığa yayıldı. Ve badiğimiz gibi sonunda Hz. Osman (RA.)’ın da şehâdeti ile sonuçlandı.

Düzeni bozulan bir toplumu kolay çekip çevirmek mümkün bulunmadığından ve tekrar eski halini aldırmakta çok zor olduğundan olaylar başka olaylara sebeb olarak gelişti, genişledi ve tüm ümmeti sardı. Hz. Ali (RA.)’nin toplum düzeninin bozulduğu böyle bir ortamda iktidara gelmesi olayların önünün alınmasına yetmedi, bildiğimiz gibi Cemel Vak’aları, Sıffîn Muharebeleri ve daha nice fitneler ortalığı kasıp kavurdu. Sonunda Benî Ümeyyenin (ısırıcı) emirliği ile daha önceki İslâm Devleti, ‘Emevî saltanatına dönüştü.

Konumuzdan biraz uzaklaşmış gibi görünmemize rağmen bu olayları zikretmek, pek az da olsa üzerinde durmakta göreceğiniz gibi zaruret bulunmaktadır.

Benî Ümeyye’nin saltanatı yıllarında Bizans kültürünün ağır etkisinin hissedildiği, yönetim ve Ümmetin umuru ile ilgili işlerin saltanat usulleriyle yürütüldüğünü tarihler yazıyor. Bizi konumuz itibariyle bunlardan özellikle kültür geçişmeleri ilgilendirmektedir.

Benî Ümeyye saltanatı oturduktan ve çevresinde otoritesini her ne suretle olursa olsun sağladığı sıralarda bilhassa merkeze yakın tebeanın çoğunluğu hı ristiyan kültüründen gelme kişilerdi. Müslüman ol-mayıp dinlerinde kalarak zimmet ehli statüsü ile bu devletin tebeası olan hıristiyanlardan bilhassa Süryânîler eski yunancayı iyi bildiklerinden devamlı olarak Eski Yunan filozoflarının eserlerini arabçaya tercüme ediyorlar ve halkın arasında yayılmasına, okunmasına çalışıyorlardı. Devleti yönetenlerin bu çalışmaların nerelere varacak sonuçlar doğuracağı ile yakından ilgilenmemeleri çalışmaların daha da artmasına ve hattâ ‘Emevî sarayının bu tercümeleri ödüllendirerek teşvik etmeleri sonunda büsbütün ortalığı Eski Yunan klâsikleri kapladı. Bu tercümeleri yapanların büyük çoğunluğu Süryânîlerdi.

İşte itikad açısından olanlar bundan sonra olmaya başladı ve durup dinlenmeden, hattâ çıkan-fitne devlet desteğini de arkasına alarak olanca hızıyla ortalığı kapladı.

Bu dönem İslâmî Peygamberin gününde iyi öğrenmiş, özümlemiş ve yaşayan büyük gurubun (sahabe) fitne harplerinde çok sayıda şehit olmaları sonucu azalmaları bir yandan diğer yandan” da kelime-i şehadet getirerek Müslüman olmuş takat İslâmî bilmeye muhtaç yüzbinlerce, milyonlarca insanın İslâmî öğrenmeye ihtiyâcı bulunduğu dönemdir. Bir taraftan İslâmî iyi bilen öğreticiler sür’atle a/alırken, diğer yandan İslâmî öğrenecek durumda bulunan milyonlarca insanın İslama girdiği dönemdir. Bu iki taraflı zaaf, siyâsî otoritenin de işe çekip çevi-ricilikle değil, taraf olarak girmesiyle ortalığın kaynadığı, binbir türlü fikrin insanların kafalarını boşuna meşgul ederek onları İslâmî öğrenmekten alıkoyduğu bir sonucun doğuşunu kolaylaştırdı.

Nerede eski Yunan filozoflarının fikirleri var ise toplumda onlar konuşulur, söylenir ve dinlenir oldu. Vahdet-i Vücud nazariyesinden, fiili kimin yarattığına, tenasüh nazariyesinden Kur’ân mahluk mudur değil midir’e kadar Resulullah (S.A.)’ın gününde bilinmeyen, konuşulmayan, kimseyi de meşgul etmeyen nice İslâm dışı konular Müslümanların devlet dahil tümünün gündemini doldurdu.

İşte bu ortam iti’kâdî mezheblerin doğması, tedvini ve sınırlarının çizilmeye başlandığı ve tarafların birbirinden kesin hudutlarla ayrılmaya başladığı dönemdir. Mu’tezîlenin, Cebriyye’nin, Kaderiyye’nin, Cehmiyye’nin, Mürcie’nin ve daha nicelerinin şekillenip, kemikleştiği ve saliklerinde görüşlerinin kireçlendiği devir bu devirdir. Bütün bunların savundukları, Müslümanların gündeminin konusu yaptıkları düşüncelerin özellikle akidevî açıdan Allah’ın Resulü’ nün getirdiği İslâm ile uzaktan yakından ilgisi yoklu. Nitekim Resulullah’ın zamanında kimse bunlar gibi konuşmuyor, bunların ilgilendiği konularla ilgilenmiyor ve gündeminde bulundurmuyordu.

İslâm Akidesi arı-duru, kolay anlaşılır, kavranır ve akıl onda kuşkuya kapılmadan kabullenir halde idi. Peygamberin gününde itikadda anarşinin izine bile rastlamak mümkün değilken, yukarıda anlattığımız şartların doğduğu yıllarda ortalığı kaos kaplamıştır. Her ne kadar bu kaosun içinden çıkmak için çaba sarfedenler olmuşsa da daha sonraki asırlarda da izlerine rastlanan lekeler kalmıştır Müslümanların birçoğunun akidesinin üzerinde. Bu gün bile İslâm Akidesi ile hiçbir şekilde münasebeti bulunmayan ‘Vahdet-i Vücut’ felsefesinin dar da olsa bazı çevrelerde de genişliğine gündemde tutulmaya çalışıldığı görülmektedir. Müslümanların arasında sahih bir akidenin teşekkül edip, sağlığının korunması tedbirleri de alınarak sürdürülmediği günümüzde nice kendinin Müslüman olduğunu sananlarımızın ‘Tenasüh nazariyesi’ne inandığını görmemek mümkün değildir.

Bilhassa sofiyyenin çeşitli tabakalarında ‘Kade-riyye-Cebriyye’ anlayışının geçerliliğini sürdürdüğünü, her ne olursa Rabb’in takdiri ile oluyor, bizim bir dahilimizin olması da mümkün değildir, mülahazası ile haramın haramlıktan çıkarıldığını, farsın farz olmaktan uzaklaştığını görmüyor muyuz? Şu’cu veya Bu’cu olsun hemen her kesimde belki birbirine benzemeyen lâkin İslama benzememek bakımından birbirlerine benzeyen nice itikad taşınmaktadır ki bu tür bir itikad ile ahirete intikal edipte yakasını Huzurullah’taki hesabtan kurtarabilecek kimse tanımıyoruz.

Allah-u Teâlâ’mn ısrarla üzerinde durduğu ve tekrar tekrar âyetlerinde zikrettiği ‘Zannla itikad etmek’ ten kaçınmayanların hesab günü halleri yamandır (..). Zira Rabbimizce kabul görmeyeceği Kur’ân’da açıklanan bir itikadla O’nun huzuruna varmış olacaklardır. Böyle bir varışın hüsran doğuracağını da yine Kur’ân belirtiyor. (…)

 

3. Fıkhî Mezheblere gelince kelimeden de anlaşılacağı gibi bu anlama, bilme manasında olup, ıstılahta amellere tealluk eden konularda ortaya çıkan görüşlerin toplamından oluşmaktadır. İçtihada belirli usuller kullanılarak yapılan ictihadlar sonucu ortaya çıkan mezhebler, fıkhî mezhebleri oluştururlar.

İslâm tarihi siyâsî, itikâdî olduğu gibi fıkhî mezheblerin de çokça bulunduğunu anlatır. Fıkhî mezhebler her ne kadar siyaset ve itikad’la doğrudan ilişkili görülmez ise de netice olarak yine de siyâsî ve itikâdî kanaatların eserini fıkhî mezhebler üzerinde görmek mümkündür.

Fıkhî Mezhebler kendilerine intikal eden delillerden hüküm çıkarırken birbirinden farklı usullere başvurmuşlardır. Bu usullerin herbiri kendi içinde tutarlı birer usûl olarak görünmekte, biri diğerinden farklı da olsa kanaatimiz odur ki İslâmın genel esaslarından çıkarılmış bulunmaktadır. Fıkhî mezheblerin şekillenip bir biçim kazanmaya başladığı ve daha sonra da tedvin edilerek sınırlarının belirlendiği bilinmektedir. Bütün bunlar yapılırken bazılarının sandığı gibi fıkhın, fıkıh usulü ve diğer usullerin müstakilen bu işleri yapanlarca ihdas edilmediği, bütün bu esasların Resulullah (S.A.)’ın gününde de bilindiği, Onun vefatını takib eden yıllarda da birçok müctehid ashabın daha sonrakilerin kullanarak sistematize ettiği esasları bildiklerini de biliyoruz.

Meselâ ‘Örfün şer’î hüküm çıkarmada daha son-rakilerce bir metod olarak kullanılması kendilerinin müstakil buluşları olmayıp Kur’ân ve Sünnet’in ‘Örfe de yer verdiği gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Nitekim Resulullah (S.A.) hayatlarında ve Müslümanların başında devlet reisi iken içinde yaşadıkları toplumun bir çok örfünü dokunmadan bırakmış ve yaşayarak daha sonrakilere kadar intikaline imkân vermiştir. Şayet bunlardan bazıları İslâmın esprisi ile ters düşüyor idiyse onlar iptal olunmuş ve Peygamber’in gününde de kullanılmamıştır. Bir kısım iptal olunan örfün yerine de yeni davranış biçimleri ihdas olunmuştur. Bir örnek verirsek îslâm gelmeden önce arablar arasında çocuklarına değişik isimler arasında Allah’a ortak koştukları putların da isimlerini kullanarak onların kulu anlamına gelen ‘Abdülmenat’, ‘Ab-düluzzâ’ gibi isimler koyduğunu da biliyoruz. Bu isimler Menat’ın kulu ve Uzzâ’nın kulu manasında idiler. İslâm geldikten sonra bu ve benzeri ‘şirk’ ifadesi taşıdığı için İslâmın esprisine uygun düşmeyen isim taşıyanların isimlerini Resulullah değiştirmiş ve İslâmın esprisine uygun olarak ‘Abdullah, Abdurrah-man, Abdülkâdir ve benzeri’ gibi isimler vermiştir bu isimlerin sahihlerine. Daha nice misalle konuya aydınlık getirmek ve ‘örfün keyfiyetini İslâmın ışığında meydana çıkarmak mümkündür. Cahiliyye devri arablarının ‘rrzık ve utanma’ korkusu ile kız çocuklarım diri diri toprağa gömme örfü de İslâmın esprisine uygun olarak iptal olunmuş, hattâ böyle yapanların Allah’ın gazabına uğrayacakları bildirilmiştir.

Yine ‘Kıyas’m ictihadda bir metod olarak kullanılması da Kur’ân’dan kaynaklanan bir vakıadır, sonra gelenlerin buldukları ve uyguladıkları bir şey değildir. Kur’ân’ın bir çok âyetinde Allah-u Teâlâ insanların akıllarının almadıkları şeyleri, benzerlerine kıyas ederek anlatmakta ve ‘Kıyas’ı Bizzat kullanmaktadır. Nitekim müşriklerin Resulullah (S.A.)’a «— Ya Muhammedi Bütün söylediklerin bir yana ama şu kuru kemik mi yarın (ahirette) tekrar dirilecek, bu da olacak şey mi? Bunu bari söyleme!» diye elindeki bir ölü kemiğini Peygamber’e göstererek ‘Tekrar dirilmeyi’ akıllarının almadığını açıkça ifade etmişlerdir. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ indirdiği bir âyetle onlara hitaben «— Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçmesi, kabarması. Allah’ın varlığının belgelerindendir. Ona can veren Allah şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O herşeye kadirdir.» (Fussüet : 39) (1) Bu ve aşağıda verilen diğer âyetler yalnız bu konuda Bizzat Allah tarafından Kıyas’m kullanıldığının örneklerini teşkil etmektedir. Daha nice konularda aynı şekilde insanlara misaller vermiş, anlamadıkları şeyleri anladıkları benzerleri (müşterek illeti bulunanlarla) ‘ni örnek vererek kıyas yapıp anlamadıklarını da anlamalarını mümkün kılmak istemiştir. Tabii ki herşeye rağmen anlamak istemeyenler olmuş ve olacaktır da. Akledenler içinse bu ve benzeri misaller imanlarını artırıcı, yakın hâsıl edici sonuçlar doğurmuştur. Rabbimizin bize herşeyi bizim anlayacağımız şekilde bildirmesinden dolayı ancak O’na hamdederiz.

Medine ahalisinin örfünü delil olarak kullanan imanı Mâlik de Resulullah (S.A.)’ın aralarında yaşadığı, Ondan görmedikleri birşeyde ittifak edip örf haline getirmeyecekleri varsayımından hareket etmiştir.

Bir kısım nasslar yalnız zahirlerinde taşıdıkları anlamlarla yüklü olduğu ve bir kısmının da zahirinin ifade ettiği mananın bir ‘gâye’sinin bulunduğu gerçeğine rağmen bazı müctöhidler Kur’ân’ı ve Sünnet’i anlamada bu yorum (tefsir) metodlarından yalnız birini Kur’ân’ın tümüne uygulamak suretiyle içinden çıkılmaz sonuçlara ulaşmışlardır. Davud-u Zahirî’nin ve imam Ibn-i Hazm’ın İslâmî anlamada yalnızca nassların zahirlerine bakarak hüküm vermeyi sağlıklı bir yol olarak görmeleri sonucu nice sağlıksız sonuçlar ortaya çıkardıkları gibi. ‘Yed’ullah! Allah’ın Eli’ mes’elesi ve benzerlerinde olduğu gibi. Nitekim Kitab ve Sünnet’i tahrik etmeyen mukallidlerin aynı hataya düştükleri de görülen bir gerçektir. Meselâ Resulullah (SA) buyurmuştur ki: «— Kur’ân’ı çok Okuyunuz!» Keza Allah (C.C.) da aynı talimde bulunmuştur Kur’ân’ında. Bu emri yalnızca zahirî manasına bakarak anlayanlar Kur’ân’ın anlaşılması, hatırda kalması, hükümlerinin özümlenmesi, esasının kavranması ve Müslümanım diyen herkesin hayatını ona göre tanzim etmesi için söylenmemişcesine Kur’ân’ı anlamadan asırlardır okuyup durmuşlar, yüzünden okumak anlamına anlamışlardır. Böyle hareket edenlerin Zahirî mezhebinde olmadıkları da bilindiğine göre -ki Türkiye’de Müslümanlar çoğunlukla böyle yapmaktadırlar- bu nasslann zahiri ile hükmettiklerini görüyoruz. Kur’ân’ın anlaşılıp amel olunması için okunmasının istendiği ihmâl olunmuştur. Bunun sonucu olarak da bilhassa ana dili arabça olmayanlar Kur’ân’ı yalnızca yüzünden okuyup durmuşlar fakat içinde Allah’ın kendilerini nelerden sakındırdıklarını, nelerle emrettiğini bir türlü anlamamışlardır. Zira insan bilmediği bir dilde yazılmış bir kitabı değil okumak ezberlese bile bu hâl onun okuduğu kitabın içindekilerin anlamasını mümkün kılmaz.

Nitekim müşriklerin Peygamber’e hitaben «— Yâ Muhammedi Altından, inciden köşklerin ve yanında meleklerden bekçilerin de yok. Bizler gibi çarşılarda, pazarlarda geziyorsun. Bir de bizim konuştuğumuz dil ile bizlere konuşuyorsun ve diyorsun ki bunları bana Allah söylüyor!» diyerek adetâ böyle de Peygamber mi olur? demek istemeleri karşısında Allah «— Anlayasmız diye size Kur’ân’ı arabça indirdik!» (Yusuf: 2) buyurmasından açıkça içindekilerden mükellef olunabilmesi için Kur’ân’ın anlaşılması gerek tiği, anlaşılsın diye de arablardan seçilen Peygambere onların ana dilleriyle gönderildiğinden başka birşey anlaşılabilir mi? Nitekim yine Kur’ân’da Allah-u Teâlâ «— Biz bu Kur’ân’ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: ‘Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi? Bir araba yabancı bir dille söylenir mi?’ derlerdi.» (Fussilet : 44) (2)

Ayrıca «— Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin dili ile gönderdik.» (İbrahim : 4) buyuran Allah-u Teâlâ daha nice âyetlerde mütemadiyen Anlamaktan, akletmekten, düşünmekten bahsetmekte ve insanlara Peygamberleri katından bunun için gönderdiğini söylemektedir. Malumdur ki anlamanın, düşünmenin ilk şartı, düşünülecek şeyin bilinen bir dilde olması, söylenmesi gerekir. Yukarıda verdiğimiz âyetler buna delâlet etmektedirler. Anlamadığı dildeki, bilmediği dildeki şeyi Allah’ın emri de olsa insanlar nasıl anlayacak ve gereğini yerine getirebileceklerdir. Ve sonuç olarak da Allah bu insanları nasıl hesaba çekecektir. Bu türden bir çelişkinin İslam’da bulunmadığı bir gerçektir. Çelişki biz Müslümanlarda olup Allah’ın kitabında neleri söylediğini anlamadığımız bir dil ile okuyup durmamızdan kaynaklanmaktadır. Evet okuyanlarımız bu kitabın dilinden birşey anlamıyoruz demiyor olmalarına rağmen de ortadaki gerçek odur ki gerçekten birşey anlamamaktadırlar. Anlamadıkları sü-recede Kitab’ın kendilerini nelerden sakındırdığından ve nelerle emrettiğinden habersizdirler. Bu bilincin gelişmesi herhalde Kur’ân’ın dili biliniyorsa onun dilinden, bilinmiyorsa, bildiği dilden okunması, anlaşılması için zaruret olarak karşımızda durmaktadır.

 

MEZHEBSİZLİK DİYE BİRŞEY MÜMKÜN MÜ?

Hepinizin bildiği gibi Türkiye’de yaşayan halkın dilinde mezhebsizlik umumî olarak dinsizlik, imansızlık, ırzı genişlik ve daha nice kötü vasfı ifade eden bir ifade olarak kullanılmaktadır. Bu kelimeyi hakkında kullandığınız kimse için daha ağır bir hakaret ve küfür kelimesi kullanmanızı gerektirmeyecek kadar şiddetli bir mana taşımaktadır halkın günlük dilinde. Mezhebsizlikle itham edilen kişinin değil Müslümanlıkla, insanlıkla dahi ilişkisi bulunmadığına delâlet eden bu kelime, halkın dilindeki anlamıyla hiçbir asırda fıkıh dilinde kullanılmamıştır. Fıkıhta mezhebsizlik mümkün değildir. Değildir zira, mezheb yukarıda da açıkladığımız gibi düşünür veya amel ederken belli bir yol tutmak manasında bulunduğundan görüşsüz olmak, düşüncesiz olmak bir bakıma amel etmemek demeğe gelir.

Delâlet-i Kat’î nasslaıia hangi hususlarda nasıl inanacağımız’ve nasıl amel edeceğimiz açıkça belirtilmiş olmasına -rağmen, Delâlet-i Zannî nassların delâlet ettiği hususlarda mutlaka bir yol tutmak (mezheb sahibi bulunmak) gerekmektedir ki o konuda amel etmek de mümkün olsun. Meselâ namazla ilgili sü-but-u kat’î ve delâlet-i kat’î nassların dışında bize ulaşan haberlerin bir kısmı da delâlet-i zannîdir. Bu durumda ister istemez (bir zorunluluk olarak) bir görüş (mezheb) sahibi olacaksınız ki namazı kılabilmeniz mümkün olsun. Aksi halde yâni mezhebiniz bulunmaması halinde namazı kılmamanız gerekir ki kılınması kesin farzdır. Bu örneği bütün inanç ve amelle ilgili hususlara teşmil etmemiz mümkündür. Bu itibarla mezhebsizlik mümkün değildir, Müslüman olunduğu halde. Ancak birbirinden farklı mezheb sahibi olmak söz konusudur ki bunun adı da mezhebsizlik olmayıp, farklı mezheb sahibi bulunmaktır.

Mezhebsizlik, şayet sapık (gûlât) mezheb sahibi anlamında kullanılırsa -ki bu ifade yersizdir- o takdirde bunu mezhebsizlik olarak değil, mezhebi sapık, mezhebi İslâmın dışına çıkmış, velhasıl kâfir anlamında kullanıyoruz demektir. Bu halda de iltibasa yol açacak Mezhebsizlik ifadesi kullanmak yerine sapık mezheb sahibi veya İslâmın dışına çıkmış demek daha açıklayıcı ve karışıklığa meydan vermeyici bir yol olur.

Sonra dikkat edilirse bu tabiri (mezhebsizlik tabirini) Türkiye’de kimlerin meşhur ettiği dikkatleri çekmelidir. Kendi zavallı ve bulanık anlayışlarından başka kimseye İslâm olma hakkı tanımayan ve aslında bildiğimiz durumlarıyla belki kendilerine Müslüman denilmesi çok zor olan bu karanlıkçı, çağdışı anlayış sahipleri günlük yayın organlarından da takib ettiğimiz kadarı ile içinde bulunduğu siyâsî şartlarla her halde uzlaşmacı, anlaşmacı olmuşlar ve kalelerinde yalnız uzlaştıkları siyâsî otoritenin bayrağını dal-galandırmışlardır. Bunların uzun yıllar Vahhâbîler için özel olarak mezhebsiz tabirini kullandıkları ve insanımızın da mezhebsizlik tabirini bunlardan duyduğu bilinmektedir. Suudiler hakkındaki mezhebsizlik kanaatlarını değiştirmişler ve Suudîlerle birlikte Şâh’ın zamanındaki İran’a hiçbir husumetleri yok iken, İslâm uygulanmaya başlandığı zamandan itibaren elele, birlikte İran’daki Müslümanlar hakkında mezhebsizlik ithamına başlamışlardır. Gerek Türkiye’de, gerekse diğer ülkelerde mütemadiyen İran’ın Şiîliğinden söz etmeye, mezhebsizliğinden bahsetmeye ve beyinleri bulandırmaya çalışmaktadırlar. Halbuki Suudilerin Sünnîliği ile Şâh’ın Şiîliği arasında îslâmdan uzaklık bakımından hiçbir fark yok idi. Lâkin yeni yönetimi ile İran İslâm uygulamasına geçmiş, emperyalizmin hem batılısının, hem de sosyalistinin kolunu kesmiştir. İşte ne oldu ise bundan sonra olmuş ve Suudîlere mezhebsiz diyen bu beyinsizler takımı yıllardır mezhebsizlikle itham ettikleri Suudîlerle elbirliği ederek veryansın etmeye başlamışlardır İran’daki yeni yönetime karşı.
Tabii ki bütün olup bitenleri görenler ve azıcık da olsa düşünme nimetinden nasibi bulunanlar bunların İslâmın değil, kâfirlerin dostluklarını ettiklerini rahatlıkla görmekte ve emperyalizmin fahrî ırgatlıklarım yaptıklarım bilmektedirler.

Müslüman bilmelidir ki İslâmda mezhebsizlik söz konusu değildir. Belki birbirinden farklı mezheb sahibi olmak söz konusudur. Böyle olması da hem insan fıtratının farklılığı hem de nassların bir kısmının delâlet-i zannî olarak varit olmasının kaçınılmaz sonucudur.

 

MEZHEBLER TEVHİDİ GEREKTİRİR

Mezheb farklılıkları Müslümanlar arasımda ne bir cemaat olmaya, ne de büyüyerek bir devlet olmaya mâni değildir. Bilakis Müslümanlar mezhebleri farklı bulunsa da tek cemaat, tek devlet olmakla emrolunmuşlardır.

Bildiğiniz gibi kişiyi kendi içtihadı bağlar. Kendisi müctehid değil ise o takdirde ameline tealluk eden konudaki bütün ictihadlar içinden şer’î delilleri en kuvvetli olanla, ictihad olarak ortaya çıkan hükmün tealluk ettiği mes’elenin tabiatına en çok intibak edenini seçmek, onun daha isabetli olduğuna kail olmak ve onunla amel etmek durumundadır. Aksi halde, yâni bunları yapmaması halinde ise amelsiz kalmak durumundadır ki bu şer’ân caiz ve mümkün değildir.

Müslümanın günlük hayatını İslama göre yaşayabilmesi için amellerine tealluk eden konularda mutlaka bir mezheb sahibi bulunması gerekmektedir. Bu mezheb kendisi müctehid ise kendi mezhebi (içtihadı), değil ise başkasının mezhebi (içtihadı) olacaktır. Bunun dışındaki üçüncü bir hâl caiz ve mümkün değildir, İslam açısından. Aksi halde İslama göre yaşıyor olması mümkün olmayacaktır.

İslâmî bir düzende bir siyâsî otorite bulunacak demektir. Zira düzen otorite ile sağlanacağı gibi, düzeni de otorite uygulayacaktır. Bu düzende temel ve talî yasalar olacaktır. Bu düzen Müslümanların müşterek düzeni olacağından, bütün Müslümanları bir parantez içinde bulunduracak demektir. Bu ise ancak otoriteye tâbi olmakla sağlanabilir. Herkesin bildiğini okuduğu, birbirinden farklı anlayış ve davranışla hareket ettiği bir yerde bir otoriteden, bir düzenden bahsetmek ise imkânsızdır. Bu otorite, bu düzen ancak belli kanunlara tâbi olmakla sağlanır ki İslâmî bir düzende bu kanunlar Kitab ve Sünnet’ten istinbât olunur.

İslâmî bir düzende kanunları devlet başkanı yapar. Yâni devlet başkanının re’yi (görüşü, mezhebi) kanun olur. Devlet başkanı bu kanunları yaparken Şura Meclisi üyeleri ve gerekli görüldüğü hususlarda ve daha ileri giderek ümmet ile istişare ederek hem Kitab ve Sünnet’e azamî derecede uygunluğun sağlanmasını hem de insanların yararını en üst düzeyde gerçekleştirmeyi hedef ittihaz eder. Devlet Başkanının istişaresi sonucu kendisinde bir kanaat teşekkül eder ki bu kanaat onun görüşü (mezhebi, içtihadı)’ dır. Ve bu görüş kanun olur. «Emir’in re’yi ümmet içindeki gizli-aşikâr ihtilâfı kaldırır» şer’î kaidesi gereğince bütün tebea bu kanuna riâyetle yükümlüdür. Artık o kanun Emirin re’yinden de öteye Müslümanlar için ‘Allah’ın, kullarının fiillerine müteallik emri’ haline dönüşür ve bütün ümmeti bağlar.

Ümmet içinde müctehidler de bulunacaktır. Bir müctehid için kendi içtihadı ile amel etmek kendisine vâcib iken bir tek şartla bu içtihadı terkedecektir. Ki o da İslam Devlet başkanının kanun haline gelen görüşü (re’yi) ne tâbi olmak ve onunla amel etmek, ümmet içinde ittihadı sağlamak, düzeni korumak bakımından kendisi için vâcib olur. Emirin re’yine tâbi olmak, kendi içtihadı ile amel etmekten evlâdır. Bütün müctehidler bu konuda ittifak halindedirler. Zira devletin vahdeti, düzenin ebedi müddet devamı bunu zorunlu kılmaktadır. Bir diğer şer’î kaide olan «Bir şeyin vücubu için, bir başka şey elzem ise, bu şey de vâcib olur» gereğince devletin ve düzenin bekası için kanun birliğine gerek vardır. Bu sebeble de müctehid de olsa kişi kendi görüşünü terkederek, devlet başkanının kanun haline gelen görüşü ile amel edecek, onu üstün tanıyacaktır.

Bir müctehidin kendi görüşünü, devlet başkanının kanun haline getirdiği görüşünden daha isabetli bulması, görmesi halinde ise yine kanun halindeki devlet başkanının görüşüne tabiliğini sürdürecektir. Lâkin münasib olan bir usûl ve üslub içinde kendi içtihadını delilleri ve mes’eleye intibakının isabetini gösterir gerekçelerle kendi içtihadını devlet başkanına iletecek ve onun ıttılaına sunacaktır. Şayet devlet başkanı bu görüşün kendi görüşünden daha isabetli olduğu kanısına varırsa ve dilerse daha önce kanun haline getirdiği görüşünü terkettiğini ve yeni görüşü olarak bu içtihadı benimsediğini söyleyerek mevcud kanunu değiştirmiş olur. Prosedür budur. Aksi halde kimse benim görüşüm devlet başkanının görüşünden daha isabetli diyerek -ki gerçekten de böyle olsa bile-devlet başkanının görüşüne, kanun halinde bulunan görüşe rağmen kendi görüşü ile amel edemez. Kanun birliği de başka türlü sağlanamaz. Yalnız devlet başkanının ibâdetlerle ilgili görüşüne ümmetin uyması zorunlu değildir. Ezcümle devlet başkanı ibâdetlerinde (namaz ve benzeri gibi) bütün Müslümanların kendi görüşü ile bağlanmasını isteyemez, istememelidir. Devlet başkanı bir yeri kanayınca abdest tazelemek görüşünde ise ümmetin tümünü bu görüşe zorlamaz. Veya kadına el değince abdestini yenilemesi gerekiyorsa yine bütün ümmeti aynı hal için abdest tazelemeye zorlayamaz. Zaten bu konularda zorlamanın otoriteyi sağlamak veya düzende beraberliği teminle uzaktan yakından alakası da yoktur. Devlet başkanı namazda elini bağlıyorsa, cemaatten bazıları da bağlamadan kılabilir ve kimse onları imamın bu gibi konulardaki tavrı ile zorlayamaz.

Bu konuda bilinmesi gereken ve söylemek islediklerimizi toparlarsak şunu belirtmek gerekiyor ki mezheb farklılıkları hiç de önemli değildir. Dinde farklılık meydana getirecek cinsten değildir. Zaten bir mezheb o denli İslâmın dışına çıktı ise bir ayrı din olmuş ve küfre girmiştir. Görüşleriyle kendilerini İslâmın dışına çıkaran mezhebler birer ayrı din haline gelmiş ve İslamla ilişkileri kalmamıştır. Nusayrîlik, Dürzîlik, Babîlik, Bahaîlik, Sebeiyye, Gurabiyye ve benzeri İslâmın dışına çıkmış mezhebler artık bir İslam mezhebi değildirler ve birer ayrı din olmuşlardır. Allah kâfirûn sûresinde bildiğiniz gibi müşriklerin dini için de din ifadesi kullanmıştır ve ‘Sizin dininiz size benim dinim banadır’ de kâfirlere demiştir Resulüne hitabla…

Bir şeyin din olması için mutlaka hak üzerinde bulunması gerekmediği bu – ayetten de anlaşılmaktadır. Yani marksizm, laik akideye dayalı demokratik kapitalizm, nusayrîlik, zerdüştlük, yahudilik, hıristiyanlık ve daha nice din görmüştür dünya üzerinde insanoğlu. Lâkin bunlar içinde yalnız İSLÂM Allah indinde kabul görecek dindir. Bu husus, yâni diğerlerinin de birer din oluşu bir bakıma aynı cinsten olus-larmdandır. Bir örnek verirsek meyvelerden armutu ele alalım : Armudun küçüğü – büyüğü, sulusu susuzu, olmuşu-hamı, kokulusu – kokusuzu, kurtlusu – kurtsuzu, çürüğü – sağlamı bulunduğu gibi dinlerin de keza çürüğü, sağlamı vardır. Armut çürürse armutluktan çıkmamakta, yine armut kalmaktadır. Lâkin artık çürük armut diye anılmakta ve kimse onu yemek istememektedir. Armudun çürümesi, kurtlanması, pörsü-ınesi, armudu armutluktan çıkarmamakta, cins değiştirmesine neden olmaktadır. Bu sebeble de hıris-tiyanlık, Yahudilik, Nusayrilik, Bahaîlik, Komünizm, Budistlik, Brahmanizm, Lâiklik, Dürzîlik, Yezidîlik, Zerdüştlük ve daha nice din vardır dünyada. Lâkin bunlardan ancak İSLÂM tercih edilmesi gereken, dindir. Zira Allah katında yalnız o din olarak insanlardan kabul görecek ve ona göre hazırlanıp huzu-rullah’a çıkanlar hesabı kolay verebileceklerdir. Onun, İslâmın dışındaki dinlerin tümü bâtıldır, hükümsüzdür.

Allah katında makbul din İslâm olduğuna, buna da hepimiz inandığımıza göre, onun bazı konularda gelen rivayet farklılıkları ve herbirimizin insan olarak hilkatimizin, akliyet ve anlayışımızın farklılığı dolayısıyla farklılaşan mezheblerimiz bizlerin tevhidimize mani değil, bilakis vahdet halinde bulunmamızı gerektiren bir unsurdur. Bu sebeble de bizler Dinimiz İslâmî sağ elimizde ve önümüzde, mezhebimizi de sol elimizde ve arkamızda bulundurmamız ve birbirlerimize böyle yaklaşmamız gerekmektedir ki aramızda vahdet sağlansın.

Mezheb ve özellikle Türkiye’de tozkoparak fırtınaları koparan ne idüğü belirsiz mezhebsizliğm ne olduğunu anlamış, askarî düzeyde de olsa bilgi sahibi olmuş bulunuyoruz. Artık Müslümanların mezheb-leri farklı olsa da birbirlerini kardeş bilmeleri ve yalnızca bütün kâfirleri dost bilmemeleri gerektiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Eğer bizleri bu mezheb farklılıkları sebebiyle biraraya getirmek istemeyenler var ise onlara dost değil, bilakis düşman gözüyle veya düşmanın aleti olmuş ‘gözüyle bakmamız ve kazdıkları çukura düşmememiz gerekmektedir.

Evet mezhebi ne olursa olsun bütün Müslümanlar «Toptan Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın» (Âl-i İmrân : 103)

(1) A’raf: 57, Hacc : 5, Ankebût: 63, Rûm: 19-50, Secde: 27, Fâtır: 9, Yasin: 33, Zuhruf: 11, Kâf: 11.

(2) Yusuf: 2, Râd~ 37, Nahl : 103, Meryem : 97, Tâ-Hâ : 113, Şuârâ : 193-194, Zumer : 28, Fussilet: 3, Şura : 7, Zuhruf: 2-3, Duhâm : 58, Ahkâf : 12, Nisa: 163. (İnanmak ve Yaşamak III / Ercümend Özkan, İktibas Dergisi)

This entry was posted on Cuma, Ocak 8th, 2010 at 14:24 and is filed under MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz