-
29th Temmuz 2008

Biçare haykırışlar

posted in ÖYKÜLER |

                                         BİÇARE HAYKIRIŞLAR
Öğrenemediğimiz, hakkıyla uygulayamadığımız o kadar çok şey var ki……
Ama ne yazıktır ki ders almadığımız, akledemediğimiz şeyler, gelecekteki en büyük düşman olarak çıkmışlar karşımıza.
Anlayamadık değerini, sayfalarca yazılan kitapların ve işitemedik durmadan yardım çığlıkları atan doğanın sesini. Gerçekten de işitemedik seslerini, göremedik onların ışıklarını. Belki de duysaydık, bulabilirdik kaybettiklerimizi ve yakalayabilirdik arta kalan umutlarımızı.
Biz, hep kulaklarımızı tıkayıp, kendimizi, boyalarının kuruntularımız olduğu o pembe çerçevedeki resme bıraktık. Gelecek, asıl mükâfatlar, insanca yaşanacak bir yurt, bir yuva, asıl mutluluk ve umutlar geride kaldı. Bir çiçek, bir dal daha ölmesin, doğa canlansın, dünya çöl olmasın, diye nefesimizin tükeneceği, milyarlarca lira dökeceğimiz gün gelmeden, insanlık durmayacak, durdurmayacak bu gidişi!
Hiç bir doğruyu, realiteyi göz önüne almadan çevreye atılan gülücükler, kahkahalarla alkışlar, aslında bir çığlığın habercisi. Ki o yürekleri hoplatırcasına yavaşça ama derinden girecek içimize ve sonunda Uyandığımızda kendimizi, ellerimizin kazandıkları ve sonuçlarıyla baş başa bulacağız.
Kahkahalarla kırlara, denizlere koştuktan sonra aslında heyecanla güzel şeyleri hayal ederek, kendilerine ulaşmasını umduklarımızın bir çöl ve bir bataklık olduğunu anladığımızda, ne bir çığlık ulaşacak ve ne de tek bir parmak çıkabilecek bataklıktan.
Oysa biz, nasıl da şendik, renk renk çiçeklerin arasında, ailelerimizle eğlenirken. Birbirimizi kahkahalara boğup, çiçekten taçlar takarken kafalarımıza ve sevgililerimize güzel sözler fısıldarken.
Oysa ne mutluyduk, masmavi canım sularda yüzerken; sevgililerimizle kayık sefaları yaparken ve eğlencemizin sonunda utanç manzaraları bırakıp neşeyle bir başka mekana geçerken kol kola !
Neşeyle, el ele yürürken, artık ağzımıza bir peçe almak zorunda kalacağız. O eskiden gözlerimizin üzerinde bir sis perdesi oluşturan, doğanın ölümünü görmemizi engelleyen bez parçasını. Gözlerimiz şaşkın, ağzımız hayatın son nefeslerini tutmak için sonuna kadar açık. Onlar, hep pembelikleri görmeye alışık olduklarından, simsiyah gökyüzünü görünce yine kapanmak isteyecekler. Ama onlar da,  farkında olacak artık bir çare kalmadığının. ‘’Bir çare !’’ diye haykıracak biçare insanlar. Pembeliklerin simsiyah bir çamurla sıvandığını görünce, gözlerimiz, vanası bozuk çeşmelere dönecekler.
Gerideki pembelikleri elde etmek için çırpınacağız. Uzaklara, yani güzel geçmişimize baka baka belki de kendimize bin kere lanet edeceğiz.
Bulutların, bembeyaz gelinliklerini giydiklerini göremeyeceğiz artık. Kuşlar kardeşçe uçamayacak, o masmavi gökyüzünde. Dünya artık yaşlı gözlere kara kalem tabloları gibi siyah ve grinin tonlarını sergileyecek. Kalkmayacak, kalkamayacak umutların, sevinçlerin kanatları. Çünkü onlar da bataklıklara ve sislere gömülmüşler. Gidecekleri kalbi bulamamanın verdiği üzüntüyle, sonunda onlar da harap ve bitap düşmüş olarak kendilerine çamurdan bir mezar bulup gözleri yaşlı, uzaklara, pembeliklere bakarcasına yatacaklar.
Kulaklarımız bu haykırışları, çığlıkları ve yardım feryatlarını işitince birden şaşıracağız. Genelde güzel günlerde, sevgililerin seslerini, mutlu çocuk çığlıklarını, bütün insanlığın sevgiyle dolmasının her yılbaşında dilenmesini duyarken bu sesler ürkütecek bizi. Önce bu seslerin filmlerdeki korku sahnelerinde adamın, kızı öldürürken çıkardığı sese benzeteceğiz. Sonra birkaç derneğin propaganda sesleridir, diye düşüneceğiz. Ancak gözler, kulakları uyarınca sonunda inanmak zorunda kalacağız; bu çığlıkların, sonsuza uzanan biçare insanların sesi olduğuna.

Belki de bunlar gelecek için imkânsız bir düş olarak görünüyor. Ama eğer kulaklarımız duymaya, gözlerimiz görmeye, ağzımız doğruyu söylemeye ve beynimiz düşünmeye bir an önce karar vermezse, bunların hiçbiri imkânsız olmayacaktır. Ne dünya pembe,  ne de bunlar çok uzak…
Belki de ilk adım kabullenmek olacak. İlk kabullenecek şey de, şükretmediğimiz ve daldığımızdır.
Biz şimdiye kadar günübirlik yaşadık. Durdurmadık yuvamızı kirletenleri ve yaşama hakkımızı elimizden alanları. Doğrusu bu ya, biz de durmadık. Ama artık, durmanın ve durdurmanın zamanı. Çünkü buna mecburuz. Eğer biz durdurmazsak, bizim nefes almamız, çiçekler arasında gezintiler yapmamız, şen şakrak denizlerde yüzmemizi, -askeri darbe- gibi çevre darbesi engelleyecek.
İnsanlık, şu anda bulunduğu konumdan hiçbir kara parçasını göremeyeceği bir yerde, büyük bir okyanusun ortasında elinde kalmış ufak tefek imkânlarla bir teknenin içerisinde yaşamaya çalışıyor. Ancak şu yıllarda, bu yalnız tekne karşıdan çeşitli sinyaller almaya başladı. Gönderilen sinyaller insanın içerisinde bulunduğu durumdan kurtulması için yardım elini uzatan bir cankurtaran teknesi. Bu cankurtaranın görevi, insanın kendi elleriyle hazırladıkları sonuçtan onları uzaklaştırmak, karanlık, mutsuz ve umutsuz bir gelecekten onları kurtarmak. Bu konuda o kadar azimliler ki insanların reddecekleri herhangi bir pürüz son noktasına kadar hesaplanmış, hedefleri belli ve ne yapacaklarını biliyorlar.
İnsanlık, yüzyıllardan beri yaptığı gibi kulağına yabancı gelen her konuda tedirgin ve ürkek davrandı, bu konuda da olduğu gibi. Ancak bu şüpheler, uygulamadaki gösterimlerle engellendi. Bahanelerimiz kalmadı.
Seçenek bizim. Kim ister karanlıklarda yaşamayı ve biçare çığlıkları atmayı? (2003)
                                     

This entry was posted on Salı, Temmuz 29th, 2008 at 08:26 and is filed under ÖYKÜLER. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz