-
3rd Nisan 2010

Cuma Namazı_Ercüment Özkan

posted in NAMAZ |

CUMA NAMAZI

“… Ey inananlar! Toplantı günü (Yevm’ül Cum’a) namaz için çağırıldığınızda Allah’ı anmaya koşun; Alım – satımı bırakın, bilseniz bu sizin için daha iyidir…”

Yazımızın başlığı ile ilgili bilgilerden önce konuyu ana kısımlara ayırıp, bu kısımlar hakkında kaynaklara dayalı olarak bazı tesbitler yapalım. Yaptığımız tesbitler muvacehesinde konuya açıklık getirmek ve tabii seyrini gözlemek mümkün olsun.

Önce “Toplantı Günü – Yevm’ül Cum’a” ile ilgili gelişmelerin tarihçesini ortaya koyalım.

Bugün ‘Cum’a Namazı’ adı ile anılan namazın İslam Tarihine bakıldığında ilk kez kılındığı yerin hi­lafsız Medine (Yesrib) şehri olduğu görülüyor(l). Yine bu ilk Toplantı Günü (Cu’m’a Günü) Namazını kıldıran imam’ın da Peygamber olmadığı kesin. Bildiğiniz gibi Mus’ab İbn Umeyr veya Es’ad İbn Zurare‘nin isimleri üzerinde durulmaktadır. Hatta bazıları te’vil ederek önce birinin kendiliğinden bu işi yaptığını, bilahare ise Peygamber’den gelen habere dayalı ola­rak Mus’abın îmam olarak bu günde namaz kıldırdı­ğı söylenmektedir. Yine ilk toplantı günü (Cum’a) kılınan namazın zaman itibariyle ikinci Akabe Biati ile Resulullah (S.A.)’ın Medine’ye hicreti tarihleri arasında kılındığında da bir hilaf bulunmadığı görülü­yor.

Özetlersek;

1. İlk Toplantı Günü (Yevm’ül Cum’a) Namazı (bugün Cum’a Namazı adı ile anılan namaz) Medine’ de kılınmıştır.

2. Bu Namazın imamı kesin olarak Peygamber olmayıp Mus’ab veya Es’ad’dır.

3. Bu Namazın İslam Tarihi içindeki yeri (zaman bakımından) ikinci Akabe Biatı’nın yapıldığı 13. Yılın Hacc mevsimi ile birkaç ay sonraya rastlayan Resulullah’ın Medine’ye hicreti arasındaki zamana rast­lamaktadır.

Önce ayetten söz edelim: «Ey ina­nanlar! Cum’a Günü namaz için ezan okunduğu za­man Allah’ı anmaya koşun; alım – satımı bırakın; bil­seniz bu sizin için daha iyidir.»(2). Biz şimdi bu me­ali biraz daha açalım ve Cum’a Günü’nün yerine Türkçedeki karşılığını koyarak yeniden tercümesini verelim de biraz önümüz açılsın, ayetin manasını kav­ramak ve anlamak açısından.

«Ey inananlar! Toplantı Günü Namaz için ezan okunduğu (çağırıldığınızda) zaman Allah’ı anmaya koşun; alım – satımı bırakın; bilseniz bu sizin için daha iyidir.» Görünen odur ki hitab şöyledir : «Ey iman edenler! Toplantı Günü namaz için çağırıldığınızda…» Buradan açıkça şu anlaşılmaktadır: Zikri geçen günün özelliği TOPLANTI GÜNÜ oluşudur. Bil­diğiniz gibi bu günün arablar arasındaki adı YEVM’ÜL ARUBA (Yedinci cennet günü anlamına geliyor)’dır. İlk TOPLANTI yapıldığından itibaren kullanıla kulla­nıla bu isim Müslüman Araplarca terk edilmiş ve Arube günü artık TOPLANTI GÜNÜ yani YEVM’ÜL CUM’A olarak anılmaya başlanmış ve eskisi hatırlardan çıkarak bize kadar yalnızca TOPLANTI GÜNÜ anlamını ta­şıyan CUM’A GÜNÜ olarak gelmiştir, isim olarak Araplar arasında CUM’A diye bir gün yoktur, Aruba günü vardır. Lakin bu güne rastlayan günlerde Müs­lümanlar biz ÖZEL TOPLANTI (EL CUM’A) yapmaya başlayıp, sürdürüp geldiklerinden artık günün adı (gerçek adı) unutulmuş ve güne TOPLANTI GÜ­NÜ manasına gelen YEVM’ÜL CUM’A (Türkçesi Cum’a Günü.) denilmiş ve denilmektedir.

Buradan önce şunu anlamak mümkündür ki gü­nün özelliği namazdan değil, toplantı yapılan gün oluşundan kaynaklanmaktadır. Ayete bakıldığında zaten namaz için Cum’a Namazı değil, gün için Cum’a Gü­nü yani toplantı günü denilmektedir. Ayetteki anlam yalnızca budur. Perşembe ile Cumartesi arasındaki Günün adı artık ARUBA GÜNÜ değil, TOPLANTI GÜ­NÜ olmuştur Arap dilinde ve İslam ıstılahına da ay­nen geçmiştir.

Bildiğiniz gibi farslarda da günler (Yek şembe, düşembe, seşembe, çarşembe (çarşamba), pençşembe (perşembe), şeşşembe ve şembe’dir. Şembe haftanın başlangıç veya son günü anlamındadır. Yek şembe birinci gün, düşembe ikinci gün, seşembe üçüncü gün, çarşembe dördüncü gün, v.s. olarak anılırken farslar da Müslüman olduktan sonra şeşşembe (altın­cı gün)’yi İslam Istılahında yer eden ismiyle yani Yevm’ül Cum’a (Cuma Günü) olarak anmaya başla­mışlardır. Tıpkı arablarda olduğu gibi..

Müslüman olan bütün kavimler de aynı işi yapmışlar ve adı geçen altıncı güne kendi kavmî örflerinde ne deniyorsa onu terkedip, CUM’A GÜNÜ (TOPLANTI GÜNÜ) adı ile anmaya başlamışlar ve eski günlerinin isimleri de ancak çok eski kaynaklarda, tarih kitaplarında kalmıştır. Artık altıncı günün adı Müslüman olan her kavim için yalnızca TOPLANTI GÜNÜ manasına gelen CUM’A GÜNÜ’dür.

Diğer bir hususa değinmek istiyor ve diyoruz ki ayetlerin Mekkî veya Medenî olarak yazılışları genel­likle bir yanlış anlamaya meydan veriyor: Bu da başka bir rivayet bulunsa bile elimizdeki Kur’an’larda Mekkî veya Medenî olduğu yazılı bulunan surele­rin ne kadar ayeti varsa yüzeysel bakan ve temel bilgiler kendilerinde yerleşmemiş olanlarda filan su­renin tüm ayetlerinin üzerinde yazılı bulunan şehir­de nazil olduğu şeklindeki bir yanlış anlayıştır, örne­ğin Bakara Suresi Medenî bir suredir mi denilmektedir, çoğu insan sanıyor ki bütün ayetleri Medine’de nazil olmuştur. Kesinlikle böyle değildir. Üze­rinde Mekkî yazılı bir surenin de içindeki bir kısım ayetlerin Medenî olduğunu biliyoruz.

Bildiğiniz gibi Kur’an Tarihi ile ilgilenenlerin ra­hatlıkla anlayacağı gibi Resulullah (SA.), kendisine nazil olan ayetleri birer birer veya birkaçını birden isimlerini söylediği surelere yerleştirtiyor ve bir bakıma bir tasnif yapıyordu. Mekkî veya Medenî oluş­ları (isimlendirilişleri) Peygamber zamanının sorunu olmayıp, daha sonraları hatta Kur’an’ın hareketlendirilerek istinsah edilişi sırasında söz konuşu olmuş ve belirlenmeye, isimlendirilmeye çalışılmıştır. Tabii bu iş yapılırken mezkur surelerin ayetlerinin nerede (han­gi şehirde) nazil olduğuyla ilgili rivayetlere itibar olunmuştur. Amma hemen Kur’an’ın bütününde ne surelerin Mekkî veya Medenîliği konusunda, ne de hele ayetlerin birer birer hangi şehirde nazil olduğu konusunda bütünüyle bir rivayet ittifakından söz edilmemektedir.

Bu cümleden olarak galib zannımız odur ki TOPLANTI SURESİ (SURET’ÜL CUM’A)’nin ilk sekiz ayeti Medenî olsa bile son ayetlerinden 9 ve 10. ayet­lerin kuvvetle muhtemel olarak Mekkî olduğu, kanaatındayız. Bizi burada bilhassa 9 ve 10. ayetler il­gilendirmektedir. Zira Toplantının ilki Medine’de yapılmasına rağmen bu toplantıya işaret eden aye­tin Mekke’de indiği kanısındayız. Diğer yandan bi­lindiği gibi bu günde daha önceki benzerlerinde öğle vakti dört rek’at öğle (farz) namazı kılınırken toplan­tının yapıldığı bu ilk gün farz namaz olarak 2 rek’at namaz kılınmış ve bir de yine namazın bir rüknü olarak hutbe okunmuştur. Aynı gün bir de koyun kesilip eti pişirilerek toplantıya katılanlar arasında yenildiğini biliyoruz.

Şimdi Toplantı – Cum’a olayının bu şekilde cere­yan etmiş siyakına bakarak şunları daha rahat söy­leyebilir haldeyiz:

Müslümanlar din adına ne yapmışlar ve yapacak­lar ise mutlaka Allah’ın Resulü olarak kabul ettikleri Hz. Muhammed (S.A.)’den sorarak veya Onun söylemesi üzerine yapmışlardır. Teslim olmuşluk da bu manaya gelmektedir. Haftanın altıncı günleri İsra Olayından bu yana öğle vakitleri dört rekat farz namaz kılan bu Müslümanlar; ikinci Akabe Biatından sonra, Medine’de ve Peygamber imamları olmadığı halde öğle namazı kılmayıp iki rek’at farz namaz kılıyorlar ve bir de hutbe irad ediyorlar. Bu durumda düşünmek gerekiyor ki Müslümanlar bunu, dinde bir yeniliği kendiliklerinden yapamazlar. Hiçbir va­hiy de Hz. Muhammed’den başkasına gelmediğine göre onlar bunu nasıl yapmışlardır? Biz diyoruz ki Toplantı ( Cu’m’a) Suresinin 9 ve 10. ayetleri Mekke’ de nazil olmuştur. Lakin Peygamber bunu yapma yani toplantı tertib etme imkanından mahrum idi. Değil toplantı kendisinin bir kişi olarak bile artık Mekkelilerin gözünde fazla görülmeye başlandığının ve mes’elenin hayat-memat mes’elesi haline gelindiğinin farkında idi. Zira Kureyş’in kızgınlığı, azgınlı­ğı bu boyutlara ulaşmıştı.

Bu takdirde ikinci Akabe Biatını takiben Medine’ de toplanmalarına karar verilen ve birer- ikişer ve gizlice Medine’ye giden Müslümanlardan birileri bu toplantı ile ilgili talimatı Medine’deki kardeşlerine Resulullah’ın emriyle alıp götürmüştür. Bu haber üzerinedir ki Medine’de’ki Müslümanlar böyle esaslı bir değişikliği Resulullah aralarında olmadığı halde yapabilmişlerdir. Zira Peygamber kendilerine bu ha­beri Medine’ye hicret eden bir Müslüman kardeşleriy­le göndermiş olmalıdır. Nitekim DareKutni’nin İbn Abbas’tan yaptığı nakilde «Aleyhissalatüvesselam hicret etmezden evvel Cum’a’ya (Toplantıya) me’zun olmuştu, fakat Mekke’de toplantı (günü kılınan toplu namaz kıldırmaya) kudreti yoktu. Onun için Mus’ab İbn Umeyr’e yazdı ve (Medine’ye hicret eden Müslü­manlardan biriyle) gönderdi. Diğer yandan Taberanî’ nin Ebü Mes’udu Ensarî’den aynı mahi­yette olduğu ve Medine’de ilk Cum’a (toplantı) günü namazını kıldıranın Mus’ab olduğunu(3) bildiriyor.

Mus’ab ibn Umeyr (R.A.) Medine’den cahiliyye haccı zamanında Mekke’ye hacca gelmiş, Müslüman olmuş ve Medine’ye geri dönmüş birkaç Medine’linin ertesi yıl geldiklerinde Peygambere »— Ya Resulallah! Biz geçen yıl sizden öğrendiklerimizi Medine’de ka­bile ve kavmimizden birçok insana anlattık ve gör­dük ki durum çok müsaittir. Lakin biz fazla bilmediğimizden ikna edici olarak anlatamıyoruz. Bize İslamı iyi bilen birini versen de yanımızda alıp götür­sek. Orada yedirip içirir, evimizde yatırırız. Ve yanı­mızda onu gezdirip, oradaki insanlarla görüştürürüz. Umuyoruz ki Allah’ın dinine girenler bu suretle çoğa­lır.» demişler ve Resulallah bu münasebetle kendisini Medine’ye göndermişti. Bir bakıma Medine’de Resulullah’ı temsil ediyor. Onun getirdiği dini anlatıyor, tanıtı­yor ve kabul edenlere belletiyordu, ikinci Akabe Biatın­dan sonra Medine’ye toplanması istenilen Müslüman­lara liderlik de ediyordu Resulullah’a vekaleten diyebiliriz. Bu sebeble diğer namazlarda da olduğu gibi ilk toplantı namazını kendisinin kıldırması tabii gö­rünüyor. Zaten haberin de Peygamber tarafından kendisine gönderildiği rivayet ediliyor.

Şimdi biz Mekke’de bu Toplantının neden yapıla­madığını, yani Resulullah’ın toplantı tertib ederek namaz kıldırması ve hutbe irad etmesinin neden mümkün bulunmadığına müteallik Mekke’nin şartlarından kısaca bahsedelim.

Başından beri ‘kendileriyle bir türlü uzlaşmaya yanaşmayan Muhammed’in giderek kendilerini kız­dırdığını, bu kızgınlığın çeşitli işkence, ambargo ve Habeşistan’a hicretlere neden olduğunu da biliyoruz. Kendi’sine yapılan «— Gel eskisi gibi yine beraber olalım. Ziyanı yok bir gün senin Rabbine bir gün de putlarımıza tapmakta günleri eşit olarak paylaşalım vs aramızdaki ihtilaf kalksın ve sarstığın Kureyş’in itibarı yerine gelsin!» teklifine yanaşılmamıştır (4). Daha sonra kendisini koruyan amcası Ebu Talib’e defaatle hey’etler halinde gidilerek «Yeğenim bu iş­ten vazgeçirmesi ya da onu ‘korumaktan vazgeçip kendileriyle başbaşa bırakması» taleblerinin sonuçsuz kalması, ve en son kendisine yapılan «— Gel seni başımıza geçirelim. Dinini de yay. Lakin bir tek ricamız var : Şu putlarımıza birşey deme!» tekliflerinin de kabul edilmemesi Peygamberi de Onun getirdiği dine inananları da gittikçe zorlaşan bir duruma sokmuş, kendilerince hiçbir uzlaşmaya, anlaşmaya yanaşma­yan ve gücü de bulunmayan (kendi kalabalıklarına göre zayıf durumda bulunan) Müslümanlara ve on­ların lideri, önderine karşı büsbütün hiddetlenmeye başlamışlardı.

Bütün bunlara ilave olarak bir de o yılın Hacc Mevsiminde hacca gelmiş Medinelilerin bir kısmının da olsa «Kureyş aleyhine Muhammed’le anlaştıkları» haberi onları büsbütün çileden çıkarmış ve Müslü­manların varlıklarına tahammüllerini iyice bitirmişti. Medinelilerden tanıdıklarını Akabe Biatının yapıl­dığı gecenin sabahında bu haberi duyduktan sonra sıkıştırmalarından anlıyoruz bunu. Medinelilerîn he­nüz müşrik ve Kureyş ile araları iyi olanlarıyla yapı­lan bu görüşmelerde Medineliler Kureyş’i yeminle temin etmeye çalışmışlar ve Medinelilerin Kureyş aleyhine asla böyle birşey yapmayacaklarını söylemişlerdi. Bu biat (ikinci akabe biati) çok gizli ve bü­yük tedbirler alınarak yapıldığından kesin bir bilgi­leri yoktu Medinelilerin. Zira Müslümanlar Akaba Kayalıkları arkasında sabaha yakın saatte Resulullah la gizlice görüşmüşler, herbiri yataklarından sezdir­meden çıkıp, randevu (buluşma) yerine gelmişti.

Bu’na rağmen Kureyş’in kulağına kar suyu kaç­mış ve zaten kızıp durdukları ve nasıl yapacaklarını bilemediklerinden birşey yapamadıkları Müslüman­lara ve hele onların liderinin bir de aleyhlerine baş­kalarıyla anlaştığı haberi onları büsbütün çıldırtmıştı. Fakat yaptıkları araştırmada bu haberin doğruluğu yönünde bir ize rastlamadıklarından haberi biraz kulak ardı ettilerse de kızgınlıklarım azaltıcı değil, belki aşırı birşey yapmalarım çabuklaştırmadı o ka­dar.

Bu biattan sonra Müslümanların birer-ikişer Mekke’yi terkedişleri, göz önünden kayboluşları Mekke’lilerin böyle bir anlaşma yapıldığı yolundaki zannlarını güçlendirmeye başlamış ve gidişler çoğaldıkça artık Muhammed bin Abdullah’ın da gideceği ve kendileri için tehlikenin büsbütün artacağını düşünmeye başlamışlar ve bu dıırum karşısında ne yapacakları gündemlerinin baş maddesi haline gelmişti. Mekke de esen hava bu idi ve her hareketlerinden bu an­laşılıyordu. Kureyş artık bu işi bitirecekti, karar gecikmiçti bile. Bilindiği gibi Resulullah’ı öldürme planları üzerinde konuşmalar da bir sonuca varmış ve bütün kabile temsilcilerinin aralarında anlaşma sağlanmıştı. Her kabileden bir kişi bu cinayet şebekesinde bulunacak ve Benî Haşim kan davası güdemeyecek ve ister istemez de diyete razı olacaktı.

Müslümanların ancak canlarını kurtararak kaçabildikleri, Resulullah’ın da hayatının gittikçe tehlikeye girdiği bu ortamda gitmemesini, kendisine ar­kadaş olarak kalmasını istediği Hz. Ebü Bekir (R.A.) ile Peygamber de bir takım gidiş (kaçış) planları ha­zırlıyorlar, tedbirler alıyorlar ve Allah’a tevekkül edi­yorlardı. Bu cümleden olarak Hz. Ebu Bekir yapacak­ları bu yolculuk için bir kendisi, bir de Peygamber için iki güçlü deve satın almış fakat hemen de bu develeri gözönünden uzaklaştırarak yine parası ile tuttuğu bir de yol kılavuzunu develerle birlikte gözden uzaklaştırmış ekke’den çıkarmıştı. Develeri Mekkelilerin gözünden uzak bir yerde yayacak olan kılavuzun Hz. Ebu Bekir biliyor ve gerektiğinde ona ha­ber göndererek istedikleri yere gelmesini tenbih etmişti.

Şimdi böyle bir ortamda yani Peygamberin bile hayatının azamî tehlikede bulunduğu bir ortamda yani Müslümanların birinin bile varlığının, görülmesinin Kureyş için tahammülü mümkün olmayan hale geldiği bir ortamda Peygamber kendisine inananları da başına toplayarak ‘Kureyş’in gözüönünde Kureyş açısından adeta GÖVDE GÖSTERİSİ mahiyeti de ta­şıyacak bir toplantı tertib edecek, onlara topluca na­maz kıldıracak ve bir de İslam’ın ve Müslümanların kaderleriyle ilgili konuşma (hutbe) yapacaktı. Bu mümkün değildi. «Cum’a kıldırmaya istitaatı yoktu. Bunun için Mus’ab’a yazdı» diyen İbn Abbas (RA.) gerçeği ifade ediyordu.

Bilindiği gibi bir şer’î kaide vardır : «Bir vacibin vücubu için birbaşka şey elzem ise bu elzem olan şey de vacib olur». Örneğin pek küçük yaşta çocuk­ların nikahlanması, bir diğer ifade ile bu çocuklardan birinin karı, digerinin koca olması demek anlamında olmakla birlikte bu vücubun yerine gelmesi için bir başka şey elzemdir: Bu da erkek çocukta erkeklik iktidarı (gücü) varlığı, kız çocukta da kadınlığın (ka­dınlık iktidarının). teşekkül etmesine ihtiyaç vardır. îşte ancak bu suretledir ki ‘bunlardan biri karı, diğe­ri koca olabilir. Karı – Kocalık için erkeklik ve kadın­lık iktidarına nasıl ihtiyaç var ise, aynı illete bağlı olarak Resulullah’ın da Mekke’de böylesi bir gövde gösterişi niteliği taşıyan TOPLANTI (CUM’A) yapması aynı iktidara sahip olmasını gerektiriyordu fakat Mekke’de bu iktidara malik değildi, zira orada bulu­nan Müslümanların Kureyş’e nisbetle güçleri çok zayıftı ve başa çıkabilecek halde değildiler. Böylesi bir toplantı bir diğer açıdan varlık belirtisidir, ayrı bir cemaatın varlığının dışa vurulması, gösterilmesi şeklidir dışa dönük yanı bakımından. Bir başka ifade ile de iktidar (güç) sahibi olmanın belirtisidir. Zira herkese rağmen bu ÜMMET (CEMAAT) kendine has bir ümmettir ve varlığı başkalarına rağmendir. Bu­nun izharı ise ancak bir gücü (iktidarı) gerektirir. Bu güç de Mekke’de Müslümanlarda’ yok idi. Bundandır ki orada TOPLANTI (CUM’A) yapılamadı ve toplu namaz kılınıp, hutbe irad edilemedi. Bunun mümkün olduğu Medine’ye haber salındı ki orada yapılsın ve ÎLK TOPLANTI (CUM’A) Medine’de yapıldı, namaz kılındı ve hutbe irad olundu. Peygamber’in Cum’ası Medine’deki Müslümanlarınkinden. dört – beş Cum’a eksiktir. Zira bilindiği kadarı ile Peygamber bu toplan­tıdan 4 ila 6 hafta sonra Medine’ye Hz. Ebu Bekir ile birlikte gelebilmiştir.

Resulullah’ın Medine yakınlarındaki Küba’da ilk konak yerini seçtiği, burada bir mescid inşa ettiği ve birkaç gün burada kaldığı bilinmektedir. Bugün, mez­kur mahaldeki Mescid KÜBA MESCÎDÎ olarak anıl­maktadır. Küba’dan ayrılarak Medine’ye doğru yola koyulmuş ve Medine’li Müslümanlardan Salim bin Avf Oğulları’nın RANUNE denilen vadisinde ÎLK TOPLANTI’yı yapmış ve gün adı olduğu halde son­radan namaza da adını veren CUM’A NAMAZI’nı kıldırmış, ilk hutbeyi de irad etmişti.

Şimdi biz bu kadar bilgiden sonra ve konuşulan unsurlarını ortaya çıkarmamızı takiben MEDÎNE’de Resulullah tarafından kurulan ilk ÎSLAM DEVLETÎ’nde Cum’a (toplantı) günü kılınan namazların bu namazların bir rüknü olan ve CUM’A HUTBESÎ adı ile anılan hutbelerin anlamı ve kapsamı üzerinde biraz duralım.

Bize ulaşan bilgilerden biliyoruz ki Resulullah (SA.) haftanın diğer günleri işleri, güçleriyle meşgul olan, ticaret veya ziyaret için, ziraat veya hayvan sürülerinin başında veya bir başka münasebetle yeni teşekkül etmiş bu cemaatın ulaştığı son nokta olan ÎSLAM DEVLETi’nin daha sağlıklı yürümesini sağ­lamak, yönettiği kişilerde vaki olacak dağınıklıkları giderek, unuttuklarını hatırlatacak, kendileri için vaki tehlikelerden onları haberdar edecek, ne yapmaları, nasıl yapmaları gerektiği konusunda bilgi ve­recek velhasıl müşterek problemlerini birlikte çöze­cek, istişare edecek en iyi ortamı (imkanı) ancak bu TOPLANTI (Cum’a) larda buluyordu. Hayat hergün bu denli birsıraya gelmeye elvermeyecek kadar işler ile doludur. Lakin insan için onca yorgunluk, meşgale ile geçirdiği günlerin ardından haftada birgün böyle bir toplantı yapılması, bu toplantıya katılması, kendi iradeleri ile seçtikleri din üzerinde teşekkül eden Devlet’lerinin işlerinden haberdar olmaları, kendile­rini nelerin beklediğinden bilgi almaları, neler yap­maları gerektiğini öğrenmeleri, sürüp giden hayatın dağıttığı fikirlerini gözden geçirip toparlanmanın sağlanması için böyle bir toplantı mutlaka hayatî önemi haizdir.

Böylesi disipline bir toplantının insan hayatı için öneme ışık tutacak bir teşbih île konuyu anlamayı kolaylaştıracağı; mülahazası ile şöyle bir örnek ver­mek istiyoruz: Düşününüz ki aynı anda alınmış iki otomobil vardır. Bunlardan birisi rastgele ve kah 6 ayda bir defa, kah ayda bir defa bakıma götürülüyor. Diğeri ise her hafta muntazam bakıma sokuluyor. Yı­kanıyor, yağlanıyor, aküsüne, yağma, lastiklerinin havasına, motoruna, ve her tarafına bakılarak kont­rol ediliyor velhasıl. Yani ne gibi bir eksiği varsa ta­mamlanıyor, ne gibi bir arızası varsa gideriliyor ve ne gibi bir gevşemiş vidası somunu varsa sıkılıyor yani elden geçiriliyor baştan aşağıya. Mutlaka her hafta bakıma alınan araba bu kadar titizlikle üzerinde du­rulmayan ve rastgele bakıma götürülen bir arabadan çok daha fazla dayanacak, daha uzun süre kendisinden ‘yararlanılacak halde kalacaktır.

Belki örnek önemsiz ama günlük hayatımızdan alındığı ve anlatılmak istenilen şeyi anlatıcı gördüğü­müz için verilmiş ve bu haftalık bakıma benzettiği­miz CUM’A (TOPLANTI) GÜNÜ kılınan namazın ve verilen HUTBE’nin, ÜMMET’in bakımı manasında anlaşılması gerektiğine değinmek istiyoruz. HAFTA­LIK BAKIM’ın sağlandığı gündür YEVM’ÜL CUM’A pratikte. Resulullah ya da Onun halefleri ÎSLAM ÜMMETÎ’ni CUM’A (TOPLANTI) GÜNLERÎ toplu­yor ve onlarda geride bırakılan hafta içinde vaki ol­muş ne gibi eksiklik, değişiklik, arıza, bilgisizlik var­sa hepsini o gün ve birarada gideriyorlardı. Müslü­manlar da bugünde birbirlerini görüyor, dostluklarını tazeliyor, haberleşiyorlar, bilinçleri yenileniyor, bilmediklerini öğreniyorlar, duymaları gerekenleri duyuyorlar, yapmaları gerekenleri öğreniyorlar vel­hasıl daha sağlıklı hale geliyorlardı Cum’a’dan son­ra. Yenilenmiş, elekten geçmiş, eksikleri giderilmiş, bilmedikleri öğretilmiş, bir hafta içinde dünyada ve ülke (dar) de olup bitenlerden haberdar olmuşlar, kardeşlikleriyle ilgili bilinçleri perçinlenmiş, İslam’ın nasıl bir nimet olduğunu daha iyi ve tazelenmiş olarak anlamış ve bir sonraki haftaya kadar yine «Namaz bitince yeryüzüne yayılın; Allah’ın lütfundan rızık isteyin; Allah’ı çok anın ki saadete erişesiniz» dağılıp işleriyle uğraşmak üzere yeryüzüne yayılırlar. Bir bakıma bakımdan çıkıp yeniden hayatın içine dağılıyorlardı.

Nasıl ki bu toplantıya (Cum’aya) «… Alım-satı­mı bırakarak Allah’ı anmaya koşmaları daha iyi ol­duğu» gerekçesi ile koşmuşlardı. Bu toplantıdan son­ra da yeryüzüne yayılıp Allah’ın lutfundan rızık arayacaklardı. Fakat elden geçmiş olarak, eksikleri ta­mamlanmış, bilmedikleri öğretilmiş, bildikleri yeni­den hatırlatılmış bir balama akünün şarj edilmişli­ği gibi ŞARJ olup dağılıyorlar, hayata karışıyorlardı.

Devlet (İslam Devleti) yönettiği ümmeti böylece her an taze tutuyor, bilincini geliştiriyor, zamanı ya­şar hale getiriyor, zamanın gerisinde kalınmasının önüne geçiyor, paslanmasının, köhnemesinin önüne ge­çiyordu. Yönetenlerle yönetilenlerin her hafta böyle­sine birarada sorunlarının ideolojileri (dinleri) istikametinde çözülmesini sağlayan bir diğer ifade ile HAFTALIK KONGRE (TOPLANTI) yapmaları, aralarına girecek soğukluklara meydan vermiyor, birbi­rinden habersiz bırakmıyor, birbirlerinden haberli kılıyor, hasta olanlarından, derdi bulunanlarından, sevincine iştirak edilmesi gerekenlerinden haberdar olurlar haftada bir olsun hep birarada bulunarak.

Toplantı (Cum’a) Günleri hem Devlet ile halkın hem de halkın biri ile diğeri arasındaki ilişkileri taze) ve sağlıklı tutmayı mümkün kılan bir LUTF-U ÎLAHÎ dir gerçekten. Böylesi bir müessese bir başka dünya görüşünde, hayat tarzında yoktur, denilse yeridir. Her ne kadar Pazar ve Cumartesi’nin hıristiyan ve yahudiler için aynı maksadı gerçekleştirici günler olarak kullanıldığı biliniyorsa da onların dinlerinin İslam Dini ile kıyasının mümkün olmayacağı kadar farklılıklar arzetmesi ve İslam’ın Allah’ın Kelamına dayalı bir din olduğu ve hiçbir değişiklik olmadan günümüze kadar geldiği gibi kıyamete kadar da Allah’ın koruyuculuğunu Bizzat yüklendiği bir din oluşuna karşılık adı geçen bu iki dinin ruhban sınıflarının uydurmalarından ibaret hale gelmiş olmaları sonuçla TOPLANMA GÜNLERİ olan Pazar ve Cumartesileri ibadet için bir araya geldiklerinde yalnızca Papaz rahib ve Hahamları konuşurlar ve cemaat yalnızca dinler. Dinledikleri ise uydurulmuş şeyler olup Allah ın kelamı diye takdim olunan şeylerdir.

İslam’da TOPLANTI (CUM’A) GÜNÜ irşad edilen hutbe ise çok yanlı, ve yönlüdür. Başta gelen vasfa Hutbe’nin resmî beyanat niteliğini taşıyor oluşudur. Ve mutlaka ya Devletin fiilî başı (İmam, Emir’ül Mü’minîn, Halife veya Devlet Başkanı) tarafından ve ya ister merkezde ister taşrada olsun onun tarafından tevkil edilmiş ve kendi adına konuşan bir görevli tarafından bu konuşmanın yapılıyor oluşudur. Bir kere İslam’da DÎN ADAMI diye bir kavram bulunmadığından ne namazın kıldırılmasında ne de Hutbe’nin iradında bu tür bir sıfat taşıyanın -ki yasaktır bu tür sıfat taşımak bulunması söz konuşu olamaz.

Bu TOPLANTI (Cuma) İslam Devleti tarafından tertib olunan bir toplantıdır ve bu toplantıda Devlet temsil edilir. Ya bilfiil bu devletin başınca bu temsil yerine getirilir veya onun vekil ettiği kişi yina ona vekaleten devleti temsil ederek namazı kıldırır ve hutbeyi okur. Değindiğimiz gibi bu toplantıyı devlet tertib etmekledir. Devletin kendisi -Ümmetin seçimi ile başa Allah’ın Kitab’ı ve Resulü’nün Sünneti ile hükmetmek üzere getirilen Ümmet’in başı bu toplantının da tabii başkanıdır. Ya da onun vekalet verdiği bir resmî devlet görevlisi bu görevi (toplantı başkanlığı, bir diğer ifade ile Cum’a İmamlığını) yapacaktır.

Toplantıya çağırılanlar bu devleti kuran ve Allah’ın Kitab’ı ve Resulü’nün Sünneti üzere kendilerini idare etmek üzere kendisine biat eden ÎSLAMÎ TEBEA’dır.

Toplantının gündemi Müslümanların umuru, dev­letlerinin durumu, dünyada ve ‘Dar’da neler olup bit­tiği, Yapılan ve Yapılacak îşler ile Müslümanların fer­den ferda Allah ile aralarındaki ilişkileri sağlam temellere oturmaktır. Kitabullah ve Sünneti Resulullah’ın ışığında kitleler bu toplantılarda bilgilendiri­lir, yönlendirilirler.

Mahiyeti, açıklamaya çalıştığımız türden olan bu resmî toplantının neden bölük-pörçük cemaatler halinde birçok camide kılınması yerine merkezî ve müsait bir tek camide veya mahalde kılınması ge­rektiği daha iyi anlaşılıyor. Burada Hanefiyye ve Ca’feriyye’nin; CUM’A’nın neden bir yerleşim merkezinde (şehir veya benzeri bir yer) bir imam arkasında bir tek cemaat oluşturmak gerekliğine dair ictihadlarının isabeti daha iyi alışılmaktadır. Devletin res­mî görüşü etrafında tebeayı birleştirmek, aralarındaki bağları pekiştirmek, bilgi ve bilinç düzeyini yük­seltmek, Devleti’nin amacını daha iyi anlaması ve benimsemesine imkan tanımak ezcümle YÖNETENLERLE YÖNETİLENLER arasında en güçlü bağları kur­mak korumaktır bu toplantının amacı, İslam Devleti’nde gerek Devletin gerekse İslam tebeanın ALLAH’I RAZI ETME ÎSTÎKAMETÎNDE katedeceği yolun haftalık durak ve lojistik vakitleridir Cum’a Vakitleri.

Herhangi bir vakit namazını cemaatla kılmak Resulullah (S.A.) tarafından teşvik edilmiş ve 25 ila 27 misli sevabı bulunduğu bildirilmiştir. Gerek farz vakit namazları gerekse nafile olarak eda edilecek herhangi bir namazın imamı, bu namazı kılacaklar arasından ve bir takım şartlar (kıraat v.s. gibi) aranarak seçilebilir ve onun arkasında namaz eda edi­lebilir iken CUM’A GÜNÜ kılınan ÎKÎ REK’AT farz namazın imamı mutlaka resmî sıfatı olan birisi olmalıdır. Zira bu toplantıda Devleti temsil etmektedir. Devlet adına konuşacak (hutbe) tır. Resmî bir beyanatın güven vericiliğinin ilk şartı ise bu beyanatı verenin resmî kişiliğidir. Bu konuşmayı yapacak kişi rastgele bir imam olmayıp Devlet’i temsil eden ÎMAM (Devletin başı) olmak gerekmektedir. Veya onun tev­kil ettiği fakat kendi yerine kaim bir resmî yetkili. Vilayetlerde Devleti Vali temsil ettiğinden mutlaka Vali tarafından Vali’nin fevkalade bir meşguliyeti var ise ve yerine vekil ittihaz ettiği kişinin kıldırması ve bilhassa resmî beyanat anlamındaki HUTBE’yi okuması gerekmektedir. Zira CUM’A’daki Hutbe Devletin sesi, tebeasının duyması gereken sesi demektir.

Bu vasıflarıyla Cum’a kılınan namaz bir siyasî namaz, okunan hutbe de bir siyasî konuşmadır. Ki İslam Devleti’nin ne dediği anlaşılır bu konuşmadan.

Resulullah (S.A.) zamanında Cum’a Günü okunan hutbe esnasında Müslümanlar Resulullah’a soru sorarlardı. Açıklanmasını istedikleri hususu öğrenmek isterlerdi. Resulullah’ın sünneti olarak bu tatbikat Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve hz. Ali (R.A.)’ lerin Devlet başkanlıkları gününde de devam etti.. Bilindiği gibi Hutbe için Minbere çıkan Emir’ül Mü’ minin Ömer İbn’ül Hattab’a cemaatın içinden birisi bir gün önce ganimetten herkese eşit olarak dağıtı­lan fakat kimseye bir elbise çıkacak kadar olmayan kumaştan üzerinde bir elbise görüp sorması ve Hz. Ömer’in oğluma düşen miktar ile birleştirerek o ku­maştan bir elbise yaptırabildiğini söylemesi Hutbe sırasında DEVLET TEBEA ilişkilerinin hiçbir rejim­de emsaline rastlanamayacak kadar yüzyüze, açık, murakabe edilebilir, hesab sorulabilir olduğunu gös­termektedir.

Yaptıklarının hesabını veremeyecek durumda bu­lunanların Müslümanlara başkan oldukları müteakib yıllarda ise Cum’a (Toplantıda)’da konuşmanın yasaklanması başlamış ve günümüze kadar dinin bir gereği gibi sürdürülüp gelmiştir. Resulullah (S.A.)’ın belki pek gereksiz bir konuyu o kadar insanı meş­gul edecek şekilde topluluğun önünde sormaması gerektiğini bir tür bir soru sahibine minberden açıklaması sonrakiler için suistimal edilerek kendi emellerinin istikametinde kullanılmış ve Müslüman ce­maat (yönetilenler) susturulmuştur. O gün bugündür de bu suskunluk sanki din sanılarak sürdürülmekte hatta nereden çıkarıldığı bilinmeyen bir takım mesnedlerle «Camide (hutbe sırasında) konuşana sus de­mek bile caiz değildir» derecesinde kendisinden sevab umulan bir amel olup çıkmıştır. Peygamber’in gününde dinde bulunmayan birşey olması itibariyle de bir BÎD’AT’tır ve her bid’at gibi de haramdır bu tutum.

Elbetteki toplantı yerleri (Camiler) herkesin, her kafadan bir ses çıkardığı, kiminin ne dediğinin an­laşılmadığı yerler değildir. Toplantılar Devletin riya­seti ve İslami disiplin içinde yapılırlar. Hutbeler de yine resmi görevlilerce verilir. Lakin İslami Tebea kendini yönetenlere sualleri burada tevcih ederler, onlara dertlerini bu toplantılarda anlatırlar, onlarla buralarda içiçeleşir, birleşir, saflarını sıklaştırırlar. Bunun yapılmasında da anarşiye yer vermezler. Belli bir edeb içinde konuşur, sorar, söylerler. Ümmetin söylediklerini dinlemeyen Yöneticide hayır olmadığı gibi, Yöneticisini uyarmayan ümmette de hayır yok­tur.

Muaviyye bin Ebu Süfyan Şam’da bilinen yollar­la Müslümanlara Emîr olduktan sonra bir gün ken­disi gibi Resulullah’a VAHÎY katîplîğî de yapmış olan birine der ki : «— Sen Resulullah’ın yanında benden fazla bulundun. Bana Ondan bir hadis nakleder misin?». Sorduğu kişi ise kendisine şu hadisi nakleder; «— Şehidlerin efendisi Hamza’dır. Kim caiz (zalim) bir hükümdar zamanında yaşar ve ona hakkı söylediği için onun tarafından öldürülürse bu kimse de şehidlerin efendisi Hamza gibidir.» Bu ha­disi işiten Muaviyye nakledene «— Anan ölsün emi bula bula bu hadisi mi buldun nakledecek!» diye ta­rizde bulunur. Zira Müslümanların Emirliğini şeriatta hîle varmış gibi hile-i şer’iyye ile ele geçiren ve bu kadarla da kalmayıp, İslam tarihinde Saltanat( BA­BADAN oğula SULTAYIN DEVRÎ)’ın ilk mucidi kendisidir ve bu ilk Bid’at’ın sahibidir. Yaptıklarını bildiğindendir ki kendisine yukarıda nakledilen tür­den bir hadis nakledilmesi onu rahatsız etmiş ve hoşlanmamıştır.

Camilerde, hutbe esnasında ve giderek hemen her zaman konuşmak işte yaptıklarından gocunanların günlerinde yasaklanmaya başlamıştır ve günümüze kadar bildiğiniz biçimine bürünerek gelmiştir. Zira Müslümanların tümünün birarada bulunduğu bir zamanda cemaatten birinin yapılan bir yanlış işi açıkça söylemesi mü’minlerin otoritesini onların da, Allah’ın da razı olmayacağı yollarla ele geçirenler için elbette düşünülemezdi. Yaptıkları yanlışlar kendilerini de aşarak zamanımıza kadar gelenlerin elbette bu yanlışlarından sorulacaklarını biliyoruz.

Cami (Toplantı Yeri)’de konuşulmaz: Ne demektir bu? Nasıl olur böyle birşey? Olmuştur işte. Allah’ tan az korkanların günlerinde bu bid’at işlenmiş, bu cinayet işlenmiş ve günümüze kadar tek tük bazı Müslümanlar bu konuda da seslerini çıkarmışlarsa da sesleri kaybolup gitmiş ve günümüze kadar nicesi gibi batıllar, bid’atlar hak kılığında çıkıp gelmiştir. Dinini atalarından tevarüs eden, atalarından kalanları elden geçirmediği gibi üzerine de birşeyler koyayım endişesi taşımayanlar da böyle şeyleri gerçek din sanarak yaşatmaya azamî gayret gösteregelmişlerdir.

Resulullah (S.A.)’ın zamanında ve onu takib eden kısa da olsa yıllarda CAMÎ (TOPLANTI YERÎ), özel adı ile MESCÎD-Î NEBEVÎ hemen herşeyin içerisinde konuşulduğu, yabancı (kafir) ziyaretçilerden elçilere kadar herkesin kabul edildiği, Ümmet’in kadın -erkek hayatı ile ilgili en önemli şeylerin konuşuldu­ğu, dertleşildiği, tedbirlerin alınıp gereğiyle tevessül edildiği, velhasıl Ümmet’in YÖNETÎM YERÎ olduğunu da biliyoruz. CAMÎLER/MESCÎDLER İslam’da ilk örneğini Peygamberimizde gördüğümüz gibi Devletin idare Merkezi’dir. Ümmetin hayatinin etrafında dönüp durduğu bir mihverdir. Okuldur, sosyal bir tesistir aynı zamanda. Bir yandan devlet yönetilmektedir buralarda, diğer yandan yatacak yeri olmayanların sofasında barındığı bir sosyal tesisdir.

Resulullah (S.A.) ve Onun halefleri gününde MESCÎD’ÜN NEBEVÎ İslam Devlet ve Toplum hayatının etrafında dönüp durduğu, tüm yaşamın kendisiyle ilgisi bulunduğu bir Merkez’di. Devlet yönetiminin Mescidlerden saraylara geçici Şam’daki yönetimle olmuştur. Her ne kadar bilhassa Hz. Ömer zamanında nüfusu artan, işleri çoğalan, sınırları iyiden iyiye genişleyerek, başka kavimden olanların da girmesiyle büs­bütün gerçek cihanşümul niteliğine bürünen İslam Devleti’nin çoğalan işlerinin rahat görülebilmesi için Mescid Yönetim Merkezi kalmak kaydı ile ikinci dere­cede (Beyt’ül Mal’ın saklanması ganimet mallarının muhafazası dağıtılana kadar ve diğer ihtiyaçlar için) binalar da devreye girmişse de MESCİD merkezî önemini korumuştur. Benzer uygulamayı Asr-ı Saadet’e motifleri taşıyan İran’daki İslamî Devrim sonrasında da görüyoruz. Bu uygulama bilhassa Toplantı (Cum’a) Günleri kendini bütün heybeti ile göstermektedir. Asgarî l milyon Müslümanın Tahran Üniversitesi bahçesinde Cum’a imamı olarak ya Devlet Başkanının veya Meclis Başkanının kıldırdığı Cum’a Günü namazında görmek, İslam’ın ilk yıllarının hafızalarda canlanmasına neden olmaktadır.

Şimdi biz Benî Umeyye’nin sultayı bilinen yollar­la ele geçirmesinden sonra yine konumuz olan Top­lantı (Cum’a) günü namazlarıyla ilgili neler olup bittiğine dair bazı bilgiler vermeye çalışarak konumuza tarihten ışıklar da tutalım.

İbn Nüceym El Bahr’ür-Raîk isimli eserinde Tabiîn’in ileri gelenleri (müctehid)’nden İbn Muhacir ve İbrahim Nehai’nin Benî Umeyye emirlerinin kıldırdığı namazlara Cum’a günleri gitmediklerini, evlerinde öğle namazı kıldıklarını anlatmaktadır. Böylesi ileri gelenlerin, yani Müslümanların gözlerinin üzerlerinde bulunduğu böylesi takva sahibi ‘kişilerin Cum’a’ya (toplantıya) gitmemeleri ve namazı kılmaktan kaçınarak, o (Cum’a) günü evlerinde öğle namazı kıldık­ları haberini alan Benî Umeyye sultasının sahipleri (Vali, kumandan ve diğer görevliler)’nin bu gibi ileri gelen müctehidleri evlerinden zorla alıp Cum’a (Toplantı)’ya iştirak ettirdikleri ve kendilerine «— Bili­yoruz siz neden Cum’a’ya gelmiyorsunuz. Bizim yönetimimizi tasvib etmemek anlamına gelen bu hareketinize asla müsaade etmeyeceğiz. Sizi sürükleye sürükleye de olsa cemaatın içine götürecek ve orada bulunduğunun görünmesini sağlayacağız. Bunu döverek, hapsederek de olsa yapacağız!.» dediklerini nakleden İbn Nuceym eserinde daha da ileri giderek cemaatın bile Cami’de namaz için toplanmasına rağmen Benî Umeyye’den birinin imamlığa geçtiğini görmeleri üzerine namaza kalkılmasına rağmen camiyi terkettiklerini de yazmaktadır. Buna engel olmak için o günkü yönetimin cami-mescid kapılarına kolluk kuvvetlerinden kişiler yerleştirdikleri ve cemaatten ayrılmak isteyenleri kırbaçlayarak onlara engel olmak istediklerini ve cemaatın buna rağmen camiyi terkettiklerini de nakletmektedir.

İbrahim Nehaî, İbn Muhacir ve daha başkalarının da aynı şekilde hareket ettiklerini, o yönetimde evlerinde öğle namazı kıldıklarını nakletmesi, Cum’a ile ilgili Resulullah günü uygulamalarına uygun düşmektedir. Zira Cum’a (Toplantı) Günü kılınan namazın, irad olunan hutbenin ve bu amaçla meydana getirilen Toplantı’nın gerçek anlamını taşımadığı zamanlar şartlarının bulunmadığı diye fıkıh kitaplarına geçmiştir- Öğle Namazı farziyyetini korumakta, fa­kat Cum’a namazı onun yerini alamamaktadır. Nite­kim Resulullah (S.A.) da Medine’de Müslümanlar Cum’a Günü iki rek’at farz namazlı ve hutbeli farz namazı kılarlarken, kendileri Mekke’de bu imkana kavuşana kadar aynı günler öğle vakitlerinde öğle namazı kılmaya devam etmişlerdir. Müslümanların Resulullah’ın hareketlerinin inceliklerine vukufunu gösteren davranışları Onun getirdiği dinin gerçeğine uygun şekilde bilinip, anlaşıldığı, taklidin yaygınlaşmadığı yıllarda onunkine benziyordu. Zira onlar tef­him ederek, tefekkür ederek İslamı yaşamaya çalı­şıyorlar ve bunu da çoğu başarıyordu.

Bilindiği gibi yukarıda adı geçen İbrahim Nehaî Ebu Hanife’nin kendisinden ders aldığı hocalarından biridir ve önde gelenlerindendir. Ebu Hanife’nin ve diğer müctehid imamların da gerek Benî Umeyye Sultası döneminde gerekse Benî Abbas Sultası dönemlerinde Resulullah’ın Allah Katından getirdiği dini yaşamaya, onu yaşatmaya çalışmaları karşısında bu yönetimlerde neler çektiklerini tarih kitapları kaydetmiş ve günümüze kadar da bu bilgiler ulaşmıştır. Meşru bulmadığı yönetimini tasvib anlamına geleceği ve Müslüman halkın da böyle anlayacağı endişesi ile Abbas Oğulları Emîrlerinden Harun’ur-Reşîd’in kendisine teklif ettiği Kad-ul Kudat (Başkacılık) görevini kabul etmemesi ve bu sebeble hapislerde ömrünü geçirmesi, kırbaçlanması yine bildiğimiz olaylardandır. Bu olayların geçtiği yıllar da devlet temelinde Allah’ın hükümleriyle hükmedilen bir devlet idi. Buna rağmen yöneticilerde görülen zulüm nitelikli söz, tavır ve uygulamalar karşısında İslamı bilenlerin yukarıda anlatıldığı gibi davrandıklarını görüyor ve günlük hayatımızda bunları örnek hareketler olarak da anıyoruz çoğu kez. Azıcık bu konularda mürekkep yalamış olanların bile İslam mefahiri olarak mezkur olayları imrenti içinde naklettiklerine hemen her yerde rastlıyorsunuz.

İslam Devleti, hukukunun Allah’ın hükümlerinden teşekkül ettiği bir Hukuk Devleti idi. İşte yaşadıkları zaman bu hukuka riayet eder görmedikleri yöneticilerine Müslümanlar yukarıda pek az da olsa verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi davranıyorlar ve yöneticilerini bu hareketleriyle hukuka uygun hareket eden yöneticiler olmaya zorluyorlardı. Cum’a’ya (toplantıya) iştirak etmemek de bu cümleden mütalea olunuyordu, İslam Hukuku’nun carî bulunduğu ve temelde uygulamanın bu hukuka uygunluğu söz konuşu olduğu dönemlerde bile Hukuka uygun düşmeyen görünüşteki idarenin tasarruflarına karşı muhlis-müctehid Müslümanlar böyle davranırlarken, adı geçen hukukun tümden sözünün bile edilmediği, bilakis mezkur hukuktan tümüyle vazgeçildikten sonra nasıl hareket edilmesi gerektiği kendiliğinden ve anlaşılır şekilde ortaya çıkıyor değil midir?

Biz, ele aldığımız ve tamamen kaynaklara dayalı olarak vermeye çalıştığımız bilgilerle istedik ki okuyucularımız veya konuyu İslam Tarihi ve nassların ışığında anlayıp kavramak isteyenler doğru bir muhakeme sahibi olsunlar, mes’eleyi gerçeğine uygun olarak bilsinler. Nasıl amel edecekleri konusu ise artık doğruları bildikten sonra nasıl hareket edileceği ortaya çıktığından tamamen kişilere kalmakta ve basiret ve takvaları ile ilgili bulunmaktadır. Şunu dileriz elbette ki insanlara doğru ulaştıktan sonra insanlar, kendilerine ulaşan doğrularla amel etsinler. Fakat buna rağmen alışkanlıklarını din edinenler, düşünmeden mukallidlik edenler, babalarını yürür buldukları yolda yürümeyi doğru bilenler her zaman bulunmuştur, şimdi de vardır, belki çoğunluktadır da. Lakin bu hal üzere bulunmanın sakıncaları Kur’an’ da defaatle örneklendirilerek kınanmakta ve bu gibiler için ‘Kötü bir yer hazırlandığı’ndan söz edilmek­tedir. Mü’min olana, iman ettiğinin emirleri istikametinde inanmak ve amel etmek düşer ki Allah yine çoğu yerde «Ya Eyyühellezine amenü ve amilüssalihati!. (Ey iman eden ve salih amel işleyenler!) ».diye hitab etmektedir.

Müslüman olarak ne aklen, ne de kalben kimsenin kötülüğünü isteyecek ruhsatımız yoktur. Cennet geniştir ve Allah’a, O’nu razı edecek şekilde inananlar ve yine O’nun belirttiği salih amelleri işleyenlerin hepsini alacak kapasitededir. Bu sebeble biz de elbette insanların tümünün Allah tarafından belirtilen ‘Doğrular’ üzerinde bulunmasını diliyoruz. Lakin bilinmelidir ki yalnız bizim dileyip istememizle kendisi için dilekte bulunduğumuz Cennet’e girici değildir. İlla ki kendisi de bunu istemelidir. Nitekim Resulullah (SA.) hayatı boyunca kendisini koruyup, kollayan amcası Ebu Talib’in cennete girmesini çok istemiştir, hem de vazgeçmeden.. Fakat Ebu Talib de aynı şeyi istemeyince bu gerçekleşmemiştir. Bildiğiniz gibi Peygamber’in kendisine ölüm döşeğinde iken sevgi, merhamet dolu ifadelerle: «— Ey amcam! Ne olur şu anda bari Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim de O’nun kulu ve Elçisi olduğuma iman et! İman et ki Senin için Allah’a yalvarabileyim..» demiş durmuş fakat amcasının cevabı bize kadar in­tikal eden bilgilere göre şöyle olmuştur : «Mekke’nin kadınlarının Ebu Talib ölümden korktu da Müslüman oldu’ demelerinden çekinmese idim, sana iman ederdim.».

Görüldüğü gibi tek taraflı istek birşey ifade etmemektedir. Gerçekten biz Müslüman olarak herkesin Cennete girmesini, Allah’ı razı etmesini diliyor, istiyor ve bunun için uğraşıyoruz. Lakin kendileri için istediklerimiz de aynı şeyi ister olmadıkça bu gerçekleşemeyecektir. Allah herşeyi bilendir.

Dipnotlar: (*) Yevm’ül Cum’a, Toplantı Günü, Cum’a (Toplantı) Suresî 62/9

(1) İlk Toplantının yapıldığı ve Toplantı Namazı’nın kılındığı mahallin Medine olduğu için bütün İslam Tarihi kaynaklarına bakınız.

(2) Cum’a (Toplantı) Suresi 62/9

(3) Elmalılı H. Yazır; Hak Dini, Kur’an Dili, C. 7, S. 4977

Konuya ışık tutucu gördüğümüz için buraya almak gereğini duyduğumuz bazı bilgileri de dipnot olarak vermekte yarar umduk.

Alman müsteşriki Julius Wellhausen Emevî Devleti’ne tahsis ettiği eserinde, Emevî iktidarına karşı vücuda getirilen muhalefet cephesinde; din alimleri, fukaha ve Kurra’nın mevki alış sebebini şu şekilde beyan ediyor ; «Müslüman sözle ve fiille iyiyi belirtmek ve fenayı reddetmek (Emr-i bil ma’ruf, nehy-î anil münker) ‘le muvazzaftır (vazifelidir). O, sadece, Allah’ın iradesini bizzat yerine getirmekle değil, onu cemaatte muzaffer kılmaya yardıma da mecburdur. Quietisme (Tasavvurla selameti Allah sevgisinde bulanların mesleği)’e yer yoktur. Din her şahsı ayrı ayrı onu, fiilinde bütüne karşı mes’ul tutmak suretiyle, amme hayatına mudahaleye icbar eder. Dinin iştigal sahası politikadır.

Muhterem Prof. Dr. Mehmed Said Hatiboğlu henüz yayınlanmamış olan Siyaset İsimli eserinde Hacc suresinin 41. ayetinin Medine’de nazil olduğunu ve ayette zikri geçen ‘Emir ve Nehy’in iktidar olmaya meşru bulunduğuna işaret etmektedir. Aynı anlamdaki Nahl suresi 90. ayeti, Al-i İmran Suresi 104. ayeti, aynı surenin 110. ayeti’nin de anlam ayniyetleri gözönünde bulundurularak gözden geçirilmesinde yarar ummaktayız. Yine yukarıda adı geçen muhakkik yazar «Cum’a namazında siyasî otoritenin temsil edildiği camide uzun zaman görünmeyen bir kimse o siyasî otoriteyi tanımıyor demekti» demekte, ve Haccac’a karşı dayak ve kılıç korkusundan ağızlarını açamayan sahabe ve tabiinin çokluğundan bahisle (Ahkam’ül Cessas, 111. Cilt, 404. Sahife) (İbn Sad 7.cilt, 176. sahife) ‘lerden alıntılar yapmaktadır.

Emevîlerin şahsen imamlık yaptıkları zamanlarda (Fazilet Ehli)’nin onların arkasında namaz kılmak istemediklerini, camiden çıkmak için kapılara koştuklarını, muhafızlarında onları kırbaçlamaya başladığını zikr ile, tabiinin camiden çıkıp kurtulana kadar da durumun devam ettiğini kaydetmektedir. İbn’ü l Arabi’nin Emevîlere karşı gelen İlim Erbabı’nın davranışlarından uzun uzadıya bahsettiğini de kaydetmektedir.

Konumuzla ilgili olarak Ebu Vail Şakîk İbn’ül Seleme (H. 1 – 82 veya l00)’nin Cum’a günü öğle namazını evinde kıldıktan sonra Toplantı (Cum’a) Namazına nafile olarak, yukarıda zikrettiğimiz zulüm sebebiyle katıldığını belirtiyor. Aynı konularda başka örnekler için Abdürrezzak’ın Musannef’ini 2. Cildi, 386. sayfasına da bakılmalıdır.

İbn Nuceym (ikinci Ebu Hanife adı ile meşhur) ‘in El Bahr’ür-Raik isimli eserinin 2. Cildi, 160. safasında Yezid zamanında Tabiîn’in müctehidlerinde İbrahim Nehaî (H. 47-36) ve İbn Muhacir (Ö. H. 94)’in Cum’aya nafile namaz olarak katıldıkları kaydolunmaktadır. İbrahim Nehaî’nin Ebu Hanife’nin hocalarından olduğunu biliyoruz. İbn Muhacir’inde fakih ve muhaddislerin ileri gelenlerinden olduğu kaynaklarda kaydolunmuştur. Yukarıda adı geçen eserin sahibi İbn Nuceym ise Kanunî Sultan Süleyman (H. 970 – M. 1563) zamanı alimlerinden ve ileri gelenlerindendir.

Yukarıya aldığımız kısa fakat özlü malumatın okuyucuyu güçlendireceği, besleyici değeri yüksek bulunduğu kanısı ile kaydediyor ve umulan iz’anın teşekkülünde ayakların sağlam yere basmayı şiar edinenlere sunuyoruz. (Ercüment Özkan)

http://www.islam-tr.net/namaz/20084-cuma-namazi.html#post149235

This entry was posted on Cumartesi, Nisan 3rd, 2010 at 07:03 and is filed under NAMAZ. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz