-
11th Ocak 2013

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“EVRİM KURAMI”NA GERÇEKÇİ BİR BAKIŞ -1

Pek çok konu, tarihsel bağlamından koparılarak polemik konusu yapılmış durumda. Bunlardan en popüler olanı da kuşkusuz Bilim-Din, İman-Ateizm çatışmasının argümanına dönüştürülen Evrim kuramı ve çevresinde oluşan tartışmalar ve polemiklerdir.

Oysa Kur’an’ın inşa ettiği Müslümanın bu gibi konulardaki tavrı kendi dışında gelişen polemiklerde bir taraf olmak değil öncelikle delillere ve bulgulara bakarak kendi özgün ve adil tavrını ortaya koymaktır. bağlamından koparılarak polemik konusu yapılmış durumda. Bunlardan en popüler olanı da kuşkusuz Bilim-Din, İman-Ateizm çatışmasının argümanına dönüştürülen Evrim kuramı ve çevresinde oluşan tartışmalar ve polemiklerdir.

Kur’an akıl ve vahiy arasındaki dengeyi kurup kainat’ın okunması, araştırılması ve üzerinde derin düşüncelere dalınması gereken bir kitap olduğunu vaaz etmektedir. Kur’an’ın inşa ettiği epistemoloji de bu sebeple inanç-bilim, iman ve akıl tam bir bütünlük oluşturur. Akletmenin özünün ilahi oluşu, iman etmeninin de özünün akletmeye dayalı olduğu bu denge Tanrı, doğa ve insan ilişkisini ait olduğu yere oturtur. Bu ahenk, gezegenin korunmasına, insanın yaşatılmasına/anlamlandırılmasına ve Tanrı’nın doğru anlaşılmasına sebep olur.

İşte bu bütünsel zihinle düşünen Müslümanlar “İlim” dediklerinde Fıkıhtan, Zoolojiye, Hadisten botaniğe, tefsirden arkeolojiye kadar tüm araştırmaları anlıyorlardı. İslami düşüncedeki bu bütünlük İslam alimlerini aynı zamanda iyi bir doktor, fizikçi, coğrafyacı vb. uzman da yapıyordu.

Cabir b. Hayyan Uranyumun çekirdeğinin parçalanabileceği fikrinin sahibidir. Hayyan bin yıl önce şu tespitlerde bulunmuştu: “Maddenin en küçük parçası olan “el-cüz’ü la yetecezza” da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin söylediği gibi bunun parçalanamayacağı söylenemez. Atom parçalanabilir. Parçalanınca da öyle büyük bir güç oluşur ki bir anda Bağdat’ın altını üstüne getirebilir. Bu , Allahü tealanın kudret nişanıdır.”

 Özellikle Abbasiler döneminde kurulan “Dar’ul Hikme” kurumu Müslüman alimlerin özgür tartışma ve araştırma zemini olmuştu.  Modern kimyanın kurucusu, tıp ve mantık üstadı Cabir bin Hayyan canlıların ve insanın üreme sistemine gerek kalmadan kendiliğinden meydana geldiği fikrini öne sürdü. Benzeri teoriler İbn-i Sina, Fahreddin Razi, el-Harisi, İbn Ebi’l-Hadid, er-Ruhavi, İbn’un Nefis gibi ilim adamları ile İhvanu’s Safa gibi ekolleri ve ‘Evrimci bir Yaratılış’ öngören meşhur ‘Hayy Bin Yakzan’ kitabının yazarı İbn Tufeyl gibi düşünürleri de etkiler.

Nazzam ve Cahız’ın “Evrim” Kuramı

 Bir kelamcı olan Nazzam (9.yy)  ise kozmolojik bir evrimci yaratılış teorisi ileri sürer. Ona göre evren ve türlerin ilk tohumu mahiyetinde yaratılan ilk varlık kendisinden sonra ortaya çıkacak tüm varlıklara kaynaklık etmiştir, bütün canlı türleri bir tek çekirdek varlıktan gelişerek meydana gelmiştir. Nazzam canlı türlerinin sürekli olarak bir halden başka hale geçtiği fikrini ortaya attı.

Biyolojik Evrim Teorisi’nin esas kurucusu ise 8 ve 9. yüzyıllarda Basra’da yaşamış olan Nazzam’ın talebesi Cahız’dır. ‘Kitab’ul Hayevan’ adlı eseriyle bildiğimiz anlamda biyolojik evrim teorisi’nin temelini ortaya atar. Buna göre, ilk çekirdek varlığın evrimiyle bir yandan kainat meydana gelmiş, buna paralel olarak ilk basit canlı türleri meydana gelmiş, onların evriminden de silsilevi bir şekilde basitten komplekse doğru mertebe mertebe canlı türleri oluşmuştur. Bu evrimin son halkasında da insan ortaya çıkmıştır.

Cahız’a Göre “Mutasyon” ve “Doğal Seçilim”

Cahız günümüz evrimcilerinin kilit nokta olarak gördükleri mutasyon ve transformasyonu’da kabul eder. Ona göre türler sabit değil, değişkendirler, dönüşürler. Cahız evrimin kilit taşlarından dönüşümü ya da günümüz tabiriyle mutasyonu uzun uzun açıklar, ve çeşitli örneklerden yola çıkarak gerekçelendirir. Cahız’a göre kainatı yaratan Allah, onu ve canlıları sürekli evrimleşici mahiyette yaratmıştır.

XI. yüzyılda Gazne’de yaşayan ünlü Müslüman alim Biruni’de hem kozmolojik hem biyolojik evrimi savunur. O da canlıların ortaya çıkışı ve evrim süreciyle çeşitlenip gelişmelerini Allah’ın iradesi ve yaratışının bir neticesi olarak görür. Biruni bu teoriye katkı olarak sun’i seçim ve tabiat ekonomisi fikirlerini ileri sürer. Ona göre doğada her şeyin üreyip çoğalması ve evrimi ölçülü bir denge üzere olmakta bu da doğada tesadüfilik, başıboşluk ve israf olmayıp bir iktisatın olduğunu göstermektedir.

İslam’da evrimci yaratılış teorilerinin ayrıntılar için Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar’ın kaleme aldığı“İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi” isimli eseri tetkik edilebilir. (Kitabiyat Yay. Ankara 2001)

Bu süreçte Avrupa’ya hakim düşünce ise skolastik dogmatik düşünceydi. Katolik Kilisesi iman’ı aklın tam karşısına koymuş ve iman adına akılla savaşan bir yobazlığın bayraktarı olmuştu. Özgür düşünce ve akletme çabasını baskı ve sindirme yöntemleriyle ortadan kaldırmaya çalışan Kilise, Kitab-ı Mukaddes’i literal olarak algılamakta ve bu zahiri okuyuşunu “sorgulatmamak” üzere dogmalar üretmekteydi. Komşuları olan Müslüman ilim adamlarının yazdıkları eserlerin batı dillerine çevrilmesiyle birlikte Dogmaya, Kiliseye ve bu üçünün ifadesi olan “Din”e karşı gelişen ve Kilisenin Tanrısına karşı “İnsan”ı merkeze alan Aydınlanmacılar İslam medeniyetinin birikiminden faydalandılar. İslam’ın bütüncül dengesine sahip olamadıklarından başka bir aşırılığa kaymaktan kendilerini kurtaramadılar.

Maalesef İslam düşüncesinin altın dönemini oluşturan Beyt’ul Hikme dönemi, Vahiy ve aklın birbirine rakipmiş gibi görülüp birbirinden ayrıştırılmasıyla birlikte kapandı ve İslami düşünce de içe kapanma ve çökme devresine girdi…

Batı’nın İslami bilgi mirasını kullanıp Kainatı okuması onun güçlenmesine ve egemen hale gelmesine yol açtı. Buna karşılık İslam dünyası zindeliğini yitirdi, Ali Şeriati’nin kavramsallaştırmasıyla “Kitap, Mizan ve Demir”de yani Kitab’ı Kur’ani rehberliği Mizanı dengeyi ve adaleti ve demiri yani yeryüzü egemenliğini-gücü de gittikçe yitirmeye başladı. Müslümanlar hristiyanlaşma eğilimine girdiklerinde hayatla dini, akıl ile vahyi birbirinden ayrıştırdılar. Akıl ve naklin ayrıştırılması Tevhidi bütünlüğün parçalanarak Bilim ve İlim’in birbirine yabancılaşmasını doğurdu. Bu sebeple dindarlar kainat üzerine yapılan araştırmalara çekinceyle yaklaşmaya, bu araştırmaları yapanlar da dinselliğe soğuk davranmaya başladılar. İşte bu süreç yukarıda örneklerini verdiğimiz araştırma ufkunu ve rahatlığını öldürdü. Bu “hristiyanlaşma” Yaratılış olgusunu da diğer müteşabihlerde /alegorik anlatımlarda olduğu gibi hristiyanlar gibi “lafzi/zahiri” olarak algılamaya başladılar, durağan bir evren algısının kabullenildiği bu tasavvur doğal olarak Allah’ı sebepsizce iş yapan hikmetinden sual olunmayan bir tanrıya dönüştürmüştü. Sebep-sonuç ilişkisinin önemsizleştiği bu algıda kainatı araştırma, neden ve nasıl diye sormak ta gereksizdi. Yapılması gereken şey nassları zahiren anlamak ve itaat etmekti. Araştırma, sorma, yasaların işleyişini sorgulama gibi şeylere artık gerek yoktu. Bu sebeple Müslümanların yeni bir Dar’ul Hikme’si olamadı.

Avrupa’nın kendi özelinde tekrar dönelim. Batı’da Kilise’ye ve durağan-dogmatizme yani “Din”’e karşı verilen savaşım başarıya ulaştıktan sonra “Bilimcilik” ideolojisi Din karşıtlığı/sekülarizm üzerine inşa edildi. Bu sebepledir ki muhatap alınan Din Kilise olduğundan Müslüman birikiminden alınan evrim kuramı kainatı anlama ve anlamlandırmada Kilise’nin tasavvurunu yıkan bir düzeneği ortaya çıkarıyordu.  İşte bu noktada Evrim Tanrının yokluğunun ve yaratılış diye bir şey olmadığının ilanı olarak kabullenildi. Evrim karşıtlığı da Kilisenin savunduğu durağan kainat ve zahiri kitab-ı mukaddes yorumunun doğruluğunun ifadesi olmuştu.  Bu çatışma paradigma olarak şu düzleme oturdu:

“Evrim Var o halde Tanrı yok / Tanrı var o halde Evrim yok”

Bugün Batı dünyasında “Yaratılışçılık” ve “Akıllı Tasarımcılık” akımları Kiliseler tarafından finanse edilmekte ve bu genel ön-yargılar üzerinden işlemektedir. Özellikle ABD’de yükselen “Evangelism” ve“Yeni Muhafazakarlık” Protestan, Presbiteryen, Mormon Kilisesi, Katolik ve Yehova Şahitleri gibi farklı Hristiyan grupların yayınlarıyla ve politik lobi faaliyetleriyle evrim tartışmasını bir “Tanrı savunusu” olarak devam ettirmektedir. Türkiye’de konuyu gündemleştiren iki büyük grup ta genellikle Batı’daki hristiyan yayınlarını yeşil bir versiyonla tercüme etmektedir.

 Durum karşı tarafta da çok farklı değildir. Batı’da ve Batının Türkiye’deki bayraktarlarında Evrim kuramı materyalizmin ideolojik argümanı olarak kullanılmaktadır. Sosyalist ve Kapitalist kanatlarıyla materyalistler Evrimi “ateizme kanıt” olarak yorumlamaktadırlar. Oysa Evrim’in varoluşu ya da yokluğu tartışması ile Tanrının varlığı tartışması iki ayrı kategori de iki ayrı paradigmada yapılması gereken tartışmalardır. Bilimsel araştırma kainat’ın “nasıl” işlediğine cevap ararken Kainatın “kim” tarafından var edildiği ve o varlığın kim olduğu? Sorularına bilim cevaplar aramaz. Bu soruları sorma ve cevaplama işi Dindarların ve Filozoflarındır. Dindar bir bilim adamı nasıl sorusuna vereceği bilimsel cevabı Dinsel kimliğine göre “yorumlar” işte bu durum dindarın bağ kurma çabasıdır. Materyalistler de bir “din/dünya görüşü” sahibi olduklarından kendi “materyalist imanları”yla yorumlamaktadırlar.   Örneğin Müslüman, Yağmuru Allah’ın yağdırdığına iman eder. Bu imanı ise onu nasıl sorusunu sormaktan alıkoymaz. Yağmur bulutların Yağmurun ilk habercisi bulutlardır. Atmosferdeki su buharı yoğunlaşarak bulutları oluşturur. Yoğunlaşma ve buharlaşma. Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor. Öyle biran geliyor ki su buharı ısının çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor. Ve su sıvılaşarak yere düşüyor. Allah’ın yağdırdığı yağmurun nasıl/hangi sünnete/yasaya bağlı olarak yağdığını bilmek yağmurun Allah tarafından yağdırılmadığını ya da yağmurun sebepsiz biçin Allahın emriyle yağdığı anlamına gelmemektedir. Müslümanlar Doğadaki tüm süreçler, döngüler ve evrimsel dönüşümler için de bu açıdan bakarlar… Allah neden pat diye insan yaratmıyor da sperm-yumurta buluşması ve ardından 9 aylık bir iç-evrimleşmeyi yasa olarak koymuş? Allah neden bu denli canlı çeşitliliği ve uzay genişliğini yaratmış? Bu sorular çoğaltılabilir. Müslüman’ın görevi Allah yarattı işte! Deyip cevap vermemek değil ilk asırlardaki bütünselliği kurup Allah’ın nasıl yarattığını da incelemek olmalıdır…

Peki Charles Darwin’in son olarak ifade ettiği ve etrafında kıyametler kopartılan “Evrim Kuramı” nedir? Müslümanlar lehte ya da aleyhte konuyla ilgili fikir beyan ederken bu kuramı, işleyişi ne kadar bilmektedirler? Ne kadar Hristiyan tepkileri dillendirmektedirler? Bunları ikinci yazımızda konu edinelim…

http://www.haksozhaber.net/evrim-kuramina-gercekci-bir-bakis-1-9903yy.htm

EVRİM KURAMI NE ANLATIYOR? -2

 “Evrim Kuramı”na Gerçekçi Bir Bakış-1 başlıklı konuyla ilgili ilk yazımızda İslam’ın algısı ile Batıda gelişen algının kısa serüvenini konu edinmiştik. İslami bilgi birikiminde ortaya konan evrimci yaratılış teorilerini, Kilise’nin dogmatizmini ve bu dogmatizme savaş açan aydınlanmacıların İslami mirastan yararlanmalarını konu edinmiştik. Özgün Müslüman düşünüşün ya kırk katır ya kırk satır misali dayatılan “ya evrimci materyalizm ya evrim düşmanı dindarlık” kısır döngüsünden farklı, başka bir okuma yapabileceklerini düşünüyoruz.

Zaman Yazarı Ali Ünal “Evrimin, hem kaynağı hem neticeleri itibarıyla dünya görüşünden tarih görüşüne, ekonomiden siyasete, felsefeden dine ve metafiziğe, oradan ahlâka kadar pek çok tesirleri, yankıları ve yönlendirmeleri söz konusu” olduğunu yazıyor. Oysa Evrim kuramının sahibinin materyalistler olmadığını, Bir kuramın yanlış yorumlara alet edilmesinin o kuramın yanlış olduğu anlamına gelmeyeceğini bilmesi gerekirdi. Ancak kendisi Evrim karşıtlığını Dini bir vecibe olarak telakki eden cemaatin yazarı olduğundan bu haklı tespitini evrim karşıtlığını haklı çıkartmak için durağan evren ve statik yaratılış anlayışını da paylaşıyor. Oysa Evrimin yaratılış planındaki yeri doğru anlaşılırsa Allah’ın her dem hayata yasalarıyla müdahalesi ve “yaratış” halinde olduğu gerçeği daha net anlaşılır.

Afgani, Abduh, Beheşti, Mutahhari, Şeriati…

Darwin, Türlerin Kökeni’nde, “Başlangıçta bir veya birkaç biçime (Yaratıcı tarafından üflenmiş) hayata dair bu görüşte bir ululuk var” der. Cemaleddin Afgani, Yaşamın tümüne yayılan bu yaratıcı ruhu reddetmedikçe evrime olumlu yaklaşılabileceğini, evrimle değil materyalizmle mücadele edilmesi gerektiğini söyler. Hatta Evrim kuramının yaratılışı daha iyi anlamamıza yardımcı olacağını söyler. (C. Afgani’nin Hatıraları, Mahzumi Paşa, Klasik Yay.) Bu yaklaşımın tezahürlerini Afgani’nin öğrencileri Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’ya ait olan el-Menar Tefsiri’nde de okumaktayız. Evrim konusunda özgün duruş sergileyen ilim adamları arasında Şehid Ayetullah Beheşti, Şehid AyetullahBahoner, Şehid Ayetullah Mutahhari, Şehid Dr. Ali Şeriati evrimsel yaratılışı anlamaya ve bu planı değerlendirmeye çalışan İslam alimlerinden sadece birkaçıdır…  (Afgani, Beheşti, Bahoner, Mutahhari ve Şeriati’nin yaklaşımlarını 3. Yazımızda konu edineceğiz.)

Kilise’den bağımsız şekilde düşünebilen ender isimlere de rastlayabiliyoruz. Örneğin Türkçe’ye“İnsanın Tabiattaki Yeri” (İst. İşaret Yay.)başlığıyla çevrilen kitabıyla Din-Evrim ilişkisini inceleyen arkeolog rahip Teilhard de Chardin’i görüyoruz.

Yorum ve Kuramı Ayrıştırmak

Evrimsel yaratılış düzeneğinin işleyişi konusunda Charles Darwin’in ortaya koyduğu bilimsel kuram konusunda popüler ve yüzeysel bilgilerin ötesinde maalesef bugün Müslümanların fazla bilgisi bulunmamaktadır. Çoğu zaman evrim kuramıyla ilgisiz kimi iddialar ya da evrim kuramı etrafında üretilmiş şehir efsaneleri tekrarlanmaktadır. Oysa ifade edilen şeyin ne olduğu tam anlaşılmadan yapılan reddiyeler de dini bir vecibe aşkıyla ortaya konmaktadır. Oysa Kuram ve o kuramın yorumlanması ayrı şeylerdir. Kuram (Teori), Edinilen bulgulara ve kanıtlara dayanılarak ortaya konan bir düzenek tezi, değerlendirme iken Kuramın yorumu bu kuramdan yola çıkarak dini, felsefi ve sosyolojik çıkarımlarda bulunmak kuramdan hareketle öznel yorumlarda bulunmaktır. Bu açıdan baktığımızda Evrim bir kuram, Materyalist yorumun neticesi olan Sosyal Darwinizm, Faşist Darwinizm, Marksist ya da Anarşist Darwinizm ise bu kuramın yorumlanma biçimidir. Aynı kuramı Müslümanlar ve de Chardin gibi Hristiyanlar ise kendi paradigmalarına göre değerlendirmektedirler.

Şimdi isterseniz Evrim Kuramının ve bu kuramın yorumlarının ne dediğine bakalım:

Evrimin mekanizmasınının anlaşılmasında ve açıklanmasında bugün geçerli olan bilimsel sentez, İngiliz doğabilimci Charles Darwin tarafından 1859’da ortaya atılmış olan evrim kuramı üstüne kuruludur. Darwin, organizmaların evrim sonucu ortaya çıktığını ve organizmaların göz, kanat, böbrek gibi belirli bir amaca hizmet eden organlara sahip olmalarının yine evrimin bir sonucu olduğunu ileri sürdü. Bu iddiası temelde doğru olmakla birlikte eksikti. Darwin, kuramını doğal seçilim adını verdiği sürece dayandırıyordu. Ona göre türdeşlerine göre daha çok işe yarar özelliklere sahip olan canlılar (örneğin daha keskin görüşe sahip olanlar ya da daha hızlı koşanlar) hayatta kalma yarışında avantajlı duruma geçiyor, bu nedenle soyunu devam ettirme şansını artırıyordu. Darwin 1831-1836 yılları arasını, işi gereği, dünyanın farklı bölgelerine seyahat ederek geçirmişdi. Bu yıllarda aklında bir tür evrim kuramı şekillenmeye başladı. Beagle Gemisiyle farklı bölgelerde geçen 3 yıl sonunda, evrim teorisine en çok katkıda bulunacak yer olan Galapagos Adalarına vardı. Bu adalardaki doğal yaşamı ve canlıları, Güney Amerika’dakiler (anakara) ile kıyasladı ve o dönem için şaşırtıcı bazı bağlantıları keşfetti.

Darwin burada, “başarılı nesiller sonunda, yeni bir türün, hali hazırdaki bir türden yavaşça farklılaşarak oluştuğu” kanısına vardı. Doğal seçilim adını verdiği bir işlem sonucunda bu değişimlerin ortaya çıktığına inanıyordu:

Darwin’in bu teorisi 3 ana temel üzerine oturmuştur:

  1. Bir canlı popülasyonunda çeşitli karakteristikler mevcuttur ve bu değişken karakteristikler popülasyondaki bireyler tarafından yeni doğanlara aktarılır.
  2. Canlılar ölenlerin yerine geçecek sayıdan daha fazla yavrularlar.
  3. Ortalamada popülasyon rakamları genelde sabit kalır, hiçbir popülasyon sonsuza kadar büyüme göstermez.

Canlılar gezegende oluşan değişimlere göre kendi yapıları da değişiyordu. Bu değişimde hayatta kalma mücadelesi doğal seleksiyon(seçilim) ve karşılıklı yardımlaşma gibi faktörlere göre devam ediyor. Bu durum Darwin’in elde ettiği bulgular ve gözlemleri düzenli biçimde açıklamasıydı. Ortaya konan bu açıklama tarzı Kilisenin durağan yaratılış dogmasını sarsıyordu. Evrimi sürdüren üç temel süreç vardır;Doğal seçilim ve genetik değişim ve karşılıklı yardımlaşma. Bu süreçlerin ilki olan doğal seçilim, bulunduğu ortama en iyi uyum sağlayan bireylerin hayatta kalmasını ve kendi genlerini yavrularına aktarmasını, diğer bireylerin ise üreme şansı bulamayıp genlerinin ortadan kalkması sonucunu doğurur. Doğal seçilim ile hayatta kalmaya yardımcı olan yeni özellikler sağlayan mutasyonlara sahip bireyler hayatta kalarak popülasyonda baskın hale gelir, hayatta kalma şansını azaltan mutasyonlara sahip bireyle ise yok olur. Bu sayede sonraki nesildeki bireyler, atalarından aldıkları genler sayesinde ortama daha iyi uyum sağlar ve hayatta kalmakta daha başarılı olurlar. Hayatta kalmada başarılı olmanın yani seçilimde kazanmanın en temel unsuru da karşılıklı yardımlaşma/dayanışmadır. Canlılar bu uyum süreci ile yaşamakta ve çeşitlenmektedir. Rus anaşist teorisyen ve doğabilimci Kropotkin, canlılar arasındaki karşılıklı dayanışmanın özellikle sosyal darwinistlerce gözardı edilerek kainattaki sistemin güçlü-zayıf çatışmasındaki bir gladyatörler arenası gibi algılandığını oysa evrimsel sürecin karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma faktörünün de var olduğunu anlatır. Yaptığı gözlemleri paylaşarak Sosyal Darwinizm‘in ve ilerlemeci tarih anlayışının yorumlarının yanlış olduğunu ortaya koyar. Bkz. “Karşılıklı Yardımlaşma” (Mutual Aid: A Factor of Evolution) Çev. Dominik Pamir İst. Kaos Yay. )

Prof. Dr. Cemal Yıldırım’ın ifadesine göre  “Normal olarak evrim uyum sağlayıcı bir süreçtir. Evrimle oluşan organizmaların çevrelerine ve yaşam koşullarına, çoğu kez inanılmaz bir incelik ve beceriyle uyum sağladıklarını biliyoruz. Görünüre bakılırsa, uyum kurma amaçlı bir davranıştır.”

“Biyolojik evrimin en basit tanımı, değişerek türemedir. Bu tanım hem küçük ölçekte evrimi (yani bir popülasyonun içinde gen sıklıklarının nesilden nesile değişmesini) hem de büyük ölçekte evrimi (yani aradan bir çok nesilin geçmesiyle ortak bir atadan farklı türlerin türemesini) kapsar. Evrim yaşamın tarihini anlamamızı sağlar. Biyolojik evrimde temel fikir, Dünya üzerindeki bütün yaşamın ortak bir atası olduğudur. Tıpkı sizin büyükannenizin kuzenlerinizin de büyükannesi olması gibi…  Canlı varlıklar dış şartlara göre üç ana dala ayrılmıştır.  Yaşam ağacı denilen bu üst gruplandırma:

1-Bakteriler,

2-Ökaryotlar

3-Arkeler olarak isimlendirilir.

Bakteriler tek hücreli mikroorganizma grubudur. Ökaryotlar ise (Latince: Eukaryota), hücrelerinin yapısından dolayı beraber gruplandırılmış bir canlılar grubudur. Bitki, Hayvan ve Mantar hücreleri ökaryotturlar. Bakteriler gibi arkaeler de çekirdeği olmayan tek hücreli canlılardır, yani prokaryotlardır. İlk tanımlanan arkaeler aşırı ortamlarda bulunmuş olmalarına rağmen sonradan hemen her habitatta raslanmışlardır.

Bulunan tarihsel bulguların karşılaştırılması ve bu bulgulardan alınan DNA/RNAların üzerinde yapılan araştırmalara göre Dünyadaki çok sayıdaki yaşam biçimi, evrimsel sürecin bir sonucudur. Tarihin Kambriyen döneminde hayatın oluşmasını sağlayan elverişli ortamda ilk yaşam suda/denizlerde oluşmaya başlamıştır. Prof. Dr. Ali Demirsoy  “Kalıtım ve Evrim” isimli eserinde yaşamın başlangıcına dair şu bilgileri vermektedir: “Dört milyar yıl önceki koşullar, bir sürü basit molekülün yanı sıra büyük bir olasılıkla ilk olarak 16; daha sonra 20 amino asitle, sitozin (S), guanin (G), adenin (A) ve urasil (U) adı verilen bazların sentezlenmesini gerçekleştirmiş olabilir. İlkel atmosfer taklit edilerek gerçekleştirilen laboratuvar deneylerinin çoğunda, bu amino asitler ve bazlar, inorganik maddelerden kendiliğinden sentezlenerek elde edilebilmiştir. Koşulların değişimiyle ortaya çıkan ürünler de değiştiğinden, farklı birçok amino asitin sentezi aynı yolla gerçekleşmiştir.”

Tüm canlılar, ortak atalardan geldikleri için akrabadırlar. İnsan ve diğer tüm memeliler, yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamış sivrifaremsi bir canlıdan evrimleşmişlerdir. Memeliler, kuşlar, sürüngenler, iki yaşamlılar ve balıkların ortak atası 600 milyon yıl önce yaşamış su solucanlarıdır. Tüm hayvanlar ve bitkiler, yaklaşık 3 milyar yıl önce yaşamış bakterimsi mikroorganizmalardan türemişlerdir. Biyolojik evrim, canlı nesillerinin ortak atadan değişerek türeme sürecidir. Yeni nesiller, eski nesillere göre farklılıklar taşırlar ve ortak atadan uzaklaştıkça çeşitlilik artar.

Evrimsel Çeşitlenme: Bilinçli Bir Süreç

Evrimsel süreç bu noktada tesadüfi değildir. Materyalistler ise bu sürecin tesadüfi/kendiliğinden olduğun şeklinde yorumlarlar. “Yaratıcı Evrim” adlı kitabında Materyalist Darwinciliğin mekanik yorumsamasına karşı çıkan filozof Henri Bergson’dur:

“Nasıl olur da sonsuz denecek kadar çok birtakım küçük varyasyonlar, eğer bu varyasyonlar salt raslantı ise, evrimin birbirinden bağımsız iki kolu üzerinde aynı planı izlesin? Evet, nasıl olur da tek tek alındığında hiçbir işe yaramayan birtakım varyasyonlar iki kolda da doğal seleksiyonla aynı sıra veya düzende korunarak biriktirilmiş olsun?”

Bergson’un bıraktığı yerden biz devam edelim, Doğal seleksiyonla aynı düzende korunarak biriktirilen şey bilinçli bir planın tasarlanan bir düzeneğin işlemesinin sonucudur. Darwin’in  “yaratıcı tarafından üflenen ruh” dediği şey işte budur. Ayrıca Murat Belge’nin de haklı olarak ifade ettiği üzere “Varlıkta, “Herkes değişecek” diye bir kural yok, böyle bir emir verilmemiş. Değişim, varoluşun toplam koşullarından birinde, sözgelişi iklimde, bir şeylerin değişmenin yeni koşullar üretmesi sonucu bir zorunluluk olarak çıkar. Karınca gibi bir tür, çevresindeki koşullarla uyum sağlamışsa –ki belli, sağlamış- bir “mutasyon” geçirmesine de gerek olmaz…. “Felsefi” boyutu da olan bir nokta. Hayat ve dış koşulların beni değişmeye zorladığı anda, benim belirlenmiş bir yapım var; dolayısıyla, nasıl bir değişimden geçeceksem, bu benim varolan yapımın bir bölümünün uğrayacağı bir değişimdir ve bünyemde bunu gerçekleştirecek bir potansiyel olmalıdır. Örneğin koşullar beni havada uçmaya zorluyorsa, bunu yaptıracak şekilde kullanacak, kullanmaya yatkın organlarım olmalı. Zaten ancak böyle organlarım varsa (ya da, bedenim, bu eylemi yapacak kadar hafifleyebiliyorsa), bunlar kanata dönüşebilir vb.

Şimdi, felsefî-epistemolojik soru şu: Evrilmek için gerekli potansiyel zaten evrilen canlının evrim öncesi yapısında varsa, evrim onun kendini gerçekleştirmesi olarak mı anlaşılmalıdır? Yani, evrimin sonucu diye gördüğümüz şey, aslında öngörülmüş bir amaç mıdır? Böyleyse, bu da bir teoloji (amaçlılık) anlayışı getirir. (23.09.2008, Taraf)

Evrim’in Kanıtları: Dün ve Bugün

Peki bu çeşitlenme kuramı neden bilim insanları arasında bu denli güçlü bir kuram olarak kabul görmüştür? Çünkü Darwin’in Galapagos seyahatinin ardından geçen yıllar boyunca bulunan her yeni bulgu Darwin’in içinde yaşadığı kültürel ortamdan ve bilgi düzeyinden çok daha farklı olmasına rağmen onun kuramını destekler biçimde kanıtlar ortaya koymuştur.

Evrim kuramını güçlendiren bulgular tarihten günümüze ulaşan fosillerde kendini göstermektedir. Ayrıca bu fosiller üzerinde yapılan DNA araştırmaları ve DNAlar arasındaki karşılaştırmalar da önemli veriler sağlamaktadır. Evrim bugün de devam etmektedir. Bu sürecin günümüzde bizzat yapay müdahalelerle de oluştuğunu gözlemleme imkanına sahibiz.  Örneğin Yapay seçilim…

Darwin ve Wallace’tan uzun zaman önce çiftçi ve yetiştiriciler, bitki ve hayvanlarının özelliklerinde yıllar içinde önemli değişiklikler yapmak için seçilim fikrini kullanıyorlardı. Çiftçi ve yetiştiriciler sadece istenen karakterlere sahip bitki ve hayvanların üremesine izin vererek çiftlik hayvanlarının ve tarım bitkilerinin evrimine neden oldular. Bu sürece yapay seçilim denir çünkü hangi organizmanın üreyeceğine doğa yerine insanlar karar verir. Çiftçiler, yaban hardalının belirli özelliklerini yapay olarak (kendileri) seçerek bugün bildiğimiz birçok tarım ürününü geliştirmişlerdir. Oysa bu tarım ürünleri daha önce “yaratılmamışlardı”… Brokoli, Karnabahar, Lahana ve Kıvırcık Lahana türleri bu evrimin sonucudur… Hepsi ortak ataları olan Yaban Hardalı bitkisinin çifçilerin müdahaleleri sonucu ortaya çıktılar. Yine bugüne dair bir kanıt köpeklerin ve kedilerin evrimidir. Köpekler özel eğitimlerden/evcilleştirmeden geçirilerek Kurtlardan evrimleştirilmiştir. Binlerce yıl önce köpekler yoktu. Fino ya da terrier köpekleri ise hiç yoktu… Oysa insanların evrimsel sürece katkılarıyla Kurtlardan köpekler köpek türü içinde de özel çiftleştirmelerle farklı alt köpek türleri evrimleşti… Aynı durum kedi türleri için de geçerlidir.

Wisconsin Üniversitesi’nden Jeffrey McKinnon, 2004 yılında dikenli balıklarla (Gasterosteus aculeatus) gerçekleştirdiği deneyler sonucunda, reprodüktif izolasyonun beden boyu üzerinde etkili olduğunu gösterdi. Araştırma Alaska, British Columbia, İzlanda, İngiltere, Norveç ve Japonya sularındaki balıkların çiftleşmelerine dayanıyor. Moleküler analizlerle denizlerde yaşayan öncülerinden gelişen akarsu balıkları veya okyanusta yaşayan ama yumurtlamak için tatlı sulara geçen balıklar incelenmiş. Bu tür göçer balıkların bedenleri akarsularda yaşayanlardan daha büyük. Balıklar aynı boyda balıklarla çiftleşmeyi tercih ediyorlar. Bu da farklı akarsu tipleri ve bunları yakınları arasındaki reprodüktif izolasyon üzerinde olumlu etki yapmakta. Biliadamı Losos ve arkadaşları deneylerini altı küçük Bahama adasında gerçekleştirirken ilk önce küçük Anolis kertenkelelerini (Anolis sagrei) toplamış ve ölçüp işaretledikten sonra serbest bırakmışlar. Daha sonra ise yırtıcı Leiocephalus carinatus kertenkelelerini de bu adalara bırakmışlar. Altı ila on iki ay sonra kaç tane Anolis kertenkelesinin hayatta kaldığı araştırılmış. Bu şekilde av durumundaki kertenkelelerin ilk önce uzun bacaklara sahip oldukları ancak daha sonraları bacakların kısaldığı görülmüş. Sonuçlar davranışların çevreye uyum esnasında evrimsel değişimi göstermesi açısından önem taşıyor.

 Charles Darwin Galapagos adalarına geldiğinde birbirlerine çok benzeyen ama gagaları farklı olan ispinozlarla karşılaşmıştı. Yer ispinozlarının gagaları derin ve geniş, kaktüs ispinozlarınki uzun ve sivri, ötücü ispinozlarınki ise ince ve sivriydi ki bunlar farklı beslenme alışkanlıklarını yansıtıyordu. Darwin tüm ispinozların kökenin adaya göçen ortak bir ataya uzandığını düşünüyordu. Sonuçta Galapagos adasındaki ispinozlar Amerika kıtasının güneyinden biliniyordu. Darwin’in ispinozları bu açıdan, doğal ayıklanmanın ortak bir atadan, çeşitli ekolojik nişlerde ne şekilde farklı biçimler yarattığını gösteren klasik bir örnektir.

Gaga biçimindeki değişimde hangi genetik mekanizmaların işlediğini bulmak isteyen Harvard Üniversitesi araştırmacısı Arhat Abzhanov, 2006 yılında yayımlanan araştırmasında çeşitli türlerde gaga biçimiyle ilişkili olan çok değişken olan genleri aramış. Abzhanov ve ekibi bu arayış sonucunda kalsiyum dengesinde de önemli bir rol oynayan kalmodulin (calmodulin) proteinini bulmuşlar. Bu protein farklı biçimlerin ve boyutların gelişmesinden sorumludur. Araştırmacılar sonuçlarını kanıtlamak için yavru ispinozları genetik değişimden geçirerek kalmodulin seviyesini yükseltmişler. Bu şekilde yavruların gagaları uzamış. Bu deneylerle aynı zamanda gaganın genişliği ve derinliği gibi çeşitli özelliklerin genetik düzlemde ayrı ayrı işlendiği de anlaşılmış. Sonuçlar Darwin’in ispinozlarındaki farklı gaga biçimlerinin, kalmodulin etkinliğindeki değişimlere bağlı olduğunu göstermekte. (Abzhanov, A. et al. Nature 442, 563–567 (2006).)

Tüm bu gözlemlere bir de olumlu mutasyon örneklerini de ekleyebiliriz. Bilindiği üzere Mutasyon üçe ayrılıyor. Olumlu, Olumsuz ve Nötr. Evrim karşıtları sadece olumsuz mutasyon örneklerini göstermektedirler. Oysa Bakterilerdeki antibiyotik direnci bir mutasyon örneğidir. Yakın çağda antibiyotikler, yani bakterilerin belli karakteristiklerini hedef alan ilaçlar, çok popüler oldular. Bakteriler hızla evrildikleri için antibiyotiklere karşı direnç geliştirdiler. Böcekler ve böcek ilaçları arasındaki durum bakterilerle antibiyotikler arasındaki duruma benzer. Böcek ilaçları, böcekleri öldürmek için yaygınlıkla kullanılır. Buna karşılık, böcekler de böcek ilacına karşı bağışıklık kazanmak için hızla evrilirler. Labaratuvarda Naylon yiyen bakteriler geliştirilmiştir.  Damar tıkanıklığı, modern besinler ve yaşam biçimleri tarafından üretilmiş yakın çağın başlıca hastalıklarından birisidir. İtalya’da Milano yakınlarında, atalarından birinin talihli bir mutasyon mirası sayesinde damar sertliğine yakalanmayan bireyleri olan bir topluluk vardır. Ayrıca Aids virüsü olan HIV virüsü evrimleşerek güçlenmekte ve direnci kuvvetlenmektedir.

Günümüze ait diğer kanıtları Tavukların uçamadıkları kanatlarında, insanların kuyruk sokumlarında ve erkeklerin işlevsizleşmiş memelerinde de gözlemleyebilmekteyiz…

Ne, ne zaman oldu? nasıl bilebiliriz?

Berkeley Üniversitesi’nin hazırladığı “Evrimi Anlamak” metninde bu konuda şu bilgiler yer almaktadır: “Yaşam 3,8 milyar yıl önce başladı, böcekler 290 milyon yıl önce çeşitlendi, insan ve şempanze soyları ise birbirlerinden yalnızca 5 milyon yıl önce ayrıldılar. Peki bilim insanları bütün bu olayların ne zaman olduğunu nasıl ortaya çıkardı? Böyle önemli evrimsel olayların tarihlerini belirlemek için bilim insanlarının kullandığı birçok yöntem vardır. Bu yöntemlerden bazılarını şunlardır: Radyometrik tarihleme: Bilim insanları kayalar ve diğer maddeleri, içerdikleri doğal radyoaktif maddelerin zamanla bozunmalarından yola çıkarak tarihlendirirler. Katmanbilim: Bu bilimdalı, yeryüzündeki katmanların üstüste dizilişlerinden yola çıkılarak olayların kronolojik bir sıraya koyulmasına yardımcı olur. Moleküler saatler: Bilim insanları canlıların günümüzdeki genetik farklılıklarından yola çıkarak iki soyun birbirinden ne zaman ayrıldığına ilişkin öngörülerde bulunabilirler.

Özetlersek Evrim kuramı, tüm canlıların suda canlandığını ve türediğini, değişen şartlara uyum sağlayan canlıların zamansal süreç içinde çeşitlenmeler yaşandığını bulgulara ve canlılar arasındaki yapısal ilişkilere dayanarak düzenli bir işleyişin olduğunu ifade etmektedir. Makro evrim Büyük patlama ile başlayan ve tüm kainatta devam edegelen sürekli dönüşümdür. Bu dönüşümün dünya tarihi özelindeki gelişimi Kambriyen döneminde “öz-canlılar”dan tıpkı bir tohumun yeşermesi gibi canlıların çeşitlenmesi ve bu çeşitlenen üst türlerin dış ve iç faktörlere binaen değişim geçrierek çeşitlenmeyi devam ettirmesidir.  Bu çeşitlenme mutasyon ve seçilim yoluyla yeni alt türlerin oluşmasına sebep olmaktadır.

Konu uzun ve ayrıntılı olduğundan İnsanın Evrimi ve İslam’ın konuya bakışı konusunun diğer yazımıza bırakalım.

Selam ve Dua ile…

http://www.haksozhaber.net/evrim-kurami-ne-anlatiyor-2-9904yy.htm

BEŞERDEN “İNSAN”A… -3

Kaldığımız yerden devam edelim…

Evrim Kuramı’nın Kilisenin dogmalarını tartışmaya açmasının ardında Hristiyan teolojisini ve insan algısını da tartışmaya açıyordu. Kilise’ye göre insan “Tanrı’nın sureti”nde yaratılmıştı ve Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisiydi. Dolayısıyla Kilise “İnsan’ın doğaya hükmettiği Tanrı adına Doğaya egemen olduğu insanın merkezde olduğu” bir tabiat anlayışı geliştirdi. Bu sebeple Kainatta merkez dünya Dünyada da merkez insandı. Oysa Bilimsel keşiflerle kainatta merkezin dünya olmadığı aksine dünyanın güneşin etrafında döndüğü kanıtlandı. Bu yüzden Kopernik ve Galileo zor zamanlar geçirdiler…

Kilise’nin “Yaratılış”ı: Statik, Bilim’in Keşifleri: Dinamik

Kilise’ye göre dünya statik biçimde bir anda yaratılmış ve hiçbir değişme geçirmeden bugüne kadar var olagelmiştir. Dünyadan başka bir yerde olan Cennet’te yaratılan Adem (Adam) ve onun kaburga kemiğinden yaratılan Havva (Eva) ise bir anda yaratılmış ve daha sonra bu metafizik cennetten dünyaya indirilmişlerdir. Bu anlatıya aykırı bilimsel keşiflerin yapılması Din’in geçersiz olduğu fikrini ortaya çıkarttı. Özellikle insanın biyolojik olarak doğanın merkezinde değil doğanın bir parçası olduğu sonucunun ortaya çıkması Hristiyanlık-Bilim çatışmasını zirveye çıkarttı.

Evrim Kuramı’na göre “İnsanın Evrimi”

Şuan keşfedilen en eski sanat eserleri yaklaşık 32.000 yıl önce çizilmiş olan Chauvet Mağarası resimleridir. Bu resimlerde insan’ın bilinçli ve kültür sahibi olduğunu, Buzul çağında yaşayan insanların sanatkar olduklarını tespit ediyoruz. Mağaradaki resimlerde buzul çağı hayvanları, insanın mecazi dünyasının da çeşitli imgelerle resmedildiğini gözlemleyebiliyoruz. Bu resimler ilerlemeci tarih anlayışının da geçersiz olduğunu göstermektedir. Çünkü resimler gerçekten de estetik açıdan çok ayrıntılı ve gelişmiştir.

1. Aşama: Bilinçsiz Hominidler

Bugünkü İnsan (Homo Sapiens) biyolojik sınıflandırmada Memeliler sınıfının Hominidler türünün bir alt türüdür.  İlk iki bacaklı dik Hominid iskeleti 8-15 milyon öncesine dair bir bulgudur. Hominidler yani maymunların ve insanların ortak atalarının iskelet bulguları göstermektedir ki bu zaman aralığında ortak atalar Afrika, Asya ve Afrika ormanlarında yaşamışlardır.

2. Aşama: Ortak Ata

8-5 Milyon önce İnsanın ilk ataları ortaya çıktı. Bu ataların fosilleri özellikle Afrika’daki kazılarda ortaya çıkarılmıştır. 2001’de Kenya’da bulunan Orrorin fosilleri ve Çad’da bulunan 6-7 Milyon yıllık Miocen dönemine ait fosiller ortak atanın Afrika’da yaşadığını göstermektedir.  Ortak ata olarak adlandırılan Australopithecus’a ait bulgular 5-4 milyon yıl öncesine aittir.

3. Aşama: Homo Habilis

2.5 Milyon önceye ait bulgularda il alet yapımlarına rastlanmıştır. Etiyopya’da bulunan bu aletler ilk kez alet yapabilen bir hominidin ortaya çıktığını göstermektedir. Ayrıca adına Oldowa aletleri denen paleolitik dönemde kullanılan, taş yüzeyine sürtülerek yapılan, bir ya da iki yüzü kullanılabilen araçlar. Balta, çekiç, bıçak, kazıcı, orak vb. nesneler gibi et kesme, deri soyma, kemik kırma işleri için kullanırlardı. 200.000 yıllık bir süreç içerisinde Homo Habilis’in beyninin büyümesiyle değişim yaşamıştır. Arkeologlar Homo Habilis’e ait bulgularla bir çok kez karşılaşmaktadır.

4. Aşama: Homo Erectus

Homo Erectus, Buzul çağının başlamasıyla beraber değişen iklim değişikliklerine ve çetin koşullara uyum sağlayabilen ve karşılıklı yardımlaşma ile toplumsallaşan/medeniyet kuran yeni bir insan türüdür. Homo Erectus bugünkü bulgulara göre ilk bilinçli insan türüdür. Fosillerden yola çıkılarak Homo Erectus’un ilk kez Afrika’dan ayrılarak bugünkü Mekke üzerinden geçerek Asya’ya yayıldığı düşünülmektedir. İlk bulunan Homo Erectus fosili Kenya Turkana Gölü kıyısında bulunmuştur.  Homo erectus’un yeryüzünde geniş bir alana dağıldığı fosil buluntularından anlaşılmaktadır. İlk fosil Cava Adasında ortaya çıkarılmıştı. Daha sonra Pekin yakınlarında, Cezayir’de, Orta Afrika’da, Avrupa’da pek çok fosil bulundu. Bu fosillerin bazılarında Homo erectus ile Homo sapiens arasındaki ayrımın belirsiz hale geldiği görülür.

Fosil kalıntıları Homo erectus’un kafatası boşluğunun alçak, kemiklerinin kalın olduğunu gösterir. Ama kaş kemikleri yüksektir. Alın çökük, burun, çeneler ve damak geniştir. Öte yandan Homo erectus’un dişleri, başka hiçbir insan türünde rastlanmayan ölçüde iridir. Homo erectus, ateşi kullanan ve mağaralarda barınan ilk insan türüdür.

American Journal of Physical Anthropology dergisinde yayınlanan aşağıdaki makale Türkiyeden bir örneğe yer veriyor. Araştırmaya göre, Homo Erectus kafatası üzerinde tüberkülozun yol açtığı kemik deformasyonları açıkça görülüyor. Böyle kemik deformasyonlarının D vitamini eksikliğine bağlı iskelet ve bağışıklık sistemi zayıflığından kaynaklandığı tıp uzmanlarınca zaten biliniyor. Bilinenler ile fosil üzerindeki buluntular ortak değerlendirildiğinde Anadolu’daki ilk insanların ekvator bölgesinden geldikleri ve siyah derili oldukları sonucu çıkarılıyor. Ekvator bölgesinden kuzey enlemlere doğru göç eden siyah derili insanların, deri yapısından dolayı vücutlarında daha az D vitamini oluştuğu, bunun da iskelet ve bağışıklık sistemlerini zayıflattığı, böylece tüberküloz dahil hastalıklara kolay yakalandıkları tezinin jeolojik geçmiş için de doğru olduğu anlaşılıyor.

Bulunmasından sonra Pamukkale Üniversitesi’ndeki ön incelemenin ardından Homo Erectus’, ’Ankara’daki Jeolojik Mirası Koruma Derneği’ne gönderildi. Burada, yerli ve yabancı uzmanlar tarafından 6 yıl boyunca incelenen fosilin 500 bin yaşında olduğu, 20-40 yaşlarında, siyah tenli bir erkeğe ait olduğu saptandı. Fosille ilgili çalışmalar tamamlanarak, sergilenmek üzere Denizli Müze Müdürlüğü’ne teslim edildi. Pamukkale Üniversitesi öğretim üyesi, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Cihat Alçiçek, “Fosil, dünyadaki bütün insanların Afrika kökenli olduğu tezini doğruluyor. Fosile ait kafatasının Afrikalı’ya ait olduğunu söyleyebiliriz. Bu kişide D vitamini eksikliği olduğu tespiti var. Ekvator bölgesinden kuzeye doğru göç eden siyah derili insanların, vücutlarında daha az D vitamini oluştuğu, bunun da iskelet ve bağışıklık istemini zayıflattığı tespit edildi. ’Homo Erectus’ üzerinde tüberküloz bulunması, bu hastalığın insanlık tarihi kadar eski olduğunu da kanıtlıyor” dedi.

(Kappelman J. Alçiçek M.C. Kazancı N. Schultz M. Özkul M. Şen Ş. 2008. First Homo erectus from Turkey and implications for migrations into temperate Eurasia. American Journal of Physical Anthropology 135, 110-116.)

5. Aşama: Homo Sapiens ve Homo Neanderthalensis

Neandertal adamı ya da kısaca Neandertal, günümüzden yaklaşık 200 bin ila 28 bin yıl önce yaşamış insan türü. Biominal adı Homo neanderthalensisdir. Fosilleri muhafaza etmeye müsait kireçtaşı mağaralarda yaşadıkları için haklarında en fazla bilgi sahibi olunan insan türüdür.

Neandertaller Homo Sapiens olarak isimlendirilen günümüz insanıyla aynı zaman sürecinde günümüzden yaklaşık 200 ila 100 bin yıl önce ortaya çıkmışlardır. Atlantik kıyılarından Orta Asya’ya, en kuzeyde Belçika’dan, güneyde Akdeniz ve güneybatı Asya’ya kadar olan bölgede yaşamışlardır. Neandertaller homo sapiens türleriyle kaynaşarak insan popülasyonu içinde yaşamlarını devam ettirmektedirler.

Evrim İlerlemeci Tarih Tezini mi doğruluyor? İlk İnsan İlkel miydi?

Evrimsel sürecin ilkelden gelişmişe bir “tekamül” olduğu yorumu ile evrim özdeş midir? Bu yorumun Avrupa-merkezli ve ideolojik olduğunu söyleyebiliriz. Sosyal Darwinizm’in Evrim kuramı üzerinden yapılan bir yorum olduğunu daha önceki yazımızda işlemiştik. Gerçekten de evrim ilkelden gelişmişe bir dönüşüm müdür? Yine evrim beyaz adamın üstte olduğu insanlar arasında da ırkçı bir hiyerarşiyi mi kanıtlar? Elbette bu gibi yorumlar evrim gerekçe gösterilerek tarihte yapılmış ve bilim olmayan bu bilim-yorumları. Bu anlayışa sahip olan bilim adamları evrimsel dönüşümleri resmederken karanlık dönem olarak adlandırdıkları Homo Erectus ve Neanderthal insanlarını ilkel, kaba saba, hayvanımsı  ve medeniyetten yoksun şekilde resmetmişlerdir. Oysa Evrim kuramı “ilkelden gelişmişe bir ilerleme”yi ifade etmez. Evrim koşullara göre yol alan ve bu yolda değişimi ortaya çıkartan bir yasadır. Bu yasa koşulların sonucu geliştiren, gerileten ya da nötr bırakan bir uyum sağlama düzeneğidir. Bu sebeple insan’ın bilinçli bir varlık olması onun bilincinin “ilerlediği” onun diğer akrabalarından üstünleştiği anlamına gelmez. Bilincin uyanması bu potansiyel öz’ün koşullar sayesinde açığa çıkması ve uyum sayesinde filizlenmesini ortaya çıkartıyor. Şayet bir varlıkta bilinç varsa bu bilinç doğal olarak kültür ve medeniyeti doğurur. Bu sebeple medeniyet ilkelden gelişmişe ilerlemez. Bilincin var olduğu her zaman diliminde aynı sonuçları ortaya çıkarır. Bu sebeple “ilkel mağara adamı kurgusu” gerçeği yansıtmamaktadır hele ki binlerce yıl boyunca insan türlerinin aynı şekilde ilkellikte yaşadıklarını düşünmek te yanlıştır. Bugünün bilinen 4.000 yıllık medeniyet tarihi ile 32.000 yıl önce Chauvet Mağarasındaki resimler arasında bağ kurarsak ilk bilinçli insanın hiç te “ilkel”olmadığını göstermektedir. Ayrıca atalarımız Homo Erectus’ların yaşadığı dönemin Buzul Çağı olduğunu söylemiştik. Arkeolojik bulgular göstermektedir ki Buzul döneminde bugün denizlerle kaplı pek çok yer kara parçasıydı ve insanların bu bölgelerde yaşamaları muhtemeldir. Buzul devrinin sona ermesiyle bu kara bölgeleri sularla kaplandı.

Tarihçilerin bir kısmı Buzul döneminde kurulan medeniyetlerin travmatik iklim değişiklikleri sırasında ortadan kaybolduklarını düşünmektedir. “Yaban” insanının doğayla uyumlu teknolojiler geliştirmeleri de karanlık döneme ait ilkel olmayan tarihsel bulgular geçmişin hiç te “geri” olmadığını göstermektedir.

Peki bu arada yani binlerce yıllık bilinçli insanın karanlık döneminde ne oldu? Tarihçiler, ve antropologlar için bakir bir araştırma sahası…

 “İlkel”in icadı Batı medeniyetinin “son aşama” zamansal olarak geride kalanların da “gerici/ilkel” olduğu ideolojisini haklı çıkartmak için ortaya konmuştur. Oysa evrim şartlara uyumla alakalı olan ama ilerleme-gerileme ve gelişmeyle alakalı olmayan bir süreçtir. Yani döngüsel bir süreç…

Farklı şartlar var olduğunda farklı dönüşümlerin gerçekleşebileceği bir süreç, daima ilerlemeyen bir uyum yolculuğu… Bazen ileriyle bazen geriye bazen sağa bazen sola giden bir labirent yolculuğu…

Konuyla ilgili antropolojik çalışmalar için ipucu kitapları: “Yaban Aklın Evcilleştirilmesi” Jack Goody, Dost Yay. “İlkel Toplumun İcadı” Adam Kuper, İnsan Yay. “Gelecekteki İlkel”, John Zerzan, Kaos Yay.

İnsanın Evrimi ve Irk Kavramı:

Irk, alt tür anlamına gelir bir ırkı belirlemek için insan genlerinde bariz bir farklılığın olması gerekir. Oysa böylesi bir farklılığı belirlemek olanaksızdır. Irkın biyolojik tanımına göre bir ırkın belirli bir gen ya da gen grubuna sahip olması ya da olmaması gibi bir durum söz konusu değildir. Popülasyonlar genetik açıdan “açıktır”, gen alışverişi yapılabilir. İnsan popülasyonları genetik açıdan açık oldukları için türümüz içinde sabit özelliklere sahip bir ırk grubu yoktur. (Sosyal Antropoloji, Kaknüs Yay. Sf. 197) Bu açıdan baktığımızda “ırk” kavramı kurgusaldır. Ayrıca Batı Merkezli sosyal Darwinistlerin “üstün beyaz ırk” düşüncesinin de yine evrimsel süreç açısından yanlış olduğu kanıtlanmıştır. Çünkü bugünkü bulgular ve DNA araştırmaları ilk insan türlerinin Afrika Merkezli ve siyah derili olduğunu ortaya koymuştur. Deri rengi de doğal seçilimin ve uyarlanmanın örneğidir. İnsan derisinde melanin denen madde onu koyu ya da açık yapar. Melanin güneşin zararlı ışınlarına karşı insanı korur. Güneş ışınlarının yoğun olarak hissedildiği bölgelerde doğal seçilim sonucu insan derisindeki melanin yoğunluğu fazla olanlar baskın olmuştur. Kuzeye doğru yayılan insanlar ise D vitamini daha çok özümsemek için melanin yapıları zamanla azalmış ve beyazlamışlardır. Tüm insanlarda siyahıyla beyazıyla potansiyel olarak yoğun melanin bulunmaktadır. Bu sebeple beyazlar güneşlendiklerinde derileri kararmaktadır. Sonuç olarak evrimsel süreç göstermektedir ki deri farklılıkları hiçbir şekilde bir üstünlük ya da toplumsal bir farklılık belirtisi değildir. Deri rengi tamamen işlevseldir.

Evrimsel süreç içinde insan bilinçlenmiş ve bugünkü Kenya bölgesinden Arap Yarımadasını geçti ve tüm dünyaya yayıldı. Gary Stix,  Scientific American dergisinde yazdığı makalede şu ifadelere yer veriyor: Elli veya altmış bin yıl önce, Afrikalı küçük bir topluluk – birkaç yüz, en fazla birkaç bin kişi – aynı boğazı küçük kayıklarla geçti, hem de hiç dönmemek üzere.

Doğu Afrika’daki vatanlarını terk etmelerinin sebebi tam olarak anlaşılamamıştır. Belki iklim değişti, veya bir zamanlar bol olan su kabukluları stokları tükendi. Fakat bazı şeyler gayet belirgin. Afrika’dan ilk çıkanlar, tam anlamıyla modern insanları tanımlayan fiziksel ve davranışsal özellikleri de – büyük beyinler ve dil yeteneği gibi – kendileriyle birlikte getirdiler. Asya kıtasında şimdi Yemen olan yerdeki çadırlarından, kıtalara yayılan ve köprüler kuran ve onca yolu aşıp Güney Amerika’nın en ucundaki Tierra del Fuego’ya kadar ulaşan on binlerce yıllık bir yolculuğa çıktılar. Bilim insanları, elbette, bu gezilere, fosilleşmiş kemikler veya koleksiyonlarda zahmetlice saklanan ve gizlenen mızrak uçları sayesinde bir hayli nüfus ettiler. Fakat antik-elden düşmeler, genelde bu uzak tarihin tam bir resmini veremeyecek kadar azdır. Geçen 20 yıl içinde, toplum genetikçiler, modern insanların ilk göçlerinden kalma bir genetik galeta unu izini şekillendirerek paleoantropolojik kayıtlardaki boşlukları doldurmaya başladılar. DNA’mızın neredeyse tamamı – insan genomunu oluşturan üç milyar kodun veya nükleotidin yüzde 99.9u – her insanda aynıdır. Yukarıda sıraladığımız bulgu ve gözlemler de göstermektedir ki ne evrimsel süreç bahanesiyle bir ırkçılık meşrulaştırılabilir ne de evrimsellik İlerlemeci Tarih anlayışını haklı çıkartır! İnsanlık ilkelden gelişmişe doğru ilerlememekte aksine insan bilincinin ortaya çıkışı/üflenişi ile birlikte insan medeniyeti ortaya çıkmaktadır. Evrimi buna argüman kılmak isteyenlerle evrim karşıtlığını haklı çıkartmak için evrim ırkçılıktır ilerlemeciliktir modernistliktir demek açık bir tutarsızlıktır.

Evet. Evrim konusunu araştırdıkça daha da ilgi çekici daha da ayrıntılı bir hal alıyor.

İnşallah sonraki yazımızı bu noktaya kadar edindiğimiz bilgilerle karşılaştırıp Kur’an’daki yaratılış ile ilgili kavramları ve Adem kıssasını konu edinelim. Ayrıca son dönem Müslüman düşünürlerin konuya yaklaşımlarını masaya yatıralım. “Her an Yaratan”’a emanet olunuz…

http://www.haksozhaber.net/beserden-insana-3-12113yy.htm

KUR’AN’A GÖRE ALLAH NASIL YARATIR? -4

Giriş yazımızdan bu yana başladığımız düşünce serüvenini İslam’ın temel kaynaklarının yaklaşımlarına ve son dönem İslam düşünürlerinin konuya yaklaşımlarını konu edineceğiz. Sonuç olarak ta tüm araştırma dizimizin kısa bir özetini vereceğiz. Ne yazık ki araştırmamız esnasında görülmüştür ki evrim konusu halen Müslümanlar arasında rahatlıkla tartışılabilen, “itikadi bir mevzu değil de kainat ayetlerini okumakla alakalı bir konu” olarak ele alınamıyor. Konuya böylesi bir gerilimde ve daha önceki önyargılar eşliğinde girilince de anlatılmak istenen değil anlaşılmak istenenler konunun ilmi bir şekilde konuşulmasına engel oluyor. Pek çok okuyucudan olumlu katkılar ve yorumlar gelse de bazı kardeşlerimiz halen konuyu “Allah’a bühtan/iftira” olarak nitelendirerek bizi de Allah’a iftira atan kişiler olarak itham edebiliyorlar. Oysa bir konunun eleştirisi o konunun tamamın önce dinlenerek konu içindeki delillerin ve değerlendirmelerin eleştiri konusu yapılmasına bağlıdır. Eğer bir makalenin tezlerine hiçbir eleştiri getirilmeyip “bu zaten böyledir!” gibi delilsiz, sebepsiz yargılar serdetmek aşılması gereken bir zaaf…

Evrim tartışmalarında sıklıkla müşahade edilmektedir ki evrim karşıtlığını kendilerine vazife olarak gören pek çok dindar aslında evrim kuramının ne dediğini bilmemektedir. Evrim karşıtlığını “insan maymundan gelmiş!” “herşeyi tesadüfle açıklayan bir teori” gibi popülist, yüzeysel ve çarpıtma zanlarla beslemektedir. Evrim’e neden karşı olduğunu ve nasıl bir antitez sahibi olduğunun dahi farkında olmayan pek çok dindar evrimi Allah’ı kurtarmak için reddetmektedir. Böylesi bir yüzeysellik ise konunun anlaşılmasını imkansızlaştırmaktadır. Kuramın 150 yıldır ortaya çıkan bulgular, deneyler ve keşiflerle desteklenmesine ve doğrulanmasına rağmen karşıt iddiaların bulgu, deney ya da keşiflere dayanmayan itirazları zannın ötesine geçememektedir.

Yazı dizimizin bu noktasına kadar özellikle sadece “evrim kuramının ne dediği”ni anlamaya çalıştık. Bu sebeple bulgu, fosil, gözlem ve deney sonuçları gibi akli bilgilerin dışına çıkmamaya özen gösterdik. Yazımızın bu bölümünde ise İslam’ın yaratılışa nasıl baktığını, Rabbimiz’in hangi kavramlarla yaratılışı tefsir ettiğini göreceğiz. Nasslar’ın açtığı anlam alanıyla ilk üç yazımızda ulaştığımız akli sonuçlar arasında bir karşılaştırma ve değerlendirme yapacağız.

Kur’an’da Yaratılış ile ilgili kavramlar

Yazı dizimizin bu noktasına kadar öncelikle Evrim kuramını anlamaya evrimsel sürecin nasıl işlediğini bulgular, gözlemler ve deneysel sonuçlar gibi veriler eşliğinde konu edindik. Bu noktaya kadar herhangi nakli bir bilgiye başvurmamıştık. İşte yazımızın bu bölümünde şimdiye kadar ulaştığımız sonuçlarla Kur’an’ın söylemini karşılaştıracağız. Bu açıdan isterseniz Kur’an’daki yatartılışla ilgili kavramları inceleyelim. Kavramların Arapçadaki anlam alanlarını Kur’an kelime ve kavram sözlüğü olarak artık bir klasik halini alan Rağıb el-İsfehani’nin Müfredat’ını (Dar’ul Kalem, Dimeşk) referans alarak inceleyeceğiz:

0- İBD – ابداع  (-د-عب (: Yoktan eşsiz Yaratma

İbda yoktan örneksiz yaratma demektir. Daha önce tasavvur edilmemiş, varolmayan bir şey’in var edilmesi anlamına gelen bu fiil sadece Allah’a mahsustur. Eşsizlik anlamına gelen “bedi” bu sıfır noktasından var etme kudretidir.

بَديعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ اَنّٰى…

“O semâları ve yeri yoktan var edendir…” En’am 6/101

بَديعُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِذَا قَضٰى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونَ

“Göklerin ve yerin yaratıcısı O’dur; bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol” der -ve o (şey hemen) oluverir”. Bakara 2/117

1- FATARA- فطر : Potansiyel’i Yaratma

Fatara Allah’ın bir şeyi yaratması ve onu herhangi bir fiili yapmaya aday halde düzenlemesi demektir.

فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّينِ حَنيفًا فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّتى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا…

Böylece sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde (hak olan) dine çevir ve Allah’ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata uygun davran… Rum 30/30

Fatara ya da diğer ifadesiyle “Fıtrat” yaratılışın potansiyel durumudur.

2- FELAQ فلق : Potansiyelden açığa çıkartma

Felaq, zaten özünden yeni bir şeyin çıkmasına elverişli bir varlıktan yeni bir varlık çıkartmak anlamına gelir.

اِنَّ اللّٰهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى يُخْرِجُ الْحَیَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَیِّ ذٰلِكُمُ اللّٰهُ فَاَنّٰى تُؤْفَكُونَ

“Kuşkusuz Allah, tohumu ve meyve çekirdeğini çatlatarak ölüden diriyi meydana getirendir ve diriden de ölüyü çıkaran. İşte budur Allah: ve akıllarınız hala nasıl da tersyüz oluyor!” En’am 6/95

3- KHALQ خلق : Birşeyden Başka bir şeyi ortaya çıkartmak

“Khalq” kavramı varolan bir şeyi başka bir şeye dönüştürerek yeni bir şeyi ortaya çıkartmak anlamına gelir.

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذى خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثيرًا وَنِسَاءً

Ey insanlar! Sizi bir tek can(lı)dan halden hale geçiren ve ondan da eşini üreten ve her ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize karşı sorumluluk bilincine sahip olun. Nisa 4/1

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّ تَعَالٰى عَمَّا يُشْرِكُونَ

خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَصيمٌ مُبينٌ

O (ki,) gökleri ve yeri (içsel) bir gerçeklik, (şaşmaz bir düzen) üzere halden hale geçirerek yaratmıştır. İnsanı nutfeden halden hale dönüştürerek yarattı. Böyle iken bakarsın ki o, Rabbine açık bir hasım kesilmiştir. Nahl 16/3-4

Hayatın çeşitliliği Allah’ın İşaretlerindendir:

اَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ لَا يَخْلُقُ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ

وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا اِنَّ اللّٰهَ لَغَفُورٌ رَحيمٌ

“Şu hâlde hiç halden hale geçirerek düzenli biçimde yaratan ile, bu işlemi yapamayan bir olur mu? Artık siz düşünmez misiniz?

Allah’ın nimetlerini (bu şekilde yarattıklarını/yaratışını) saymaya kalksanız, asla böyle bir işin altından kalkamazsınız! Gerçek şu ki, çok acıyan çok esirgeyen gerçek bağışlayıcı elbette Allah’tır…” Nahl 16/17-18

İsa (as) da Khalq etmişti:

Halk etme kavramı Hz. İsa’ya izafeten de kullanılmıştır. Bu kullanım da göstermektedir ki halden hale geçirerek oluşturabildiğini de göstermektedir:

وَاِذْ تَخْلُقُ مِنَ الطّينِ كَهَيْپَةِ الطَّيْرِ بِاِذْنى فَتَنْفُخُ فيهَا فَتَكُونُ طَيْرًا بِاِذْنى…

“(Ey İsa)Nasıl Benim iznimle çamurdan, (sana uyanların) kaderini şekillendirdiğini ve sonra bunun Benim iznimle (onların) kaderi olabilmesi için ona üflediğini…” 5/110

4- ENŞEE انشأ ( ن-ش-ع) Varolan bir şeyden başka bir şeyin aşamalı olarak üretilmesi/inşa edilmesi

Enşee (İnşa) da bir şeyin aşama aşama geliştirilerek/dönüştürülerek var kılınmasıdır. İnşaa ederek yaratmak Kur’an’da doğadaki şeylerin yaratılması için kullanılmıştır. Örneğin Bulutların “yaratılışı” için şöyle denmektedir:

هُوَ الَّذى يُريكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنْشِئُ السَّحَابَ الثِّقَالَ

O, korku ve ümit vermek için size şimşeği gösterendir, yağmur yüklü bulutları inşa edendir. Ra’d 13/12

Enşee kavramı Kur’an’da ayrıca ceninin halden hale dönüşerek insanın vücuda gelmesi için de kullanılmıştır.  (23/31, 53/32)

İlginç olan nokta ise yeniden yaratılış için de bu kavram kullanılmaktadır:

نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقينَ عَلٰى اَنْ نُبَدِّلَ اَمْثَالَكُمْ وَنُنْشِئَكُمْ فى مَا لَا تَعْلَمُونَ

“Sizin yerinize benzerlerinizi getirmek ve sizi yeniden inşa etmek üzere aranızda ölümü biz takdir ettik. (Bu konuda) bizim önümüze geçilmez.” Vakıa 56/60-61

5- CEALE جعل  Eskisinin yerine yenisini oluşturmak

Ceale, bir şeyi uygun hale getirip uygun olmayan halini bertaraf etmek anlamına gelmektedir.

اِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْاٰنًا عَرَبِیًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

Onu, düşünüp kavrayabilmeniz için Arapça bir hitabe yarattık. Zuhruf 43/3

Yukarıdaki 5 kavram da görüldüğü üzere Yaratma fiili sadece yoktan var etme anlamında kullanılmamıştır. Rabbimiz yoktan var ettikten sonra halden hale geçirerek te vardan da yeni varlar var etmektedir. “İlk yaratılış” olarak tanımlayabileceğimiz Varlığın özü yokluktan Allah’ın

İradesiyle yoktan yaratılmıştır. Ancak bu başlangıçtan sonraki süreç Fatara, Felaq, Khalq, İnşa ve Ceale kavramlarıyla ifade edilen halden hale geçiş, bir şeyden başka bir şeyin ortaya çıkması anlamında bir yaratılıştır. Halk arasındaki eksik yaratılış telakkisi yaratmanın sadece yoktan yaratma olduğu zannının devamını sağlamıştır. Oysa Allah’ın yaratıştaki sünneti bir şeyi yoktan yarattıktan sonra diğer şeyleri o özden türeterek, vardan başka bir var ederek yaratmasıdır.

“Kun fe yekun!” ne demektir?

Allah bir şeyin olmasını isterse “ol deyince , oluş sürecine girer”. Burada;

1. Allah’ın yoktan var etmesi.

2. Varlıkları kullanarak var etmesi

3. Vardan var etme sürecinin devam etmesi…

Birincisi, Rabbimiz yoktan bir varlığı var etmektedir. Ayrıca dilerse de yok etmektedir. Varlıklara verilen özellik ve yeteneklerde ol emri ile yoktan verilebilmektedir.

 إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

“O, Tek’tir, Biricik’tir, öyle ki bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol!” der -ve o (şey hemen) oluş süreci başlar.” (Yasin 36/82)

Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran, “Understanding Islam” adlı eserinde Yasin Suresi 82. ayetten hareketle bahsettiğimiz gibi olma sürecini üç sınıfa ayırıyor. Evrimci yaratılışa “Kun fe yakun” ayetindeki feyekun filinin mudari (gelecek kipinde) oluşu ve süreci ifade ettiğini belirtiyor. “Be an it is” (Yasin 82)(ol der o da olur.) burada “olur” geniş zaman fili yani evrimdir. O halde ilgili ifadeyi Türkçe’ye Mustafa İslamoğlu’nun da yaptığı gibi şöyle çevirmeliyiz: “O, ol deyince oluş süreci başlar…”

İkincisi ise, Şefkatli olan Allah varlıklardan yeni varlıklar ortaya çıkarmaktadır. Bu konuda Rahman bazı kanunlar koymuştur. Bu kanunlar çerçevesinde olaylar gerçekleşir. Bazıları bu yaratmayı Allah’ın koyduğu kanunlarda ya da varlıklardaki gizli bir güçte aramaktadırlar. Oysa varlığın tanrısal yeteneği yerine bu yaratılma kanunlarından faydalanmak için araştırmalar yapılmalıdır. Fakat bazıları bu varlıklardaki Allah’ın ol emrine uydukları kısmı görememektedirler.

Kur’an’a göre kainat bir bütünlükten ayrıştırıldı ve tüm canlılar sudan yaratıldı.

اَوَلَمْ يَرَ الَّذينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَیْءٍ حَیٍّ اَفَلَا يُؤْمِنُونَ

O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan oluşturmaya başladık (ceale). Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya 21/30)

Kavramların öz anlamlarını koruyarak/semantik yöntem izlenerek aşağıdaki ayeti okuduğumuzda ufuk açıcı düşüncelere kapı aralıyor:

وَاللّٰهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشى عَلٰى بَطْنِه وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشى عَلٰى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشى عَلٰى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللّٰهُ مَا يَشَاءُ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَديرٌ

Ve bütün yaratıkları “hayret verici bir su”dan halden hale geçirerek yaratan Allah’tır; öyle ki, (canlılar) karnı üzerinde sürünürerek ve iki ayağı ile yürüyerek ve de dört ayağı üzerinde yürüyerek (yaşarlar). Allah dilediğini halden hale dönüştürerek yaratır; çünkü O, gerçekten de her şeye kadirdir. (Nur 24/45)

اَلَّذى اَحْسَنَ كُلَّ شَیْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ طينٍ

O ki, halden hale geçirerek yarattığı her şeyi en güzel şekilde ortaya çıkarttı. İnsanı halden hale dönüştürerek yaratmaya da çamurdan başladı. (Secde 32/7)

Kur’ân-ı Kerim’de insanın nasıl ve neden yaratıldığını açıklayan âyetlerin sayısı bir hayli kabarıktır ve bu âyetler çeşitli sûrelere serpiştirilmiştir.

Kur’ân’da ilk insanın yaratılış maddesi olarak iki şeyden söz edilir: biri toprak, diğeri “Allah’ın ruhu”. Toprak ise, tek bir şekilde olmayıp, çeşitli isimler altında geçer. Bunlar (1) Turab (toprak), (2) Tîyn (çamur), (3) Tîn-i lâzib (şekil kabul eden çamur), (4) Salsal (kuru balçık), (5) Hame-i mesnun (şekillenmiş kara balçık) olup, insanın belli aşamalardan geçirilerek yaratıldığını belirten âyete de (Nuh, 71/14) dayanan Ragıp el-İsfahânî gibi bazı âlimlere göre bunlar, “Allah’ın ruhundan üflenme” ile birlikte ilk insanın altı yaratılış merhalesini ifade etmektedir (İsfahanî 1961).

Burada sormamız gereken şey şu: Bu ifadeler bilimsel birer bilgi midir? yoksa yaratılışa dair genel olarak verilen teşbihi kavramlar mıdır? Kur’an din dili kullanan bir hitabe olduğundan yukarıda verilen bilgileri bilimsel bilgi olarak değerlendirmemek gerekiyor.  İnsanın gözlemsel olarak toprak elementlerinden yapılmış olması ve Özellikle insan’ın varoluş sürecinin şaşılası bir sudan çamurlaşma olarak ifade edilmesi üzerinde araştırmalar gerektiren bir konu. Kur’an’da insanın yaratılışıyla ilgili şu ayetleri de okuruz:

“Sizi[n her birinizi] peşpeşe aşamalardan geçirerek yaratanın O olduğunu gördüğünüz halde?

Görmüyor musunuz Allah yedi göğü nasıl birbiriyle uyumlu yaratmıştır, ve onların içine ay’ı [yansıyan] bir ışık olarak yerleştirmiş ve güneşi [ışık saçan] bir lamba yapmıştır?

Ve Allah sizi yerden [tedricî bir şekilde] yeşertip büyütmüştür;  ve sonra sizi [öldükten sonra] ona geri döndürecektir.” (Nuh 71/14-17)

ADEM KİMİN HALEFİ?

Aşağıdaki ayetten insanlığın şimdikinden önce başka bir dönem geçirdiği yönünde bir izlenim edinilebilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰئِكَةِ اِنّى جَاعِلٌ فِى الْاَرْضِ خَليفَةً قَالُوا اَتَجْعَلُ فيهَا مَنْ يُفْسِدُ فيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنّى اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

“Hani Rabbin, meleklere ‘ben yeryüzünde bir halife atıyorum’ demişti. Melekler ‘Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşa çıkarmakta olan, kan döken birini mi atıyorsun?…” (Bakara, 2/30)

Ayette Adem’in yaratılışı ile ilgili geçen kavram yukarıda da konu edindiğimiz “Ceale” جعل  kavramıyla anlatılmaktadır. “Eskisinin yerine yenisini oluşturmak/atamak” anlamına gelen ceale ile ifadelendirmiştir. Peki “Khalifa” (Halife) ne demek? Halife Arapça ardı sıra gelen, eskisinin yerine geçirilen, benzeriyle yer değiştiren anlamlarına gelmektedir. Dolayısıyla bir şeyin halife olabilmesi için selef’inin yani ardılının varolması gerekir. Selefsiz Halef olmaz.  Ceale ve Halife kelimelerinin kullanılmış olması Adem’den önce adem’e benzeyen varlıkların varolduğu anlamına gelir. Ayrıca ayette kullanılan zaman kipi hal sigasıyla (mudari/şimdiki zaman) ile gelmektedir. Bu şun anlama gelir: “Adem”’in halife atanması onun yaratılmasından sonra ortaya çıkan bir süreçle gerçekleşmiştir.

 Ayette geçen Adem’in ortaya çıkarılış sürecini şöyle de anlamlandırabiliriz:

وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰئِكَةِ اِنّى جَاعِلٌ فِى الْاَرْضِ خَليفَةً.

“Hani Rabbin, meleklere ‘ben yeryüzünde benzerlerinin yerine geçireceğim bir varlık olarak eskisinin yerine yenisini var edeceğim’ demişti.”

Bu hüküm karşısında doğal olarak Melekler soru sordular:

قَالُوا اَتَجْعَلُ فيهَا مَنْ يُفْسِدُ فيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ؟

‘Ya Rabbi, sen yeryüzünde kargaşa çıkarmakta olan, kan döken birini mi atayacaksın?

Bu soru doğaldır, çünkü Adem’deki önceki “benzer”leri yeryüzünde kargaşa çıkarıp kan dökmüşlerdir.Bu sebeple ellerindeki bilgiye dayanarak Adem’in de böyle bir tür olacağını zannetmişlerdir. Oysa Allah onlara şu cevabı vermiştir:

قَالَ اِنّى اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ

“(Allah) “Sizin bilmediğiniz (çok şey var, onları) Ben bilirim!” diye cevapladı.” (2/30)

Adem’in Meleklerin bilmediği özelliği ise onun isimlendirebilme yeteneğidir:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِٶُنى بِاَسْمَاءِ هٰـؤُلَاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقينَ

Ve O, Adem’e her şeyin ismini belletti (eşyayı isimlendirebilme yeteneği verdi), sonra onları meleklerin önüne koydu ve “Dedikleriniz doğruysa haydi bu (şeylerin) isimlerini Bana söyleyin bakalım!”dedi. (2/32)

قَالَ يَا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ

تَكْتُمُونَ

O: “Ey Adem, bu (şeylerin) isimlerini onlara bildir!” buyurdu. (Adem) isimleri onlara bildirince (Allah): “Size, ‘göklerin ve yerin gizli gerçeğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü yalnız Ben bilirim’ dememiş miydim?” dedi.

Adem’in selef/önceki benzerlerinden farklı olarak bilinçli bir beşer olması onun yeryüzündeki halifeliğinin de kilit noktasıdır.  Bilindiği üzere bu teşbihi diyalog sonrasında meleklerin Adem’in çnünde saygıyla eğilmeleri/onların Adem’in bilinci karşısında teslim olmaları istenmiştir.

Adem olarak karakterize edilen “bilinçli insan”’ın çoğul olduğu da Kur’an’da Adem’in çoğul zamirle de ifadelendirilmiş olduğununu öğrenmekteyiz:

“Biz sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere ‘Âdem’e secde edin’ dedik.” (A’râf, 7/ 11)

İNSANLIK ENSEST İLİŞKİDEN Mİ TÜREDİ?

Bu açıklama yöntemi Adem’in öncesiz (selefsiz) şekilde yoktan yaratıldığı iddiasından çok daha tutarlıdır. Adem’in selefsiz biçimde yoktan var edildiğini iddia eden haliyle eşini de onun kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia etmişlerdir. Daha sonra insanlar nasıl yaratıldı? Sorusuna ise Adem ve Havva’nın çocuklarının birbirleriyle evlendirildiği gibi bir izah yapmaktadırlar. Çağlar ve mekanlar üstü evrensel bir ahlakı öngören İslam’ın dünya görüşüyle ne kadar uyumludur? Ensest bir çoğalmayı meşru görebilen bir anlayış ne kadar tutarlı olabilir?

TEK BİR CANLIDAN YARATILDIK

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثِيرًا وَنِسَاءً ۚ وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي تَسَاءَلُونَ بِهِ وَالْأَرْحَامَ ۚ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا

“Ey İnsanlar! Sizi bir tek can(lı)dan yaratan, ondan eşini var eden  ve her ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Kendisi adına birbirinizden [haklarınızı] talep ettiğiniz Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyun ve bu akrabalık bağlarını gözetin. Şüphesiz Allah, üzerinizde daimî bir gözetleyicidir.” (Nisa 4/1)

Muhammed Esed ayetle ilgili şu yorumu yapar: “Klasik müfessirlerin çoğu, nefs terimine yüklenen pek çok anlam içerisinden -can, ruh, akıl, canlı varlık, canlı, insan, şahıs, kimlik (şahsî kimlik anlamında), insanlık, hayat özü, temel ilke ve diğerleri- “insan”ı tercih ederler ve bu terim ile burada Hz. Âdem’in kasdedildiğini kabul ederler. Ama Muhammed Abduh bu yorumu reddeder (Menâr IV, 323 ve diğerleri.) ve onun yerine, insan soyunun ortak kökenini ve kardeşliğini vurguladığı için (ki yukarıdaki ayetin amacı da budur) “insanlık” karşılığını tercih eder; ayrıca bunu Hz. Âdem ile Havva’nın yaratılması konusundaki Kitâb-ı Mukaddes’in tasvirlerine yersiz şekilde bağlamaz. Nefs’i bu bağlamda “canlı” olarak çevirmemin mantığı da aynıdır. Zevcehâ (“eşi”) ifadesine gelince, zevc (“bir çift”, “çiftten biri” veya “bir eş”) terimi, canlı varlıklarla ilgili olarak bir çiftin veya bir ikilinin hem erkek hem de dişi tarafı için kullanıldığından, insanlarla ilgili olarak da hem kadının eşini (kocasını), hem de kocanın eşini (karısını) ifade eder. Râzî’nin naklettiğine göre, Ebû Müslim “Ondan (minhâ) eşini yarattı” ibaresini, “Onun kendi cinsinden (min cinsihâ) eşini (karşı cinsini) yarattı” anlamında yorumlar ve böylece Muhammed Abduh’un yukarıda işaret edilen görüşünü destekler. Minhâ’nın lafzen, “ondan” şeklinde çevrilmesi, metin ile uyumlu olarak, her iki cinsin “bir tek canlıdan” türetildiği biyolojik gerçeğini yansıtır.”

İSA’NIN DURUMU NASIL ADEM GİBİDİR?

إِنَّ مَثَلَ عِيسَىٰ عِنْدَ اللَّهِ كَمَثَلِ آدَمَ ۖ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

“Allah katında İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir, ki Allah onu topraktan halden hale geçirerek yarattı ve sonra “Ol!” dedi; işte (insanoğlu böylece) olmaya başlar/olmaktadır.” (Al-i İmran 3/59)

Esed konuyla ilgili şunları söyler: “Lafzen, “İsa’nın misali, Âdem’in misali gibidir…” Mesel ifadesi (ki, yukarıda “durum” olarak çevrilmiştir), çoğunlukla, mecazî olarak bir şahsın veya şeyin içinde bulunduğu hali veya şartları göstermek için kullanılır ve bu anlamda -müfessirlerin işaret ettikleri gibi- sıfat (bir şeyin “mahiyet”i veya “tabiat”ı) kelimesi ile eş anlamlıdır. Metnin siyâk ve sibâkından açıkça anlaşılabileceği gibi, yukarıdaki pasaj, Hz. İsa’nın uluhiyetine dayanan Hristiyanî doktrine karşı itirazın bir parçasıdır. Kur’an burada, diğer birkaç yerde olduğu gibi, Hz. İsa’nın Hz. Âdem -ki, bu bağlamda bütün insan soyunu ifade etmektedir- gibi sadece “topraktan yaratılmış”, yani, toprağın üzerinde ve altında asal şekillerinde bulunan organik ve inorganik maddelerden yaratılmış bir ölümlü olduğu gerçeğini vurgular. Karş. ayrıca Kur’an’ın bütün insanlardan “topraktan yaratılmış” olarak söz ettiği 18:37, 22:5, 30:20, 35:11 ve 40:67. ayetler. “Âdem”in burada insan soyunu temsil etmiş olması, bu cümlenin son kelimesinde geniş zaman kipinin kullanılması ile vurgulanmıştır.”

BAZI SORULAR…

İnsanın ve doğanın en güzel biçimde yaratılmış olması ile evrim arasında bir çelişki yoktur. Aksine “Ahsen” bir şeyin tutarlı ve yolunda güzel biçimde işlemesi demektir. Güzellik uyumla alakalıdır. Değişen şartlara göre uyum sağlayabilen ve sistemli işleyen bir düzenek güzel bir yaratılıştır. Sebep-sonuç dizgesinde devam eden bir düzen güzeldir. Yoksa bugün bazı insanların anladığı tarzda kainatın ve insanın en güzel biçimde yaratılmış olması onların statik biçimde tek bir defada yaratılıp durağan biçimde bırakıldığı anlamına gelmez. Şayet bu anlama geliyorsa İnsanı en güzel biçimde yaratan Allah engelli insanları güzel biçimde yaratmamış mıdır?! Bu sorunun cevabında Allah (haşa) hatalı olmadığına gore demek ki bizim en güzel biçimde yaratma algımızda bir sorun var demektir.

كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ

Bütün insanlar bir zamanlar bir tek topluluktu; [sonra ihtilafa düşmeye başladılar], bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. (2/213)

Bu bölümden şöyle bir sonuca ulaşabiliriz ki Adem kıssası literal bir okuma ile değil sembolik bir okuma ile okunmalıdır. Bir başka ifadeyle Adem ve eşinin kıssası Kur’an’da tarihsel bir gerçekliği anlatmamakta aksine müteşabih/alegorik bir anlatımla insanoğlunun bilinçlenme sürecini betimlemektedir. Adem kıssasını bilimsel bir bilgilenme için değil insanın insan olmasını anlamak için okuyan muhatap teatral bir anlatım içinde karakterize edilen kahramanlar aracılılığıyla aslında kendi hikayesini dinlemektedir. Kan döken ve yeryüzünü fesada sokan Beşer türü zamansal süreç içinde yine Allah’ın koyduğu yasaların işlemesi sonucu şartlara uyum gösterdi ve bu uyumun sonucu olarak bilinçlendi. Bilinçlendiğinde eşyaya isim verebilme onları tanımlayabilme yeteneğini ve bunun sonucu olarak ta konuşma yeteneğine ulaştı. Bilinçlenen beşer böylelikle bilinçsiz türdeşlerinin/seleflerinin yerini aldı böylece yeryüzünü imarla görevli bir halife oldu. Yani ekolojik sistemin bilinçli temsilcisi, doğanın sözcüsü…

İşte bu bilinçlenme/halife olma süreci beşeri “İnsan” yaptı. Bu sürecin sahibi Allahtı ve Allah bu sebep-sonuç dizgesiyle yaratmasına devam etmekte.  İlk bilinçli/halife insan(lar) “Adem ve eşi” karakterleriyle sembolize edilmektedir. Teşbihle bu sürecin teatral biçimde anlatılması sürecin evrenselliğine de uygun. Çünkü herkes hayatında Adem kıssasını yaşar… Her beşer bilinçsiz bir canlı olarak anne rahmine düşer. 9 aylık bir iç-evrim süreci sonucunda doğar. Doğduğunda da bilinçli değildir. Bilinci ve bedeni zamansal bir süreç içinde olgunlaşır. Beşer akıl-baliğ olduğunda yani cinsel ve tinsel bilince ulaştığında (yasaklanan ağaç imgesi) yeryüzü cenneti olan çocukluğundan/masum fıtratından, sorumluluk dünyasına “düşer”…

Afgani: Materyalist olmayan bir Evrim Kuramına Doğru…

19. yy’da Evrim kuramıyla ilgili görüş serden düşünürlerin başında Cemaleddin Afgani gelmektedir. Afgani, evrim kuramını gerekçe göstererek Materyalizmi savunanlara yönelik kaleme aldığı “Dehriyyun’a Reddiye” kitabında materyalizmin tutarsızlıklarını ortaya koyar. Buna karşılık Evrim kuramının Darwin’den çok önceleri Arap bilim adamlarınca ortaya konmuş bir düşünce olduğunu ifade eder. Afgani konuyla ilgili şöyle demektedir: “Bu konuda öncelik, Darwin’e değil, Arap bilginlerine aittir. Bununla birlikte Darwin’in üstünlüğünü, sabır ve sebatla araştırmalarını sürdürmesini ve “tabiat tarihi”ne pek çok bakımdan hizmetini de kabul etmek lazımdır.” Afgani, dönemin materyalist Darwinistlerine atıfta bulunarak eleştirilerini dile getirir. Daha sonra ise Evrimin İslam düşüncesindeki yerine değinen Afgani, Doğal seleksiyonun benzerinin hayvancılık yapan Arapların uygulamalarında da olduğunu belirtir. (Bkz. C. Afgani’nin Hatırları, M.Mahzumi Paşa, Klasik Yay. Sf.143-149)

Mutahhari: Biyolojik Evrim’den Tarih Sosyolojisine

Mutahhari de “Tarih ve Toplum” (Türkçesi İst. 1991 Yöneliş Yay.) isimli eserinde Evrim ve tekamül kavramlarını tartışır. Mutahhari’ye göre Evrim ilkelden gelişmişe bir tekamül süreci değildir. Evrimsel sürecin bir ilerleme değil uyum sağlama süreci olduğunu anlatan Mutahhari, insan bilincinin kendi evrimsel sürecini yönlendirme fonksiyonu olduğunu böylece doğal yaşamı şekillendirebileceğini ileri sürer. Yazar, Biyolojik evrim acaba sosyolojik olarak ta insan topluluk içinde geçerli midir? Sorusuna cevap arar. Kur’an’ın tarih felsefesiyle evrimsel süreci ve insanlık tarihini karşılaştırmaya çalışan yazar biyolojik evrimsel süreçten sosyolojik tarihsel evrime kadar insanın ve insan topluluklarının yeni şartlarda nasıl bir uyum ve değişim geçirdiklerini araştırır. Mutahhari açıkça biyolojik evrim ve tarih sosyolojisi arasında ilerlemeci olamayan ama evrimsel olan bir tarih sosyolojisi ve felsefesi inşa etmeye çalışır. (Bakınız: Mutahhari, “Tarih ve Toplum” Türkçesi C. Şişman, sf. 196-208 Yöneliş Yay.  İst. 1991 )

Beheşti ve Bahoner: Evrimsel Yaratılış Araştırılmalı

Ayetullah Beheşti ve Cevad Bahoner ortak hazırladıkları “İnsan ve Tarih” isimli eser’de Evrim’e müstakil bir bölüm ayrılmıştır. Beheşti ve Bahoner, hayatın ilahi bir olgu olduğunun altını çizerler. Evrimle ilgili şu ifadelere yer vermişlerdir: “Kur’an, yağmurun yağması, ırmakların akması,ve dağlardan insanın yaratılışına kadar tüm doğal değişiklikleri Allah’a atfetmektedir. Bazı durumlarda pek çok değişiklik doğal etkenlere de atfedilmektedir. Bu iki grup ayetler tezat teşkil  etmez, sadece birbirlerini desteklerler; çünkü doğal olayları yöneten bilimsel kanunlar, sadece Allah tarafından verilmiş normlardır. O’nun iradesi, O’nun doğrudan tüm değişiklikleri ve doğal olayları oluşturduğu anşamına gelmez. Gerçekte O, doğakl değişikliklerin sistemini yaratmıştır. Bu O’nun iradesidir.” Evrim kuramını detaylı biçimde inceleyen yazarlar değerlendirmelerini şöyle sonuçlarlar: “Dünyadaki tüm var olan şeyler evrim dereceleri bakımından tarihsel bir ardıllığa sahiptirler… Evrimin, tüm yaşayan canlılara uygulanabilen geel bir kural olduğunu farzettirecek işaretler vardır.” Evrim kuramı üzerine önemli bir analiz demesi olan bu çalışma’nın çizdiği ufuk maalesef devam ettirilememiştir. (Muhammed Hüseyin Beheşti, Cevad Bahoner, “İnsan ve Tarih” Türkçesi: Ahmed Erdinç, sf. 78-87 Bir Yay. İst. 1989)

Şeriati: Her dem tekrarlanan kıssa: Adem

Ali Şeriati de benzeri bir tutm içindedir. Şeriati, “Adem kıssası”nın insanın bireysel serüvenini sembolize eden bir kıssa olduğu görüşündedir. Her insan çocukluk/bilinçsizlik döneminde sorumsuzluk ve mutluluk alanındadır. Ancak cinsel ve akli gelişimini tamamladığında bu mutlu/sorumsuz dönem son bularak sınavın yaşandığı dünyaya adım atar. İşte Adem ve eşinin şahsında hikaye edilen şey de her İnsanın yaşadığı bu kadim tecrübenin sembolize edilmiş halidir. İnsan bilinçsiz bir varlıkken sorumsuzca bahçelerde yaşardı. Sonra akli bilince evrildi ve bu bilinçlenme süreciyle beşer türü, Adem yani sorumlu, bilinçli ilk insan oldu. (Bkz. Ali Şeriati, “Hubut”, “İnsan”) Bu yaklaşımın bir benzerini Ümit Aktaş, “Adem” (Çınar Yay. İst. 2005) isimli romanında da göstermektedir. Ayrıca günümüzde evrimsel yaratılışı kitap ve makalelerinde araştıran pek çok Müslüman ilim adamı bulunmaktadır. Muhammed Esed, Bahaeddin Sağlam, Prof. Dr. Süleyman Ateş, Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran, Prof. Dr. Mehmed Bayraktar, Prof. Dr. İsmail Yakıt bu isimlerden sadece bir kaçı…

Sonuç:

4 yazılık değerlendirme çalışmamızı maddelerle şöyle özetleyebiliriz

1- Evrimsel türeyiş fikri ve kuramları Darwin’den çok önceleri bizzat İslam alimleri tarafından ortaya konmuş, sistematize edilmiştir. Müslüman alimler dönemlerinde yaptıkları gözlemler ve deneylerle canlıların evrim yoluyla çeşitlendiklerini ifade etmişlerdir. (İslam’da evrimci yaratılış teorilerinin ayrıntılar için Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar’ın kaleme aldığı “İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi” isimli eseri tetkik edilebilir. (Kitabiyat Yay. Ankara 2001)

2- Evrim kuramı, kainattaki işleyişin ve özelde biyolojik çeşitlenmenin kim tarafından yapıldığı ile ilgili değil nasıl işlediği ile ilgili bir açıklama tarzıdır.

3- Özgün Müslüman düşünüş ya kırk katır ya kırk satır misali dayatılan “ya evrimci materyalizm ya evrim düşmanı dindarlık” kısır döngüsünden farklı, başka bir okuma yapabilirler.

4- Kuram ve o kuramın yorumlanması ayrı şeylerdir. Kuram (Teori), Edinilen bulgulara ve kanıtlara dayanılarak ortaya konan bir düzenek tezi, değerlendirme iken Kuramın yorumu bu kuramdan yola çıkarak dini, felsefi ve sosyolojik çıkarımlarda bulunmak kuramdan hareketle öznel yorumlarda bulunmaktır. Bu sebeple Evrim kuramı başka, Evrim kuramını kendi materyalist ideolojilerine argüman kılmak başka şeylerdir.

5- Canlılar gezegende oluşan değişimlere göre kendi yapıları da değişiyordu. Bu değişimde hayatta kalma mücadelesi doğal seleksiyon (seçilim) ve karşılıklı yardımlaşma gibi faktörlere göre devam ediyor. Bu durum Darwin’in elde ettiği bulgular ve gözlemleri düzenli biçimde açıklamasıydı. Ortaya konan bu açıklama tarzı Kilisenin durağan yaratılış dogmasını sarsıyordu. Evrimi sürdüren üç temel süreç vardır; Doğal seçilim, genetik değişim ve karşılıklı yardımlaşma.

6- Evrimsel Çeşitlenme: Bilinçli bir süreçtir. Evrilmek için gerekli potansiyel zaten evrilen canlının evrim öncesi yapısında vardır, evrim onun kendini gerçekleştirmesi olarak anlaşılmalıdır. Yani, evrimin sonucu diye gördüğümüz şey, aslında öngörülmüş bir amaçtır. Bu da bir teoloji (amaçlılık) anlayışı getirir.

7- İkinci yazıda ayrıntılı örnekleri verildiği üzere Evrim dünden elde edilen tarihsel bulgu ve fosillerle günümüzdeki canlılar üzerinde yapılan deney ve genetik çalışmalarda yapılan gözlemlerle halen aksi ispatlanamamış tek açıklama tarzdır.

8- İnsan da bu evrimsel sürecin bir parçası olarak evrimleşmiş ve ortak bir hominid atadan dönüşerek tek bilinçli ve özgür iradeli canlı olmuştur. Bulgular günümüz insanı Homo Sapiens’ten önce bilinçli Homo Erectus ve Neanderthal insan türlerinin varlığını ortaya koymuştur.

9- Üçüncü yazımızda tartıştığımız konu ilk insanın ilkel olup olmadığıydı. Şayet bir varlıkta bilinç varsa bu bilinç doğal olarak kültür ve medeniyeti doğurur. Bu sebeple medeniyet ilkelden gelişmişe ilerlemez. Bilincin var olduğu her zaman diliminde aynı sonuçları ortaya çıkarır. Bu sebeple “ilkel mağara adamı kurgusu” gerçeği yansıtmamaktadır hele ki binlerce yıl boyunca insan türlerinin aynı şekilde ilkellikte yaşadıklarını düşünmek te yanlıştır.

10- Üçüncü çalışmada sıraladığımız bulgu ve gözlemler de göstermektedir ki ne evrimsel süreç bahanesiyle bir ırkçılık meşrulaştırılabilir ne de evrimsellik İlerlemeci Tarih anlayışını haklı çıkartır! İnsanlık ilkelden gelişmişe doğru ilerlememekte aksine insan bilincinin ortaya çıkışı/üflenişi ile birlikte insan medeniyeti ortaya çıkmaktadır. DNA çalışmaları göstermektedir ki tüm insanların genleri aynıdır ve “ırk” kavramı kurgusaldır. Üstün ırk diye bir şey yoktur, insanlar arasındaki fiziksel farklılıklar işlevseldir.  Evrimi buna argüman kılmak isteyenlerle evrim karşıtlığını haklı çıkartmak için evrim ırkçılıktır ilerlemeciliktir modernistliktir demek açık bir tutarsızlıktır.

11- Kur’an’da yaratılış 5 ana kavramla açıklanmıştır. Bu 5 ana kavramın 1’i yoktan yaratmayı 4’ü ise evrimsel, halden hale gerçek yaratılmıştan başka bir şeyi yaratmayı ifade etmektedir.

12- İnsanın Halifeliği Bilinçli sorumlu insan’dan önce benzeri bir türün var olduğunu gösterir. Her halefin bir selefi vardır. Meleklerin “Adem” karakteriyle sembolize edilen yani ilk bilinçli insan(lar)a karşı çıkış sebebi de o ana kadar gördükleri Adem benzerlerinin yeryüzünde kan dökücü bir tür olduğundan dolayıdır.

http://www.haksozhaber.net/kurana-gore-allah-nasil-yaratir-4-12192yy.htm

posted in YARATILIS | 0 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

EVRİMLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR

  1. Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, Doç. Caner Taslaman, Sidre Yayıncılık http://www.evrim.gen.tr    
  2. Kur’an’ı Anlamak, Prof. İsmail Yakıt, Ötüken Neşriyat (KUR’AN’DA İNSANIN YARATILIŞI VE EVRİMİ) http://www.ismailyakit.com/yayinlar/kitaplar/kurananlamak/kurandayaratilis.html
  3. Kuran Açısından Evrim Teorisi, Kaan Göktaş , Ozan Yayıncılık
  4. İslam’ın Yenilikçileri, İhsan Eliaçık, Med Cezir Yayınları
  5. İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, Prof. Mehmet Bayraktar, Kitabiyat Yayınları

 

AKILLI TASARIMLA İLGİLİ SİTELER

http://www.evrim.gen.tr    Doç. Caner Taslaman

http://www.sorularlaevrim.com/index.php

http://www.evrimaldatmacasi.com/  Harun Yahya

 

http://www.intelligentdesignnetwork.org/  Intelligent Design Network

http://www.discovery.org/  Discovery Institute

http://www.arn.org/ Access Research Network

http://www.designinference.com/ The Design Inference

http://post-darwinist.blogspot.com/  Post-Darwinist

 

EVRİM TEORİSİ İLGİLİ SİTELER

http://www.evrimteorisi.org/

http://yaratiliscilaracevaplar.wordpress.com/

posted in YARATILIS | 0 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSLAM DÜŞÜNCESİNDE EVRİM TEORİSİ

Başörtüsü, din eğitimi, İmam Hatip okulları gibi konular yanında bir de Darwin ve evrim teorisi var; bunlardan biri hakkında dinli olanlar bir şeyler yapar veya söylerlerse hemen dinsiz olanlar tepki gösterir, dinsizliklerine ve dinsizliğin yayılması faaliyetlerine bir zarar gelmesin diye tedbirlere başvururlar. Tabii karşı taraf da tersinden benzer tepkiler gösterirler. Son zamanlarda Darwin’in ve evrimci teorinin her iki tarafça yeniden tartışılmaya başladığını görüyoruz. Tartışmaya inanç, ideoloji ve duygu karıştığı için mantık ve ilim zaman zaman bunların gölgesinde kalabiliyor. Yakınlarda ABD Başkanı George Bush’un, Amerikan okullarında evrim teorisinin yanı sıra evrenin üstün bir zekanın ürünü olduğu teorisinin de okutulması yönündeki sözleri büyük bir tartışmaya sebep oldu ve konuyu güncelleştirdi. İşte bütün bu olup bitenler sebebiyle evrim teorisi üzerine vaktiyle yazdığım bir yazıyı küçük değişikliklerle bir daha vermeyi faydalı buldum.

Allah’a inanmayan maddeci filozoflar yaratmaya inanmaz, varlıkların nasıl vücuda geldiği konusunda hiçbir mantıki tutarlığı olmayan “tesadüf”ten (kendi kendine, rastgele oluştan) başka bir açıklama yapamazlar. Kendiliğinden var olan cansız maddeden canlı varlıkların ve bunlar içinde de en gelişmişi olan insanın nasıl var olduğu konusunda tutundukları düşünce evrim teorisidir. Bu teorinin eski Yunan düşünürlerine kadar uzanan kökleri bulunmakla beraber sistematik evrim teorisi Lamarck ve Darwin’e aittir. Lamarck 1809’da neşrettiği Zoolojik Felsefe isimli kitabında, Darwin de 1859 da yayımladığı Türlerin Menşei isimli kitabında evrim teorisini ileri sürmüşlerdir. Lamarck evrimin, türlerin tabiatında var olan evrimleşme özelliğinden kaynaklandığına inanırken Darwin evrimleşmenin böyle bir özellikten değil, tamamen dış şartlardan kaynaklandığını ve tabîî seleksiyonla oluştuğunu iddia eder. İlmî gelişmeleri uzaktan/geriden izleyen ve bilimi ideolojiye alet eden geri kalmış ülke bilimcileri evrim teorisini bilimin ispat ettiği bir gerçek gibi ileri sürmüş ve buna dayanarak, bazan bilim adına sahtekârlıklar da yaparak (örnekler için bak.M. Bayraktar, İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, İst. 1987, s.196 vd.) yaratılış inancına karşı çıkmışlardır. Konuya tarafsız ve bilim açısından yaklaşanlara göre evrim teorisi adı üstünde bir teoridir; bilimin ispat ettiği, benimsediği bir gerçek değildir. Darwin gibi evrim teorisini oluşturanların samimi itirafları ve tereddütleri vardır, Darwin’den sonra da biyolojide ve paleontolojide çeşitli/farklı görüşler ve tespitler olmuştur (Örnekler için bak. Y. Sezen, Maddeci Felsefenin Çıkmazları, İst. 1996, s. 144 vd.).

İslam düşüncesinde üç ekol bulunduğunu biliyoruz: Kelam, felsefe ve tasavvuf.
Kelamcılar da sünnî olan ve olmayan şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Sünnî olmayan kelam mezheplerinden Mutezile’ye mensup Nezzam (öl. 835 veya 845 m.), Câhız (öl. 869 m.) gibi bazı alimler ile zühd döneminden sonra yetişen bazı mutasavvıflar “evrimci yaratılış teorisi” diye isimlendirilmesi mümkün olan bir teori ileri sürmüşlerdir. Hemen zikretmeliyiz ki bu teori, İslam inancı ile bağdaştırılması mümkün olmayan materyalist ve ateist varlık ve evrim düşüncelerine karşı bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır ve ortak unsur yaratılış inancıdır; yani her şeyin yok iken Allah tarafından yaratıldığına inanmaktır. Her şeyi yok iken yaratan Allah, evrimci yaratılış teorisini ileri süren İslam düşünürlerine göre türleri ayrı ayrı ve birden yaratmamış, birinin diğerinden evrimleşme yoluyla oluşmasını sağlamıştır. Bu “birinin diğerinden oluşması” da, ilk yarattığı maddenin, aslın, çekirdeğin, kendinden sonra meydana gelecek bütün türleri bilkuvve (onda gizlenmiş olarak) içermesi sebebiyle olmakta, bu özelliğe dayanmaktadır. Bu konuda değerli bir çalışma yapmış bulunan M. Bayraktar’a göre İslam düşünürlerinin evrimci yaratılış teorileri bilim bakımından darwinizm ve lamarckizmden daha sağlam temellere oturmaktadır (ag.esr. s. 195 vd.).
Ehl-i sünnet kelamcılarına (sahih İslam inancını açıklayan ve farklı inançlara karşı savunan alimlere) göre Allah Teâlâ bütün türleri birden ve ayrı ayrı yaratmıştır. Türler arsında evrimleşme yoluyla geçişler yoktur, evrim türlerin kendi içinde olabilmektedir. Bu inanç ve düşüncenin dayandığı naslar(insanın yaratılışı ile ilgili olanları) ve kısaca açıklamaları şöyledir:

İnsan suresinin 1. âyetine göre “İnsanın (varoluş tarihinde) adının sanının bulunmadığı bir zaman parçası şüphesiz gelip geçmiştir”. Bu âyet, insan yok iken yani bir varlık değilken kesinlikle üzerinden bir zaman geçtiğini, yaratılışı tamamlanıp mükemmel bir insan haline gelinceye kadar varlıklar arasında bulunmadığını ifade eder. Çünkü insan yaratılışı tamamlanmadan önce yeryüzünde toprak, sonra babasının sulbünde bir sperm ve anasında bir yumurtadır. Daha sonra ana rahminde bir embriyo haline gelmektedir. Nitekim Yüce Allah 2.âyette insanı “katışık bir nutfe”den yani ana rahminde döllenmiş bir yumurtadan yarattığını ifade buyurmuştur. Kendisine görme, işitme gibi organlar da lütfedilen bu varlık artık yükümlülüklere muhatap ve imtihana tabi tutulabilecek bir kıvama gelmiş olmaktadır (insanın yaratılış aşamaları hakkında bilgi için bk. Hac 22/5; Mü’minûn 23/12-15; Kıyamet 75/37).

İnsanın yaratılışını anlatan bir başka âyetin meali de şöyledir: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinize itaatsizlikten sakının” (Nisâ:4/1).

Kur’an’da nefis (en-nefs) ve çoğulu enfüs, “insan, insanın veya başka bir şeyin kendisi, insanın hayatta iken insan olmasını sağlayan (insanın onun sayesinde, ona sahip olduğu için insan olduğu), ölünce de ebedî varlığını devam ettiren unsuru” mânalarında kullanılmıştır. Bazı âlimler, filozoflar ve sûfîler ruh ile nefsi aynı varlığın iki adı olarak açıklamışlar (Gazzâlî, İhyâ, II, 2 vd.), bazıları ise nefs ile ruhu farklı mahiyetler olarak tanımlamışlardır. İkinci tanımlamaya göre Allah Teâlâ her bir insan için tıpkı bedeni gibi bir de nefis yaratır, Şah Veliyyullah’ın “neseme” adını verdiği bu nefis, insanın hayatı boyunca yapıp ettiklerine göre mânevî bir yapı ve kişilere göre farklı özellikler kazanır. Ruh ise şahsî değil, umumidir; tek bir enerji merkezinden gelip ampülleri aydınlatan elektrik gibidir ve ilâhîdir, Allah’a aittir, halk âlemine değil, emir âlemine dahildir, nefis için Allah’ın rızasına götüren yolu aydınlatır veya onu bu yola çeker. İnsanın tabiatında ve yapısında Allah’ın rızasına aykırı yola çeken güçler de (heyecanlar, güdüler, ihtiyaçlar) vardır, ayrıca şeytanın da işi, insanı Allah yolundan saptırmaya çalışmaktır. İnsan (nefis), aldığı eğitim ve iradesi sayesinde bu iki çekim merkezi arasında mücadele ve imtihan vererek dünya hayatında kulluğunu ve tekâmülünü gerçekleştirmeye; emmâre (kötüye çeken, kötüyü emreden) nefis olmaktan kurtularak, levvâme (kendini tenkit eden, kınayan), mülheme (ilâhî ilhama mazhar olan), mutmainne (şüphelerden ve geçici zevk bağımlılığından kurtularak huzura eren), râdıye (Allah’ın takdirine razı olan), merdıyye (Allah’ın rızasına mazhar olan) nefis basamaklarına veya derecelerine tırmanmaya çalışır (Şah Veliyyullah, et-Tefhîmâtü’l-ilâhiyye, Haydarâbâd, 1967, I, 222; II, 216 vd.; Hüccetullâhi’l-bâliğa, I, 38-40, 58-61).

“İlk insan ve onun eşi aynı özden yaratıldıktan sonra ilk üreme ve onu takip eden nesillerin oluşması nasıl gerçekleşmiştir” sorusuna cevap arayan alimlerin bir kısmı, “Havva’nın ikiz doğurması ve aynı batında doğmayanların (bir sonrakinde doğanların) öncekilerle evlendikler gibi” akıl ve nakil yönünden kabul edilmesi mümkün olmayan formüller ileri sürmüşlerse de bize göre böyle bir tasavvur zaruri değildir; çünkü Allah Teâlâ’nın insanı nasıl yarattığını açıklayan âyetlerde topraktan, çamurdan, nefisten ve Allah’ın ruhundan üflemesinden kayıtları ve şekilleri vardır. Son şekil Hz. Îsâ’nın yaratılması ile ilgilidir. Meryem, bir erkekle beraber olmadan Allah’ın ruhundan üflemesi (Enbiyâm 21/91; Tahrîm 66/12) ve bunun açıklaması mahiyetinde olan “ruhun insan şekline bürünüp Meryem’e görünmesi” (Meryem 19/17) ile hamile kalmış ve Allah’ın ona ulaştırdığı bir kelimesi (Nisâ 4/171) olarak Hz. Îsâ’yı doğurmuştur. Kezâ Hz. Zekeriyyâ bir zürriyet vermesi için Rabbine dua etmiş, Rabbinin de duasını kabul ederek Yahyâ’yı ona vereceğini müjdelemesi üzerine “kendisinin yaşlandığını, eşinin de çocuktan kesildiğini ifade ederek” bunun nasıl olacağını sormuştu, Rabbin ona cevabı şöyle olmuştur: “İşte böyledir, Allah dilediğini yapar” (Âl-i İmrân 3/40), “…bu benim için kolaydır, sen hiçbir şey değilken seni de yarattım” (Meryem 19/9). Hz. Âdem’in yaratılmasında ana da yoktur baba da, Hz. Îsâ’nın yaratılmasında yalnızca ana vardır, Hz.Yahyâ’nın yaratılmasında ana ve baba vardır, fakat çocuk yapma/doğurma kabiliyetleri mevcut değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve sağlam rivayetlerde “kardeşlerin birbiri ile evlendikleri” bilgisi verilmediğine göre ilk yaratılan erkek ile kadından birçok erkek ve kadının türetilmesinin nasıl olduğunun bilinmediğini, yukarıda zikredilen şekillerden birisine göre veya bir başka şekilde yaratma ve çoğaltmanın olabileceğini ifade etmek bize daha uygun görünmektedir.  Darwin hakkında kısa bir ek bilgi:

“Darwin’in inançlı bir Hıristiyan olarak yetiştirildiği, ancak inancının giderek zayıfladığı bilinen bir gerçektir. Çoğu yorumcu da ‘agnostik’ (bilinemezci) olarak öldüğü kanısındadır. Bazılarına göre ise aslında ateizm noktasına varmıştır, ama dindar bir Hıristiyan olan eşi Emma Darwin’i üzmemek için bunu açıkça ifade etmemiştir. İşin ilginç bir yönü, Darwin’in inancındaki erimenin, gördüğü bilimsel kanıtlardan ziyade, yaşadığı psikolojik travmayla ilgili oluşudur. Onu dini inançtan soğutan en büyük etken, kızı Annie’nin 10 yaşında iken hastalanarak ölmesidir. Darwin’in üç kuşak sonradan torunu olan Randal Keynes, ‘Annie’nin Kutusu: Darwin, Kızı ve İnsan Evrimi’ adlı kitabında bunu detaylarıyla anlatır. Aslında bu travma Darwin’e has da değildir. New York Üniversitesi psikoloğu Paul C. Vitz, ‘Ateizmin Psikolojisi’ adlı 1999 basımı kitabında, önde gelen ateist düşürlerin çoğunun şaşırtıcı biçimde sorunlu aile hayatlarına sahip olduğunu inceler. Vitz’e göre, “Tanrı’ya inancın önündeki engeller rasyonel değil, genel anlamda, psikolojiktir.” Eğer Vitz düşüncesinde haklı ise, o zaman ateist Freud’un “Tanrı’ya inanç, çocukluktan kalma bir duygusallıktan gelir” şeklindeki iddiasının neredeyse tam aksi bir sonuca varmak gerekiyor. Kaldı ki zaten Freud’un kendisi de içinde bol miktarda ensest bulunan hayli ‘sorunlu’ bir ailenin ürünüdür…”

(Prof. Hayrettin Karaman http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/4/0020.htm )

posted in YARATILIS | 0 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Akıllı Tasarım [Intelligent Design] Teorisi

ABD’deki devlet okullarında Darwin’in evrim teorisine alternatif olarak okutulması tartışılan Akıllı Tasarım, son 15 yıldır giderek güçlenen ve büyüyen bir teori. Gücünü de, Darwinizm’in varsayımının aksine, yaşamın hiç de rastlantı olmadığı gösteren bilimsel kanıtlardan alıyor.

Aslında bu konudaki tartışmanın başlangıcı 150 yıl öncesine uzanıyor. Darwin’in 1859’da yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabından bu yana, biyolojideki temel kuram, canlıların doğal seleksiyonun ürünü olduklarını öngören evrim kuramı oldu. 20. yüzyılda Darwinizm’e genetik ışığında getirilen yeni yorum, doğal seleksiyona bir de mutasyon mekanizmasını ekledi. Ancak bu iki mekanizmanın, yani doğal seleksiyon ve mutasyonun, canlılığın tek kaynağı olduğu yönündeki geleneksel anlayış, son yıllarda önemli eleştiriler alıyor. Pek çok bilim adamı, canlılığın sadece bu gibi amaçsız ve bilinçsiz faktörlerin ürünü olamayacağını, hayatın kökeninde “tasarlayıcı bir aklın” olduğunu savunuyorlar.

Bu anlayış son yıllarda yeni bir teoriyi de beraberinde getirdi: “Akıllı Tasarım” (Intelligent Design) teorisi. Time dergisinin 12 Ağustos 2005 sayısının da kapak konusunu oluşturan teori, halen ABD’de ateşli bir tartışmanın odak noktası. Bilim dünyasında Akıllı Tasarım’ı kabul edenlerin sayısı artarken, bazı eyatler de teoriyi ders kitaplarına Darwinizm’in alternatifi olarak koymayı tartışıyorlar.

Bu teori, 1990’lı yıllarda bir grup Amerikalı bilim adamı tarafından ortaya atıldı. Teorinin ilk büyük çıkışı, Pennsylvania’daki Lehigh Üniversitesi’nden biyokimya profesörü Michael J. Behe’nin “Darwin’in Kara Kutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Başkaldırı” adlı kitabı oldu. Behe, kitabında canlı hücresinin Darwin zamanında içeriği bilinmeyen bir “kara kutu” olduğunu, hücrenin detayları anlaşıldığında ise, burada çok kompleks bir “tasarım” bulunduğunun ortaya çıktığını anlatıyordu. Behe’ye göre, canlılardaki kompleks sistemlerin doğal seleksiyon ve mutasyonla, yani bilinçsiz mekanizmalarla ortaya çıkması imkansızdı ve bu durum hücrenin “bilinçli bir şekilde tasarlandığını” gösteriyordu. Fransız felsefe profesörü Peter van Inwogen, bu kitabın önemini şöyle vurgulamaktaydı:

“Eğer Darwinistler bilimsel gerçeklerle dolu bu kitabı, önemsemeyerek, yanlış anlayarak veya ona gülüp geçerek karşılarlarsa, bu durum bugün Darwinizm’in bilimsel bir teori olmaktan çok bir ideoloji olduğu yönündeki gitgide yayılan şüpheler için önemli bir kanıt olacaktır.”(1)

Darwinistler Behe’ye tatminkar bir cevap veremediler. Ve Akıllı Tasarım teorisi giderek daha fazla bilim adamı tarafından savunulmaya başlandı. Bugün bu hareketin önemli isimleri arasında California Berkeley Üniversitesi’nden Philip Johnson; MIT, Chicago, Princeton Üniversiteleri’nden Willam Dembski; doktorasını Cambridge’de yapmış olan Stephen C. Meyer; Chicago Üniversitesi’nden Paul Nelson gibi isimler yer alıyor. Seattle merkezli Discovery Institute adlı bilimsel enstitünün çatısı altında bilimsel çalışmalar yürüten gruba, internet üzerinden ulaşmak mümkün. (www.discovery.org)

İndirgenemez Komplekslik

Akıllı tasarım teorisini savunanların en çok vurgu yaptıkları kavramlardan biri, “indirgenemez komplekslik” (irreducible complexity).

Bu kavram, aslında Darwin tarafından ortaya konmuş bir “kıstas”a dayanıyor. Darwin, kendi teorisinin nasıl yanlışlanabileceğini Türlerin Kökeni’nde şöyle ifade etmişti:

“Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır. Ama ben böyle bir organ göremiyorum.”(2)

Darwin’in buradaki kastını iyi incelemek gerekiyor. Başta belirttiğimiz gibi, Darwinizm canlıların kökenini iki bilinçsiz doğa mekanizması ile açıklıyor: Doğal seleksiyon ve rastlantısal değişiklikler (yani mutasyonlar). Darwinist teoriye göre, bu iki mekanizma, canlı hücresinin kompleks yapısını, kompleks canlıların vücut sistemlerini, gözleri, kulakları, kanatları, akciğerleri, yarasaların sonarını ve daha milyonlarca karmaşık tasarımlı sistemi meydana getirmiş durumda.

Ancak son derece kompleks yapılara sahip olan bu sistemler, nasıl olur da iki bilinçsiz doğal etkenin ürünü sayılabilir? İşte bu noktada Darwinizm’in başvurduğu kavram, “indirgenebilirlik” kavramı. Teori, sözkonusu sistemlerin çok daha basit hale indirgenebileceklerini ve sonra da kademe kademe gelişmiş olabilecekleri iddia ediyor. Bu kademeler sayesinde, Darwinizm’in iddiasına göre, önceden gözü olmayan bir canlı türü kusursuz bir göze sahip oluyor, önceden uçamayan bir başka tür de kanatlanıp uçar hale geliyor.

Ancak Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu klasik hikayede çok önemli bir yanılgı olduğunu savunuyorlar. Dikkat edilirse, Darwinist teori, bir noktadan bir başka noktaya (örneğin kanatsız canlıdan kanatlı canlıya) doğru giden aşamaların hepsinin tek tek “avantajlı” olmasını öngörüyor. A’dan Z’ye doğru gidecek bir evrim sürecinde, B, C, D… U, Ü, V ve Y gibi tüm “ara” kademelerin canlıya mutlaka avantaj sağlaması gerekiyor. Doğal seleksiyon ve mutasyonun bilinçli bir şekilde önceden hedef belirlemeleri mümkün olmadığına göre, tüm teori canlı sistemlerinin avantajlı küçük kademelere “indirgenebileceği” varsayımına dayanıyor.

İşte Darwin bu nedenle “eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır” demişti.

Akıllı Tasarım teorisyenleri, işte bu noktayı vurguluyorlar ve 20. yüzyıl biliminin, Darwin zamanında yeterince bilinmeyen pek çok “indirgenemez kompleks” yapı ortaya çıkardığını belirtiyorlar.3 Michael Behe’nin kitabında indirgenemez kompleks sistemlere verdiği ilginç örneklerden biri, bakteri kamçısı.

Bakterinin Kamçısı

“Kamçı” olarak Türkçe’ye çevrilen “flagella” isimli organ, bazı bakteriler tarafından sıvı bir ortamda hareket edebilmek için kullanılır. Organ, bakterinin hücre zarına tutturulmuştur ve canlı ritmik bir biçimde dalgalandırdığı bu kamçıyı bir palet gibi kullanarak dilediği yön ve hızda yüzebilir.

Bakterilerin kamçısı, uzun zamandır biliniyordu. Ancak son 10 yıl içindeki gözlemler, bu kamçının detaylı yapısını ortaya çıkarınca bilim dünyası şaşkına döndü. Çünkü kamçının, önceden sanıldığı gibi basit bir titreşim mekanizmasıyla değil, çok karmaşık bir “organik motor” ile çalıştığı ortaya çıktı.

Bakterinin hareketli motoru, elektrik motorlarıyla aynı mekanik özelliğe sahiptir. İki ana bölüm söz konusudur: Bir hareketli kısım (rotor) ve bir durağan kısım (stator).

Bu organik motor, mekanik hareketler oluşturan diğer sistemlerden farklıdır. Hücre, içinde ATP molekülleri halinde saklı tutulan hazır enerjiyi kullanmaz. Bunun yerine kendine özel bir enerji kaynağı vardır: Bakteri, zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır. Motorun kendi iç yapısı ise olağanüstü derecede komplekstir. Kamçıyı oluşturan yaklaşık 240 ayrı protein vardır. Bunlar kusursuz bir mekanik tasarımla yerlerine yerleştirilmiştir. Bilim adamları kamçıyı oluşturan bu proteinlerin, motoru kapatıp açacak sinyalleri gönderdiklerini, atom boyutunda harekete imkan sağlayan mafsallar oluşturduklarını ya da kırbacı hücre zarına bağlayan proteinleri hareketlendirdiklerini belirlemişlerdir. Motorun işleyişini basitleştirerek anlatmak amacıyla yapılan modellemeler bile, sistemin karmaşıklığının anlaşılması için yeterlidir.

Bakteri kamçısını kitabında detaylı olarak anlatan Michael J. Behe, sadece bu kompleks yapısının dahi, evrimi “yıkmak” için yeterli olduğunu savunmaktadır.(4) Çünkü kamçı hiç bir şekilde basite indirgenemeyecek bir yapıdadır. Kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye hiç bir faydası olmaz. Bakteri kamçısının ilk var olduğu andan itibaren eksiksiz olması gerekmektedir. Bu gerçek karşısında evrim teorisinin “kademe kademe gelişim” modeli anlamsızlaşmaktadır.

Tasarım Nasıl Belirlenebilir?

Bakteri kamçısı kuşkusuz Akıll Tasarım savunucularının tek örneği değil. Behe kitabında daha pek çok “indirgenemez kompleks” yapının örneğini veriyor. Sadece Behe’nin kitabında değil, Akıllı Tasarım’ı savunan pek çok biyolog tarafından yayınlanan kitaplarda ve bilimsel makalelerde, evrimin “kör” mekanizmalarının açıklayamadığı kompleks tasarımlara dair sayısız örnek var: İnsan gözünün anatomisi, retina hücrelerindeki karmaşık biyokimyasal düzenek, DNA replikasyonunda görev yapan enzimler (5), insanın diz ekleminin tasarımı(6) veya “tek yönlü ve daimi nefes akışı” sağlayan özgün kuş akciğeri (7) gibi.

Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu yapıların hiç birinin “doğal mekanizmalarla” oluşmuş olamayacağını, mutlaka bilinçli bir düzenlemenin ürünü olduğunu savunuyorlar. Peki bir yapının tasarım ürünü olduğu nasıl anlaşılıyor? William Dembski The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities (Dizayn Çıkarımı: Küçük Olasılıklar Yoluyla Şans Faktörünü Elimine Etmek) adlı kitabında bu soruyu cevaplıyor.(8)

Dembski’ye göre, doğada var olup da doğal faktörlerle ortaya çıkma olasılığı aşırı derecede küçük olan yapılar, bilinçli bir tasarımın bilimsel kanıtını oluşturuyor. Örneğin fonksiyonel bir protein molekülünün, doğadaki 20 farklı aminoasitin rastlantısal biraraya gelmesiyle oluşma ihtimali, matematikte “imkansız”ın başladığı nokta sayılan 10 üzeri 50’de 1’den bile çok çok daha (trilyarlar kere trilyarlarca kat) küçük. Bu durum, proteinin rastlantısal bir sürecin ürünü olmadığını, “tasarlanmış” bir yapı olduğunu gösteriyor.

Daha kolay anlaşılır bir örnek ise şöyle: Balta girmemiş bir ormanda bir heykele rastlarsanız, bundan çıkardığınız sonuç ne olur? Doğal faktörlerin bu heykeli oluşturmuş olmaları ihtimali çok çok küçük olduğu (yani böyle bir alternatif “imkansız” olduğu) için, heykelin tasarlanmış olduğu sonucuna varırsınız. Akıllı Tasarım teorisyenleri, canlıların kompleks mekanizmalarının, bir ormanda bulunan heykelden çok daha açık birer “tasarım kanıtı” olduğunu savunuyorlar.

Bilim İçin Bir Dönüm Noktası

Kuşkusuz Akıllı Tasarım konusundaki bu çalışmalar, önemli bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tasarımcı kim? Canlıları dizayn eden bilinç, kimin bilinci?

Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu sorunun cevabının, bilimin alanı dışında kaldığını belirtiyorlar. Onlara göre bilimin yaşamın kökeni hakkında varabileceği sonuç, canlılığın tasarlanmış olduğunu tespit etmekten ibaret. Yani, bu tasarımın sahibi kim, amacı nedir gibi soruların, kendi alanlarından çıkıp dinin veya felsefenin ilgi alanına girdiğini düşünüyorlar. Profesör Philip Johnson’a göre, “herkes bu sorulara kendi inançlarına ve düşüncelerine göre cevap arayabilir, ama önemli olan bilimin, hayatı amaçsız bir rastlantılar zinciri olarak gören Darwinist teoriyi reddediyor olması.”(9)

Akılı Tasarım teorisi, hem bilim dünyasını hem de toplumu derinden etkileyeceğe benziyor. William Dembski, teoriyi yeni bir bilimsel devrim olarak niteliyor. Nitekim son 10 yılda ABD’de büyük bir Akıllı Tasarım fırtınası esiyor. Teorinin Behe, Johnson, Dembski gibi öncüleri, ABD’nin saygın üniversitelerinde bilimsel konferanslarda söz alıyor, Darwinist bilim adamlarıyla tartışmalara katılıyor ve teorinin her geçen gün daha fazla yayılması için çalışıyorlar. Darwinistler ise, her ne kadar teoriyi çeşitli suçlama ve saldırılarla diskalifiye etmeye çalışsalar da, bunun 150 yıldır karşılaştıkları en ciddi bilimsel meydan okuma olduğunda birleşiyorlar.

Akılı Tasarım teorisinin en önemli mesajı, tüm doğayı “planlanmamış, amaçlanmamış bir rastlantılar yığını” olarak gören ortodoks biyoloji anlayışının geçersiz olduğunu savunması. Michael Behe, bu yeni anlayışın bilim dünyası tarafından kabullenilmesinin kolay olmadığını, ancak zaten hiç bir bilimsel devrimin kolay gerçekleşmediğini belirtiyor:

“Hayatın üstün bir akıl tarafından tasarlanmış olduğu anlayışı, hayatı basit doğa kanunlarının bir sonucu olarak algılamaya alışkın bizlerde bir şok etkisi yaratmış durumda. Ama diğer yüzyıllar da benzer şokları yaşamışlardı ve şoklardan kaçmak için bir neden de yok.”(10)

Bilim dünyası bu “şok”u kabullenecek mi, bunu zaman gösterecek.

NOTLAR
1) Michael Behe, Darwin’s Black Box, New York, The Free Press, 1996
2) Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189
3) Ayrıca bkz. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, ss. 199-220
4) Michael Behe, Darwin’s Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 69-73
5) Stephen C. Meyer, “Word Games: DNA, Design and Intelligence”, Signs of Intelligence, (ed. William Dembski James Kushiner), 2001, Brazos Press, ss. 102-117
6) Stuart Burgess “Critical Characteristics and the Irreducible Knee Joint”, 1999, http://www.trueorigin.org/knee.htm
7) Michael J. Denton,. Nature’s Destiny. Free Press. New York. 1998, s. 361
8) William Dembski, The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities, Cambridge University Press, 1998
9) Phillip Johnson, The Wedge of Truth, Splitting the Foundations of Naturalism, InterVarsity Press, 2000, s. 23
10) Michael Behe, Darwin’s Black Box, New York, The Free Press, 1996, s. 252-53

(Mustafa Akyol, http://www.mustafaakyol.org/archives/2005/12/akilli_tasarim_intelligent_design.php )

posted in YARATILIS | 0 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

EVRİM TEORİSİ’NİN DEĞERLENDİRİLMESİ


BÖLÜM TANITIMI

Buraya kadar Evrim Teorisi ile ilgili bilimsel, felsefî ve teolojik tartışmaların tarihsel arka planını, bu teorinin ortaya konma sürecini ve ileri sürdüğü iddialarını göstermeye çalıştım. Bu bölümde ise Evrim Teorisi’nin, bilimselliğin kriterlerini ne kadar karşıladığını inceleyeceğim. Bunun için doğa bilimlerinde ve bilim felsefesinde ileri sürülen gözlemlenebilme, öngörü gücü, yasalara sahip olma, matematiksel betimleme yeteneği, yanlışlanabilirlik, rakip teorilere üstünlük sağlama gibi çeşitli kriterler açısından bu teorinin değerlendirmesini yapacağım. Bunlarla beraber, Evrim Teorisi’nin doğal seleksiyon ve mutasyon gibi mekanizmalarının yepyeni özelliklere sahip türlerin oluşumunu açıklayıp açıklayamayacağını tartışacağım. Ayrıca embriyoloji, moleküler biyoloji, homoloji ve fosilbilimi gibi alanlar açısından bu teoriyi ele alıp irdeleyeceğim.

Bu bölümde cevabını bulabileceğiniz bazı sorular şunlardır: Evrim Teorisi bilim felsefesi alanında ortaya konan bilimsellik ölçütlerini ne kadar karşılamaktadır? Doğal seleksiyon canlılarda yeni özelliklerin ortaya çıkışını açıklayabilir mi? Ispinoz kuşları veya pulkanatlı güveler Evrim Teorisi’nin delilleri olabilir mi? Yapılan laboratuvar deneyleri, mutasyonlarla yeni özelliklere sahip türlerin oluştuğunu desteklemekte midir? Evrim Teorisi’nin yasaları var mıdır? Evrim Teorisi’ne dayanarak öngörüde bulunulabilir mi? Evrim Teorisi yanlışlanmaya açık bir teori midir? Evrim Teorisi’nin rakip teorilere üstünlüğünü gösterecek bilimsel bir düzenek kurmak mümkün müdür? Evrim Teorisi’nin mutlak bir gerçek olarak sunulması Thomas Kuhn’un ‘paradigma’ görüşü ile açıklanabilir mi? Big Bang Teorisi ile Evrim Teorisi’nin bilimsel ölçütlere uymaktaki başarıları arasında fark var mıdır? Canlılardaki benzerlikler ile Evrim Teorisi temellendirilebilir mi? Fosiller Evrim Teorisi hakkında ne söylemektedir? Fosil-olasılık ikilemi nedir? Evrim Teorisi olmadan bilim olur mu?

BİLİMSELLİĞİN KRİTERLERİ, BACONCI İLKELER VE EVRİM TEORİSİ

Evrim Teorisi’nin, kendisinin dışındaki yaklaşımlardan daha doğru olup olmadığını anlamak için, onu, diğer görüşlerden ayırt eden unsurların neler olduğunu iyice tespit etmek gerekmektedir. Evrim Teorisi’nde, kendiliğinden türeyen basit bir canlıdan veya canlılardan diğer bütün canlıların; bir canlı formunun diğerine değişmesi yoluyla oluştuğu savunulmaktadır. Burada altı çizilmesi gerekli nokta, Evrim Teorisi’nin, istisnasız bütün türlerin, başka bir türden oluştuğunu iddia etmesidir. Türlerin tamamen sabit olup hiç değişmedikleri fikri özellikle Linnaeus ve takipçileri tarafından savunulmuştur. Buffon, Linnaeus’un düşündüğünden daha az sayıda kökensel türün başta yaratıldığını, diğer türlerin bu türlerden değişerek oluştuklarını söyledi. Mendel ise melezleşme yoluyla yeni türlerin oluşumunu Evrim Teorisi’nin alternatifi olarak gördü. Evrim Teorisi’ne karşıt fikirleri savunan biyolojinin bu en ünlü isimlerinin görüşlerine karşı, bu teorinin doğruluğunu göstermek için türlerin sabit olmadığını, türlerde bazı değişiklikler bulunduğunu göstermek yetmeyecektir. Fakat bir türden diğerine değişim olurken, kanadı olmayan bir sürüngenin kanadının çıkıp da yeni bir tür oluştuğu veya memeli olmayan bir canlının memeli başka bir türe dönüştüğü gösterilebilirse; Evrim Teorisi’nin diğer görüşlere göre daha üstün olduğu ispatlanabilir. Görüldüğü gibi bir türün içinde farklılıklar olması, hatta birbirine çok yakın iki türün ortak bir atadan veya atalardan melezleşme veya değişim yoluyla oluştuğunun iddia edilmesi; Evrim Teorisi’ni savunanları diğer görüşlerin sahiplerinden ayırt eden özellik değildir. Canlılar dünyasında küçük değişimlerin (mikro mutasyonların) gözlenmesinin Evrim Teorisi’nin delili olduğu söylenemez; ancak bir türden önemli ölçüde farklı bir türe, cinse, familyaya veya takıma geçişi sağlayacak büyük değişimlerin oluştuğu; bunun gerek bir anda gerekse küçük değişimlerin birikmesiyle mümkün olduğu gösterilebilirse, Evrim Teorisi’ni diğer görüşlerden ayırt eden iddialarının delilinin bulunduğu söylenebilir.

Darwin’in hayvan yetiştiricileriyle ilgili gözlemleri Evrim Teorisi’nin ayırt edici bir delilini sunmaz.1 Çünkü hayvan yetiştiricileri, daha çok süt veren bir ineğin veya daha iri bir koyunun nasıl yetiştirildiğini gösterebilmelerine karşın yeni bir hayvan türünün oluşumunu gerçekleştirememişlerdir. Aynı şekilde yeni Darwincilerin üzerinde en çok deney gerçekleştirdikleri sirke sineği (Drosophila) ile ilgili deneylerde de yeni bir cins elde edilememiştir.2

Yeni bir cinsin oluşumuna dair bir gözlemin olmadığını, Evrim Teorisi’nin en önemli teorisyenleri de kabul ederler: Yeni bir cinsin oluşumu uzun tarihsel bir süreci gerektirdiği için, bunun gözlemlenmesinin mümkün olmadığını söylerler.3 Teori adına dile getirilen bu savunma, yeni türlerin veya türlerin altında birleştiği cinslerin, familyaların, takımların oluşumunun gözlemle-nememesinin teoriyi yanlışlamak için yeterli sebep olmadığının dile getirilmesinden öteye geçememektedir. Oysa Evrim Teorisi’nin, Mendel veya Buffon gibi biyologların ileri sürdüğü alternatiflerden daha tutarlı olduğunun iddia edilebilmesi için muhakkak farklı yeni türlerin, cinslerin, familyaların diğer türlerin değişmesi sonucu oluşabildiğine dair delile ihtiyaç vardır. Çünkü Evrim Teorisi’ni, kendisinin dışındaki canlıların orijinine yönelik biyolojik yaklaşımlardan ayırt eden nokta budur. Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterlere uyan bir teori olması için, onun yanlışlanamayacağını söylemek yetmez, önemli olan bu teorinin ayırt edici iddialarını doğrulayan olguları göstermektir. “Andromeda galaksisinde zürafalar yaşamaktadır” diye bir önerme kurarsak bu önermeyi de kimse yanlışlayamaz; oysa bu önermenin bilimsel kriterlere uygun olması için yanlışlanamaz olması yetmez, bu önermeyi destekleyecek delillere ihtiyacımız vardır. Bu yüzden, Ernst Mayr’ın, Evrim Teorisi’ni savunmak için; evrimin uzun bir süreçte gerçekleştiği için gözlenemeyeceğini söylemesi, bu teorinin olgusal destekten yoksun olduğunun bir itirafı olarak anlaşılmalıdır.

Charles Darwin, tümüyle Baconcı ilkelere bağlı bir şekilde çalışmalarını gerçekleştirdiğini söylemiştir.4 Baconcı ilkelere göre bilimsel metot tümevarıma dayanmalıdır; tikel bir veya birkaç olgudan tümevarmakta acele edilmemelidir. Tikel olguların bir araya getirilmesi ile aşamalı bir şekilde tümevarıma ulaşılmalıdır. Darwin’in açıklamaları, bilgi teorisinde (epistemolojisinde) ve bilimsel metodolojisinde olgusallığı ve tümevarımı benimsediğini göstermektedir, Baconcı ilkeleri takip ettiğini söyleyerek de bu seçimini göstermiştir. Oysa yeni bir cinsin oluştuğuna dair tek bir gözlem bile mevcut olmaması, Darwinci yaklaşımı zora sokmaktadır. Halbuki Baconcı metodun doğru uygulaması için birçok farklı türün ve cinsin evrim ile oluştuğu gözlendikten sonra, bu gözlemlerden hareketle bütün türlerin evrimleştikleri söylenebilir. Tür içi varyasyonların varlığı veya birbirlerine yakın türlerin ortak atadan oluştukları ve birbirlerine değiştikleri; Evrim Teorisi’ni kabul etmeyen birçok düşünürün de benimsediği olgulardır. Birçok teist, Kutsal Metinler açısından da bu fikre sıcak bakabilir. Üç tektanrılı dinde de bütün insan ırklarının beyazı, siyahı, pigmesi, kızılderilisi ile tek bir çiftten (Adem ile Havva) yaratıldığı görüşü hâkimdir. Kuran’da, Nuh’tan sonraki insanların bedenen daha gelişmiş olduğu geçmektedir (7 Araf Suresi 69); bu da insan türünün ilk çiftten sonra sınırlı da olsa bir değişim geçirdiği fikrine dinlerin yabancı olmadığını gösterir.

Evrim Teorisi’nin, türlerin özel yaratılışına veya kökensel türlerden (cinslerden, familyalardan) diğer türlerin yaratıldığı fikrine karşı olgusal destek sağlaması için mutlaka bir cinsten, familyadan veya takımdan diğerine dönüşümü gösterebilmesi gerekir. Olguculuğa dayanan bir bilgi anlayışı bu tip bir sürecin gözlemlenmesini, Baconcı ilkeler ise gözlenen süreçlerin çeşitliliğini ve tümevarım metodunun naif bir şekilde uygulanmamasını gerektirir. Oysa Ernst Mayr gibi en ünlü evrimcilerin belirttiği gibi bu sürecin gözlemlenmesi mümkün değilse, olgusalcı ve tümevarımcı bir bilimsel metot ve bilgi teorisi açısından Evrim Teorisi’nin gerekli desteği olmadığı söylenmelidir. Evrim Teorisi’ni doğrulayan (verification) olgular mevcut değildir, bu yüzden hiçbir tikel doğrulaması olmayan bu teorinin, birçok tikel önermeden tümevarıma ulaşmayı tavsiye eden Baconcı metodoloji açısından bilimselliğin kriterlerini karşılaması mümkün değildir.

GÖZLEM, DENEY, ANALOJİ VE EVRİM TEORİSİ

Darwin, teorisini doğrulayacak olguları gözlemleyip tümevarıma ulaşamadığı için, bunun yerine tür içindeki değişimlerle, türden türe değişimler arasında analoji (benzerlik) kurmuştur. Örneğin hayvan yetiştiricilerini gözlerken, yetiştiricilerin damızlıkları seçme suretiyle çiftleşmeleri sağlamalarıyla, türün daha verimli hayvanlarının elde edilebileceğini tespit etti.5 Darwin’in teorisini ortaya koyarken çok önem verdiği bu gözleminde iki analoji vardır. Birinci analoji, hayvan yetiştiricileri (yapay seleksiyon) ile doğa (doğal seleksiyon) arasında kurulmuştur. Ikinci analoji ise, bir türün içindeki ıslah faaliyeti sonucu oluşan değişim ile bir cinsten diğer cinse değişim arasında kurulmuştur. Analojinin bilimsel metot açısından kabul edilebilir bir akıl yürütme olduğunu ve Darwin’in birinci analojisinin doğru olduğunu kabul etsek bile, ikinci analoji yine de sorunludur. Darwin, analojik yaklaşımıyla şu şekildeki bir çıkarıma inanmamızı beklemektedir:

1.Türlerin içinde bazı değişiklikleri gözlemliyoruz.

2.Demek ki bir cinsten, familyadan ve takımdan diğer bir cinse, familyaya ve takıma geçiş de mevcuttur.

 

Bu iki önermeden gözleme, yani olgulara dayanan önerme birinci önermedir. Oysa Darwin’in iddia ettiği gibi teorisinin Baconcı ilkelere dayanması için ikinci önermede ifade ettiği olguların gözlenmesi gerekirdi. Evrim Teorisi’ne karşı çıkanların bile kabul ettiği birinci maddede ifade edilen değişim, rakip teorilerce de savunulduğu için, Evrim Teorisi’ni destekleyen olguların bulunduğunu göstermez. Ispinoz kuşlarının gagasının değişimi veya ineklerin daha çok süt vermesinin sağlanmasındaki değişim ile analoji kurularak; kuşların kanatlarının oluşumu veya memelilerin sütle yavrularını beslemelerinin evrimle oluşumu savunulamaz. Var olan organların farklılaşması ile canlının yepyeni organlar veya özellikler kazanması arasında çok büyük fark vardır. Günden güne değişen hava durumu yüksek ve alçak basınç alanlarıyla açıklanabilir. Ancak mevsimler arasındaki hava durumu farkını, günlük hava değişimlerine neden olan faktörler ile analoji kurarak açıklamaya kalkarsak hata yaparız. Mevsimlik hava değişimleri için astronomik olaylar gibi diğer faktörlerin ele alınması gerekmektedir.6 Türlerin yeni organlar kazanmaları gibi değişiklikler yapı değişikliğiyken, bir organın büyüklüğünde (ispinoz kuşları) veya renginde (pulkanatlı güveler) veya verimliliğindeki (hayvan yetiştiricilerinin yetiştirdiği ineklerde) değişiklikler dereceli değişikliklerdir. Darwin’in derece açısından farklı değişikliklerle yapı açısından farklı değişiklikleri açıklaması bilimsel açıdan meşru bir analoji olamaz.

Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin bilimsel metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak, şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor, ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayatın başlangıcı ve gelişimi konusunda onun yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar!… O halde, bilimsel gözleme dayanmayan bu evrim görüşü kişisel bir inanç meselesi olmalıdır. Teori hakkında söylenebilecek en iyi şey, onun, hayatın nasıl geliştiğine dair birçok insanın paylaştığı, ne kanıtlanabilen ne de yanlışlanabilen bir inancı temsil ettiğidir.”7

Bilgi teorisindeki yaklaşımları açısıdan olguları ve tümevarımı bilimsel bilginin kaynakları diye kabul eden bir yaklaşımı savunanlar, Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterleri karşılamadığını kabul etmek zorundadırlar. Birçok ünlü felsefeci, gözlemsel verilere dayandırılmadan Evrim Teorisi’nin savunulmasındaki soruna dikkat çekmişlerdir. Bunlardan biri olan Wittgenstein şöyle demektedir: “Örnek olarak Darwin teorisi hakkında yapılan yaygarayı ele alalım. Teoriyi destekleyen ve ‘Tabii ki’ diyen çevreler vardır, bir de ‘Tabii ki hayır’ diyen çevreler vardır. Hangi mantıkla ‘Tabii ki’ denilebilir? Tek hücreli organizmaların zamanla daha karmaşık organizmalara dönüştükleri ve memeli hayvanlardan insanlara kadar geliştikleri düşüncesi savunuluyor. Peki, bu süreci gözlemleyen biri var mı? Hayır. Peki, bu süreci şu anda kimse gözlemliyor mu? Hayır. Yapılan gözlemler bir damla suyun kızgın bir taşa damlatılması gibi. Buna rağmen binlerce kitapta bu teorinin akla en yatkın çözüm olduğu yazmaktadır. Insanlar çok zayıf kanıtlara rağmen bu teorinin doğruluğundan emin. ‘Bilmiyorum, bu ilginç bir hipotez ama daha fazla güçlendirilmesi gerekir’ gibi bir tutum savunulamaz mıydı? Bu, nasıl herhangi bir şeye ikna olunabileceğini gösteriyor. Sonunda cevapsız kalan sorular unutuluyor ve kişiler bunun mutlaka böyle olduğuna kanaat getiriyorlar.”8

DOĞAL SELEKSİYON VE MUTASYONLAR İLE TÜRLERİN OLUŞUMU AÇIKLANABİLİR Mİ?

Darwin’e göre, yeni türlerin oluşması için gerekli hammaddeyi popülasyonun bireylerinde meydana gelen ve kalıtım yoluyla aktarılan değişiklikler oluşturur.9 Daha sonra çevreye uymalarında kendilerine avantaj sağlayan değişikliklere sahip olan bireyler yaşarken, bu değişikliklere sahip olmayan bireyler doğal seleksiyon sonucunda yok olurlar.10 Darwin’in yaşadığı dönemde genetik bilimi henüz doğmamıştı. 1920’li yıllardan sonra genetikteki gelişmelerle Darwin’in Evrim Teorisi birleştirildi ve Yeni-Darwinizm ortaya çıktı.11 Günümüzde Evrim Teorisi ve Darwinizm ifadeleri genelde Yeni-Darwinizm ile özdeşleşmiştir ve bu ifadelerin biri diğerinin yerine kullanılmaktadır. Yeni-Darwinistler, genetikteki değişimlerin DNA’nın kopyalanması sürecinde oluşan mutasyonlarla oluştuğunu ve bu mutasyonların, Darwin’in dikkat çektiği canlılardaki yeni değişimleri oluşturduğunu söylerler.12 Mutasyonlarla canlılarda yeni değişimlerin oluşması ve çevreye uyum sağlayamayan canlıların doğal seleksiyon sonucunda elenmesinin, bütün var olan canlı türlerinin oluşum mekanizması olduğu, Yeni-Darwinizm’in en klasik Evrim Teorisi tarifidir. Bu tariften de anlaşılacağı gibi Evrim Teorisi’nin en temel mekanizmaları mutasyon ve doğal seleksiyondur.

Daha önce belirtildiği gibi Evrim Teorisi’nin diğer görüşlerden ayırt edici özelliği; bütün türlerin, cinslerin, familyaların, takımların birbirlerinden oluştuğunu dile getirmesidir. Bu yüzden doğal seleksiyonun ve mutasyonun canlılar dünyasında önemli olduğunu göstermek, Evrim Teorisi’nin bir delili sayılamaz. Evrim Teorisi’ne karşı çıkan birçok kişi de mutasyonların ve doğal seleksiyonun önemini kabul etmekte hiçbir güçlük çekmeyecektir. Örneğin geçmişte dinozorların yok olduğu gibi, gelecekte pandalar da yok olurlarsa bu bir doğal seleksiyon olur. Doğadan bir canlı türünün yok oluşu elbette önemlidir, ama hiçbir türün yok oluşu, yepyeni özellikleriyle bir türün nasıl oluştuğu için bilimsel bir delil sunmaz. Evrim Teorisi’ni savunan kitaplarda, sıkça yapılan bir mantık hatasını şu şekilde gösterebiliriz:

 

1. Evrim Teorisi’nin mekanizması doğal seleksiyondur (veya mutasyondur).

2. X olayı doğal seleksiyonun (veya mutasyonun) varlığını (veya önemini) gösterir.

3. Bu da bize Evrim Teorisi’nin doğruluğunu ispatlar…

 

Bu mantık örgüsünde özellikle ikinci maddedeki önermeye dikkat edilmesi gerekmektedir. Bu ikinci maddenin doğruluğu aslında üçüncü maddedeki önermenin doğruluğunu ispat edecek mahiyette değildir. Birinci maddede de görüleceği gibi, asıl iddia edilen; doğal seleksiyonun ve mutasyonun varlığı değil, bu mekanizmaların bütün canlı türlerinin oluşumuna sebep olduğudur. Bu yüzden ikinci önermede doğal seleksiyonun ve mutasyonun varlığının değil, bu mekanizmalarla yepyeni özellikli canlıların oluştuğunun delilleri verilebilirse ancak üçüncü maddedeki sonuç önermesine ulaşılabilir. Oysa Evrim Teorisi’nin anlatıldığı ders kitaplarında; bu mekanizmaların varlığı, Evrim Teorisi’nin delili olarak aktarılmaktadır.

 

Bu mantık yanlışını daha iyi anlamak için benzer bir yanlış kurgu oluşturmamız konunun daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunacaktır. “Ahmet 1.000 metre sıçradı” önermesini ele alalım ve bunu şu şekilde formüle ederek ispat etmeye çalıştığımızı düşünelim:

1.Ahmet 1.000 metre yukarı sıçramayı sağlıklı ayaklar ve bir çift lastik ayakkabı ile becermiştir.

2.Ahmet’in ayakları sağlıklıdır ve bir çift lastik ayakkabısı vardır.

3.Demek ki Ahmet 1.000 metre yukarı sıçramıştır.

 

Bu formülasyondaki hatayı hemen görebiliriz. Birinci önermede Ahmet’in iddia edilen zıplamayı gerçekleştirmede kullandığı araçlara dikkat çekilirken, ikinci maddede sadece bu araçların var olduğunun gösterilmesi, bu zıplamanın yapıldığının delili sayılmıştır. Oysa önemli olan bu araçların varlığı değil, Ahmet’in bu araçları kullanarak 1.000 metre yukarı sıçrayacak kapasiteye erişebileceğinin gösterilmesidir. Hayatın içinden bu tipteki sıradan örneklerde mantıksal yanlış kolayca fark edilebilmesine karşın, Evrim Teorisi’ni anlatan kitaplardaki bu yanlış birçok kişi tarafından fark edilememektedir.

Bazı yazarlar bu hatanın oluş sebebini, Evrim Teorisi’nin adeta bir dogma gibi ‘apriori’ (peşinen) kabul edilmesine ve bütün değerlendirmelerin böylesi bir metafizik kabulden yola çıkılarak yapılmasına bağlamaktadırlar. Descartes’ın metodik şüpheciliği de işte böylesi hatalara düşmeyi engellemek için başvurulan bir yöntemdir. Peşinen doğru kabul edilen hipotez ve teoriler ile yapılan gözlemler, mutlak doğru kabul edilen bu hipotez ve teorilere uygun bir şekilde yorumlanacakları için, yanlış çıkarımlara sebep olacaktır. Ahmet’in 1.000 metreye sıçrayabileceğine dair ‘apriori’ bir kabulümüz olmadığı için, bu örnekteki yanlışı hemen fark edebiliriz. Fakat, Evrim Teorisi’ni peşinen doğru kabul edip olgulara yaklaşıyorsak, doğal seleksiyon ve mutasyonların varlığından, bunların, bütün türleri oluşturan mekanizmalar olduğuna sıçrayıştaki mantıksal hatayı görmekte güçlük çekeriz.

 

PULKANATLI GÜVELER, İSPİNOZ KUŞLARI VE DOĞAL SELEKSİYON

Darwin ‘Türlerin Kökeni’ adlı kitabında, Evrim Teorisi’nin en temel mekanizması olarak gördüğü doğal seleksiyonu, hayvan yetiştiricilerinin yapay seleksiyonuyla analoji kurarak açıklamaya çalışmıştı. Doğada, türlerin ve cinslerin oluşumunda rol alan bir doğal seleksiyon vakası gözlemleyememişti. Daha sonra ‘pulkanatlı güveler’ (peppered moths) ile ilgili gözlem, doğal seleksiyonla türlerin evriminin oluştuğuna dair en önemli gözlemsel kanıt olarak ileri sürüldü. Buna göre Ingiltere’deki sanayileşme sürecinden önce beyaz renkli güveler çoğunluktaydı. Daha sonra, sanayi bölgelerinin bacalarından çıkan kurum, ağaçlardaki likenleri koyulaştırmıştır ve beyaz renkli güveler belirgin olarak görülmeye başlamışlardır. Kuşlar, beyaz renkli güveleri daha rahat görüp avlayabildikleri için, koyu renkli güveler ‘yaşam mücadelesi’nde üstünlük kazanmışlar ve sayıları çoğalmıştır.13 Biyoloji ders kitaplarının birçoğunda, güveler ile ilgili bu gözlem, doğal seleksiyon yoluyla evrimin oluştuğu anlatılırken kullanılan en önemli delildir. Kettlewell’in, güvelerdeki bu ‘endüstriyel alacalığı’, canlıların evriminde gözlenmiş en çarpıcı delil olarak sunduğunu belirtmek faydalı olacaktır. Kettlewell, ‘Scientific American’da çıkan bir makalesinde, bu sonucu, “Darwin’in kayıp kanıtını bulmak” olarak niteledi.14

 

Kettlewell’in pulkanatlı güveler üzerindeki gözlem ve deneylerine sonradan birçok eleştiri yapıldı. Eğer doğal seleksiyon koyu renkli güveleri endüstriyel bölgelerde hakim kılıyorsa, Manchester şehri gibi endüstriyel kirliliğin olduğu bir bölgede de bunun gözlenmesi gerekiyordu, ama sonuç bundan farklıydı. Kettlewell’in açıklamalarına ters bir şekilde endüstriyel kirliliğin olmadığı Doğu Anglia ve Galler bölgesinde de koyu renkli güvelerin oranı yüksekti. Ayrıca Kettlewell’in deneylerinin güvelerin doğal yerleşim alanlarında yapılmadığı anlaşıldı. Pulkanatlı güveler geceleri uçar ve normalde gün ağarmadan ağaçlarındaki dinlenme yerlerine giderler, oysa yapılan deneylerde güveler açıkta bırakılıp kuşlara hedef yapılmışlardı. Finlandiyalı hayvanbilimci Mikkola, 1984 yılında, pulkanatlı güvelerin, ağaçların üst kısımlarındaki küçük dalların altını mesken edindiklerini, ancak çok ender durumlarda ağaç gövdelerini mesken tuttuklarını gösterdi. Oysa biyoloji kitaplarının birçoğunda, pulkanatlı güveler, ağaç gövdelerinde, kuşların avlanmasına açık hedef olarak gösterilmektedirler. Biyolog Bruce Grant’a göre, Kettlewell’in deneyinin en zayıf yönü, gece uçan güveleri gündüz serbest bırakmasıdır. Chicago Üniversitesi’nden Jerry Coyne, derslerinde öğrettiği pulkanatlı güveler ile ilgili ‘delilin’ kusurlu olduğunu 1998 yılında anlayınca, hayal kırıklığını şöyle ifade etti: “Benim tepkim, altı yaşında olduğumda, bana hediye getirenin Noel Baba değil de babam olduğunu öğrendiğimde içine düştüğüm dehşete benzemektedir.”15

Evrim Teorisi’ni savunanların ayırt edici iddialarını iyi tespit edemezsek, bu teorinin bilimsel kriterlere ne kadar uyduğunu da iyi tespit edemeyiz; çünkü bu teoriyi ispat ettiği söylenen delillerin doğru değerlendirmesini yapmamız mümkün olamaz. Örneğin, birçok biyoloji kitabında Darwin’in ispinozları (Darwin’s finches) olarak da isimlendirilen ispinoz kuşları ile ilgili olarak ileri sürülen görüşleri ele alalım. Darwin, Beagle seyahatinde bu kuşları gözlemlemiştir.16 Ispinoz kuşlarının, farklı alt-türlere ayrıldığı, birbirlerinden değişik gaga biçimleriyle değişik gıda kaynaklarından yararlandıkları gösterilmiştir. Farklı gıda kaynaklarına değişik gagalarıyla uyan türler, doğal seleksiyon ile canlıların çevreye uyumunun bir delili olarak sunulmuşlardır. Evrim Teorisi’nin delili olarak ileri sürülen bu delil aslında bu teorinin ayırt edici bir delili değildir. Bu delil, ancak Linnaeus’un ilk başlardaki ‘türlerin sabitliği’nin hiç değişmediği fikrine karşı bir kanıt olarak sunulabilir. Buffon’un kökensel türlerden değişimle ve Mendel’in melezleşme yoluyla türlerin oluştuğuna dair görüşlerine karşı bu delil hiçbir şey ifade etmez. Nitekim melezleşme yoluyla yeni ispinoz türlerinin oluştuğu gösterilmiştir. Buna göre, ispinoz kuşları zamanla alt-türlere ayrılmamış; fakat değişik bir türün nüfusuyla karışarak (at ve eşeğin çiftleşmesiyle katırın oluşması gibi) yeni türler oluşturmuşlardır.

Pulkanatlı güveler ve ispinoz kuşlarıyla ilgili gözlem ve deneyler üzerine birçok tartışma vardır. Fakat bu tartışmaları tamamen bir kenara bırakıp, bunlar ile ilgili ileri sürülenlerin tamamen doğru olduğunu düşünelim. Bu durumda da bu deliller, Evrim Teorisi’nin bir kanıtı olamaz. Evrim Teorisi’nin doğruluğunu tartışanlar, biyoloji kitaplarındaki ispinoz kuşları ve pulkanatlı güveler gibi ‘delilleri’ ele alıp bu teoriyi temellendirmeye çalışmaktadırlar. Oysa, bunların doğruluğundan veya yanlışlığından daha önemlisi; bunlar doğru olsalar bile Evrim Teorisi’nin doğruluğunu ispat edecek mahiyette olmadıklarının saptanmasıdır. Daha önce vurgulandığı gibi, Evrim Teorisi’ni kendi dışındaki görüşlerden ayırt eden özelliği, bütün türlerin, cinslerin, familyaların, takımların birbirlerinden evrimleştiklerini iddia etmesidir. Oysa pulkanatlı güveler ile ilgili gözlemde, bu güvelerden belli bir renkte olanın diğerine göre oranının değişmesi söz konusudur. Hiçbir şekilde bu gözlem, ne pulkanatlı güvenin oluşumunu, ne de pulkanatlı güveden herhangi yeni özellikli bir canlının oluştuğunu göstermektedir. Türlerin her birinin ayrı ayrı yaratıldığını kabul edenler de türlerin bireylerinin birbirlerinden farklı olduğunu zaten kabul etmektedirler. Bu yüzden türlerin bazı bireylerini eleyip, bazı özelliklere sahip bireylerinin oranını arttıran bir mekanizma; türlerin birbirlerinden bağımsız yaratıldıklarını savunanlarca da kabul edilebilir. Zaten bütün insan ırklarının tek bir çiftten türediğini kabul eden anlayış, türün içinde farklı varyasyonların oluşabildiğini veya yakın türlerin ortak bir atadan gelebileceğini rahatça kabul edebilir. Bundan dolayı, ispinoz kuşlarının zaman içinde alt-türlere veya yakın türlere dönüşmesini, türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar da rahatça kabul edebilirler. Pulkanatlı güveler olsa olsa doğada, ‘doğal seleksiyon’un işleyen mekanizmalardan biri olduğunu gösterebilir.

Daha önce belirtildiği gibi ‘doğal seleksiyon’un varlığından, bütün türlerin ‘doğal seleksiyo’ mekanizması yoluyla evrimleştikleri sonucuna varmak mantık açısından hatalıdır. Verdiğim benzetmede, Ahmet’in sağlıklı ayakları ve lastik ayakkabıları olduğunu ispat etmenin, Ahmet’in 1.000 metreye zıpladığını ispat ettiğini sanmak ne kadar hatalıysa; pulkanatlı güvelerle ‘doğal seleksiyon’un varlığını göstermenin, Evrim Teorisi’nin delillendirilmesi sanmak da buna benzer bir yanlıştır.

 

SİRKE SİNEKLERİ VE MUTASYONLAR

Doğal seleksiyon ile var olan türlerin çevrelerine nasıl uyum sağladığı ve canlıların niçin ‘tasarımlı gibi’ gözüktüğü açıklanmaya çalışılır. Çevreye uyum sağlayamayan ve ‘tasarımlı gibi’ gözükmeyen canlıların doğal seleksiyon ile elenmesi, var olan türlerin çevreye uyumlu olmasının ve ‘tasarımlı gibi’ gözükmelerinin sebebi olarak sunulur. Göründüğü gibi doğal seleksiyon aslında var olan türlerin nasıl ürediğinden ziyade, çevreye uyumsuz ve ucube görünümlü canlıların neden gözlenemediğini açıklamakta kullanılabilecek bir mekanizmadır. Doğal seleksiyonun elemesi için gerekli hammaddeyi sağlayan ise genetikteki değişikliklerdir. Canlının genetiğinde oluşan değişikliklere mutasyon denir ve mutasyonlar; laboratuvar ortamında, hızlı üreme avantajları gibi sebeplerle özellikle sirke sineği (Drosophila) üzerinde, X ışını vermek gibi müdahaleler ile gözlemlenmiştir. Hiçbir canlının üzerinde, mutasyon ile ilgili deney ve gözlemler, sirke sineğindeki kadar çok uygulanmamıştır. Sirke sineğinden her yıl birçok yeni kuşak elde edilir ve bir çifti yüzlerce yavru verebilir.17

Sirke sineğiyle yapılan deneylerin önemi yüzünden, Evrim Teorisi’ni anlatan kitapların çoğunda sirke sineğiyle ilgili laboratuvar çalışmalarına yer verilir.18 Evrim Teorisi’nin gözlemsel ve deneysel verilerle desteklenmediğine dair itirazlara, eğer gözlemsel ve deneysel verilerin var olduğuna dair bir cevap verilecek olsaydı, bu cevabın sirke sinekleriyle yapılan deneylerden gelmesini beklemek doğal olurdu. Biyoloji kitapları sirke sineğinin, mutasyon sonucu, iki kanadının dört kanada çıktığı bazı bireylerine yer verirler. Oysa bu kanatlar işlevsel değildir, ilave kanatların uçmayı sağlayacak kasları yoktur. Bu yüzden bu kanatlar canlıya dezavantaj getirmektedir. Iki başlı veya üç kollu bir insan nasıl sakat oluyorsa, X ışınlarıyla radyasyona uğratılıp yeni doğan bireylerinde fazladan kanatlar oluşan sirke sinekleri de sakat olmaktadır. Jonathan Wells’in benzetmesine göre dört kanatlı sirke sineğinin kanatları, uçak gövdesinden sarkan işe yaramayan bir çift gevşek kanada benzemektedir. Bu uçak belki yere inebilir, fakat uçuş kabiliyeti kusurludur. Dört kanatlı sirke sinekleri üreme zorluğu çekerler ve laboratuvar ortamında muhafaza edilmezlerse, sirke sineği türünün içinde yok olurlar.19

 

Sirke sineği üzerinde yapılan deneylerde, mutasyona uğratılan sirke sineklerinin vücut ve göz renginin değiştiği, vücut büyüklük ve şeklinde farklılaşma olduğu gözlemlenmiştir.20 Fakat yeni bir türün oluşumunun gözlenmesi bir yana, doğada bu hayvana faydalı olabilecek dış yapısıyla ilgili tek bir mutasyona rastlanmamıştır. Oysa bir canlıya sadece avantaj sağlayacak (faydalı) bir mutasyon da, Evrim Teorisi için bir delil niteliği taşımayacaktır. Örneğin daha önce incelediğimiz koyu renkli pulkanatlı güveler bir mutasyon sonucu oluşmuş olabilir. Bazı bakterilerin antibiyotiğe karşı direnci de yararlı bir mutasyonla açıklanabilir. Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliği bütün türlerin evrim ile oluşumunu savunmasıdır. Bu yüzden, ancak yeni bir organ veya yepyeni bir özellik oluşturan mutasyonların gözlenmesi Evrim Teorisi’nin delili olarak sunulabilir. Bir canlının renginin değişmesi veya var olan bir kanadının fazladan bir kopyasının oluşması, Evrim Teorisi’nin delili olarak sunulamaz. Bir türün içinde çeşitlenmelere yol açan böylesi mutasyonların, farklı özelliklere sahip bir türün oluşumunu da sağladığına dair hiçbir delile sahip değiliz.

Mutasyonlar ile ilgili deneylerin sunumunda da doğal seleksiyon ile ilgili gözlemlerin sunumundaki mantıki hata yapılmaktadır. Önce doğal seleksiyonun ve mutasyonların Evrim Teorisi’nin mekanizmaları olduğu söylenmektedir. Sonra bu mekanizmaların sadece var olduğunun gösterilmesiyle Evrim Teorisi delillendirilmiş gibi sunumlar yapılmaktadır. Oysa “Doğada doğal seleksiyon vardır” veya “Mutasyon sonucu canlılarda değişiklikler olur” önermeleri ile “Evrimin mekanizması doğal seleksiyondur” ve “Evrimin mekanizması mutasyondur” önermeleri arasında çok büyük fark vardır. Bu önermelerin ilk ikisinin ispatının, sonraki iki önermenin ispatı gibi gösterilmesi yanlıştır. Bu mekanizmaların varlığına dair gözlemler, Evrim Teorisi’nin gözlemlere dayandığının delili olarak kabul edilemez. Bu yüzden, Evrim Teorisi’nin deney ve gözlemlerle temellendirilemediğini savunan bilim insanları ve filozoflar haklıdırlar. Bu gözlemler, Linnaeus’un türlerin sabitliğine ve türlerin yok olmadığına dair fikirlerine karşı kullanılabilir. Bazı bilim insanları, Evrim Teorisi’nin alternatifi sadece Linnaeus’un görüşleriymiş gibi sunarak; bazı gözlem ve deneyleri, Evrim Teorisi’nin, alternatifi olan bütün teorilere karşı üstünlük elde etmesinin delili gibi aktarmaktadırlar. Oysa günümüzde Evrim Teorisi’ni eleştiren ve reddeden biyologların hemen hepsi, Linnaeus’un bu fikirlerini de kabul etmemektedirler21 (Linnaeus’un kendisi de yaşamının son döneminde kısmen fikirlerinde düzeltmeler yapmıştır). Bu sebeplerden dolayı Evrim Teorisi’nin, alternatif teorilerden daha iyi açıklama sağlayacak deney ve gözlemlere sahip olduğuna dair iddiayı kabul etmek için herhangi bir sebep bulunmamaktadır.

 

YASALAR VE EVRİM TEORİSİ

Evrimin yasaları olup olmadığı, eğer yasaları varsa bunların fizikteki bazı yasalar gibi mutlak mı yoksa olasılıksal mı olduğu tartışması; Evrim Teorisi’ni kabul edenler ile reddedenlerin arasında olduğu gibi, Evrim Teorisi’ni kabul edenlerin kendi aralarında da yapılmaktadır. Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemdeki ideal bilim örneğini, fiziğin, özellikle de Newton fiziğinin oluşturduğuna dair inanç yaygındı. Bu yüzden bu ideal bilim örneğine yaklaşmak için, matematiksel verilere dayanmak ve yasalarla ifade etmek, arzu edilen bir amaçtı.

Böyle bir arzuyla bazı ‘evrim yasaları’ olduğunu söyleyenler oldu. Bunlardan biri Dollo Yasası’dır. Dollo Yasası’na göre evrim geriye dönmez. Böyle bir evrim yasasının ileri sürülmesi, bazılarınca, evrimin bilinçli bir şekilde yönlendirildiğinin, eğer tesadüfi bir evrim oluşsaydı, evrimin geriye dönmemesinden bahsetmenin anlamsız olacağı şeklinde yorumlanmıştır. Richard Dawkins ilerlemeci, tek yönlü bir evrim oluştuğuna dair yaklaşımları ‘idealist saçmalıklar’ olarak niteler ve “Evrimdeki genel eğilimlerin tersine dönmemesi için hiçbir neden yoktur” der.22 Diğer yandan Dawkins, doğada iki defa aynı oluşumun gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu söyleyerek, Dollo Yasası’nı genelde haklı bulmaktadır, fakat bu yasanın deneysel olarak doğrulanamayacağını da şöyle ifade etmektedir: “Ayrıca bu yasa, doğada deneyebileceğimiz bir şey de değil, ancak matematiksel olasılık hesaplamalarıyla kolayca Dollo Yasası’na varabiliriz. Işte bu nedenle, bir evrimsel patikadan iki kez geçme olasılığı da çok çok düşüktür.”23 Dawkins’e göre, evrimin Dollo Yasası’na uyması için bir sebep yoktur, istatistiki açıdan ise bu yasanın genelde doğru çıkması beklenmelidir.

Oysa Dawkins’in kendisi, doğal seleksiyonun maharetine atfederek, yankı ile yön bulmanın, hem yarasalarda hem iki farklı kuş grubunda hem balinalarda hem de bazı başka hayvanlarda birbirlerinden bağımsız şekilde evrimleştiğini anlatır.24 Yani bu canlılar, bu özelliği ortak bir atadan almamalarına rağmen, doğada bu özellik, birbirinden bağımsız şekilde defalarca ortaya çıkmıştır. Bu da Dawkins’e şu sorunun yöneltilmesini gerekli kılmaktadır: Evrimsel patikadan iki kez geçme olasılığı çok çok düşükse, nasıl olur da yankıyla ses bulmak gibi çok kompleks bir özelliğin doğadaki birçok canlıda birbirlerinden bağımsız şekilde tesadüfen oluştuğunu düşünebiliriz?

Dawkins’in de belirttiği gibi Dollo Yasası’nın doğruluğunu gösterecek bir deney mümkün değildir. Üstelik tesadüfi bir evrim oluştuğunu iddia edenler, evrimi sadece genlerde rastgele oluşan mutasyonlara ve doğal seleksiyonun uyumsuz canlıları elemesine bağladıkları için, böyle bir yasayı kabul edemezler. Fakat, Dawkins’in de belirttiği gibi evrimde aynı yolun iki defa izlenmesi istatistiksel açıdan mümkün gözükmemektedir. Bu da bilimsel kriterler açısından Dollo Yasası diye biyolojik bir yasanın varlığının ispat edilemediği, fakat istatistiksel açıdan bu yasanın öngördüğü sonuçların aynısının, tesadüfi bir evrimi savunanlarca umulması gerektiği anlamını taşır. Oysa, doğada, yankı ile yön bulma, kanatlar ve gözler gibi birçok kompleks özelliğin canlılarda birbirlerinden bağımsız olarak birden çok defa geliştiğini Evrim Teorisi’ni savunanların hemen hemen tümü ifade etmektedir. Ateist evrimciler bile, örneğin kuşların uçma özelliğini, böceklerin uçma özelliğini ve memelilerin uçma özelliğini ‘ortak bir atadan’ elde ettiklerini söylemezler. Bu da ortak bir atadan mirasla açıklanamayacak bu özelliklerin, canlılarda defalarca oluşması demektir. Bu sonucun her türlü Evrim Teorisi açısından sorun olduğunu söylemek yanlış olur, fakat ateist bir Evrim Teorisi açısından, bu olgu çok büyük bir sorundur. Bilinçli bir yaratılışla birleştirilen Evrim Teorisi için ‘istatiki imkânsızlık’ sorun olmaz, çünkü ‘bilinçli yaratma’ evrimin gerçekleşmesini sağlar. Oysa ‘tesadüfi bir Evrim Teorisi’ savunulursa, bir kere bile ortaya çıkması olasılık hesapları açısından imkânsız olan özelliklerin, birbirlerinden bağımsız olarak defalarca ortaya çıkması matematiksel olarak açıklanamaz. Bu konuyu kitabın 4. bölümü olan ‘tasarım delili’nde daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağım.

Varlığı savunulmuş diğer bir Evrim Yasası ise Cope Yasası’dır. Bu yasaya göre, evrim ilerledikçe canlıların vücut büyüklüğü artma eğilimindedir. Oysa fosillerden, dinozor gibi birçok dev cüsseli canlının yok olduğunu biliyoruz, diğer yandan birçok tek hücreli bakteri ise günümüzde yaşamaktadır. Buna karşılık, biyolojide mutlak kanunların olmadığı, ancak olasılıksal kanunların bulunduğu ve Cope Yasası’nın %70’lik bir oranda doğru olduğu söylenebilir. Cope Yasası’nın bir yorumuna göre -gıda kaynaklarından daha iyi faydalanmak gibi- büyük bedenlerin evrimsel avantajları vardır. Bu da daha büyük bedenlerin neden doğal seleksiyon tarafından seçildiğinin ve daha çok yavru ürettiklerinin bir açıklamasıdır.25

Zaman olarak sonradan var olan canlıların neden daha büyük bedenli olduğu, genelde büyük bedenlilerinin daha küçük bedenli canlıları yedikleri, “Büyük balık küçük balığı yer” sözünde ifade edildiği gibi, büyüğün küçükle beslenmesinin -istisnası çok olan- genel bir durum olduğu söylenebilir. Fakat, türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar da Tanrı’nın önce canlıların besleneceği ekolojik ortamı yarattıktan sonra diğer canlıları yaratığını söyleyerek, Cope Yasası’nı kabul edebilirler. O zaman, Cope Yasası’nı Evrim Teorisi’nin bir yasası olarak görmek için bir sebep yoktur. Bu yasa, canlıların Dünya’daki ortaya çıkış sırasında, genelde önce küçük, daha sonra büyük bedenlilerin kendini gösterdiğini söyler. Canlıların, ‘bilinçli bağımsız yaratılışla’, ‘evrimsel tesadüfi oluşumla’ veya ‘evrimsel bilinçli yaratılışla’ meydana geldiğini savunanların her biri, bu olasılıksal yasanın doğruluğunu kendi inancıyla bağdaştırabilir. Bu farklı görüşlerden birini diğerinin aleyhine olacak şekilde desteklemediği için, bu yasa, Evrim Teorisi’nin bir yasası olarak görülemez. Üstelik birçok istisnası olan Cope Yasası’na olasılıksal anlamda bile bir yasa demek için büyük güçlükler bulunmaktadır.

 

ÖNGÖRÜ VE EVRİM TEORİSİ

Bilimsel kriterleri karşılayan bir teoriden beklenen en önemli özelliklerden biri, teorinin öngörülerde bulunabilmesidir. Oysa Evrim Teorisi ile hiçbir öngörüde bulunulamaz. Örneğin tamamen izole bir adaya kurbağa, kelebek, fare, timsah gibi birçok canlıyı alıp bıraktığımızı düşünelim. Evrim Teorisi’ne dayanarak bu canlılardan hangi tür bir canlının türeyeceğine dair bir iddiada bulunulamamaktadır. Hiç kimse bu canlılardan şu kadar yıl sonra at, şu kadar yıl sonra insan, şu kadar yıl sonra bir kuş oluşur diyemez. Bazıları cevap olarak, evrim çok uzun sürede oluştuğu için, böyle bir öngörünün gerçekleştirilemeyeceğini söyleyebilir. Bu savunma, Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayacağının bir ifadesi olabilir, ama diğer yandan Evrim Teorisi’nin doğrulanmasının da mümkün olmadığı -klasik bilimsel kriterleri karşılamadığı- anlamına gelir. Buradaki sorun aslında bundan da fazladır. Evrim Teorisi’ne dayanarak, adaya konulan canlılardan, bir milyon yıl sonra bir fil oluşacağı söylenirse, bu öngörü, gözlenerek doğrulanması mümkün olmayan bir niteliktedir; oysa Evrim Teorisi’ne dayanarak gözlenmesi mümkün olmayan bu tip bir öngörüde bulunmak bile mümkün değildir. Çünkü Evrim Teorisi’nin yasaları yoktur ve matematiksel ifadeleri olan yasalar olmadan bir öngörüde bulunmak mümkün değildir.

Evrim Teorisi’nin yasaları ve matematiksel bir modelinin bulunmaması, gözlem ve deneye dayanmamasından daha büyük bir sorundur. Astronomide de gözlenemeyecek olan birçok olgu ele alınır, fakat eldeki yasaların matematik modellemeye elvermesi sayesinde gelecek hakkında tahminlerde bulunulabilir. Örneğin, her şey aynı şekilde devam ederse, milyarlarca yıl sonra uzayda hiçbir ışığın kalmayacağı, tüm yıldızların yok olup, yerlerine hiçbir yıldızın oluşamayacağı bir duruma gelineceği söylenebilmektedir.26 Fakat bahsedilen şekilde bir adada, her şey aynı şekilde devam ederse, farenin bir gün insan veya sincap olacağı şeklinde bir öngörüde bulunmak mümkün değildir. Çünkü canlılardaki değişimlerin hangi yasalar çerçevesinde gerçekleştiğine dair Evrim Teorisi’nin söyleyebildiği bir sözü yoktur.

Eğik atışın bir yasası vardır, bu yasaya dayanarak atılan bir cismin nereye düşeceğini belirlemek mümkündür. Hidrojenin hangi miktarı, ne kadar miktarda oksijenle birleşirse ne kadar su oluşacağı da tespit edilebilir. Oysa, Evrim Teorisi’nin, öngörüyü mümkün kılacak böylesi bir yasası yoktur. Evrim Teorisi’nin diğer biyolojik yaklaşımlardan farklı yönü, türlerin ve cinslerin hepsinin birbirlerinden evrimleştiğini savunmasıdır. O zaman, Evrim Teorisi’nin, bilimsel kriterlere dayalı bir üstünlüğünün olması için, ‘ayırt edici iddiaları’nı doğrulayacak yasalara sahip olması ve onlarla öngörülerde bulunması lazımdır. “On yıl sonra, timsahlar bütün kurbağaları yiyecek ve kurbağalar doğal seleksiyon neticesinde yok olacaklardır” şeklinde yapılacak bir öngörü gözlenebilse bile, Evrim Teorisi’ne dayanılarak yapılan bir öngörünün doğru çıktığı söylenemez. Çünkü, daha önce ifade edildiği gibi, doğal seleksiyonun varlığı değil, doğal seleksiyona dayanarak yeni türlerin oluşumunun izah edilmesi Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliğidir. “On yıl sonra kurbağalar bukalemun olacak” iddiası gözlenmesi mümkün Evrim Teorisi’nin bir öngörüsü, “Bir milyon yıl sonra kurbağalar bukalemun olacak” iddiası ise gözlenmesi mümkün olmayan Evrim Teorisi’nin bir öngörüsü olabilirdi; fakat, bu teori bu iki önermeye de benzer hiçbir öngörüde bulunamamaktadır.

Ernst Mayr, bilimde olasılıkçı yorumların arttığını, bunun Evrim Teorisi açısından önemli olduğunu, biyolojide fizikteki gibi yasaların değil genellemelerin olduğunu söylemektedir. Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’nde, 100’den fazla kez yasa (law) kelimesini kullandığını, 19. yüzyılın sonuna dek biyologların, biyolojik olguları yasayla açıklamaya çalıştıklarını vurgulamaktadır.27 Ernst Mayr, fizikteki anlamda yasaları savunmanın Evrim Teorisi’ni nasıl zora sokacağını görmektedir. Mutlak bir yasa, tek bir olgunun yasayı yanlışlamasıyla bile inkar edilebilir. Tek bir olgu tümevarımla varılmış yasanın yanlış olduğunu gösterebilir. Örneğin “Memeliler karada yaşar” şeklinde bir yasa ileri sürülmeye kalkılırsa, balinaların denizde yaşadıkları gösterilerek bu yasa yanlışlanabilir. Oysa istatistiksel ve olasılıksal genellemelerle bu sorun çözülebilir. Fakat Evrim Teorisi açısından bu yaklaşım da kurtarıcı gözükmemektedir. Evrim Teorisi, bir türün, diğer bir türe ve cinse dönüşmesi hakkında istatistiksel ve olasılıksal bir öngörüde (gelecek için) veya tarifte (geçmiş için) de bulunamamaktadır. Matematiksel yasalara yalnız gelecek için değil, geçmişteki olayların açıklaması için de gerek duyulur. Bu şöyle gösterilebilir:

1.Evrim Teorisi, geçmişte var olan türlerden sonradan gelen türlerin oluştuğunu söylemektedir.

2.Oysa bu açıklamanın öngörüde bulunma gücü yoktur. Çünkü mutlak veya olasılıksal bir yasa ile önceki türler bir arada ele alınıp, bunların sonraki türlerin oluşumu için ‘yeterli koşul’ (sufficent condition) olduğu söylenememektedir.

3.Evrim Teorisi, bir tek önceki türlerin sonrakilerin açıklaması olduğunu söyler. Nedenden sonuca da sonuçtan nedene de öngörü yapmak, Evrim Teorisi ile mümkün değildir.28 Bu ise Evrim Teorisi’nin rakip teorilere göre daha çok kabul edilebilir olması için bilimsel veri sunamadığı anlamını taşır.

 

Evrim Teorisi, yılanların ve kurbağaların, yüz milyon yıl geçtikten sonra, bu uzun süre sonucunda, hangi yeni türü (sonucu) oluşturacaklarının tahmini için kullanılamaz. Aynı şekilde, Dünya’nın tamamen aynısı ekolojik bir ortamda yılan ve kurbağalarla karşılaşsak, bunların hangi türden (nedenden) türediği, Evrim Teorisi’ne dayanılarak öngörülemez. Elimizde gözlemsel ve deneysel veri olmadığı gibi, türler arası neden-sonuç ilişkilerini kuracak mutlak veya olasılıksal yasalar yoksa, Evrim Teorisi’ne olan inancın kaynağını ‘apriori’ (deneyi önceleyen) kabul edilen ilkelerde aramak gerekir. Bu apriori ilkelerin en önemlisi ‘doğayı sadece doğa içinde kalarak açıklamamız’ gerektiğine dair inançtır.

 

Mikroskobun geliştirilmesiyle cansız doğadan canlıların ‘kendiliğinden türeme’ yoluyla meydana gelemeyecekleri anlaşıldığı için, tamamen gözlediğimiz doğa içerisinde kalırsak, türlerin birbirlerinden oluştuğunu söylemek tek alternatif olarak gözükmektedir. Fakat o zaman, Evrim Teorisi tamamen ‘apriori bir ilke’nin ürünü olmaktadır. Bu ‘apriori ilke’yle olguların bağlanması Evrim Teorisi’nin tek dayanağı olarak gözükmektedir. Bu da, bu teorinin, deney ve gözlemlerle oluşturulmuş bir teori olmadığını, deney ve gözlemi önceleyen kabullerce ortaya konulup savunulduğunu gösterir. Gözlem ve deneysel destek ile olguları bağlayıcı yasaları olmayan bir teorinin ise bilimsel kriterleri karşıladığı söylenemez. Bahsedilen ‘apriori ilke’yi ise temellendirecek epistemolojik bir kaynak gösterilemez. Kimse “Sadece doğanın içinde kalmak gerekir” şeklinde bir düşünceyi ne doğuştan aklında taşıdığını söyleyebilir, ne de gözlenen doğanın bizleri bu ilkeye mecbur ettiği iddia edilebilir. Bu ‘apriori ilke’nin salt bir inanç ürünü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zihinlerdeki bu ‘apriori ilke’ nedeniyle Evrim Teorisi doğru kabul edildiği ve bu teoriyle olgular birbirine bağlandığı için; olgular, Evrim Teorisi’nin delili olarak sunulmaktadır. Oysa bilimsel kriterler açısından, olguların Evrim Teorisi’ni desteklemesi beklenirdi. Burada gizlenmiş bir totoloji (aynı düşüncenin farklı sözcüklerle tekrarı) göze çarpmaktadır. Bu yanlış sunumu şöyle gösterebilirim:

1.(A) Evrim Teorisi doğru olduğu için (B) olguları (türleri) ona göre (türleri birbirlerinden evrimleşmiş olarak) değerlendirmeliyiz.

A—–B

2.(B) Türler birbirlerinden evrimleştikleri için (A) Evrim Teorisi doğrudur.

B—–A

3.(A) Evrim Teorisi doğru olduğu için (1. madde) (A) Evrim Teorisi (2. madde) doğrudur.

A—–A

Kısacası, Evrim Teorisi, bilimselliğin kriterlerini oluşturan deneylenebilme, gözlenebilme, yasalara sahip olma ve öngörüde bulundurabilme açısından gerekli kriterleri karşılayamamakta; buna karşın ‘sadece ve sadece gözlenen doğanın içinde kalmamız gerektiğine’ dair peşinen kabul edilmiş metafizik bir inanç ile tüm türlerin birbirlerinden değişerek oluştuklarını söylemektedir. Wittgenstein’ın ifadelerine göre kanıtsız olmasına rağmen gerçek olarak sunulan bu teori, Popper’ın ifadelerine göre metafizik bir araştırma programından ibarettir.

 

POPPER VE ‘METAFİZİK BİR ARAŞTIRMA PROGRAMI’ OLARAK EVRİM TEORİSİ

Francis Bacon ve çağdaşlarının birçoğu “Eğer doğayı anlamak istiyorsak Aristoteles’in yazılarına değil doğaya başvurmalıyız” şeklindeki yaklaşımlarında ısrar ederlerken, çağlarının bilimsel tavır alış ve tutumunu özetliyorlardı.29 O dönemden beri, tek tek olguların gözlenmesinden genel yasalara varmak anlamına gelen tümevarım yöntemi bilimlere hakim olmuştur. Bilimlere hâkim olan bu ilke gündelik hayattaki düşünce biçimlerimize de hâkimdir. Bertrand Russell bunu şöyle ifade etmektedir: “Eğer tümevarım ilkesi çürükse, Güneş’in yarın doğmasını beklememiz için sebep yok, ekmeğin taştan daha besleyici olacağını beklemek için de çatıdan kendimizi bıraktığımızda düşeceğimizi beklemek için de bir sebep yok. En iyi arkadaşımız sandığımız şeyin bize yaklaştığını gördüğümüzde, onun bedenine en büyük düşmanımızın ya da tümüyle yabancı birinin ruhunun yerleşmediğini kabul etmemiz için de bir sebep yok. Bütün davranışlarımız, geçmişte işleyen ve bu yüzden gelecekte de işleyecek gözüyle baktığımız birliktelikler temeline dayanır ve bu olasılığın sağlamlığı tümevarımsal ilkeye bağlıdır. Bilimin, yasanın egemenliğine inanmak ya da her olayın bir nedeni olduğuna inanmak türünden genel ilkeleri de tümüyle, günlük yaşantılarımızdaki inançlar gibi tümevarımsal ilkeye bağlıdır.”30

Bilimde ve günlük yaşantıda böylesine belirleyici olan ve otoritesi sorgulanmadan kabul edilen tümevarım ilkesinin güvenilirliği hakkında bilim felsefesi alanında çok önemli tartışmalar yapılmıştır. Özellikle David Hume’un tümevarım ilkesine yönelttiği eleştiriler, bu ilkenin üzerindeki felsefî tartışmaların başlangıcı olarak kabul edilir. Hume, tekil gözlemlerin sayılarının ne denli çok olursa olsun, mantıkça genel bir önermeye varamayacağını söyler; ‘A’ olayı ile beraber ‘B’ olayını gözlersek, bu gözlemimiz binlerce defa da tekrarlansa, mantıkça bu olayların hep birbirini takip edeceğini söyleyemeyiz. Hume’a göre bu birliktelik beklentimiz mantıksal değil, psikolojiktir. Hume’un tümevarıma getirdiği eleştiri, ‘Hume’un sorunu’ olarak adlandırılmış ve birçok felsefeciyi meşgul etmiştir.31 Bazı felsefeciler, örneğin Rudolf Carnap, tümevarımla varılan genel önermenin olasılıksal olduğunu, yapılan gözlem ve deneylerin çokluğunun tümevarımsal genellemenin güvenilirliğini artırdığını söylemiştir.32 Ünlü ekonomist John Maynard Keynes, bilimde ve gündelik hayatta olasılıksal tümevarımcı bir yaklaşımın kullanıldığını göstermiştir. Ayrıca istatistikçi R. A. Fisher, matematikçi Von Mises, fizikçi ve felsefeci Hans Reichenbach da olasılık teorileri üretmişlerdir.33

Tümevarımı olasılıkçı bir yaklaşımla daha sofistike bir tarzda savunan sözü edilen yaklaşımlara karşın Popper, kendini ‘tümevarım-karşıtı’ olarak tarif etti ve çağdaş bilim felsefesinin en çok gündemde olan metotlarından ‘yanlışlamacılığı’ (falsification) savundu. Bilimsel ilerlemenin, olguların yığılmasıyla ya da açıklanmasıyla değil; ileri sürülen hipotez ve teorilerin katı bir biçimde sınanması, eleştirilmesi ve yanlışlanmasıyla ilerlediğini söyledi.34

Popper, teorinin gözlemi öncelediğine vurgu yapar. Neyin gözleneceği bile gözlemcinin belirlemesine bağlıdır.35 Bu da bizi, boş bir zihinle (tabula rasa) gözlemin yapılmadığı sonucuna götürür. Popper, bunu bilimsel açıdan sorun olarak görmez, bilim insanının sezgi ve becerisine vurgu, Popper’ın yaklaşımında özel bir yere sahiptir. Popper’a göre önemli olan, bilim insanının ortaya koyduğu hipotez veya teorinin sınanmaya açık olması, yanlışlanma imkânının bulunmasıdır; bilimselliğin gerçek ölçütü budur. Yanlışlanan teori, ya düzeltilir ya da bir kenara bırakılır. Başarılı bir bilimsel teori, apaçık şekilde ortaya konan, mümkün olan en çok şekilde yanlışlanma imkânı tanıyan ve buna rağmen yanlışlanamayan teoridir. Deneme, yanılma ve düzeltme şeklinde ilerleyen bilimsel araştırmalar daha sofistike olabilirler, ama Popper’a göre nihai olarak doğrulama (tümevarım sorunu nedeniyle) mümkün değildir. Bilimsel önermelerin mutlak olarak iki şartı yerine getirmesi gerekir; bunlardan birisi mantığın temel ilkelerinden ‘çelişmezlik koşulu’nu gözetmesi, diğeri ‘yanlışlanabilirlik koşulu’nu sağlamasıdır.36

Popper, Darwin’in Evrim Teorisi’ne karşı özel bir ilgi duyuyordu. Herbert Spencer’ın hatırası için Oxford Üniversitesi’nde düzenlenen ‘Evrim ve Bilgi Ağacı’ (Evolution and The Tree of Knowledge) isimli bir ders vermiştir. Popper’ın ilgisinin en önemli sebebi ise, kendi ifadesine göre, bilimsel bilginin deneme ve yanılmayla ilerlediğine ilişkin bilim felsefesindeki görüşünün; Darwin’in uyum sağlayamayan türlerin doğal seleksiyon ile elendiğine dair görüşüne benzerliğidir.37 Popper’a göre önce teori ortaya atılır, Darwin’e göre ise önce varyasyonlar oluşur; Popper’da yanlışlamayla eleme olur, Darwin’de ise doğal seleksiyon elemeyi yapar. Popper, ilk olarak ‘Tarihsiciliğin Sefaleti’ (The Poverty of Historicism) isimli eserinde, Evrim Teorisi ile ilgili epistemolojik sorunları irdeler. Yeryüzünde hayatın veya insan toplumunun evriminin, özel bir tarihi sürece karşılık geldiğini, ancak bu sürecin betimlenme tarzının bir yasa değil, sadece tekil bir tarihi önerme olduğunu söyler. Şu ya da bu şekilde formüle edilen bir yasanın, bilim tarafından ciddi bir biçimde ele alınmadan önce yeni örneklerle test edilmesi gerektiğine dikkat çeker. Fakat Evrim Teorisi’nde sadece özel bir tarihsel dönem ile sınırlı kalındığından; bir evrensel hipotezi test etmeyi ve de bilim tarafından kabul edilebilir bir doğa yasası bulmayı ümit edemeyeceğimiz sonucuna varır.38

Popper, daha sonra bu konuyu özel olarak ele aldığı makalesinde, Darwinizm’in test edilemeyeceğini (yanlışlanamayacağını), bu yüzden ‘bilimselliğin kriterlerini karşılamadığını’ ve ‘metafizik bir araştırma programı’ olduğunu belirtir.39 Darwinizm’in, ‘durumsal mantık’ (situational logic) uyguladığını söyler. Darwinci yoruma göre, türlerin içinde çeşitliliğe yol açan bazı değişiklikler (varyasyonlar) olur, bu varyasyonlardan bazısı yaşar, bazısı ise doğal seleksiyona uğrayıp yok olur. Bu yorum, türlerin oluşumu için bir süreç tarifi yapar; fakat gözlemlediğimiz, bu sürecin sonucudur. Söylenen “Çevreye uyum sağlayanın yaşadığıdır”, fakat “Yaşayan kim” diye sorarsak bu sorunun cevabı da “Çevreye uyum sağlayan” şeklindedir. Popper, duruma göre uygulanan bu mantığın bir totoloji olduğunu söyler.40

Evrim Teorisi bu şekilde formüle edildiği için yanlışlanmaya imkân tanımaz. Bilimselliğin temel kriterinin ‘yanlışlanmaya açıklık’ olduğunu savunan görüşe göre, bu yüzden, Evrim Teorisi, bilimsel bir gerçek (fact) olarak kabul edilemez. Örneğin kaplumbağaları ele alalım ve kaplumbağaların nasıl var olduğunu Evrim Teorisi’ni savunanların açıklamasını istediğimizi varsayalım. Kaplumbağaların atalarından birçok varyasyon oluştuğu, bu varyasyonların çevrelerine uyum sağlayamadıkları için doğal seleksiyon ile yok oldukları, kaplumbağaların ise çevrelerine uyum (adaptasyon) sağladıkları için var olabildikleri söylenecektir. Adaptasyon var olmak ile açıklanır, oysa kaplumbağaların var olması zaten Evrim Teorisi’ne göre çevreye adapte olduklarının bir delilidir. Çevreye uyum sağlayan yaşayandır; yaşayan ise çevreye uyum sağlayan olarak açıklanır. Bu tarzda bir totolojinin yanlışlanabilmesine olanak yoktur.

Popper, Mars’ta üç tür bakteri bulursak, Darwinizm’in yanlışlanıp yanlışlanamayacağını sorduğumuzda, cevabın ‘yanlışlanamayacağı’ olduğunu söyler; çünkü bu var olan türlerin, mutasyona uğramış evvelki türlerin adapte olmuş yegâne formları olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şeyi Mars’ta tek bir tür bakteri de bulsak, herhangi bir başka sayıda bakteri veya başka canlı organizma bulsak da söyleyebiliriz. Bu da bize, Evrim Teorisi’nin, hiçbir şekilde yanlışlanamayacak ve hiçbir şeyi öngörmeyecek şekilde formüle edildiğini gösterir.41 Bir teorinin bilimsel kriterlere uygunluğunu, mümkün olduğunca yanlışlanmaya açık bir şekilde ve çok anlamlılıktan uzak bir şekilde formüle edilmesine bağlayan yanlışlamacı yaklaşımın42 kriterlerini; Popper’ın da belirttiği gibi Evrim Teorisi’nin karşıladığı söylenemez.

 

YANLIŞLAMACILIK VE EVRİM TEORİSİ

Popper, Darwinizm’in veya başka bir teorinin canlılığın kökenini açıklayamayacağı kanaatindedir.43 Kendisinin bilimin ilerlemesine dair görüşüne benzerliğinden dolayı sempati duyduğu bu teorinin değerli olduğunu da düşünür. Bu teorinin metafizik olmakla beraber pratik yararlarının olduğunu söyler; örneğin bakterilerin penisiline karşı adaptasyonu doğal seleksiyon ile açıklanabilmektedir.44 Fakat, Popper’in verdiği bu örnek Evrim Teorisi’nin başarısı olarak gösterilemez, çünkü daha önce de açıklandığı gibi, doğal seleksiyonun var olan türlerin çevreye adaptasyonunu açıklaması Evrim Teorisi’ni rakip görüşlerden ayırt eden bir özelliği değildir. Penisiline karşı koyabilen bakterilerin varlığını sürdürmesi ve karşı koyamayanların doğal seleksiyona uğraması; yeni bir bakteri türünün oluşumunu izah edememektedir, sadece belli bir bakteri türünde doğal seleksiyonun ne kadar etkili olduğu gözlenmektedir. Bakteriler, bağışıklığı, yeni genetik materyal oluşumuyla sağlamazlar. Bağışıklığın birinci kazanılma yolu, antibiyotiğe karşı koyan, zaten var olan genlerin, bakteriler arasında transfer edilmesidir. İkinci yol ise, mutasyonla deformasyona uğrayan bakterinin moleküllerinin yapısı değiştiği için; antibiyotiğin, bu moleküllere yapışamadığından, bu bakteriye zarar verememesidir. Bu durum, evin anahtarını çalan hırsızın (antibiyotiğin), evin (bakterinin) kilidi bozulduğu (molekül mutasyonla deforme olduğu) için içeri girip eşyaları çalamamasına (bağışıklık kazanma) benzemektedir. Evi koruyan, evdeki bir yapının bozulmasıdır. Oysa Evrim Teorisi’nin, rakip teorilere karşı üstün olabilmesi için; ‘doğal seleksiyon’la, yeni özelliği olan türlerin, cinslerin, familyaların ve takımların oluştuğunu göstermesi gerekmektedir.45 Bu yüzden, Popper’ın deyimiyle ‘metafizik bir araştırma programı’ olan Evrim Teorisi’nin, karşıt görüşlerden daha değerli olduğunu söylememiz için objektif bir verimiz bulunmamaktadır. Doğadaki oluşumları açıklamada, ‘doğal seleksiyon’un değerli bir açıklayıcı mekanizma olmasından, ‘doğal seleksiyon’un türlerin oluşumunu açıklayabildiğine sıçrama yapmak yanlış olacaktır. Evrim Teorisi’ni savunanların en çok yaptığı hata (veya yanıltmaca), doğal seleksiyon ile Evrim Teorisi aynı şeylermiş gibi sunmalarıdır. Popper’ın bilimsel bir teoriyi başarılı bulmasındaki ölçütler, sınamalardan başarıyla geçmesi (yanlış-lanmaya açık olmasına ve buna çalışılmasına rağmen yanlışla-namaması) ve rakip görüşlerle karşılaştırılmasından üstünlükle çıkmasıdır.46 Fakat Evrim Teorisi’nin ne sınanması mümkündür ne de rakip görüşlerle karşılaştırıldığında üstünlük sağlayabilmektedir. Bu sonuç, Evrim Teorisi’nin göz önünde bulundurulması gerekli bir teori olmadığı anlamına gelmez. Evrim Teorisi ‘metafizik bir teori’ olsa da bu teoriyle ilgili bilimsel araştırmalar devam etmelidir; fakat bu teoriyle canlıların orijinine dair açıklamaya ulaşıldığını söylemek hatalıdır.

Marcel Schützenberger, Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayacağını ateşböceklerini örnek vererek şöyle anlatmaktadır: “Ateşböcekleri ışık üreterek bir araya gelirler ve bundan haz aldıklarına eminim. Neden yalnız ateşböceklerinin bunu yaptığını bilmek ilginç olurdu. Onların neden ışığı icat ettiğini açıklayabilecek genel bir sebep var mı? Bu canlı türü çiftleşmek için diğer türlerin kullanmadığı bu kadar kompleks bir mekanizmaya neden ihtiyaç duymuştur? Her özel soru için bana özel bir cevap verebilirsiniz, fakat ben iddia ediyorum ki Evrim Teorisi’nin durumunda, baştan hangi özel açıklamayı yapacağınızı belirleyebilecek hiçbir genel ilke yoktur. Bir teorinin yanlışlanamayacak bir teori olması işte budur.”47

Evrim Teorisi’nin bilimsel bir teori olduğuna dair savunmalarıyla ünlü Micheal Ruse şöyle demektedir: “Evrimin bütünü görünemiyor olabilir. Ama o bir gerçektir, hem de iyi ortaya konmuş bir gerçektir; 8. Henry’nin kızı Elizabeth’in Ingiltere kraliçesi olması ve göğsümde kalbimin atması kadar gerçektir.”48 Ruse’un bu aşırı savunması ile Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterler açısından değerlendirilmesi arasında ciddi bir fark vardır. Ruse’un kalbinin atıp atmadığı gözlemle doğrulanabilir, yanlışlanmaya da açıktır. Elizabeth’in kraliçeliği ile ilgili geçmişte yaşayanların tanıklığı, bunu ileten yazılı belgeler ve resimler vardır. Üstelik Ruse’un kalbinin attığına ve Elizabeth’in kraliçeliğine karşı bir teori de yoktur. Evrim Teorisi, gözlenen canlıların biyolojik durumuyla değil de kökeniyle alakalı olduğu için, doğal tarihe dayalı evrimsel açıklama, insanlık tarihinden örneklere -Elizabeth örneği gibi- benzetilerek, teorinin bilimsel kriterlere uygunluğunun tarih bilimi ile benzer olduğu söylenmek istenmektedir. Oysa Elizabeth örneğindeki gibi tarihsel vakalar birçok ayrı kanaldan gelen yazılı veya resimli belgelere dayanır, Evrim Teorisi için bu tarzda bir belge gösterilemez. Hiç kimse, sırf günümüzdeki insanları ve toplumları inceleyip de yazılı belgeler olmasaydı, Aristoteles veya Iskender hiç bilinmeseydi, geçmişte Aristoteles’in veya Iskender’in yaşadığını çıkarsayamaz. Evrim Teorisi’nin, Elizabeth ile ilgili tarih biliminin anlatımlarının epistemolojik desteğinin aynısına sahip olabilmesi için -Michael Ruse’un iması budur- yazılı belgelere karşılık gelecek bir desteğe sahip olması gerekirdi; oysa bu şekilde herhangi bir desteği bulunmamaktadır.

Bazıları fosillerin bu tarihsel belgelere karşılık geldiğini düşünebilir. Aslında Evrim Teorisi’nin savunulmasında fosiller, genel kitlenin sandığından daha az önemli olmuştur. Darwin ve ondan sonra birçok bilim insanı, Evrim Teorisi’ni, yaşayan canlılardan yola çıkarak yaptıkları soyut akıl yürütmelerle formüle etmeye çalışmışlardır. Fosiller, ölmüş canlı hakkında bilgi verir, fakat bu canlının nasıl türediğini söylemez; fosillere dayalı çıkarım da tamamen soyut akıl yürütmelere dayanır. Fosiller, beraberlerinde canlının soy ağacı ve nasıl türediği ile ilgili belgelerle bulunmazlar. Hiçbir fosile dayanarak, bu fosili bırakan canlının ayrıntılı hayat hikâyesini anlamamız mümkün olamaz. Hiçbir fosil, kendi soy ağacı ve hayat hikâyesi ile gömülü değildir. Tüm bunlar Evrim Teorisi’nin, tarih biliminin sahip olduğu epistemolojik desteğe bile sahip olmadığını gösterir. Kitabın ilerleyen sayfalarında ‘fosiller’ konusu daha ayrıntılı işlenecektir.

 

RAKİPLERE ÜSTÜNLÜK, MATEMATİK, HİPOTEZLİ TÜMDENGELİM VE EVRİM TEORİSİ

Ernst Mayr bilim tarihi incelendiğinde, bilimsel teorilerin reddedilmesinin gerçek sebebinin bu teorilerin apaçık yanlışlanması olmadığını, daha basit ve daha muhtemel bir teorinin ortaya konmasının eski teoriyi bir kenara bıraktırdığını savunur. Yeni teorinin -özellikle biyolojide- olasılıkçı yoruma dayanan bilimsel çıkarımlara uyduğunu; mutlak deliller aramamak gerektiğini söyler. Bilim insanının pragmatik olduğuna ve yeni bir teori ileri sürülünceye kadar eskisinden memnun olduğuna dikkat çeker. Darwin’in de bu şekilde düşündüğünü ve Evrim Teorisi’nin, matematiksel deliller gibi mutlak olduğunu ileri sürmediğini; bu teorinin, türlerin ayrı ayrı yaratılışından daha muhtemel olduğu için kabul edilmesi gerektiğini söylediğini belirtir.49 Ernst Mayr, Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterleri karşılamadığı eleştirisinin farkındadır ve alternatif görüşlerden daha muhtemel olduğu temeline dayandırarak eleştirileri bertaraf etmeye çalışmaktadır. Oysa gördük ki, Evrim Teorisi ile olasılıkçı bir öngörü bile yapılamamaktadır; o zaman bu teorinin alternatiflerine karşı daha muhtemel olduğunu söyleyecek bir temel bulunamaz. Gözlenen canlılar ve fosiller, alternatif teorilerce de açıklanabilmektedir. Ernst Mayr’ın bilime yaklaşımını tamamen doğru kabul etsek bile, vardığı sonucu doğrulayacak hiçbir kriter gösterememektedir. Evrim Teorisi’nin daha muhtemel olduğunu söylemekte,50 fakat bunun nasıl anlaşılacağını ortaya koya-mamaktadır. Bir teorinin mutlak olduğunu söylemek kadar daha muhtemel olduğunu söylemek de eğer sınanabilen bir iddia olursa -yanlışlanmaya açık olursa- bir değer taşır. Mayr’ın ortaya koyduğu kritiği kabul etsek ve rakip teorilerle Evrim Teorisi’ni yarışa soksak, en iyimser bakışla 0,5’den (1 üzerinden) daha büyük istatistiki bir değeri Evrim Teorisi lehine elde etmeliyiz ki rakip teorilere karşı üstünlüğünü iddia edebilelim. Oysa böyle bir düzenek ve de böylesi bir veri gösterilememektedir. Darwinizm’in gözlem verilerine dayandığı veya alternatiflerinden daha iyi olduğunun iddia edildiği her seferinde, ya doğal seleksiyonun varlığı ispat edilmeye çalışılmakta51 veya tür içi değişiklikler veya coğrafi bir alanda izole olan türün farklılaşması vurgulanmaktadır. Oysa doğal seleksiyonun veya böylesi değişikliklerin varlığı, daha önce de açıkladığım gibi Evrim Teorisi’ni rakiplerinden ayırt edici özellikler değildir. Ernst Mayr’ın iddia ettiği gibi, Evrim Teorisi’nin rakip teorilere üstünlüğünün ortaya konabilmesi için, doğal seleksiyonun ve türün mutasyon, izolasyon gibi faktörlerle yaşadığı değişikliklerin; yepyeni özellikleri olan türlerin, cinslerin, familyaların oluşumuna sebep olabildiğinin gösterilebilmesi gerekir ki hiç kimse bunu başaramamıştır.

Michael Ruse, Evrim Teorisi’nin, Malthus’un matematiksel yaklaşımını kullandığını52 söylerken de, yine Evrim Teorisi’ni diğer görüşlerden ayırt eden bir özelliğini verememektedir. Malthus’un yaklaşımına göre, gıda kaynakları aritmetik olarak artarken, nüfus geometrik olarak artmaktadır, bu yüzden bu gıda kaynaklarından yeterince faydalanamayıp ölenler olacaktır.53 Bu matematiksel yaklaşım Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliği olan yeni özellikli türlerin, cinslerin, familyaların oluşumu için hiçbir şey söylemez. Aynı şekilde popülasyon genetiğinde (population genetics) yapılan matematik hesaplar da yeni bir türün oluşumu için matematiksel bir veri vermekten uzaktır.54 Evrim Teorisi ile uğraşan bilim insanlarının yaptığı matematiksel işlemlerin, Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliği olan, yeni özellikleri olan türlerin, evrim ile oluşması ile alakalı olup olmadığı önemlidir. Evrim ile uğraşan bir bilim insanı, dünyada var olan pandaların sayısını, pandaların kilosunu, son kırk yılda sayılarının değişimini matematiksel verilerle hesaplayabilir. Bu matematiksel veriler veya pandalar yok olursa bu doğal seleksiyonun nedeninin açıklanması, Evrim Teorisi’ni doğrulayıcı veriler olarak değerlendirilemez. Çünkü, bu anlatımlarda matematiksel dil kullanılsa bile; ne pandanın diğer bir türden oluşumu, ne de pandadan yeni bir türün oluşumu ile alakalı matematiksel bir veri mevcuttur. Yeni-Darwinciliğin en ünlü temsilcilerinden -bazılarınca en ünlüsü- kabul edilen Ernst Mayr, Evrim Teorisi’nde matematik aranmaması gerektiğini şöyle anlatmaktadır: “…Bu gösterişli başarılar matematiğin sınırsız bir prestij kazanmasına sebep oldu. Bu da Kant’ın ünlü betimlemesi olan, gerçek bilimin doğa bilimleri içinde bulunabileceği, çünkü bu bilimlerin matematiksel olduğu yargısı ile sonuçlandı. Eğer bu yargı doğruysa, Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ kitabının bilimsellik açısından yeri nedir? Sürpriz olmayacak bir şekilde, Darwin’in matematik hakkında az bilgisi vardı. Niteliksel ve tarihi bilimler veya kompleks sistemler ile ilgilenen bilimler hakkındaki yanlış yargılar, biyolojinin aşağı kategoride bir bilim olduğuna dair kibirli bir kanaatin ortaya atılmasına sebep oldu… Sistematik ve evrimsel biyolojinin çoğunda matematiğin katkısı çok azdır.”55 Görüldüğü gibi en ünlü evrimciler de Evrim Teorisi’nin matematiğe dayanmadığını kabul etmektedirler. Bu da, bilimsel kriterlere uygunluğu matematiksel olmakta anlayan anlayışın kriterlerini de Evrim Teorisi’nin karşılamadığını göstermektedir.

Darwin, teorisinin Baconcı metot ile oluşturulduğunu söylerken tümevarımcı bir yöntemi takip ettiğini, peşinen bir hipotezi öngörmediğini, gözlemleri neticesinde Evrim Teorisi’ne vardığını söylemek istiyordu. Sonradan, tümevarım hakkında felsefî itirazlar Darwinizm’e yöneltilince, Darwinizm’in aslında ‘hipotezli-tümdengelim’ (hypothetico-deductive) metodunu takip ettiği söylenmeye başladı. Buna göre önce hipotez ileri sürülür, sonra bu hipotezin doğru olup olmadığını test etmek için gözlem ve deney yapılır.56 Oysa bu metot kabul edilir bir metot bile olsa, ancak alternatif görüşlere karşı üstünlük sağlanırsa anlamlı olabilir. Fakat Evrim Teorisi yanlışlanmaya açık sınamalara giremediği için, alternatif görüşlere göre üstün olup olmadığını da göstere-memektedir. Bilimsel olmanın kritiğini ister tümevarımcılıkta, ister hipotezli-tümdengelimcilikte, ister matematiksel veriye dayan-makta, ister yanlışlanabilir olmakta, ister öngörü gücünde, ister olgusalcılıkta arayalım, istersek Evrim Teorisi’ni tarih bilimi gibi doğa bilimlerinden ayrı bir sınıfa koyalım; bu teorinin alternatif teorilere göre neden kabul etmemiz gerektiğine dair objektif bir kriter ortaya koyamazsak, Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterleri karşıladığını söyleyemeyiz.

 

PARADİGMANIN ETKİSİ

Özellikle Thomas Kuhn’un, 1962 yılında ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ (The Structure of Scientific Revolutions) kitabını yayımlamasından sonra ‘paradigma’ terimi bilim felsefesinin çok sık kullanılan kavramlarından biri oldu. ‘Paradigma’ bilim insanlarının dünyaya bakış açılarını belirleyen, yapılan bilimsel çalışmaların temel önkabullerini dikte eden, ayrıca bilimsel faaliyetin oluştuğu ve kontrol edildiği sosyolojik ortamı ifade eden genel çerçevedir.57 Thomas Kuhn’un bahsedilen eseri, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Ingilizce yazılmış en etkili eserlerden biri olup, bu esere katılmayanlar bile, bu eserle hesaplaşmak için birçok cevap niteliğinde kitap ve makaleler yazmışlardır.58 Onun yaklaşımına katılmayanlar da ‘paradigma’ terimini benimsemiş ve sıkça kullanmışlardır.

Kuhn’un bilgi teorisindeki görüşü tamamen görelilikçidir, objektif bilimsel bilginin mümkün olmadığı, var olan bilimsel kanaatlerin ancak belli bir ‘paradigma’ içinde geçerli olduğu kanaatindedir. Ona göre bilimsel ilerleme diye bir şey söz konusu değildir; ne tümevarımcı bir şekilde bilgileri artırmak, ne de sürekli yanlışlayarak daha sofistike bilgilere erişmek mümkündür. Bir paradigmaya bağlı yapılan bilimsel faaliyetin bazı dönemlerde bunalıma girdiği görünür, bu dönemlerde devrimci bir şekilde paradigma değişikliği olur. Kuhn’a göre bu değişiklik din değiştirmeye benzer. Bir paradigmanın diğer bir paradigmaya üstünlüğünü belirleyecek hiçbir objektif kriter yoktur, bu yüzden bilimsel ilerlemeden söz edilemez.59 Kuhn’un görüşünü tamamen benimsersek ‘ısıtma olayı ve suyun kaynaması arasında nedensel bir ilişki olduğunu’ söyleyen bilimsel bir önermenin, sadece ve sadece ‘tek bir paradigma’nın içinde önemi olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Günümüzün haritacılığı ile ilkçağ haritalarını kıyasladığımızda bir ilerleme olduğunu da söyleyemeyiz; çünkü Kuhn’un sisteminde ilerlemenin objektif bir kriteri yoktur. Bu tip örnekler, Kuhn’un bilime yaklaşımında önemli hatalar olduğunu gösterir. Diğer yandan, bir filozofu veya felsefeyi ‘kabul etmek’ yerine ‘ondan bir şeyler öğrenmeyi’ hedeflersek; Kuhn’dan öğrenilecek çok şey olduğu kanaatindeyim.

Kuhn’un görüşlerinin önemli bir öğesi olan, bilimsel bilginin sosyolojik bir ortam içinde üretildiği fikrine benzer görüşler, bilgi sosyolojisi ve bilim sosyolojisi ile ilgili çalışmalarda da dile getirilmiştir. Marx, Mannheim ve Durkheim bilginin toplum içinde üretildiğine dikkat çeken ünlü sosyologlardır. Durkheim ahlak, değerler, dini fikirler, hatta insan düşüncesinin temel kategorileri olan uzay ve zamanın; sosyolojik ortamdan bağımsız bir şekilde var olamayacağını göstermeye çalıştı. Fakat her üç sosyolog da bilimi, bilginin özel bir türü olarak düşünüp bilgi sosyolojisinin dışında tuttular.60 Fakat daha sonra David Bloor gibi bazı sosyologlar, ‘bilimsel bilgi’nin nasıl üretildiğinin sorgulama dışı tutulmasına meydan okuyup, ‘bilimsel bilgi’yi de sosyolojik bir analizin hedefi yapmaya uğraştılar.61 Kuhn’un çalışmaları, bilim felsefesine olduğu kadar, bilgi ve bilim sosyolojilerine de katkıda bulundu ve bu alanlardaki tartışmalara ivme kazandırdı.62

Bahsedilen tüm bu çalışmalar, Evrim Teorisi üzerine yapılan incelemelerde ufuk açıcı nitelikte olabilir. Bu yüzden kitabın 2. bölümünde Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönem ve yerdeki ‘paradigma’yı göstermeye çalıştım. Thomas Kuhn, hayatının bir döneminde hemen hemen herkesin, bilim insanının önyargılardan arınmış, hür bir ‘gerçek arayıcısı’ olduğu kanaatine sahip olduğunu söyler; bilimsel olmayı hür fikirlilik ve objektiflik olarak, en azından hayatımızın belli bir döneminde nitelemişizdir. Oysa Kuhn, gerek teorik, gerek deneysel çalışmalarda, bilim insanlarının genelde objektif olamadığını söyler. Bilim insanlarının çalışmalarına başladıkları zamanki öngörülerini haklı çıkarmak için gerek aletleriyle, gerekse teorilerindeki denklemlerle oynamaktan kaçınmadıklarını belirtir.63 Duane T. Gish’in, Evrim Teorisi’ne karşı türlerin birbirlerinden bağımsız yaratılışını kabul edenlere makale yayınlatmada, doktora ve profesörlük derecelerini kazanmakta zorluk çıkarıldığına; televizyon, radyo gibi medya kuruluşlarında ve National Geographic, Reader’s Digest, Life gibi etkin popüler dergilerde evrimci bilim insanlarının hâkimiyetinin alternatif görüşlere geçit vermediğine dair tespitlerini64 göz ardı edemeyiz. Çünkü bilim sosyologlarının ve Kuhn’un gösterdiği gibi bilimsel faaliyet; sosyolojik ortamdan bağımsız, mutlak olarak objektif bir uğraş olmadığı için, bilim cemaatinin önkabul, tavır ve organize olma şekillerini göz önünde bulundurmalıyız.

 

SAHTEKÂRLIKLARI PARADİGMAYLA ANLAMAK

Toplumsal kabulün, akademik atamaların veya maddî ödül gibi karşılıkların, çoğu zaman bilimsel sonuçların ‘mevcut paradigma’ya uygun olmasına bağlı olduğunu hatırlamalıyız. Tüm bunları göz önünde bulundurursak, Evrim Teorisi adına niçin bazı sahtekârlıkların yapıldığını anlayabiliriz. Birçok kişi ideoloji veya dinsel inanç uğruna niye insanların sahtekârlık yaptığını anlayabilmekte, fakat ‘bilimsel bir çalışma’da sahtekârlığın sebebini anlayamamaktadır. Bu noktada, Kuhn’un ‘paradigma’ anlayışı ve bilim sosyolojisinin yaklaşımları yardımcı olacaktır.

Evrim Teorisi adına yapılan çok önemli sahtekârlıklardan biri ‘Piltdown adamı’ (Eoanthropus Dawsoni) ile ilgilidir. 1912 yılında Londra Tabiat Tarihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson, bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş aletler bulduklarını açıkladılar. Ingiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok benzediği söylendi. Bu fosilin, insan evriminde büyük bir boşluğu doldurduğu ve 500.000 yıl önceki bir canlıya ait olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot ile çene kemiğinin toprakta ancak birkaç yıl kaldığı, kafatasının ise birkaç bin yıllık olduğu öğrenildi. Bu bilgiler elde edildikten sonra yapılan detaylı araştırmalarda, kemiklerin, eski görüntüsü verilebilmesi için boyayıcı maddeler ile işleme tabi tutuldukları saptandı. Ayrıca dişler çene kemiğine yerleştirilmek için zımparalanmıştı. Maymun çenesi ile insan kafatası bir araya getirilerek sahtekârlık yapıldığı detaylı araştırmalar ile doğrulandı.65 Bu örnek 40 yıl boyunca, bir sahtekârlık ürününün bilim insanlarını ne kadar kolay yanılttığının bir delilidir. Sahtekârlık yapılmasından daha önemli olan, mevcut paradigmaya uyum sağladığı, hatta destek verdiği için, sahte bir delilin, 40 yıl boyunca birçok bilim insanını ciddi şekilde yanıltıyor olabilmesidir. Paradigmaya uygun olan delil ciddi analizlere tabi tutulmamış, elde ciddi veri olmadan Piltdown adamının yaşı 500.000 yıl olarak belirlenmiştir. Oysa Evrim Teorisi’nin görüşlerine çok aykırı sahte bir fosil imal edilseydi, ‘hâkim paradigma’ olan görüşe aykırı bu fosildeki sahtekârlığın hemen tespit edileceğini, Kuhn’un yaklaşımından esinlenerek tahmin etmek mümkündür.

Piltdown adamı 40 yıl boyunca Evrim Teorisi’nin en önemli delillerinden biri sayılmasına karşın, bu sahtekârlık ortaya çıkınca, sonradan yazılan ders kitaplarından çıkartılmıştır. Fakat Haeckel’in embriyo çizimleriyle ilgili sahtekârlık hala Evrim Teorisi ile ilgili kitaplarda yer almaktadır. Ünlü evrimci biyolog Stephen Jay Gould, modern ders kitaplarında hâlâ Haeckel’in çizimlerinin olmasını hayret edilecek ve utanılacak bir durum olarak değerlen-dirmektedir.66 1995 yılında embriyolog Michael Richardson, Haeckel’in embriyonun geçirdiği aşamalar ile ilgili yanıltıcı bilgiler verdiğini detaylı bir şekilde göstermiş ve bunun biyolojideki en ünlü sahtekârlıklardan biri olduğunu söylemiştir.67 Thomas Kuhn, günümüzdeki şekliyle ders kitaplarıyla eğitimin 19. yüzyılda ortaya çıktığını, daha önce temel matematik kitapları dışında, bu tarz hazırlanmış kitaplarla eğitimin olmadığına dikkat çeker ve bu ders kitaplarının mevcut paradigmanın temel kabullerini ve problem çözme kurallarını aktardığını, öğrencilerin ise paradigmayı sorgulama şansına hiç sahip olamadıklarını belirtir.68 Kuhn’un dediği gibi günümüzün paradigmasının muhafazasında ders kitaplarının yeri çok önemlidir, diğer yandan en ünlü evrimci biyologların bile yanlışlığını kabul ettikleri çizimler hâlâ bu ders kitaplarında yer alabilmektedir. Paradigmanın muhafazası için çabalar, paradigmaya uygun çalışmaların ödüllendirilmesi, paradigmaya karşı olanların dışlanması, paradigmanın bilim insanlarının ‘nereye’ ve ‘nasıl’ bakmaları gerektiğini buyurması, göz önüne alınmaz ise; ‘bilim’in ideoloji, sosyolojik baskı, ödüllendirme mekanizmalarından bağımsız, her zaman için objektifliğini muhafaza edebilen bir faaliyet olduğunu zannetme hatasına düşebiliriz. Bu ise ders kitaplarında aktarılan bilgilerin temel önkabuller olarak alınmasına ve sonraki tüm gözlem ve deneylerin bu dogmatik önkabullerle şekillenmesine yol açmaktadır.

‘Evrimci paradigma’nın peşinen doğru kabul edilmesinin yol açtığı yanlış yorumlara Nebraska adamı (Hesperopithecus Haroldcookii) da örnek olarak verilebilir. 1922 yılında ünlü fosilbilimci Henry Fairfield Osborn Nebraska’da bir diş fosili buldu. Konunun uzmanları, bu dişin insan ve şempanze arasında ara bir türün dişi olduğunu söylediler. Ardından Nebraska adamının özellikleriyle ilgili detaylı anlatımlar yayımladı. Daha sonra bu dişin bir domuz dişi olduğu anlaşıldı.69 Bundan önce ise birçok antropolog, Nebraska adamının nasıl yaşadığı ile ilgili hikâyeler türetmişlerdi.

Piltdown adamı, Nebraska adamı ve Haeckel’in çizimleriyle ilgili yapılan sahtekârlık ve hatalar, Evrim Teorisi’nin yanlış bir teori olduğunu göstermez. Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı, bu teorinin bilimsel kriterleri ne kadar karşılayabildiği temelinde sorgulanmalıdır. Fakat din adına veya ideoloji adına, nasıl dogmatik önyargılı yaklaşımlar veya sahtekârlıklar yapılabiliyorsa, aynı şeyin ‘bilim’ adına da yapıldığını, ‘bilim’in bazılarının zannettiği gibi her zaman objektif olan, önyargılardan uzak bir faaliyet olamadığını, söz konusu örnekler göstermektedir. Dinde, Tanrı’nın ödülü olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin maaş veya takdir gibi ödülleri vardır; dinde, dini cemaatin dışlaması veya kabulü önemli olduğu gibi, bilimde, bilim cemaatinin dışlaması veya kabulü önemlidir; dinin tartışmasız önkabulleri olduğu gibi, bilimin de tartışmasız önkabulleri vardır. Belki de bu yüzden Kuhn, ‘bilim’in mutlaka bir paradigma içinde yapıldığını belirttikten sonra, ‘paradigma değişimleri’ni din değişimine benzetmiştir. Kuhn’un, bütün bilimsel çalışmaları, paradigmaya bağlılıklarından dolayı objektif olmayan ve olamayacak uğraşlar olarak tarif etmesi bence abartılı bir yaklaşımdır; fakat bilimsel çalışmaların bütünü olmasa bile, bir bölümünün böyle olduğu görülmektedir. Özellikle Evrim Teorisi gibi, bireylerin varoluşsal yaklaşımlarıyla önemli ölçüde bağlantısı olan bir konuda, bu sorun iyice kendini göstermektedir.

Çoğu zaman sorun bahsedilen örneklerdeki gibi sahtekârlık değildir. Evrim Teorisi açısından en önemli sorun, paradigmanın empoze ettiği önkabullerle canlıların değerlendirilmesidir. Bu değerlendirmeler genelde ‘yanlışlanamaz’ niteliktedir ve aksi görüşler yokmuş gibi bir tavır takınılmaktadır. Örneğin Buffon’un biyolojideki yaklaşımı ‘kökensel türlerden yeni türlerin oluşumu’nu öngörmüştür. Darwinci ve Buffoncu yaklaşımdan hangisinin daha doğru olduğunu söyleyecek bilimsel verilere sahip değiliz. Fakat Kuhn’un özellikle dikkat çektiği ders kitaplarıyla ‘evrimci paradigma’nın önkabullerinin dayatılması; canlılar âleminin tümüne bakarken, her tür, birbirinden türemiş gibi ‘apriori bir inancın’ çalışmaları yönlendirmesine sebep olmuştur. Örneğin canlıların ‘soy ağacı’ gibi gözlemsel ve deneysel verilere dayanmayan hayali şemalar, alternatif görüşler göz önüne alınmadan yapılmıştır. Bu da gözlenen tüm türlerin, gözlenemeyen bir sürece ‘apriori bir inanç’la değerlendirildiklerinin; bu türlerin kökenine dair ‘inançlar’ın, objektif bilgilerden çok ‘öğretilen bir paradigma’yla şekillendirildiklerinin bir göstergesidir. Mevcut paradigmaya uymayan gözlemler olduğunda, Kuhn’un dikkat çektiği gibi bu gözlemler göz ardı edilir ve durumu kurtarıcı (ad hoc) düzenlemelere gidilir. Böylece bilimsel faaliyet, mevcut paradigmanın dayattığı kurallarla, Kuhn’un benzetmesine göre ‘bilmece çözme faaliyeti’ gibi sürer.70

 

PARADİGMA HATIRINA PARADİGMAYA RAĞMEN

Evrim Teorisi’nin ortaya konmasında ve kabulünde; belli bir dönemin bilimsel, felsefî, teolojik, politik, sosyolojik ve iktisadi durumunun büyük etkisi olmuştur.71 Böylece, Evrim Teorisi kendisinin de içinde yer aldığı daha geniş bir paradigmanın parçası olduğu gibi, canlıların kökenine dair doğal tarih çalışmalarında ise kendisi bir paradigma olmuştur. Her ne kadar Teilhard de Chardin ve Whitehead gibi birçok teolog ve filozof, Evrim Teorisi’ni Tanrısal müdahale ile beraber ele almışlarsa da, Kuhn’un özellikle önemine dikkat çektiği ders kitaplarını incelememiz, mevcut paradigmada, Evrim Teorisi’nin, Tanrısal müdahalenin dışlanmasıyla sunulduğunu gösterir. Evrimci filozof ve bilim insanlarının teist ve ateist yaklaşımlarındaki çeşitliliğin ders kitaplarına yansıdığı söylenemez. Mevcut ders kitaplarındaki bu durumun anlaşılması için, bilimsel analiz kadar sosyolojik ve tarihsel analize de ihtiyaç olduğu, bilim sosyologlarının ve Kuhn’un yaklaşımlarına dayanılarak söylenebilir. Örneğin Kilise’nin tarih boyunca eğitimdeki tekelinin ve bunun yol açtığı zararların, laikleşme ve sekülerleşme ile ilgili süreçlerin de bu konuyla alakalı olduğu tespit edilebilir.

Bilimin devlet politikasına bağlı olarak çalışmalarını gerçekleştirdiğini vurgulayan Paul Feyerabend, “Bilim pek çok ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl ayrıysa, bilim de devletten öyle ayrılmalıdır” der.72 ‘Tanrı’nın müdahalesinden’ bahsetmek bazılarına göre laikliğe aykırı gözüküyor olabilir. Oysa Evrim Teorisi’ne alternatif bir teori olan ‘türlerin bağımsız yaratıldığı’ veya ‘sadece kökensel türlerin bağımsız yaratıldığı’ görüşleri; ancak ‘Tanrı’nın müdahalesi’ savunulursa mümkündür. O zaman bilime ait ders kitaplarında Tanrı’dan bahsetmeyi peşinen inkâr eden bir yaklaşım, Evrim Teorisi’nin alternatifsiz olmasına da yer açmaktadır. Elektriğin incelenmesi, radyoaktif elementler üzerinde çalışma veya karaciğerin fonksiyonlarının belirlenmesi ‘Tanrısal yaratış’tan bahsetmeden de ele alınabilmektedir. Tanrı’ya inanan, bu verileri Tanrısal tasarımın delili olarak görürken; ateist, bu oluşumları salt doğa yasalarının oluşturduğu tesadüfler olarak açıklamayı tercih edecektir. Fakat her halükarda elektrik, radyoaktif elementler veya karaciğer ile ilgili aynı veriler kabul edilebilir. Oysa canlıların kökenine dair bir incelemede, Tanrı’nın yer aldığı bir varlık anlayışı (ontoloji) alternatif bir imkân sunmaktadır. Bu ontoloji, ‘türlerin bağımsız yaratılışı’nın da ‘evrim’in de mümkün olabileceğini; tercihin Tanrı’nın seçimine bağlı olduğunu kabul edecektir. Oysa ‘Tanrı’dan bahsetmemek’ veya ‘Tanrı’yı inkâr’ peşinen (apriori) bir ilke olarak kabul edilince; Evrim Teorisi’ni kabul etmek dışında bir alternatif kalmamaktadır.

Canlıların kökenine dair bilimsel bilginin yetersizliği itiraf edilirse, mevcut paradigmanın kabul etmeye yanaşmadığı teolojik açıklamaların hâkimiyetinden çekinilmektedir. Gelişmiş mikroskoplar kendiliğinden türemenin mümkün olmadığının anlaşılmasına sebep olmuş ve ‘sadece’ doğanın içinde kalarak bir açıklama arayanlara Evrim Teorisi/Teorileri dışında bir alternatif kalmamıştır. Doğanın tüm müdahalelere kapalı olarak ‘sadece’ materyalist sebeplilik ilkesi ile işlediğine dair ‘natüralist önkabul’ olmasa, Evrim Teorisi’nin günümüzdeki gibi geniş ölçüde kabul görmeyeceğini savunan Philip Johnson haklı gözükmektedir.73 Bu da bilim, felsefe ve din üçgenindeki en hararetli tartışmanın neden Evrim Teorisi ile ilgili olduğunu ortaya koymaktadır. Daha önce görüldüğü gibi, aslında Evrim Teorisi, bir teorinin matematiksel verilere dayanması, gözlemsel ve deneysel verilerinin olması, yanlışlanmaya açık olması ve -bence en önemlisi- alternatif görüşlere objektif verilerle üstünlük sağlaması gibi, mevcut paradigmaca da kabul edilen bilimsel kriterlere uyamamaktadır. Fakat ‘sadece doğanın içinde kalarak açıklama yapmak’ (Tanrı’dan hiç bahsetmemek) gibi bilimsel çalışma alanındaki ‘mevcut paradigma’nın çok önemli bir koşulunu Evrim Teorisi karşılamakta alternatifsiz olduğu için, ‘paradigma hatırına’ paradigmaya da rağmen kabul edilmektedir.

 

BİRLEŞMELİ TÜMEVARIM, HİPOTEZLİ TÜMDENGELİM, BIG BANG TEORİSI VE EVRİM TEORİSİ

Evrim Teorisi’nin gözlenemeyen bir süreç olmasına karşın Michael Ruse, birçok zaman katilleri de göremediğimizi, fakat kullanılan bıçağın incelenmesi, geçmişteki husumet ve benzeri unsurları birleştirip sonuca varabildiğimizi söyler. Ruse, William Whewell’in, tümevarımların birleşiminden sonuca varmak için ideal yöntem olarak gösterdiği ‘birleşmeli tümevarım’ (consilience of induction) yönteminin, Evrim Teorisi’nin yöntemi olduğunu söyler.74 William Whewell, değişik alanlardan gelen delillerin topluca bir tümevarım gerçekleştirmelerini tarif etmek için ‘birleşmeli tümevarım’ deyimini kullanmıştır. Whewell, bu yöntemle ulaşılan teorilerin basit, birleştirici ve tümevarıma izin veren teoriler olduğunu söyler ve Newton’un ‘evrensel çekim gücü’ ile ilgili teorisini bu yöntemle ulaşılan teorilere örnek olarak gösterir. O, teorilerin genellemeleri sayesinde bilinmeyen vakaların tespit edilmesi ve teorinin öngörüde bulunma gücüne sahip olması gerektiğini söyler.75

Daha önce görüldüğü gibi Evrim Teorisi’ne dayanarak bir öngörüde bulunmak mümkün değildir, bu teori Whewell’in ortaya koyduğu kriterleri karşılayamamaktadır. Ruse’un, katilin bulunması için söyledikleri elbetteki göz ardı edilemez; ama katilin bulunması için mevcut deliller, en azından alternatif katil adaylarından herhangi birinin katil olduğunu diğerlerinden daha çok ortaya koyuyorsa kabul edilir. Eğer, apriori şartlanmışlığımızdan dolayı ‘Çinlileri sevmiyorsak’ ve alternatif adaylardan Çinli olanın katil olduğunu, diğer katil zanlılarına nazaran Çinliyi ön plana çıkaran bir delil olmamasına rağmen iddia ediyorsak, bu kabul edilemez. Bilimsellik kriterlerimiz ister Bacon, ister Popper, ister Carnap, ister Whewell gibi olsun; eğer alternatif teorilerden birinin diğerine üstünlüğünü gösteremiyorsak bilimsel kriterleri karşılayamayız. ‘Doğanın içinde kalmak’ gibi apriori bir kabulü Evrim Teorisi’nin alternatif teorilere karşı tek dayanağı yaparsak; ‘Çinlileri sevmemek’ gibi apriori bir yaklaşım ile Çinli’nin katilliğini diğer alternatiflere karşı ilan ettiğimizdeki hataya düşeriz. Çünkü felsefî, teolojik veya varoluşsal tercihlere dayalı ‘apriori kabuller’den çıkarsanan sonuçların bilimselliğin kriterlerini oluşturduğunu söyleyemeyiz. Ateist bir Evrim Teorisi’ni savunanların, “Neden Evrim Teorisi’ni türlerin bağımsız yaratılışına karşı tercih ediyorsunuz” sorusuna verdikleri cevap eğer “Çünkü doğa içinde kalmalıyız” anlamına gelecek bir cevabın ötesine geçemiyorsa, bu cevap sadece kabul edilen ‘apriori metafizik bir ilkeyi’ açıklamakta, fakat objektif bir delil olamamaktadır.

Evrim Teorisi’nin totolojilerin ötesine geçip bilimsel kriterleri karşılayabilmesi için, alternatif teorilere karşı üstünlüğünü objektif delillerle gösterebilmesi gerekirdi. Evrim Teorisi ile bazı açılardan benzeyen, fakat bahsedilen bilimsel kriterleri karşılayabilen Big Bang Teorisi’ni incelediğimizde, bu kriterlerin nasıl karşılanabileceğini daha iyi anlayabiliriz. Big Bang Teorisi ile Evrim Teorisi’nin önemli benzerlikleri bulunmaktadır. Big Bang Teorisi ile on beş milyar yıl önce başlayan, başlangıcını gözlemleyemediğimiz evrenin meydana gelmesine dair bir süreç savunulur; Evrim Teorisi ile birkaç milyar yıl önce başlayan, başlangıcını gözlemleyemediğimiz, canlıların oluşumuna dair bir süreç savunulur. Big Bang Teorisi ile tek noktadaki bir başlangıçtan atomlara, atomlardan toz bulutlarına, toz bulutlarından galaksilere bir evrim gerçekleştiği ileri sürülür. Evrim Teorisi ile moleküllerden tek hücrelilere, tek hücrelilerden daha kompleks canlılara bir evrim süreci savunulur. Aslında türlerin bağımsız yaratılışını kabul edenler de belli ölçüde evrimi benimserler; toprak gibi homojen bir hammaddeden canlılar gibi kompleks varlıkların yaratılması, ayrıca canlıların ana rahminde geçirdikleri aşamalar da birer evrimdir. Evrim Teorisi’nin ayırt edici özelliği ‘evrim’i savunması değil; bütün türlerin, cinslerin, familyaların birbirlerinden oluştuklarını savunmasıdır. Aslında canlıların kökenine dair bütün görüşler, türlerin ya ortak bir canlı atadan, ya da cansız toprak atadan meydana geldiklerini ileri sürerek ortak bir kökte birleştirirler. Bu yüzden, Big Bang Teorisi türlerin bağımsız yaratılışına da benzetilebilir.

Big Bang Teorisi 20. yüzyılın ilk yarısında, Evrim Teorisi ise 19. yüzyılda ortaya konduğu için, her iki teorinin de insanlık tarihine göre yakın dönemin ürünleri oldukları söylenebilir. Big Bang Teorisi ortaya konmadan önce Demokritos, Epikuros, Lucretius gibi ateist atomculardan, Aristoteles gibi kendisinden sonraki dönemin en etkin bir filozofuna ve modern dönemin materyalist filozoflarına kadar birçok kişi evrenin aşağı yukarı şimdiki halinde sonsuzdan beri var olduğunu ve sonsuza dek de var olacağını savunuyorlardı.76 Tektanrılı üç dinin mensupları evrenin başlangıcı olduğunu ve yaratıldığını kabul etmekle beraber, evrenin başlangıcına dair bilimsel bir teori oluşabileceğini ummuyorlardı. 20. yüzyılın başlangıcına Newton fiziğinin hâkimiyetinde girildi, Enistein’ın 1905 yılının başlarında yazdığı üç makale ise fizik alanında yeni bir devri başlattı.77 Einstein’ın Izafiyet Teorisi fizik alanındaki en önemli teori oldu. Fakat, Newton’un öngördüğü sonsuz büyüklükteki evrene olan inanç değişmemişti, Einstein da başta bu inancı paylaşıyordu. Sonlu bir evrenin içinde birbirini çeken maddenin tek bir birleşene dönüşmesi kaçınılmazdı, ama evrende böyle bir yapı yoktu. Newton maddenin sonsuz bir evrene homojen bir şekilde yayıldığını söyleyerek bu sorunu halletmeye çalıştı.78 Bu çözüm sorunu halletmeye yetmiyor, evrendeki yıldızların neden bu kadar uzun süredir birbirlerinden ayrı kaldığı açıklanamıyordu.79 Einstein da Newton’un fiziğinin etkisi altındaydı, 1916 yılında Einstein ilk olarak durağan bir evren modeli ortaya attı, ne var ki hemen sonra durağan bir evrenin kararlı olamayacağını ve çökmek zorunda olduğunu gördü. Durağan evren modelini kendi teorisiyle bağdaştırabilmek için, sonradan hayatının en büyük hatası olarak gördüğünü söylediği ‘kozmik itme’ fikrini icat etti.80

1922 yılında Alexander Friedmann, Einstein’ın formüllerinin, evrenin genişlemesini gerektirdiğini ortaya koydu.81 Aynı dönemde, Friedmann’dan bağımsız olarak, Einstein’ın formülleri üzerinde çalışan Vatikan Gözlemevi’nin en önemli kozmoloji uzmanı Georges Lemaitre de bu formüllere dayanarak evrenin genişleyen dinamik bir yapıda olduğunu keşfetti. Genişleyen evren çekim gücünü dengeliyordu ve yıldızlar çekim gücüne rağmen bu yüzden ayrı kalıyorlardı. Genişleyen evrenin bugünkü boyutuna ulaşabilmesi, daha evvel daha küçük, ondan evvel daha da küçük olması demekti. Geriye gidilince karşımıza bir tekillik çıkıyordu. Lemaitre kusursuz modeli bulduğuna inanıyordu: Tanrı’nın ‘ilk atom’ olarak yarattığı ve bir meşe palamudundan bir meşe ağacının büyümesi gibi büyüyüp genişlemeye devam eden ve günün bilim ustası olan Einstein’ın matematiğini sadakatle izleyen bir evren modeli. Bu aynı zamanda Einstein’ın denklemlerinin genişleme konusunda karşılaştığı sorunu da çözen bir evren görüşüydü.82

Big Bang Teorisi’nin rakibi olarak Newton’un sonsuz ve durağan evrenini düşünürsek, Big Bang Teorisi’nin nasıl üstünlük sağladığını en başından itibaren görebiliriz. Rakip teori, gözlenen evrenin çekim gücüne rağmen neden çökmediğini açıklayamıyordu. Ayrıca durağan modele göre evrenin sonsuz büyüklükte olması gerekiyordu, bu ise sonsuz yıldızın var olmasını, sonsuz yıldızın varlığı ise gecenin gündüz kadar aydınlık olmasını gerektiriyordu. Gözlenen gecenin böyle olmaması ise ‘Olber Paradoksu’ olarak adlandırılan paradoksu ortaya çıkartıyordu. Big Bang Teorisi genişleyen ve sınırlı bir evreni ileri sürerek gözlenen gecenin karanlık olmasıyla da destekleniyordu.83 Johann Friedrich Zöllner, sonsuz bir evrendeki yıldızların evrenin her noktasına sonsuz çekim uygulayacağını göstermişti. Big Bang Teorisi, Olber Paradoksu ve çekim gücünün yıldızları bir tekillikte birleştirmesi gerektiğine dair paradoks ile beraber ‘sonsuz çekim’ ile ilgili bu paradoksu da çözdü; gözlenen evrenin mantıklı ve matematiksel yasalara uygun açıklamasını yaptı.

Evrim Teorisi’nin tümevarım metodu ile temellendirilmesinin yapılamadığı görüldüğünde, teorinin aslında hipotezli-tümdengelim metoduna uygun olduğunun söylendiğini gördük. Buna göre önce hipotez veya teori ileri sürülür (hipotez veya teorinin nasıl ileri sürüldüğü önemli değildir), sonra ise gözlem ve deneylerin bu hipotez veya teoriyi destekleyip desteklemediğine göre hipotez veya teori değer kazanır. Daha önce söylendiği gibi, ancak bir teori rakiplerine göre daha iyi bir şekilde gözlemleri ve deneyleri doğruluyorsa bu metot geçerli olabilir. Evrim Teorisi, canlılardaki ve fosillerdeki, değişik yaklaşımlarla da açıklanan benzerlikleri, yeni bir bakış açısıyla açıklamış, ama objektif kriterlerle alternatiflerine üstünlük sağlayamamıştır. Oysa Big Bang Teorisi, başka hiçbir teorinin çözemediği bahsedilen paradoksları çözebilmiştir. Yıldızların çekim gücünün etkisiyle birbirleriyle birleşmemiş olması, gecenin karanlığı ve her noktada sonsuz çekim olamayacağı gibi, matematiksel ve gözlemsel olarak ifade edilebilecek objektif kriterler teoriyi desteklemiştir. Bu yüzden, Big Bang Teorisi hipotezli-tümdengelim yönteminin başarıyla uygulanmasının iyi bir örneği olmuşken; Evrim Teorisi olamamıştır.

 

RAKİP TEORİLERE ÜSTÜNLÜK, BIG BANG TEORİSİ VE EVRİM TEORİSİ

Baştan sadece teorik olarak ortaya konan Big Bang Teorisi; daha sonra teleskoplardan yapılan gözlemlerle de destek kazanmış ve evrenin sürekli genişlediği gözlemsel olarak doğrulanmıştır. Edwin Hubble, 1929 yılında, Mount Wilson Gözlemevi’nde, devrin en gelişmiş teleskobuyla tüm galaksilerin birbirlerinden uzaklaştığını gözlemledi.84 Hubble evrenin genişlemesini, ‘Doppler etkisi’ni kullanarak keşfetti. Bu trafik radarına yakalanmaya neden olan etkinin aynısıdır. Buna göre, ses veya ışık kaynağı, gözlemciye yaklaşıyorsa dalga boyu küçülür ve biz ışık maviye kaymıştır deriz, uzaklaşıyorsa dalga boyu büyür ve bu kez de kırmızıya kaymadan söz ederiz.85 Hubble, tüm galaksilerin kırmızıya kaydığını gözleyerek, bütün galaksilerin birbirlerinden uzaklaştığını; kısaca, evrenin genişlediğini, gözlemsel temelde ortaya koydu. Evrim Teorisi, şu anda var olan bütün canlıların evrim geçirerek diğer türlerden oluştuklarını söyler, fakat elle dokunma mesafesindeki türlerden yeni özelliği olan farklı türlerin, cinslerin, familyaların oluşumunu destekleyecek gözlemi, deney yapma şansına rağmen sunamaz. Buna karşın Big Bang Teorisi, hipotezli-tümdengelim metodu ile birlikte gözlemsel verilere sahip olma kriterini de karşılamaktadır.

Bilimsel kriterlere uygun olmanın en önemli göstergelerinden biri olarak öngörülerde bulunma gücü gösterilmiştir. Daha önce bahsedildiği gibi Evrim Teorisi bu şartı karşılayamamaktadır. Big Bang Teorisi ile ise önceden öngörülen evrenin genişlemesi, sonradan gözlemsel olarak doğrulanmıştır.

Fred Hoyle ve arkadaşları evrenin genişlemeye rağmen durağan bir yapıda olabileceğini göstermeye çalışırlarken ‘Durağan Durum Teorisi’ni (Steady State Theory) ortaya attılar. Bu teoriye göre evrenin genişlemesiyle ortaya çıkan boş alan, sürekli bir şekilde madde yaratılması ile dolduruluyordu. Bu teori, fiziğin temel yasası olan ‘maddenin ve enerjinin korunması’ ilkesine (termodinamiğin birinci yasası) uymuyordu.86 Evrende çok büyük orandaki entropinin varlığı, gözlenen genişlemenin mekanizmasının gösterilememesi, galaksilerin dağılım şekli ve daha birçok faktör açısından Durağan Durum Teorisi, daha baştan, Big Bang Teorisi kadar başarılı değildi.87 Fakat uzun süre Big Bang Teorisi karşısındaki tek alternatif bu teoriydi. Big Bang Teorisi’ne göre evrenin başlangıcı çok sıcak ve çok yoğundu, genişlemeyle bu yoğunluk ve sıcaklık sürekli düşüyordu.88 Bu çok sıcak ilk ortam, Hoyle’nin teorisinin açıklayamadığı hidrojenin oluşumu için gerekli çok yüksek sıcaklıktaki ortamın açıklamasını yapabiliyordu. Hoyle ise bunu kabul etmek istemiyor ve “Big Bang’in fosilini bana bulun” diye alay ediyordu.89 1948 yılında Gamow ve arkadaşları, Big Bang’in başlangıcındaki yüksek ışımalı çok sıcak ortamın kalıntısının bugün bile evrende olması gerektiğini matematiksel hesaplar çerçevesinde ileri sürdüler.90 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson, Gamow ve arkadaşlarının, Big Bang Teorisi’nin evren modeline dayanarak öngördüğü ‘kozmik fon radyasyonu’nu (aranan fosili) bulup Nobel Ödülü’nü aldılar. Bu keşfi bazı ünlü fizikçiler, ‘modern kozmolojinin doğumu’ olarak kabul ettiler.91 1989 yılında uzaya fırlatılan COBE uydusundan 1992’de gelen veriler, kozmik fon radyasyonunu ve bu radyasyonda gezegenlerin oluşması için gerekli olan dalgalanmaları çok hassas bir şekilde gösterdi.92 Stephen Hawking COBE’den gelen veriler için “Bu, yüzyılın, hatta belki de tüm zamanların en büyük buluşudur” yorumunu yaptı.93

Big Bang Teorisi’ne dayanarak yapılan öngörüleri, daha sonra gelişmiş cihazlarla yapılan gözlemsel kanıtların desteği izledi. Bu teorinin öngörüleri bilim insanlarına bu teoriyi yanlışlayabilmeleri için imkân tanıyordu. Fakat bulgular hep rakip teoriler yerine Big Bang Teorisi’ni destekledi. Bu bulgular, milyarlarca yıl öncesindeki bir patlamayla başlayan bir süreçle ilgili bir teorinin nasıl yanlışlanabilir öngörüler ileri sürebileceğinin bir delilidir. Örneğin evrenin genişlemediği veya kozmik fon radyasyonunun mevcut olmadığı gösterilebilseydi teori yanlışlanabilirdi. Üstelik bu yanlışlamaya açık öngörüler sürekli sürdü. Big Bang Teorisi, evrenin sıcaklığının ve yoğunluğunun genişlemeye bağlı olarak düştüğünü söyler. Buna göre evrenin geçmişi daha yoğun ve daha sıcaktır. Teleskopla gördüğümüz yıldızların birçoğunun ışığı milyarlarca yıl önceden, yani evrenin geçmişinden gelir. 1994 yılında, evrenin geçmişinin sıcaklığının, şimdikinden daha yüksek olduğu saptanabildi.94 Eğer evrenin geçmişinin, aynı sıcaklıkta veya daha soğuk olduğu gösterilebilseydi Big Bang Teorisi yanlışlanabilirdi.

Big Bang Teorisi, William Whewell’in ayrı ayrı alanlardan gelen delillerin birleşimiyle sonuca varmayı ifade etmek için kullandığı ‘birleşmeli tümevarım’ yöntemine uymaktadır. Kısaca incelenen delillerin dışında, Big Bang Teorisi’nin öngördüğü evren modeline uygun şekilde, evrenin %25’inin helyum, %73’ünün hidrojen olduğu anlaşılmıştır.95 Bu teori ile atom altı dünyanın oluşumu ile ilgili bir teori elde edilmiş, bu teoriye dayanarak Big Bang’den sonraki ilk dakikalar hakkında akıl yürütülebilmiştir.96 Evrendeki döteryum ve lityum gibi hafif atomların açıklaması sadece bu teori ile yapılabilmektedir; ağır atomların yıldızların içindeki süreçlerle açıklanması mümkünken, bu atomların bu süreçlerle açıklanması mümkün değildir.97 Ayrıca yıldızların incelenmesinden, entropiden ve radyoaktif elementlere dayalı tarihlendirme yöntemiyle varılan sonuçlardan evrenin bir başlangıcı olması gerektiğinin anlaşılması da Big Bang Teorisi’ni desteklemiştir.98 Ayrı ayrı alanlardan gelen bu delillerin her biri, Big Bang Teorisi’ni desteklerken, Durağan Durum Teorisi gibi rakip teorileri yanlışlamıştır. William Whewell’in deyimiyle ‘birleşmeli tümevarım’, yani ayrı alanlardan gelen verilerin gücünü birleştirmesi ile yapılan tümevarım; Big Bang Teorisi ile çok başarılı bir şekilde gerçekleşmiştir.

Big Bang Teorisi, başka hiçbir teorinin açıklayamadığı şekilde görünür olguları açıklayarak, rakip hiçbir teorinin yapamadığı öngörüleri yaparak ve bu öngörülere yanlışlanma imkânı tanıyarak, evrenin matematiksel modelini çok başarılı bir şekilde sunarak, başarılı bilimsel bir teori olmuştur. Üstelik Big Bang Teorisi, Evrim Teorisi’nden çok daha eskilerden başlayan (günümüzden on beş milyar yıl kadar önce) bir süreçle ilgili bir teoridir. Bu teori, bir teorinin milyarlarca yıllık bir sürece dair olmasına rağmen bilimsel kriterleri nasıl karşılayabildiğinin bir örneğidir. Oysa daha önce görüldüğü gibi Evrim Teorisi aynı başarıyı gösterememiştir.

Biyolojinin fizikten farklı bir bilim dalı olması ve biyolojide öngörüde bulunmanın zorluğu gibi sebepler, Evrim Teorisi’nin, Big Bang Teorisi’ne nazaran başarısız bir teori olmasının nedenleri olarak ileri sürülebilir. Başka bir bakış açısından ise, canlılar gibi dokunulabilen, deney yapılabilen geniş bir topluluktan objektif üstünlük sağlayacak verilerin elde edilememesi, Evrim Teorisi’nin yanlışlığının delili olarak gösterilebilir. Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci (agnostik) kalıp, canlıların tarihine dair çalışmalarda yeni verilere ihtiyaç olduğunu söylemek bence en doğrusu gözükmektedir. Linnaeus’un türleri tamamen sabit gören yaklaşımı günümüzde yanlışlanıp elenmiştir. Fakat türlerin sınırlı şekilde değişken olduğunu kabul etmelerine rağmen, türlerin bağımsız yaratıldığını kabul eden görüşleri yanlışlamak mümkün olamamıştır. Evrim Teorisi’nin delili gibi ortaya konan tüm veriler, ancak rakip teorilerce de kabul edilen sınırlı değişikliklerin gösterilmesinin ötesine geçememektedir. Big Bang Teorisi ise milyarlarca yıllık bir sürece ait bir teori olmasına rağmen; rakip teorilerin hiçbirince öngörülemeyen, yanlışlamaya açık tahminler ileri sürmüş ve gözlemsel verilerin teorinin öngörülerini doğrulamasıyla rüştünü ispat etmiştir.

 

HOMOLOJİDEN EVRİM TEORİSİ’NE VARILABİLİR Mİ?

Canlılardaki benzerlikler, farklı görüşlerde olan birçok ünlü biyoloğun dikkatini çekmiştir. Aristoteles canlıları sınıflarken bu benzerlikleri temel almıştır. Linnaeus da Owen da canlıları benzerliklerine göre sınıflandırmıştır. Her canlı sırasıyla bir âlem, filum, sınıf, takım, familya, cins ve türe aittir. Aynı cinsin altındaki türler birbirlerine, aynı cinsin altında olmayan türlere nazaran daha çok benzer. Linnaeus ile beraber 18. yüzyılın ve 19. yüzyılın ilk yarısının tüm ünlü taksonomistlerinin canlı sınıflandırmaları, canlıların benzerlikleri temelinde yapılmıştır. Bu sınıflandırmalar ‘özcü yaklaşım’ (essentialism) çerçevesinde oluşturulmuş, canlıların benzerliklerine sebep olan ‘özler’, Tanrı’nın zihnindeki plana göre oluşan tasarıma bağlanmıştır.99 Böyle olunca, canlıların ortak bir atadan evrimleştiği fikrine gerek duyulmadan; onlar, birbirlerine benzerlikleri (homoloji) temelinde sınıflandırılmıştı.

Darwin, daha önceden canlıların sınıflandırılması için kullanılan bu benzerliklerin, Evrim Teorisi’nin delili olduğunu ileri sürdü. Canlılar sınıflamasının başına ortak bir ata koyarak bütün türleri birbirine bağladı. Canlıların tarihini, canlıların evrimle kazandıkları benzerlikleri üzerine bina edip, bu benzerliklerin yakın ve uzak akrabaları belirlemekte kriter olduğunu ileri sürdü. Darwin’den önce canlıların benzerliklerinde ‘homolog’ ve ‘analog’ yapıların karıştırılmaması gerektiğine dikkat çekilmişti. Richard Owen, ‘Türlerin Kökeni’ yayımlanmadan 11 yıl önce (1848) yayımladığı kitabında, ‘analog organlar’ın yapısal olarak bağlantısız olup, canlılarda aynı amaca yönelik kullanılan organlar olduklarını; buna karşın ‘homolog organlar’ın, ayrı amaçlar için kullanılsalar bile yapısal olarak benzer olduklarını söyledi. Owen, sınıflandırma açısından homolojilerin esas olduğunu, analog yapıların dikkate alınmaması gerektiğini söyledi.100 Bu tanıma göre sinekte ve leylekte uçmak gibi aynı amaca yarayan kanatlar, farklı yapılarından dolayı analogdurlar. Buna karşın omurgalıların ön eklemlerindeki yapısal benzerlikler balinada yüzmeye, atta koşmaya yarasa da bu organlar homologdur.

Omurgalıların sahip olduğu homolog organlar, aşağı yukarı Evrim Teorisi’ni savunan bütün kitaplarda teorinin en önemli delillerinden biri olarak gösterilir. Oysa Evrim Teorisi’ne karşı olan Owen da homologluğu kabul etmişti, fakat bu benzerliklerin ortak bir ‘arketip’ kaynaklı olduğunu ileri sürüyordu. Bu ‘arketip’, Tanrı’nın aklındaki plan, Platonik bir idea veya doğaya içkin Aristotelesyen bir form olarak anlaşılabilir.101 Burada sorgulamamız gerekli husus, Darwin’in, Owen gibi düşünenlere karşı üstünlük sağlayacak objektif bir delil ileri sürüp sürmediğidir. Çünkü Darwin’den önce birçok ünlü biyolog homolog organları farklı şekilde yorumlamışlardır; homolog yapılar, Evrim Teorisi’nin bir keşfi değildir. Evrim Teorisi’ni anlatan ders kitaplarından bu teoriyi öğrenen birçok kişi, bilim dünyasının, canlıların homolog organlarının olduğunu, Darwin sayesinde öğrenmiş gibi bir anlayışa sahip olmaktadırlar. Canlılarda homolog organların olduğu çok açıktır, asıl sorun bu organlara dayanarak Evrim Teorisi’ne varmanın doğru olup olmadığıdır.

Daha önce görüldüğü gibi bir türün, farklı özellikleri olan bir tür veya cinse evrimleştiğini gösteren bilimsel bir bulguya sahip değiliz. Milyonlarca türün varlığına ve laboratuvarlarda yapılan deneylere rağmen böyle bir veriye ulaşılamamıştır. O zaman elimizde, Darwin’in Owen’dan daha haklı olduğunu söyleyecek hiçbir objektif kriter yok demektir. Wittgenstein’ın, Evrim Teorisi’nin gözlemsel verilere dayanmamasına rağmen binlerce kitapta kesin bir gerçekmiş gibi sunulmasına getirdiği eleştiri,102 homolojiden Evrim Teorisi’ne varmaya kalkanları da hedef almaktadır. Ayrıca canlılardaki homolog yapılar bir evrimin neticesi olsa bile; bu evrimin sıçramalı mı, yavaş mı, Lamarckçı tarzda mı, yoksa Yeni-Darwinci tarzda mı oluştuğuna dair bir sonuca varılamaz. Bu yüzden canlılardaki homolojinin, her türlü doğa felsefesi görüşüne uydurulabileceği söylenebilir.

Darwin’in teorisi ile homolojiye yeni bir tanım gelmiştir. Bu tanıma göre ‘ortak ata yoluyla alınan özellikler’ homologdur, bunun dışındaki özellikler ne kadar yapısal açıdan benzerlik gösterirse göstersin analogdurlar. Örneğin insanların gözleriyle ahtapotların gözleri, hem yapısal hem de fonksiyonel olarak benzemelerine rağmen, bu benzerlik analog olarak nitelenir.103 Sonuçta Evrim Teorisi’ne inananlar da birbirlerine çok benzer olan yapıların birbirinden evrimleşmeden oluştuğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Yeni-Darwinciler, canlılarda beş parmaklılığın 2 kez, kanatların 4 kez, gözlerin ise 40-60 kez birbirlerinden bağımsız olarak evrimleştiğini ifade etmektedirler. Buna göre Evrim Teorisi’ne inananlar ortak atadan alınmadan benzer vazife gören veya dış yapısı benzer olan organların oluştuğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. “Eğer birbirlerine çok benzer olan yapıların kimisi ortak atadan miras alınma yoluyla açıklanmamasına rağmen var olabiliyorsa; neden canlılardaki benzer birçok dış özelliğin veya moleküler yapının -gözlemsel veri olmamasına rağmen- ortak atadan miras alınmak yoluyla benzerliklerinin açıklamasını yapan Evrim Teorisi’ni kabul etmemiz gerekir” sorusu cevaplanamamaktadır. Sorun, aslında kompleks organların her türde yeniden oluşmasının açıklamasının ‘doğa içinde kalınarak’ (natüralizmle) yapılamayacak olmasıdır. Kitabın 4. bölümünde göstereceğim gibi, tek bir proteinin açıklaması bile doğa içinde kalınarak yapılamamaktadır; materyalist-evrimcilerin kabul ettiği beş parmaklılığın 2 kez, kanatların 4 kez, gözlerin 40-60 kez ayrı şekilde tesadüfen evrimleştikleri iddiası ise olasılık hesapları açısından ciddiye alınamayacak bir iddiadır.

Darwin’e göre başka hiçbir delil olmasa bile canlılardaki homoloji tek başına Evrim Teorisi için yeterli delildir.104 Burada şu soru karşımıza çıkmaktadır: “Homoloji, Evrim Teorisi’nin delili midir, yoksa Evrim Teorisi’ne göre mi homolojiler belirlenmektedir?” Eğer canlılarda hangi özelliklerin homolog olduklarını Evrim Teorisi’nin soy ağacına göre belirliyorsak, o zaman homolojileri belirlemeden önce Evrim Teorisi’ni ve bu teorinin soy ağacını belirlemeliyiz. Bu ise homolojinin Evrim Teorisi’nin delili olarak gösterilmesi halinde sadece bir totolojiye düşeceğimizi gösterir. Bu totolojiyi şu şekilde gösterebilirim:

1.Homoloji, Evrim Teorisi’nin en temel delilidir.

2.Buna göre (1. madde) homolojiden dolayı Evrim Teorisi bilinir diyebiliriz.

3.Fakat, Evrim Teorisi’ne dayanarak homolojiler belirlenmektedir.

4.Demek ki homolojiden dolayı bilinen Evrim Teorisi’ne göre (2.madde) homolojiler belirlenmektedir (3. madde).

 

Evrim Teorisi’nin homoloji dışında bir delili olduğu gösterilemezse, Evrim Teorisi’nin ortak atalardan kazanılan özelliklere dayalı homoloji tarifini doğrulayacak hiçbir objektif veriye sahip olamayız. Omurgalıların ön eklemlerinin homolog olduğunu belirleyecek bir Darwinist, önce bu organların ortak bir atadan miras alınıp alınmadığını tespit etmek zorundadır. Bu da, daha önce ortak atanın kimliği ile ilgili delile sahip olmayı gerektirir. Eğer homolojinin ortak atayı belirlemekteki kriter olduğu ileri sürülürse, bu durumda mantık açısından ‘kısır döngü’ye (vicious circle) girilmiş olunur. Birçok filozof ve biyolog bu ‘dairesel akıl yürütme’ (circular reasoning) yüzünden Evrim Teorisi’ni eleştirmişlerdir. Felsefeci Ronald Brady şöyle demektedir: “Açıklamamızı, açıklanması gerekli durumun tanımına dönüştürdüğümüzde, bilimsel bir hipotezden ziyade bir inancı ifade etmiş oluruz. Açıklamamızın doğruluğuna o kadar kanaat getirmişizdir ki, tanımımızı, açıklanması gerekli durumdan ayırmaya gerek bile görmeyiz. Bu tarzdaki dogmatik yaklaşımlar bilim alanından uzaklaştırılmalıdır.”105

 

FOSİLLERDE VE EMBRİYOLARDA HOMOLOJİ

Yaşayan türler yerine fosillerdeki homoloji ile Evrim Teorisi’ne ulaşılmaya kalkıldığında daha önce dikkat çekilen totolojilerin aynısı tekrarlanmaktadır. Fosillerin özellikle yumuşak organlardan mahrum olmaları, birçok zaman kemik gibi sert yapıların bile tam bulunamamasından dolayı; kısıtlı bulgulardan canlının organlarının fonksiyonlarının belirlenmesindeki sorunlar fosillere dayalı homoloji kurgularını çok daha fazla sıkıntıya sokmaktadır. Evrimci Tim Berra fosil kayıtlarını otomobil modellerine benzeterek; 1953, 1954, 1955 model Corvette arabaları incelediğimizde, bu modellerin değişim ile soyoluşa örnek teşkil ettiklerini söylemiştir. Oysa otomobiller, mühendislerin zihnindeki bir plana uygun olarak ‘arketip’e göre üretilirler. Arabaların ‘zihindeki plan’ ve ‘arketip’e bağlı olarak benzer olmaları ve bu benzerliklerin birbirlerinden türemeyle (hiçbir araba eski modelin üzerindeki değişikliklerle oluşmaz) alakasının olmaması, arabalardaki benzerliklerin Darwinci canlı sınıflamasına değil; benzerliklere dayalı evrimi öngörmeyen diğer sınıflamalara örnek olduğunu gösterir. Bu yüzden Philip E. Johnson, Berra’nın verdiği örneği ‘Berra’nın gafı’ (Berra’s blunder) olarak isimlendirmiştir.106 Fosillere dayalı evrimi delillendirme çabası temelde fosillerdeki homolojiden Evrim Teorisi’ne varmaya dayalıdır. Oysa fosiller bu konuda gözlemlenebilen canlılardan çok daha kısıtlı bilgi vermekle beraber, gözlenen canlılardaki totolojilerin aynısı bu alan için de geçerlidir.

Ortak atadan alınan özellikler homolog kabul edildiğinde, homolog organlar taşıyan canlılarda bu organların embriyo aşamasındaki gelişim şeklinde ve genetik seviyede de homoloji aramak gerekir. Oysa birçok canlıda, örneğin omurgalılarda homolog kabul edilen birçok organın, embriyonun ilk aşamalarında homolog yapıda olmadıkları gözlemlenmektedir. Bu da homolog birçok organın, homolog olmayan kökenlerden oluştuğunu gösterir. Homolog oldukları iddia edilmesine rağmen gelişim yollarındaki farklılığa omurgalı eklemlerinde de tanık oluruz. Embriyo aşamalarında omurgalı eklemleri genelde arka (kuyruk) bölgeden başa doğru gelişirler. Oysa omurgalı bir canlı olan semenderlerde gelişim bunun tam tersidir. Semenderlere benzer bir canlı olan kurbağalarda ise genel omurgalı gelişimi gözükür.107 Böceklerdeki birçok homolog organın da embriyo sürecindeki oluşumlarında, birbirlerine hiç benzemeyen embriyolojik kökenlerden geldikleri görülmektedir. Canlılardaki homolojiyi, ortak atadan miras alınan özelliklerle açıklamaya çalışan Evrim Teorisi için, embriyo aşamalarında da aynı homolojik yapının olmasının gerekmesi, önemli bir sorundur.

Omurgalılardaki birçok homolog kabul edilen organın embriyo aşamalarının homolog olmadığı anlaşılmıştır. Örneğin De Beer’ın işaret ettiği gibi, omurgalıların hazım borusu (alimentary canal) çok değişik embriyolojik kökenlerden gelmektedir; köpekbalıklarının embriyolarındaki üst ve alt bölge, kuşların ve sürüngenlerin embriyolarının ise alt katmanı hazım borusuna dönüşmektedir. Homoloji konusunda en çok tartışılan yapıların başında gelen omurgalıların ön eklemleri de değişik embriyolojik kökenlerden gelirler. Semenderlerin gövdelerinin 2, 3, 4 ve 5., kertenkelenin 6, 7, 8 ve 9., insanın ise 13, 14, 15, 16, 17 ve 18. kısmından ön eklemler oluşur. Darwin, homolog yapıları canlılardaki homolog embriyo aşamaların sonucu olarak görmüştü.108 Oysa detaylı embriyoloji araştırmaları, canlılardaki homolojinin, embriyo aşamalarında karşılığı bulunmadan da oluştuğunu göstermiştir. Evrim Teorisi’ni savunanlar, plasentalıların ve keselilerin birbirlerinden farklı evrimsel çizgide oluştuklarını söylemişlerdir. Fakat birbiriyle dış yapıları homolog olduğu söylenen, hatta aynı türün üyeleri olduğu varsayılan canlıların gelişim aşamalarında plasentanlılar ve keseliler olarak farklı olabilmeleri, Evrim Teorisi’nin homoloji yaklaşımını zora sokmuştur.

Homolog yapılar ortak gelişim süreci olmaksızın oluşabiliyorsa, o zaman bu yapıların ortak atadan miras yoluyla -Evrim Teorisi ile- açıklanmasının gerektiğini neden düşünelim? Eğer bu yapılar ‘ortak ata’dan miras olarak alındıysa, neden bu homolog yapıların embriyo aşamalarındaki gelişimleri farklıdır? Eğer homolog yapıların embriyo gelişim süreçlerinin farklı olduğu anlaşılınca, bu yapıların ‘ortak atalar’dan miras yoluyla alındığı iddiasından vazgeçilecekse; o zaman, canlılardaki benzerlikleri Evrim Teorisi’nin yaklaşımıyla açıklama konusunda neden ısrarcı olunmaktadır?

 

MOLEKÜLER SEVİYEDE HOMOLOJİ

Özellikle 20. yüzyılda biyolojide yaşanan gelişmeler sonucu, moleküler biyolojideki gelişmelerle Darwin’in Evrim Teorisi’ni birleştiren Yeni-Darwinizm ön plana çıktı.109 Bu anlayış, canlılardaki homolog yapıların homolog genlerden kaynaklanması gerektiğini ileri sürer. Bu görüşle beraber canlılardaki protein gibi moleküllerdeki homolojinin incelenmesi önem kazandı. Canlıların bedenlerindeki benzerliklerden (morfolojiden) Evrim Teorisi’ne varılmaya kalkıldığında içine düşülen dairesel akıl yürütmeden, embriyo aşamalarındaki veya moleküler seviyedeki homolojilerden Evrim Teorisi’ne varılmaya çalışıldığında da kurtulunamaz. David Hillis’in, 1994’te dediği gibi: “Artık moleküler biyolojiye dayanılarak ortak atalar tespit edilmeye çalışılmaktadır.” Bu ise karşılaştırmalı anatomi ile homolojiyi belirlemeye çalışanların yüzleştikleri sorunlardan çok daha fazla sorunun içine düşülmesine yol açmıştır. Bu problemlerin aşılabilmesi için ortak ata belirlenmeye çalışılmaktadır.110
Böylece ‘moleküler seviyedeki homolojiye dayanarak belirlenen ortak ataya göre homoloji belirlenmeye’ uğraşılmıştır ki; bu, daha önce görülen totolojiden kurtulunamadığını gösterir.

Evrim Teorisi’ni savunanların, morfolojideki homolog yapıların, embriyo aşamalarında ve moleküler seviyede paralellik göstermesi gerektiğine dair beklentileri, moleküler seviyedeki verilerin sonucunda yeni sorunlarla karşılaşmıştır. Genler üzerindeki çalışmalarla, aşağı yukarı kompleks canlılardaki her genin, birden fazla organı etkilediği tespit edilmiştir. Genlerdeki bu çok etkililiğe ‘pleiotrophy’ denmektedir. ‘Pleiotrophy’e bağlı olarak oluşan etkilerin ise türlere özel olduğu saptanmıştır. Örneğin tavuğun sırf bir geninde oluşan mutasyonlardan değişik birçok organın da etkilendiği anlaşılmıştır; tavuğun tacının oluşumunu etkileyen bir gendeki mutasyon, kafatasındaki bir yumruya da sebep oldu. Tüyü olmayan omurgalılarda, kafatası gibi tüm omurgalılarca paylaşılan bir yapıyı oluşturacak genin, tavuğun tacını oluşturan genin homoloğu olduğu düşünülemez. Bu tip örneklerin çokluğu, De Beer’ın, homolog yapıların (fenotipin), mutlaka homolog genlerce kontrol edilmediklerini söylemesine yol açmıştır.111

Moleküllerin türler arasındaki benzerlik oranının incelenmesinde de evrimci öngörüyle bağdaşmayan sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin Relaxin proteini üzerinde yapılan bir araştırma, köpekbalıklarıyla domuzun, domuz ile kemirgenlerden daha yakın olduğunu göstermiştir.112 Bu tip örnekler, moleküler biyolojiden elde edilen bulgularda evrimci öngörüye aykırı birçok unsurun bulunduğunu göstermektedir. “Eğer homolog genler homolog yapıların oluşumunun sebebi değilse, o zaman homolog yapıların oluşum sebebi nedir” sorusu evrimcilerin hâlâ cevaplayamadığı bir sorudur. Bu soruya cevap verilememesi, bütün Yeni-Darwinci paradigmayı sarsacak nitelikte bir güçlüktür.

Moleküler seviyeden elde edilen verilerin Evrim Teorisi ile uyuşmayan sonuçlar vermesi istisnai birkaç örnekle sınırlı değildir. Evrimci öngörüye göre canlıların dış yapıları ne kadar benzer ise moleküler yapıları da o kadar benzer olmalıdır. Aslında bu öngörüyü Evrim Teorisi’ni reddeden kişiler de paylaşabilirler; canlıların dış görünüşünü belirleyen en önemli faktör moleküler seviyedeki yapıdır. Fakat Evrim Teorisi’ne inananlar için bu öngörü kaçınılmazdır. Çünkü teoriye göre moleküler seviyedeki mutasyonlar ile olan değişiklikler türlerin değişimini sağlar; canlıların dış görünüşlerindeki benzerliklerine göre akrabalık dereceleri saptanmış olduğu için ise, mutlaka moleküler seviyedeki benzerlik, canlıların dış görünüşündeki benzerliğe dayalı kurulan soy ağaçlarını bozmamalıdır. Eğer bu paralellik kurulamazsa, o zaman canlıların dış görünüşüne dayalı olarak kurulan ‘evrimci soy ağaçları’nı çöpe atmak gerekir.

Moleküler seviyedeki yapılar üzerinde gerçekleştirilen araştırmalarda; örneğin, köpeklerin, birçok molekülün yapısında kertenkelelere, tavuklardan daha yakın oldukları tespit edilmiştir.113 Bir araştırmadaysa, ele alınan bazı protein moleküllerinde, tavuğun ve timsahın sahip olduğu bu proteinlerin insanınkine çok benzer olduğu gösterilmiştir. Eğer evrimci öngörüye göre ‘benzerlik oranından akrabalık derecesine’ yükseleceksek; o zaman, bu moleküller, tavuk ve timsahın insanın yakın akrabası olduğunu gösterir. Diğer yandan kemikli balıkların (lungfish) proteinlerinin memelilerden fark derecesi ile lamprey’den (yılan balığına benzer su canlısı) fark derecesi aynıdır. Oysa evrimci öngörüye göre kemikli balıklar ile memeliler arasında çok uzak akrabalık ilişkisi olduğundan, bunlar arasındaki moleküler farklılığın lamprey’den çok daha büyük olması gerekirdi. Bakterinin Sitokrom-C proteini, mayadan yüzde 69, buğdaydan yüzde 66, ipek böceğinden ve ton balığından yüzde 65, güvercinden ve attan ise yüzde 64 oranında farklıdır. Hiçbir eukaryotik sitokromun (en önemlisinin Sitokrom-C olduğu proteinler) bakteri sitokromunun ara formu olarak gösterilemeyeceği anlaşılmaktadır. Örneğin buğday yüzde 20, ipek böceği yüzde 30, at yüzde 50 oranında bakteri sitokrom-C’sinden farklı olsaydı, bu evrimci öngörülere daha uygun olurdu. Bu da eukaryotik hücrelere (çekirdeği olan hücreler) sahip canlıların, bakterilerden (prokaryotik -çekirdeksiz hücreli- canlılardan) tamamen ayrı, izole bir sınıf oluşturduklarını gösterir.114 Darwin’in beklentisinin tam tersine doğada atlamalar -hatta büyük sıçramalar- vardır. Bu sonuç, sadece Darwin’in değil, Evrim Teorisi’nin tam karşıt kampında gösterilen Linnaeus gibi canlıları, ‘varlık merdivenleri’nde hiyerarşik olarak birbirinin ardınca dizen biyologların ve ‘doğada atlamayı reddeden’ Leİbniz gibi filozofların da beklentilerine terstir. Moleküler olarak, hiçbir canlının proteininin, diğerlerinden daha ilkel veya daha gelişmiş olduğu söylenemez. Moleküler seviyedeki incelemeler İbn Miskeveyh gibi veya Linnaeus gibi veya Darwin gibi canlıları birbirinin ardınca dizemeyeceğimizi gösterir. Canlıların bir kısmı birbirlerine çok benzer olsa da kanadın ortaya çıkışı veya eukaryotik hücreye geçiş gibi çok büyük yeniliklerde, arının bal yapışı veya ateş böceğinin çiftleşmesi gibi canlıların gerçekleştirdiği birçok türlere özel işte; belli türler diğer türlerden tamamen farklı özellikler gösterirler. Bu yapılar veya bu özellikler için ara formlar gösterilemez. Canlıların birçok özelliğini hiyerarşik olarak dizmek mümkün değildir. Bukalemunun değişimi de örümceğin ağı da yunusun radarı da kendilerine mahsustur. Bu tip özellikleri birbirlerine karşı değerlendirecek hiçbir kriter yoktur. Bu yüzden ‘büyük varlık zinciri’ (great chain of being) anlayışı da Evrim Teorisi kadar, gözlemsel ve deneysel destekten yoksundur.

İki canlının proteinlerinin yüzde 100 benzer olduğunu saptasak bile; bu iki canlının, birbirleriyle aynı tür veya yakın akraba olduğunu söyleyecek delile mutlak olarak kavuşmuş olmayız.115 İki tane arabayı ele aldığımızı düşünelim. Bu iki arabanın aynı sactan dış yapısının, aynı kumaş ve malzemeden iç döşemelerinin yapıldığını düşünelim. Tamamen aynı hammaddeden bir arabanın dış görünüşü Ferrari gibi bir spor aracı, diğer birinin dış görünüşü ise Range Rover gibi bir arazi aracı olarak imal edilebilir. Bu iki arabanın hammaddelerinin aynı olması nasıl bu iki arabayı aynı yapmıyorsa, aynı şekilde canlıların bedenlerindeki proteinlerin aynı olmasının da onları tamamen aynı tür kıldığını söyleyemeyiz. Bu proteinlerin hangi oranda, bedenin hangi bölgelerinde kullanıldıkları ve tamamen aynı olan bu moleküler yapıların dışında, bir canlıda fazladan veya eksik proteinlerin bulunup bulunmadığı da önemlidir.

 

MOLEKÜLER SEVİYEDE ŞEMPANZE VE İNSAN

Canlıların moleküler seviyedeki benzerlikleri, proteinlerin karşılaştırılmasıyla incelendiği gibi, kimi zaman bu proteinlerin kodunu oluşturan DNA veya bu koda uygun proteinlerin sentezinde görev alan RNA’ların kodlarının incelenmesiyle de ele alınır. Insana moleküler seviyede en çok benzediği kabul edilen şempanze ile insan arasındaki benzerlik, 2004 yılında, Japonya’nın Riken Enstitüsü’nde karşılaştırılmaya çalışıldı. Bunun için insandaki 21. kromozom ile şempanzedeki bu kromozomun karşılığı olan 22. kromozom deşifre edilerek karşılaştırıldılar.116(Daha önceki şempanze ile insan mukayeseleri daha çok protein karşılaştırmalarına dayanmaktadır.) Bu kromozomların DNA’larının 68.000 yerinde tamamen farklılık olduğu görülmüştür. Bu yerlerin bir kısmı insanda şempanzeden fazla, bir kısmı ise eksiktir. Şempanzenin protein gibi molekülleri insanınkilere yüzde 98.5 oranında benzeyebilir, fakat sırf bir kromozomda 68.000 yerdeki farklılık asıl önemli sorundur.117 Örneğin bu yerlerden üçü FOXP2, NCAM2 ve GRIK1 bölgeleridir; bu genlerin sinir sistemiyle ilgili yapılarda etkin olduğu saptanmıştır. Bu fazlalıklar sadece insana ait olup şempanzede eksiktir.

İnsanla şempanzenin benzerliğinde birçok araştırmacı, sadece farklı olan bölümleri (substitution) göz önüne alarak ‘% 1,5 farklılık’ gibi oranları telaffuz etmişlerdir. Oysa bu farklı bölümlerden başka insanda olmasına rağmen şempanzede olmayan veya şempanzede olmasına rağmen insanda olmayan bölümler (insertion veya deletion) de vardır ki, bunlar türler arası farklılıkta daha da önemli olabilirler. Bunlarla beraber iki tür arası farklılık %4,5’lara çıkmaktadır. Asıl önemli olan bu farklılığın ne kadar büyük olduğunu anlamaktır. İki galaksi arasındaki uzaklığın %1’inden bahsedersek, bu yüzde çok küçük gözükebilir; ama bu %1’in trilyonlarca kilometreye ulaştığını ve Dünya’mızdaki tüm mesafeleri gölgede bıraktığını anlarsak o zaman durum değişir. İnsan ile şempanze arasındaki farkta da önemli olan yüzdeler değil, bu yüzdelerin neye karşılık geldiğidir. İnsanla şempanze arasında 35 milyon kadar noktada farklılık olmasına karşılık, 45 milyon kadar noktada insanın sahip olduğu ve şempanzede olmayan, 45 milyon kadar da şempanzenin sahip olduğu ve insanda olmayan nokta vardır.118 Bunların toplamı ise 120 milyonu geçmektedir ki bu çok büyük bir farklılıktır. Hele hele bu farklılıkların DNA gibi çok hassas yapıda bir molekülde, 6 milyon yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde ‘tesadüfen’ oluştuğunu ve bireylerde oluşan özelliklerin türün gen havuzunda yok olmadan türün özelliklerine dönüştüğünü söylemek olasılık hesapları açısından savunulamayacak bir iddiadır.

Tasarım delili ile ilgili kitabın 4. bölümünde detaylı bir şekilde göstereceğim gibi; tek bir proteinin ortaya çıkmasını izah etmek için bütün uzayın tüm maddesi ve tüm zamanının yetersiz kaldığını olasılık hesapları göstermektedir. Insanın şempanzeden 6 milyon kadar yılda oluştuğu iddiasını ele alalım; 20 yılın bir nesle karşılık geldiğini hesaplarsak 300.000 nesil eder. Yani DNA gibi hassas bir molekülde 300.000 defa gibi çok düşük sayıda oluşacak değişimlerle, insan ile şempanze arasındaki 120 milyondan fazla farklılığın oluşması gerekmektedir. Bunu tek bir proteinin ortaya çıkışını izah etmek için tüm uzay-zamanının ve tüm maddenin yetersiz kaldığıyla kıyaslarsak, şempanzeden insana geçişin ‘tesadüfi mutasyonlar’la oluştuğu iddiasının matematiksel açıdan ne kadar tutarsız olduğunu anlarız. Insanla şempanzeler arasındaki %0.01’lik bir fark bile yüz proteinden daha fazlasına karşılık gelmektedir. Insanın DNA’sında 3 milyardan fazla nükleotid olduğu tahmin edilmektedir. Bunun %0.01’i ise 300.000’den fazla nükleotide karşılık gelmektedir, her 1.000 nükleotidin 1 protein koduna karşılık geldiğini düşünürsek; insan DNA’sının % 0.01’i bile 300’den fazla protein koduna karşılık gelebilecek kadar uzundur demektir. Eğer insan ile şempanze arasındaki moleküler seviyedeki fark dendiği gibi sadece %1.5 oranında olsaydı bile, bu aradaki farkın tesadüfi bir geçişle aşıldığını söylemek mümkün olamazdı. Üstelik Riken Enstitüsü’nün sadece bir kromozomda 68.000 yerin farklı olduğunu göstermesi, toplamda ise 120 milyondan fazla noktada farklılığın olduğunun tespit edilmesi, tesadüfi bir şekilde şempanzeden insana geçişi ileri sürenleri tamamen açmaza sokmuştur.

Canlılar, aynı atomlardan ve bileşiklerden oluşan, çoğunluğu su olan ve ortak bir çevreyi aynı dünyada paylaşan varlıklardır. Çoğalmak, amaçlı enerji kullanmak, hareket etmek gibi ortak vasıflara sahiptirler. Üstelik birbirleriyle beslenirler, böylece birbirlerinin moleküllerini yaşamak için kullanırlar ve bu molekülleri sindirmek için de benzer yapılara ihtiyaç duyarlar. Beslenme döngüsünü mümkün kılan unsurların başında ‘moleküler seviyedeki benzerlik’ gelmektedir. Tüm bu özellikler canlıların benzer olmasını gerektirmektedir. Tarih boyunca birçok biyolog, canlıların aynı Yaratıcı tarafından yaratılmalarının yanında, sahip oldukları saydığımız tüm bu ortaklıkları canlıların benzerliklerinin sebebi olarak görmüşlerdir. Canlıların dış yapılarının da moleküler yapılarının da benzerliği bu temelde değerlendirilebilir. Gözlemsel, deneysel verilere ve öngörüyü mümkün kılan yasalara sahip olmayan Evrim Teorisi’nin benzerliklerden yola çıkarak doğruluğunu ilan etmek için bir sebep gözükmemektedir. Canlıların benzerliklerinden birbirlerinden evrimleştikleri sonucuna ulaşmak, ancak Evrim Teorisi’ni peşinen doğru kabul eden bir yaklaşımla mümkündür. Bu yaklaşımın ise canlıların; hem dış yapıları hem embriyo aşamasındaki gelişimleri hem de moleküler seviyeleri incelendiğinde, içinden çıkılması mümkün gözükmeyen güçlükler içinde olduğu gözükmektedir. Evrim Teorisi’nin gözlemsel ve deneysel verilere sahip olamamasının yanında, teorik olarak bile, canlılar arası geçişteki ara formları, ne yaşayan örneklerle, ne fosillerle, ne de moleküler seviyedeki çalışmalarla tutarlı bir şekilde göstermesi mümkün olamamıştır. Diğer yandan Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı tartışma dışı bırakılıp (Evrim Teorisi’ne agnostik kalınıp), canlıların bir tasarımın ürünü olup olmadığı gözlenen canlıların gözlenen özellikleri üzerinden tartışılabilir. Bu konuyu kitabın 4. bölümü olan ‘tasarım delili’nde işleyeceğim.

ARTIK ORGANLAR

Evrim Teorisi’ni savunanlar, canlılardaki bazı organların zamanla amaçlarını yitirdiklerini söylediler. Penguenlerin kanatları veya insanların tiroid bezi ve kuyruk sokumu artık (rudimentary veya vestigial) organlara örnek olarak gösterildi. Darwin ‘artık organlar’ın varlığını teorisi açısından uygun gördü ve Lamarckçı ‘kullanılmayan organların körelmesi’ yaklaşımıyla bu organları izah etmeye çalıştı. Biyolojideki gelişmeler ile sonradan kazanılan özelliklerin aktarılamayacağı anlaşıldı ve Lamarckçı yaklaşımlar geçerliliğini yitirdi. Genetik bilgiler, bir organın kullanılıp kullanılmamasının, daha sonra bu organa ait genetik bilgilerin yeni nesillere aktarılmasında bir değişiklik oluşturmayacağını göstermiştir. Fakat Yeni-Darwinciler, genetikteki bu gelişmelere rağmen, sadece mutasyon ve doğal seleksiyon ile konuya yaklaşarak ‘artık organlar’ı açıklamaya çalıştılar.

‘Artık organlar’ ile canlılarda işlevi bulunmayan bazı organların var olduğu iddia edilir. Türlerin birbirlerinden bağımsız yaratıldığını savunanlar da evrende sürekli olarak düzensizliğe gidişin olduğunu söyleyen entropi gibi bir yasanın genlerde de etkili olmasının, işlevsiz organları oluşturduğunu veya işlevli organların işlevini bozduğunu ileri sürebilirler ki bunu savunanlar olmuştur. En sağlam yapılmış bina veya köprü zamanla yıprandığı, insan yaşlandıkça güçsüzleştiği gibi; ilk canlı çiftinden sürekli sonraki nesillere aktarılan genetik hazine de zamanla deforme oluyor olabilir. 18. yüzyılın en önemli biyologlarından Buffon’un önce kökensel türlerin oluştuğunu, sonra bunlardan yeni türlerin oluştuğunu söyleyen yaklaşımında da; başlangıçtaki genetik havuzun, melezleşme ve benzeri etkilerle deformasyona uğradığı savunulmuştur. Türlerin genetik bilgilerinin, yeni nesillerde deformasyona uğradığını savunan biri, Evrim Teorisi’ne inanmasa da ‘artık organlar’ın varlığını kabul edebilir. Sonuç olarak, ‘artık organlar’ın varlığının Evrim Teorisi’nin bir delili olarak kabul edilmemesi gerekir. Evrim Teorisi’nin temel iddiası, bütün türlerin başka türlerin değişimi sonucunda oluştuklarını iddia etmesidir. ‘Artık organlar’ın varlığı eğer doğru olsaydı bile, Evrim Teorisi’nin bu temel iddiasını destekleyecek nitelikte değildir.

Biyolojide ilerlemeler gerçekleştikçe, işlevsiz oldukları veya işlevlerini yitirdikleri iddia edilen canlılardaki yapıların önemli görevleri olduğu anlaşılmıştır. Önceden atların tendonlarının bağlı olduğu küçücük liflerin işlevsiz olduğu iddia ediliyordu. Yapılan araştırmalar, bu liflerin, atların koşularında oluşan titreşimlerin tendonları tahrip etmesini önlediğini göstermiştir.119 Balinaların kalça kemiklerinin de kara canlılarının kemiklerinin artığı olup işlevsiz olduğu söylenmiştir. Fakat araştırmacılar Howe ve Bergman, bu yapıların dişi ve erkek balinalarda farklılık gösterdiğini; erkeklerin penis ereksiyonuna, dişilerin vajinal birleşimlerine katkıda bulunduğunu ortaya koymuşlardır. Penguenler yüzerken kanat bölgelerini çok etkin olarak kullandıkları için, bu yapıların da ‘artık organ’ olarak değerlendirilmesi yanlıştır.

Ernst Wiedersheim, 19. yüzyılın sonunda insan vücudunda 86 tane ‘artık organ’ olduğunu iddia etmişti. Zamanla listedeki bu organların işlevleri öğrenildi ve ‘artık organ’ olarak sınıflandırılmalarındaki hata anlaşıldı. Tiroid bezinin vücut için çok önemli hormonlar salgıladığı öğrenildi. Timus bezi ise bağışıklık sistemine katkıda bulunmaktadır. Bademcikler vücudu enfeksiyondan koruyan organlardır. Pineal bezi melatonin hormonunun üretiminde rol almaktadır. Kuyruk sokumu birçok kasın tutunma noktasını oluşturmakta ve rahat oturmayı sağlamaktadır.
Araştırmalar ilerleyip de insanda ‘artık organ’ olduğu iddia edilen yapıların fonksiyonlarının anlaşılmasıyla liste gittikçe küçüldü. Fakat hâlâ birçok kitapta apendiksin (apandisit hastalığına yol açan organ) hiçbir işlevi olmayan bir organ olarak tanıtıldığına tanık olabilirsiniz. (‘Paradigma’nın düşünceye ve eğitim sistemine etkileriyle ilgili önceki yazılanları hatırlayın.) Apendikste lenfatik nodüllerin olduğu ve temel fonksiyon olarak lenf sisteminin bir parçası olduğu öğrenilmiştir. Bağırsakta yararlı işlevi olan bakterilerin kana ve vücudun diğer bölgelerine zarar verme olasılığı vardır. Apendiks, parçası olduğu lenf sistemi ile beraber, vücudun korunmasında görev alır. Apendiksin en önemli işlevi yeni doğmuş bebeklerin bakterilere karşı korunmasıdır. Darwin, genetik açıdan yanlış olduğu gösterilmiş olan Lamarckçı mekanizmayla apendiksi körelmiş organ olarak görmekle hata yaptığı gibi, bu organı işlevsiz sanmakla da yanılmıştır. Bunun yanında, memelilerden tavşanın ve sıçanın apendiksi varken, birçok maymun türünde apendiks bulunmaz.120 Bu da ‘evrimci soy ağacı’ açısından önemli bir sorundur. Apendiks, Evrim Teorisi için delil oluşturmak bir yana, aslında sorun oluşturmaktadır.

Fizyolojik araştırmalar arttıkça işlevsiz sanılan organların işlevleri öğrenilmiştir. Aynı şey -katedilmesi gerekli çok yol olsa da- DNA’nın üzerindeki fonksiyonu bilinmeyen (junk DNA, psuedo-genes) bölgeler için de geçerlidir; genetikteki çalışmalar arttıkça bu bölgelerin düzenlemeyle ve bağışıklıkla ilgili fonksiyonları keşfedilmektedir.121 DNA’nın insan bedenine nasıl dönüştüğü, ancak çok kısıtlı olarak bilinebildiğine göre, DNA’daki bölgelerin bir kısmının fonksiyonunun bilinememesi doğaldır. DNA’nın en temel fonksiyonu protein ve RNA kodlarını taşımak olsa da bütün vazifesi bununla sınırlı değildir.

Kısacası fonksiyonu olmayan ‘artık organlar’ın varlığının Evrim Teorisi’nin delili olduğu söylenemez. Fonksiyonu olmayan veya fonksiyonunu yitirmiş yapılar olarak gösterilen örnekler ayrıntılı olarak her incelendiğinde, bu yapıların canlılık için lüzumlu işlevleri yerine getirdiği öğrenilmiştir. Bu da bazı şartlanmış araştırmacıların, canlıların yapılarındaki işlevleri anlayamamaları üzerine, bu yapıların işlevlerini inkâr ettiklerini göstermektedir. Mevcut örnekler, işlevsiz zannedilen yapıların, sadece işlevi anlaşılmamış yapılar olduklarını göstermiştir.

 

FOSİLLER VE EVRİM TEORİSİ

Darwin’in yaklaşımındaki en temel özelliklerden biri, küçük değişimlerin (mikro mutasyonların) birikmesi sonucunda büyük değişimlerin gerçekleştiğini savunmasıdır. Bu yaklaşıma göre bir türden diğer bir türe geçiş çok uzun zaman dilimlerine yayılır; türler arasındaki geçiş formlarını gözlemleyemeyişimizin sebebi ise doğal seleksiyonun bunları elemiş olmasıdır. DNA’nın keşfedilmesi, bu molekülün çok hassas yapısının büyük değişimleri kaldıramayacağını göstermiştir. Canlıların, Darwin’in yaşadığı zaman diliminde zannedilenden çok daha kompleks olduğunun anlaşılması, Yeni-Darwinciliğin ana doğrultusunun da, küçük değişimlerin birikmesiyle evrimin oluştuğunu savunmasına sebep oldu. Bu yaklaşım benimsenirse, bir türden diğer türe geçişi gösteren birçok ara formun varlığını kabul etmek gerekir. Bunun da doğal sonucu, fosil kayıtlarından bunlarla ilgili sonuçların elde edilmesini beklemektir. Darwin’in döneminde, bilinmeyen orman alanlarından ve okyanus altlarından bulunamamış geçiş formlarının tespit edilebileceğinin ümidi vardı ama asıl beklenti fosil kayıtlarından gelecek verilerdeydi.

Darwin bu konudaki sorunun farkındaydı ve ‘Türlerin Kökeni’ adlı eserinin 9. bölümünü bu konuya ayırdı. Kendi teorisine göre, yeryüzünün her katmanında birçok ara formun bulunması gerektiğini, bunların mevcut olmayışının teorisine karşı getirilecek en önemli itiraz olduğunu söyledi.131 Teorisinin en temel mekanizması olan doğal seleksiyonun, bu ara formları yok ettiğini, fakat bu formların bir zamanlar yeryüzünde yaşadığını ileri sürdü.132 Darwin, kendi dönemindeki fosil bulguların yetersiz olduğunu; bunun, gerek yeryüzünde araştırılan alanların kısıtlı olması, gerek yapılan çalışmaların yetersiz kalması gibi sebeplerden kaynaklandığını belirtti.133 O, yapılacak yeni kazıların neticesinde elde edilecek bulguların, kendi teorisini destekleyeceğine inanıyordu.134

Darwin’in küçük aşamalı evrim anlayışına ilk tepki verenlerden biri Huxley idi. O, Darwin’in, kendini gereksiz yere sıkıntının içine soktuğuna inanıyordu. Çünkü ara formların ve bunların fosillerinin eksikliğindeki sorun, Darwin’in Evrim Teorisi’ni yanlışlayan bir delil olarak ileri sürülebilirdi. Darwin, ‘Türlerin Kökeni’nde eğer küçük değişimlerin birikmesiyle oluşmasının mümkün olmadığı herhangi bir organ gösterilebilirse, teorisinin çökeceğini söylemişti ve ‘doğada atlama olmaz’ (natura non facit saltum) ilkesine sonuna kadar sadık kalmıştı.135 Darwin’in kendini niçin bu kadar zora soktuğunu anlamak zor değildir. Çünkü onun teorisini, türlerin bağımsız yaratılışından ayıran en temel özelliklerden biri, aşamalı küçük değişimlerin birikimi ile yeni türlerin oluşumunu savunmasıydı. Eğer sıçramalı (saltationist) bir teoriyi savunursa, türlerin bağımsız yaratılışı görüşüne yaklaşacağının farkındaydı.136 Fosiller hakkındaki araştırmaların yetersizliğini vurgulayarak ise bu alandan gelecek itirazları savuşturmaya çalıştı.

‘Fosil kayıtlarının yetersizliği’ çok tartışmalı bir konudur, fakat günümüzde bu mazeretin arkasına sığınmak, Darwin’in dönemindeki kadar kolay görünmemektedir. Bilinen fosil türlerinin sayısı yüz binlerle ifade edilmektedir. Karada yaşayan 329 tane omurgalı ailenin 261 adedi, yani %79.3’ü bulunmuştur. Eğer fosili daha zor bulunan kuşları çıkarırsak bu oran %87,8’e yükselir.137 Darwin’den sonra Dünya’nın hemen her köşesinde kazılar yapılmış, tarihlendirme teknikleri çok geliştirilmiş ve yeni pek çok fosil kaydına ulaşılmıştır. Oysa ara formların yokluğu ile ilgili sorun, bulunan birçok yaşayan ve sadece fosili kalmış türün, beklenenin aksine, bu ara formları açıklayamamaları üzerine daha da artmıştır. Bulunan yepyeni özellikli türlerin de ara formlarının olmaması, sorunu katlayarak büyüttü. Asıl sorun, kimi fosilbilimcilerin, Evrim Teorisi’ni alternatifsiz ve peşinen doğru kabul edip, fosilleri, bu yaklaşımları merkezinde değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu fosilbilimcilerin çalışmaları, canlıları benzerlikleri temelinde bir soy ağacına yerleştirmenin -homolojiden evrime varmanın- ötesine geçememekte, deney ve gözlem ile desteklenmeleri mümkün olamamaktadır. Türlerin yavaş değişimlerle oluştuğunu savunan yaygın Evrim Teorisi anlayışına, aslında en çok sorun çıkaran alanlardan biri fosilbilimdir. Evrim Teorisi’ni günümüzde savunan fosilbilimciler de Darwin’in mazeretinin arkasına -fosil bulguların yetersiz olduğu mazeretinin arkasına- saklanmaktadırlar. Fakat Darwin’in dönemine nazaran birçok kazının yapıldığı, birçok yeni fosilin bulunduğu ve gelişmiş yeni tekniklerin kullanıldığı günümüzde; bu mazeret eskisi kadar inandırıcı değildir.

 

DENİZDEN KARAYA GEÇİŞ VE FOSİLLER

Fosillere dayanarak Evrim Teorisi’nin temellendirilemeyeceğini göstermek için, özellikle ders kitaplarında ve diğer evrimci kitaplarda, bu teorinin delili olarak ön plana çıkartılmış olan bazı fosilleri ele alacağım. Balıklardan amfibilere (evrimcilere göre balıklardan sürüngenlere geçiş formu olan, hem karada hem de suda yaşayan, kurbağa gibi canlıları kapsayan, soğuk kanlı omurgalılar sınıfı) geçiş formu olduğu iddia edilen rhipidistian balıklarını örnek olarak alalım. Bir asra yakın bir süre, bu balığın iskelet yapısına dayanılarak, denizden karaya geçişin ‘fosil delili’ne sahip olunduğu iddia edildi.

Denizde yaşayan bir canlının karada da yaşayabilmesi için bedeninde çok büyük değişikliklerin oluşması gerekir. Solungaçların akciğere dönüşmesi, hem dolaşım hem de solunum sisteminde büyük değişikliklerin olmasını zorunlu kılar. Ayrıca karadaki sıcaklık değişiklikleri anidir ve karada yaşayan canlıların vücut sistemleri, bu yüzden de denizdekilerden farklı olmak zorundadır. Bunların dışında amfibiler, vücut ağırlıklarını taşımak için balıklardan daha çok enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bundan dolayı, hem amfibilerin vücut yapısının yeni enerji ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde farklılaşması hem de ağırlıklarını taşıyacak ayaklarının kemik sistemleriyle beraber oluşması gerekir. Tüm bu sayılan değişimler moleküler yapıda birçok değişimi gerektirir. Tek hücreli bir canlının sahip olduğu moleküllerden çok daha fazlasına böyle bir değişim karşılık gelmektedir. Öyleyse böylesi bir değişimin tesadüfen gerçekleşmesinin, cansız maddeden tek hücreli bir canlının oluşmasından çok daha fazla imkânsız olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kitabın 4. bölümünde, ayrıntılı olarak, olasılık hesapları açısından böylesi bir ihtimalin ‘tesadüfen’ gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu göstereceğim.

Bahsedilen olasılık sorunu dışında, denizden karaya geçiş iddiası fosil sorununa da takılmaktadır. Rhipidistian balıkları yüzgeçlerindeki kemiklerinin şekilleri gibi özelliklerden dolayı bir ara form olarak kabul edilmişti. 1938 yılında, Hint Okyanusu’nda, rhipidistianlarla aynı özelliklere sahip coelecanth (Latimeria) yakalandı. Bu balığın on milyonlarca sene önce kaybolduğu sanılıyordu. Bu balığın beyin, kalp ve diğer yumuşak organlarında yapılan incelemeler, bu hayvanın tamamen balık özelliklerine sahip olduğunu;138karada yaşayacak bir canlının dolaşım, solunum ve diğer bahsedilen farklılaşması gerekli yapılarına hiçbir benzerlik göstermediğini, dolayısıyla denizden karaya geçişin bir ara formu olamayacağını göstermiştir. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, fosillerden yapılan çıkarımların güvenilmez olmasının en önemli sebeplerinden biri, genelde fosillerin sadece iskelet ve diş gibi sert yapılardan oluşması ve yumuşak yapıları kapsamamasıdır. Oysa canlı vücudunda yumuşak yapıların üstlendiği vazifeler, sert yapılardan çok daha fazladır. Fosiller üzerinden yorum yapan kişiler, eğer Evrim Teorisi’ni apriori olarak doğru kabul ediyorlarsa, ellerinde hiçbir veri olmasa da fosilleri, sahip oldukları canlıları nasıl görmek istiyorlarsa öyle yorumlamışlardır. Bu kişilerin yazılarını okuyan geniş kitleler ise, mevcut fosillerin ‘evrimci bir hayal gücü’ ile yorumlandığının farkında olmadan, fosillerden canlılığa ait tüm ayrıntıların anlaşılabileceğini sanarak yazılanlara inanmışlardır. Bir asır boyunca insanların yanıltılmasına sebep olan rhipidistian balıklarıyla ilgili evrimci yorum, fosil yorumcularına karşı teslimiyetçi tutumların düzeltilmesine vesile olmalıdır.

Aslında coelecanth bulunmasaydı da rhipidistianları, balıklardan amfibilere geçiş formu olarak kabul etmek için yeterli sebep yoktu. Öncelikle felsefî açıdan, homolojiden evrime ulaşmakla ilgili itirazın aynısı burada da geçerlidir. Sonuçta rhipidistianlardan amfibilere geçiş olduğu iddiası, benzerliklerden (her ne kadar benzerlik abartılmış ve yanlış sunulmuş olsa da) evrime ulaşmaktır ve bu kabul deney, gözlem gibi hiçbir kriterle doğrulanamamaktadır. Gözlenen ancak benzerliktir, yoksa bir türün yeni özellikleri olan bir türe evrimleştiği ne gözlenmiştir, ne de bir laboratuvarda bunun mümkün olduğu sergilenebilmiştir. Ayrıca Darwinci bir evrim anlayışı açısından, bir türden diğer bir türe geçiş, çok küçük aşamaların yavaş yavaş katedilmesiyle mümkündür. Buna göre, rhipidistianların yüzgeçlerindeki kemiklerden bir bacağın oluşumuna kadar birçok ara form olması gerekir; birçok yarım bacaklı veya tek bacaklı ara form bulunmalıdır. Darwinci doğal seleksiyon, ancak işe yarayan dört bacak oluştuktan sonra, bu ‘ucubeler’in elenmesini izah edebilir; fakat fosil kayıtlarında bu tip ara formların (ucubelerin) olmamasını açıklayamaz. Tesadüfi bir Evrim Teorisi’ni savunanlar ‘ara form’ diye hep vücut organları tam ve kendi ortamına mükemmel adapte olmuş canlıları göstermektedirler. Oysa DNA’daki rastgele mutasyonlarla ‘ucubeler’in oluşma olasılığı çok çok daha yüksektir. 20. yüzyılda hücrenin mikro dünyasının çok kompleks olduğu, canlılarda basit gibi gözüken bir değişimin bile moleküler seviyede ciddi değişikliklere karşılık geldiği anlaşıldı. Bu ise basit bir değişiklik için beklenmesi gereken ara formların sayısının, Darwin’in tahmin ettiğinden bile daha fazla olmasını gerektirir. Darwin’in zamanında -Darwin’in yaptığı gibi- fosil kayıtlarının eksikliğine sığınmak, ‘ucubeler’in fosillerinin yokluğu için de bir mazeret olabilirdi. Fakat dünyanın dört bir tarafında fosilbilim kazılarının yapıldığı günümüzde, bu mazeretin arkasına sığınmak mümkün değildir. Bu kazıların %99’unun Darwin’in teorisini ortaya koyduktan sonra yapıldığını hatırlatmakta fayda görüyorum.

Sonuçta fosil kayıtlarına dayanarak denizden karaya geçişi izah etmek mümkün değildir. Ayrıca, Evrim Teorisi açısından daha da sıkıntılı bir konu denizden karaya geçişi izah etmektir. Evrim Teorisi’ne göre denizlerdeki balina gibi memeliler karadaki memelilerden evrimleşmiştir. Oysa böylesi bir geçiş de birçok ara türün varlığını gerektirir. Deniz ortamında görme, işitme, dolaşım, vücut sıcaklığını ayarlama, yavruları besleme gibi birçok kompleks işlev için çok büyük değişiklikler gerekir ve bu değişikliklerin büyüklüğünün denizden karaya geçiş kadar, hatta daha da fazla olduğu söylenebilir. Tahmin edeceğiniz gibi böylesi bir geçiş de olasılık sorununa takılacaktır. Ayrıca ikinci büyük sorun ise fosillerle ilgilidir. Bu kadar büyük değişiklik için on binlerce ara form olması gerekirken, balina gibi deniz memelilerinin karadaki memelilerden oluştuğunu gösteren ara formlar mevcut değildir.139

 

ATLAR VE FOSİLLER

Atın evrimini gösteren şema, Evrim Teorisi’ni anlatan kitapların çoğunda yer alır. Ünlü evrimci fosilbilimci Stephen Jay Gould ‘Full House’ kitabında, at fosillerini ele aldığı bölüme şöyle giriş yapar: “En yanlış hikâyeler genelde, en iyi bildiğimizi sandıklarımızdır; çünkü onları ne inceleriz ne de sorgularız. Herhangi birine evrimci serilerden hangisinin en ünlüsü olduğunu sorun, eminim ki en çok alacağınız cevap ‘Atlar, elbette’ olacaktır.”140 Atlarla ilgili ilk düzenleme 1870 yılında Darwin’in yakın arkadaşlarından Huxley tarafından yapıldı; at serisinin ününün bir nedeni de evrimci serilerin ilki olmasıdır. Fakat daha 1876’ya gelindiğinde, at serisindeki bitmek bilmeyecek değişikliklerin ilki yapıldı. Ünlü Amerikalı fosilbilimci Othniel C. Marsh, Amerikalı atların, atların evriminde ana doğrultuyu oluşturduğuna Huxley’i ikna etti ve onun yardımlarıyla Huxley, serisini yeniden düzenledi. Bir sonraki neslin ünlü fosilbilimcisi William D. Matthew, Amerika Doğa Tarihi Müzesi’nin broşüründe yer alan ve sayısız kopyaları çoğaltılan ünlü çizimi yaptı.141 Bu çizim evrimi anlatan kitapların vazgeçilmezleri arasındaki yerini aldı.

At serisinin en temel anlatımlarına göre, baştaki dört parmaklı eohippus’tan (Hyracotherium) günümüzün tek parmaklı (toynaklı) atı (Equus) türemiştir. Azı dişlerinin doğrusal olarak artışına dikkat çekilmiş ve hepsinden önemlisi baştaki tilki boyutundaki canlıdan günümüzün atının hacmine ulaşıldığı iddia edilmiştir. Fakat bulunan birçok fosille, ata benzeyen canlıların oluşumunun beş-altı atın arka arkaya dizilimiyle açıklanamayacağı anlaşıldı ve birbirlerine aykırı birçok at serisi çizimi yapıldı. Aslında at serileriyle ilgili olarak doğrusal artışı savunan şemalar Yeni-Darwincileri çok rahatsız etmiştir. Lamarck’ın teorisini ortaya koyduğu dönemden beri, evrimin, canlılara içkin kuvvetlerce yönlendirildiğini (orthogenesis) birçok bilim insanı savunmuştu. Darwin’den sonra da bu eğilim devam etti. Böylesi bir evrim anlayışının metafizik çağrışımları vardı, birçok bilim insanı bu yönlendirmeyi Tanrı’nın eseri olarak görmüştür. Sonuçta Yeni- Darwinciler, türlerin birbirlerinden bağımsız yaratıldığını savunanlardan daha da büyük bir gayret göstererek, doğrusal artışa göre dizilmiş at serilerinin yanlışlığını gösterme vazifesini üstlendiler. Çünkü rastgele mutasyonların; her türde daha büyük bir canlıyı, daha az parmağı, daha az uzun azı dişlerini oluşturmak gibi doğrusal eğilimleri; daha önceden ‘belirlenmiş bir planı’ gerçekleştirmelerini beklemek için bir neden görmüyorlardı. Aslında sayısı yüz binlere ulaşan hayvan türlerini benzerliklerine göre arka arkaya dizmek isteyenler, diledikleri hayvanları serilerinin dışında tutarak, işlerine gelen seriyi elde etme şansına sahiptirler. Yok olan türlerin, bütün türlerin %90’dan fazlasını oluşturduğunu hatırlayalım. Günümüzde gördüğümüz fare, kedi, pars, kaplan, aslan gibi birbirlerine benzer hayvanların hepsinin yok olduğunu ve fosillerinin bulunduğunu ve fosil yaş sırasının fare, aslan, kedi, pars, kaplan sırası şeklinde olduğunu düşünelim. Doğrusal at sıralaması yapan bir fosilbilimcinin eline bu sıra geçse, muhtemelen aslanın ayrı bir tür canlı olduğunu iddia eder, fakat kaplana aslandan daha az benzeyen fareyi sıralamanın başına koymakta sorun görmezdi. Nitekim at fosillerinde de aynısı yapılmış, sıralamayı bozan fosiller dışta bırakılarak doğrusal sıralama oluşturulmuştur. Örneğin boy olarak, tilki büyüklüğündeki eohippus’a çok yakın olan, fakat çok sonra yaşamış olan Nannipus’u ele alalım. Bu tür, kendinden önce yaşamış birçok at benzeri türden kısadır. Eğer günümüzün atı Equus korkunç bir hastalık yayan bakteri türünün kurbanı olsaydı ve yaşayan tek at benzeri tür Nannipus olarak kalsaydı, at sıralaması nasıl olacaktı? Üstelik Nannipus üç tırnaklıdır ve bilinen at benzeri tüm türlerin en uzun dişlisidir.142 Sonuçta boyu açısından önceki benzerlerinden kısa, dişleri açısından kendinden sonraki günümüz atından uzun dişlere sahip oluşuyla; atın evrimi ile ilgili gösterilen doğrusal eğilimlerin en önemlileriyle tezat teşkil etmektedir. Birçok fosilbilimcinin kendi at serisini sunmasının yarattığı karmaşa, sürekli artan yeni fosillerle klasik at sıralamasını savunmanın mümkün olmaması ve daha da önemlisi doğrusal sıralamanın ‘metafizik’ unsurların Evrim Teorisi’ne sokulmasını gerektirdiğinin anlaşılması sonucunda klasik at serileri itibarlarını kaybetti.

Gould gibi evrimci bir fosilbilimcinin at serilerini eleştirme nedeni de budur. Bu yüzdendir ki Gould, doğrusal artışla hiyerarşik bir merdivene fosilleri dizmek yerine, çalı gibi dallanan evrim modelini savunmakta ve kendi yaklaşımını ‘merdivenlere karşı çalılar’ (ladders versus bushes) olarak sunmaktadır. Işte tam bu noktada, Gould’un bu kaçışı niye yaptığını iyi tespit etmek gerekir. Eğer canlıların, doğrusal eğilimlerle evrimleştikleri söylenseydi Cope Yasası (Cope’s Law) gibi bir evrim yasasının olduğu söylenebilirdi. Aslında böylesi bir Evrim Teorisi sunumu, bu teorinin yanlışlanabilir unsurlar taşıması anlamına da gelirdi, çünkü doğrusal artışla uyuşmayan fosiller teoriyi yanlışlayabilirdi. Böylesi bir sunum başarılı olsaydı -tüm ‘orthogenesis’ imalarına rağmen- hiç şüphesiz ki evrimciler de mutlu olurlardı; fakat yanlışlanmaya açık olmasına rağmen teorileri yanlışlanamadığı sürece bu mutluluk sürerdi. Bugün biliyoruz ki, bu şekilde bir Evrim Teorisi savunması, teorinin yanlışlanmasını da beraberinde getirecektir. Fosil kayıtları evrimcilerin önceden önerdikleri doğrusal eğilimlerin aykırı örnekleriyle doludur. Gould da bunun farkındadır; bu yüzden (ara formların yokluğu gibi sebeplerden de) o ve onun gibi düşünenler, ‘çalılı evrim modeli’ni benimseyeceklerdir. Böylesi bir modelde siz geçmişte tek toynaklı at benzeri bir canlı gösterseniz de Mesohippus’un bulunduğu dönemde günümüzdeki atın aynısını gösterseniz de teoriyi yanlışlayamazsınız. Bir anda Mesohippus ile günümüz atı ayrı çalılara yerleştirilir ve ‘çalılı model’in zaferi kutlanır. Aslında ‘çalılı model’, Evrim Teorisi’ni yanlışlanmaktan koruyan, bulunan yeni fosillere karşı teorinin zor duruma düşmesini engelleyen, her duruma uymayı kolaylaştıran elastiki bir modeldir. Fakat bilimselliğin ölçütünü, bir teoriyi mümkün olan en açık biçimde ‘yanlışlanmaya imkân tanıyacak’ şekilde formüle etmek olarak gören anlayış açısından, ‘Evrim Teorisi’nin çalılı modeli’ bilimselliğin ölçütlerini karşılayamamaktadır. Doğrusal merdivenli at sıralaması ise yanlışlanmış, tarihteki yerini yanlış bir model olarak almış olsa da kimi kitaplarda hâlâ günümüz atının oluşum hikâyesi olarak yerini korumaktadır. At-benzeri bir türün; kimi eski türlerin melezi olduğu olasılığı, bu türün bağımsız oluştuğu olasılığı ve eski bir türün evrim geçirmiş hali olduğu olasılığından (at-benzeri canlıların bu üç şıkkın birleşimiyle oluştuğu da düşünülebilir) hangisinin doğru olduğunu test edecek bilimsel bir düzeneği kimse sunamamaktadır. Bilimsel düzeneklerden çok önkabuller, at-benzeri canlıların nasıl oluştuğuna dair anlatımların temelini teşkil etmektedir.

 

UÇUŞUN ORTAYA ÇIKIŞI VE FOSİLLER

Eğer Evrim Teorisi’ni savunanların iddia ettiği gibi canlıların evrimi yüz milyonlarca yıl boyunca sürdüyse ve milyonlarca canlı türü bu süreçteki ufak aşamalarla oluştuysa, milyonlarca türün büyük kısmının, bu ara geçişleri açıklayabilecek mahiyette olması gerekirdi. Örneğin Evrim Teorisi’ne göre, canlılardaki uçma özelliği dört kere birbirlerinden bağımsız olarak evrimleşmiştir. Bunlardan birincisi böceklerde, ikincisi kuşlarda, üçüncüsü yarasa gibi memelilerde, dördüncüsü pterosaurs gibi yok olan sürüngen türlerindedir. Olasılık hesapları açısından bir kere bile ortaya çıkmasının açıklanamadığı uçma gibi bir özelliğin, en az dört kez birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıktığını savunmak, tesadüfçü Evrim Teorisi açısından çok büyük bir sorundur. Evrim Teorisi’nin savunucuları, bu dört defanın üçü için hiçbir fosili delil olarak ileri sürememektedirler. Böceklerin uçuşu ile ilgili hiçbir geçiş formu yoktur, uçan memelilerle ilgili olarak yarasaya geçişi sağlayan ara formlar mevcut değildir, yok olan pterosaurslar öncesi bir ara form da bulunmamıştır.143

Bir de, 2006 yılında, daha önceden 50 milyon yıl kadar önce yarasayla uçan ilk türünün ortaya çıktığı zannedilen memelilerin, 130-160 milyon yıl kadar önce de uçan türlerinin olduğunu gösteren sincaba benzer bir memelinin (yok olan bir tür) fosil bulgularının Çin’de bulunmasıyla, memelilerde uçmanın ortaya çıkışı meselesi iyice karışmış ve 80 milyon yıl kadar bir boşluk ortaya çıkıvermiştir.144

Canlılarda uçuşun ortaya çıkışında, sadece Archaeopteryx ara form olarak gösterilmektedir; bu ise dört defa ortaya çıktığı iddia edilen uçuşun, sadece biri ile ilgilidir. Archaeopteryx sadece uçuşun ortaya çıkışının değil, belki de bütün fosillerin en ünlülerinden biridir ve ‘evrim ile fosiller’den bahseden hemen hemen her kitapta yer alır. Archaeopteryx’in kuş gibi tüylerinin olmasına karşılık, dişleri ve pençeleri gibi özellikleriyle sürüngenlere benzediğinden, sürüngenler ile kuşlar arasında ara geçiş formu olduğu ileri sürülmüştür.145 Günümüzde Güney Amerika’da yaşayan ‘Opisthocomus hoazin’ adlı kuş Archaeopteryx’e, pençelere sahip olmak gibi özelliklerle benzer olmasına rağmen tamamen kuştur. Küçük bir omurgayla uçan, pençeli bu canlı kuş kabul ediliyorsa, neden Archaeopteryx sürüngenler ile kuşlar arasında bir ara form olarak kabul edilmektedir? Ayrıca modern kuşlar dişlere sahip olmasa da % 100 kuş olarak nitelenen eskiden yaşamış birçok kuşun da dişleri vardı.146 Bazı sürüngenlerin ve memelilerin de dişleri yoktur. Eğer dişlere sahip olmak ilkellik ölçütü ise, insanın birçok memeliden ilkel olduğunun kabul edilmesi gerekmez miydi? Archaeopteryx’in tam yetkin bir uçuşa muktedir olması, onun, kuşlarla sürüngenler arasında bir ara form olmaktan ziyade bir kuş olduğunu gösterir. Darwinci yaklaşıma göre uçmak gibi kompleks bir özellik, uçmayı beceremeyen yüz binlerce ara formun aşılmasından sonra mümkündür. Buna göre uçmaya yaramayacak gelişmemiş tüyler, çifti olmayan tek bir kanat veya uçmaya elverişsiz gelişmemiş kanatlar gibi özellikleri taşıyan birçok ara formun bulunması gerekirdi. Oysa Archaeopteryx böylesi bir ara form değildir.

Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi’nin araştırmacılarının, Archaeopteryx’in kafatası ve içkulağı üzerinde X ışınları aracılığıyla yaptıkları araştırmalar da, onun, modern kuşlar gibi uçabilen bir canlı olduğunu desteklemektedir. Bu araştırmalarda, Archaeopteryx’in beyninin büyüklüğü, şekli ve hacminin günümüz kargalarınınkine benzer olduğu saptanmıştır. Içkulak üzerindeki incelemeler de onun rahatlıkla uçabilen bir kuş olduğunu göstermiştir.147 Tüm bunlar, iskelete bağlı kalınarak yapılan tartışmalara açık öngörülerin bile Archaeopteryx’in uçabilen tam bir kuş olduğunu, sürüngenlerle kuşlar arasında bir geçiş formu olarak ileri sürülemeyeceğini gösterir. Bu ise, Archaeopteryx’ten önce, uçuşun ortaya çıkması için yüz binlerce ara formun olması gerektiği anlamına gelir. Fosil kayıtlarında böylesi ara formların olmaması, uçma gibi çok kompleks bir özelliğin bir anda ortaya çıkmış olması, tesadüfi ufak mutasyonlarla oluşumu açıklayan yaklaşımın öngörülerine tamamen ters bir sonuçtur.

Daha önce değinildiği gibi fosiller, canlıların kemik yapısı ve dişleri hakkında bilgi verirken (birçok zaman bu yapılar da tam olarak bulunamaz), yumuşak dokular hakkında bilgi verememekte ve de bu yüzden fosiller hakkında birbirinden çok farklı yorumlar yapılabilmektedir. Archaeopteryx’in uçabilen bir canlı olması, onun kuşlar gibi bir kalbe, dolaşım ve solunum sistemine sahip olduğunu düşündürmektedir ki, bu yapılar kuşlarda sürüngenlerden çok farklıdır.148 Fosillerin bu tip konularda tam bilgi verememesinin, fosili bulunan canlıların anatomik yapısını birçok spekülasyona açık bıraktığı unutulmamalıdır.

Ayrıca, Archaeopteryx’in yaşadığı dönemden 75 milyon yıl öncesine ait (225 milyon yıllık) Protoavis denen bir kuş türü, Texas’ta, Sankar Chatterjee ve arkadaşları tarafından bulunmuştur.149 Bu dönem, dinozorların ilk ortaya çıktığı dönem olduğu için, kuşların dinozorlardan evrimleştiği iddiası bu keşifle anlamsızlaşmıştır. Kuşların atasının Archaeopteryx olduğunu söylemek, kimi zaman torunların dedelerinden daha yaşlı olabileceği ile aynı anlama gelmektedir.

Uçuşun kökeni ile ilgili çözülemeyen bir tartışma ise, uçuşun ‘ağaçlardan aşağı’ (trees down) mı, yoksa ‘yerden yukarı’ (ground up) mı başladığı hakkındadır. Her iki yaklaşımın da kendisine göre sorunları olmakla beraber, yerçekiminin daha az sorun oluşturduğu ‘ağaçlardan aşağı’ yaklaşımın daha çok benimsendiği söylenebilir. Bu iki alternatiften ‘ağaçlardan aşağı’ yaklaşımını benimseyenler, Archaeopteryx’in atasının ağaçlara tırmanan dört ayaklı bir sürüngen olduğunu; ‘yerden yukarı’ yaklaşımını benimseyenler ise avını ön uzuvlarıyla yakalamaya çalışan iki ayaklı bir sürüngen olduğunu savunurlar. ‘Yerden yukarı’ yaklaşımına göre Archaeopteryx’in atası olması beklenen iki ayaklı sürüngenler, Archaeopteryx’ten sonraki fosil tabakalarında görünmüştür. Buna karşın, ağaca tırmanan dört ayaklı sürüngenler daha önceki fosil tabakalarında mevcuttur; bu olgular ‘ağaçlardan aşağı’ yaklaşımını güçlendirmiştir. Fakat diğer yandan, son yıllarda gittikçe popüler olan, canlıları benzerlikleri temelinde sınıflandıran ‘cladistic sınıflama’ açısından Archaeopteryx’in atası iki ayaklı dinozorlardır (buna göre ise ‘yerden yukarı’ yaklaşımın benimsenmesi gerekir). Cladistler sınıflandırmalarını sadece canlıların benzerlikleri temelinde yaptıkları için ‘yerden yukarı’ yaklaşımın sorunlarına veya hangi canlının fosil tabakalarında önce göründüğü sorununa ciddi bir önem atfetmezler. Bu yüzden Archaeopteryx’in atası olarak, ondan on milyonlarca yıl sonra yaşamış olan kuşa-benzer dinozorları göstermekte bir sorun görmemişlerdir.150 Bu, son yıllarda popüler olan ‘cladistic’ canlılar sınıflamasının (bu sınıflamayı yapanların çoğu da evrimcidir) Evrim Teorisi’ne açtığı sayısız sorunlardan sadece birine örnektir.

 

İNSANIN KÖKENİ VE FOSİLLER

Biyolojik ya da fiziksel antropoloji, insanın zaman ve mekan içindeki çeşitliliğini incelerken, bir alt ilgi alanı olan paleoantropoloji ise fosil kayıtlarına dayanarak insanın kökeni konusunu ele alır.151 Bulunan fosiller kafatası, iskelet, dişler gibi sert organlar hakkında bilgi verdiği için, hiçbir zaman fosillere dayanarak elde edeceğimiz bilgiler, yaşayan bir canlıyı inceleyerek elde edeceğimiz bilginin yerini tutmamaktadır. Ayrıca, evrimci bilim insanlarının da belirttiği gibi, insanın köküyle ilişkilendirilen fosil belgelerin sayısı; yüz binlerce bitki ve deniz hayvanı kalıntısına, on binlerce tükenmiş sürüngen ve binlerce memeli hayvan fosiline karşın çok yetersiz sayıdadır. Evrimci bilim insanları, insan türünün, dünyanın ömrüne göre çok kısa bir zaman dünyada var olmasını, bataklıklarda fosil bırakmayışını, açık alanlarda yaşamasından dolayı cesetlerinin diğer canlılarca daha kolaylıkla yok edilmesini; insan türüne dair bu fosil yetersizliğinin sebepleri olarak göstermektedirler.152 En temelde fosillere dayalı evrim çıkarımı homolojiden evrime varmaya dayalı bir çıkarım olduğu ve olgusal desteğe sahip olamayacağı için eleştirilere açıktır; fakat insan türünün fosillerinin yetersizliği, bu türe mahsus daha fazla sorunun var olduğunu gösterir.

Fosil bulgularda bulunan Australopithecus türleri ve Homo erectus gibi türler, kimi evrimci fosilbilimcilerce insanlığın atası olarak gösteriliyorken,153 evrimi reddeden fosilbilimciler bunları insanın atası olmayan maymun gibi türler olarak görmektedirler.154 Sorun bu kadarla da kalmamakta, evrimi kabul eden bilim insanlarının içlerinde de birbirinden çok farklı ve birbirine zıt görüşler savunulmaktadır. Örneğin Australopithecus’un insansıların atası olduğunu Louis Leakey gibi ünlü paleoantropologlar da reddetmiştir.155 Richard Leakey’in bulduğu Homo habilis’in bir Homo türü olup olmadığı, Homo erectus’un doğrudan Australopithecus’tan türeyip türemediği, Neanderthal’in modern insanın atası olup olmadığı evrimciler arasında süren birçok tartışmanın sadece ufak bir kısmıdır.156

Allan Wilson ve Vincent Sarih’in ‘insan soyu’ ile ilgili çalışmalarda moleküler yaklaşımı öne çıkarmaları ve mutasyonların düzenli bir hızda gerçekleştiği önkabulüne dayanan ‘moleküler saat’ hipotezi ise yeni sorunları beraberinde getirmiştir. Evrim Teorisi’nin tesadüfçü yaklaşımı mutasyonları rastgele oluşan değişimler olarak değerlendirir; bu anlayışla mutasyonların düzenli bir hızda gerçekleştiği anlayışı arasında açık bir çelişki vardır. Bu çelişki yüzünden birçok kişi ‘moleküler saat’ yaklaşımına soğuk bakmıştır, fakat tesadüfçü mutasyonlarla ‘moleküler saat’ yaklaşımını, bu çelişkiye rağmen beraber kabul edenler de olmuştur. ‘Moleküler saat’ yaklaşımıyla varılan sonuçlar ile fosillere dayalı sonuçlar arasında çıkan farklılıklar yeni tartışmaların kaynağı olmuştur. 1970’li yıllarda insansıların (Hominidae) 15 milyon yıl kadar önce ortaya çıktığı, Ramapithecus’un fosil kalıntılarına dayanılarak savunuluyordu. Ama ‘moleküler saat’ yaklaşımını benimseyenler, ilk Hominidae’nin 5 milyon yıl önce ortaya çıkmış olması gerektiğini savundular. 1976 yılında Pilbeam’ın, Pakistan’daki araştırma ekibi, bir Ramapithecus alt çene fosili buldu. Bu fosilin değerlendirilmesi sonucu 1932 tarihli ilk çene kurgusunun (reconstruction) yanlış olduğu anlaşıldı.157 1980’lerde Türkiye ve Pakistan’da bulunan Sivapithecus fosillerinin yorumu sonucunda da Ramapithecus’un bir insansı değil, bir Miosen kuyruksuz maymunu olduğu anlaşıldı.158

Bu örnek de Evrim Teorisi’ne olan inancın, fosilleri yorumlama şeklini öncelediğinin ve etkilediğinin bir göstergesidir. Yeni bulguların Ramapithecus’un insansılar kategorisinden çıkarılmasını gerektirdiği bir dönemde, diğer fosiller ve Ramapithecus’un daha önce farklı kurgulanan dişleri öyle bir yorumlanmıştır ki; Ramapithecus, soy ağacında doğrudan insanın atası olan eski yerinden yeni bir dala nakledilmiştir. Ünlü paleoantropoloji yazarı Roger Lewin kuramsal önyargıların, kanıtların yorumlanışına tüm bilim dallarında gölge düşürebileceğini, ama buna özellikle paleoantropoloji alanında sıklıkla tanık olunduğunu belirtir.159

Kırk yıl boyunca -daha önce değinilen- Piltdown adamı ile ilgili sahtekârlığın anlaşılmasını engelleyen de kuramsal önyargılar olmuştur. Paleoantropolojide çoğu zaman kemiklere ve dişlere dayalı çıkarımlar yapılmaktadır. Insanın en ayırt edici yönünü ifade eden diline, törenlerine, davranış şekillerine dair kalıntılar bulmak mümkün olmadığı gibi; beyin ve karaciğer gibi, kemikler ve dişlerden daha önemli olan yumuşak organların fosilini de bulmak mümkün değildir. Bu geniş boşluk ise paleoantropolojideki kuramsal önyargılara daha çok dikkat edilmesini gerektirmektedir. Sonradan domuz dişi olduğu anlaşılan tek bir dişe dayanılarak, hayali Nebraska adamının; maymun-insan arası bir form olarak sunulup, birçok resmiyle ve günlük yaşantısıyla birçok yayında halka tanıtıldığını trajikomik bir örnek olarak anımsayabiliriz. Sonuçta ‘insan soyu’na dair anlatımların asıl temeli hâkim olan paradigmadır; bu paradigma, fosillerin yorumunu belirlemekte ve yüz binlerce yıl öncesine dair çizim ve hikâyeleri şekillendirmektedir.

Fosil bulguların, yumuşak organları ihtiva etmemesinin yanında, birçok zaman kafatası, kemik ve diş gibi organların çoğunun da eksik olması yüzünden, az bir parça bulgu ile canlının bütünü hakkında çıkarım yapılmak zorunda kalınması birçok soruna yol açmaktadır. Örneğin ünlü bir fosil olan ‘Kafatası-1470’i tarif eden paleoantropologlar, bu kafatasının çenesini kaldırıp yüzünü uzatabileceğimiz gibi, çeneyi içeri sokup yüzü kısaltabileceğimizi de söylerler… Aynı kafatası ile aynı türe ait olduğu düşünülen bazı kemikleri, dört sanatçıya veren National Geographic dergisi, bu sanatçılardan, bu canlıyı gösteren dişi bir figür yapmalarını istedi. Dört sanatçının her biri birbirleriyle alakasız çizimler yaptılar. Biri modern Afro-Amerikan görünümlü bir kadın, biri alınsız ve dinozor çeneli bir yaratık, birisi goril kollu sıska bir dişi, birisi ise vücudu kıllı, ağaca tırmanan bir canlı çizdi.160 Bu sonuç, tek bir fosil takımının, nasıl farklı şekillerde sunulabileceğinin, fosil yorumunun ne kadar subjektif bir ‘sanat’ olduğunun göstergesidir. Fosiller, en iyi ihtimalle, eğer doğru kurgu yapılırsa, bir türün diğerine iskelet ve dişlerinin ne kadar benzediğini gösterebilir. Hiçbir fosille, hangi türün hangi türden türediği gösterilemez. Böylesi çıkarımlar, ancak Evrim Teorisi’ni en iyi açıklama olarak kabul eden bir görüşle -belki de ‘iman’ ile demek daha doğrudur- fosiller yorumlandığında mümkündür. Aslında fosiller, Evrim Teorisi’ne inancın yerleşmesinde, genel kitlelerin sandığından çok daha az etkili olmuşlardır. Bu yüzdendir ki, günümüz fosillerinin % 1’inin bile bulunmamış olduğu Darwin’in döneminde de bu teoriye birçok kişi inanmıştır; pek çok fosil türünün bulunduğu günümüzde de birçok kişi teoriyi inkâr edebilmektedir. Eğer Evrim Teorisi’nin doğru olduğuna dair peşin bir kanaat olmasaydı, ‘insanın soyu’ olarak gösterilen fosillerin birçoğu orangutan, maymun veya benzeri türler olarak sınıflanacaktı. Sonuçta fosillere dayanılmadan oluşturulan Evrim Teorisi, fosillerden yola çıkılarak delillendirilememektedir de; ancak Evrim Teorisi’nin doğruluğuna dair bir ‘iman’dan yola çıkılarak fosiller yorumlanmaktadır.

Nature dergisinin bilim başyazarı Henry Gee, karamsar bir şekilde şu yorumu yapmıştır: “Fosiller nüfus kâğıtlarıyla gömülmezler. Fosilleri ayıran zaman sürecinin uzunluğu, onlar hakkında ata ve soy yoluyla bir şey söylememize imkân tanımaz… Insan evrimine dair tüm kanıtlar küçük bir kutuya sığabilir… Mevcut evrim şeması, olgudan sonra yaratılmış, tamamen insan ürünü olup, insani önyargılarla şekillendirilmiştir… Bir fosil dizisinin, bir nesli temsil ettiğine dair iddia, bilimsel bir hipotez değil, çocuk uyutmak için anlatılan; masal değerinde, eğlenceli, hatta öğretici olabilen, fakat bilimsel olmayan bir niteliktedir.”161

İnsanın kökenine dair tartışmaların en çok odaklandığı konuların biri; insanın hayvanlardan mahiyet olarak mı, derece olarak mı farklı olduğudur. Bu tartışma açısından ise insanın dil kullanma ve matematiksel düşünme yeteneği gibi özellikleri; dik yürüme, belli şekildeki azı dişleri veya baş parmağı gibi özelliklerden çok daha önemlidir. İnsanın doğuştan ‘dil öğrenecek yetenekte’ doğduğunu gösteren çalışmalar, insanla maymunumsular arasındaki uçurumu iyice açmıştır. Böylesi bir yeteneğe benzerlikte yakın olan, ne yaşayan maymunumsulardan bir ara form, ne de fosillere dayanarak bir ara form göstermek mümkündür. Bu farklılık ister bir derece farkı, ister mahiyet farkı olsun; dil kullanma becerisi ve matematiksel düşünme yeteneği gibi zihinsel özelliklerde, insanın bir sıçrama olduğu, bu özelliklerin ‘tesadüfi küçük mutasyonlar’ ile açıklanamayacağı görünmektedir. ‘Mahiyet farkı-derece farkı’ tartışmasına, dinler açısından da özel önem verildiği için, bu konuyu kitabın son bölümü olan 5. bölümde inceleyeceğim.

 

FOSİL-OLASILIK İKİLEMİ VE KESİNTİLİ DENGE KURAMI

Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemin başından itibaren Huxley’le ve daha sonra başkalarınca da ortaya konan sıçramacı modellere, özellikle ateist-evrimciler tarafından ciddi itirazlar gelmiştir. Sıçramacı modeller özellikle fosil kayıtlarının eksiklikleri yüzünden ileri sürülmüştü; sıçramalı bir şekilde türler değişiyorsa, bu kadar çabuk değişen türlerin değişimini belgeleyen fosilleri bulmak zordu. Richard Dawkins, büyük değişikliklerle evrimin oluştuğunu savunanların, Fred Hoyle’nin benzettiği gibi, ‘hurdalıkta esen bir kasırganın Boing 747 uçağını yapmış olabileceğine’ benzer bir görüşü savunduklarını söyler. Bu tarz değişimlerin olasılık açısından imkânsız olduğunu vurgular.162 Ayrıca değişim ne kadar büyükse, zararlı etkisinin o kadar çok olacağını ve böylesi bir değişimle yeni bir tür oluşabilseydi bile; bunun, kendine eş bulmakta çekeceği zorluk nedeniyle, bu değişimi yeni nesillere aktaramayacağını söyler.163 Eğer Dawkins’in benimsediği gibi ateist bir Evrim Teorisi savunulacaksa, Dawkins’in büyük değişimli (makro mutasyonlu) Evrim Teorisi’ni savunanlara yaptığı itirazlar tamamen yerinde görünmektedir. Huxley’in ve sonraki sıçramalı evrim savunucularının birçoğu, teistik bir evrimi savunmayı düşünmemişlerdi. Huxley’in yaşadığı dönemde, canlıların biyolojik yapısının moleküler seviyede ne kadar karmaşık olduğu bilinmiyordu, bu yüzden Huxley’in olasılık hesapları açısından savunulması imkânsız görülen sıçramalı değişimli evrim görüşünü savunduğu söylenebilir. Fakat moleküler seviyedeki karmaşıklık anlaşıldıktan sonra da bu görüşe yakın fikirleri benimseyenler olmuştur. Bunun en önemli sebebi, fosil kayıtlarında yüz binlerce türün varlığı tespit edilmiş olmasına rağmen; türden türe yavaş aşamalı geçişleri gösteren fosillerin bulunamamış olmasıdır.

Yakın dönemde fosil kayıtlarındaki bu boşlukları açıklamak için ünlü evrimci biyolog ve fosilbilimciler Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould ‘kesintili denge’ (punctuated equilibrium) kuramını ortaya attılar.164 Bu kuramı onlar dışında Hallam, Raup, Stanley, Vrba gibi ünlü bilim insanları da onaylamaktadır.165 Bu görüşe göre yeni özelliklere sahip türler, Darwin’in ve takipçilerinin zannettiği gibi küçük değişikliklerin bir araya gelmesiyle oluşmaz. Türler uzun süreli değişmezlik dönemlerinden (stasis) sonra hızlı değişimler gösterirler.166 Bu hızlı değişim, genelde, izole olan küçük popülasyonlarda gerçekleşir. Coğrafi izolasyonun türleşmedeki öneminin en ayrıntılı ve sofistike açıklamasını Eldredge ve Gould teorilerini ortaya koymadan önce Ernst Mayr yapmıştı.167 Bir türün popülasyonu, içinde yapılan çiftleşmelerle belli bir gen havuzunun paylaşıldığı bir birimdir. Eğer bu toplumun belli bir bölümü ayrılıp coğrafi olarak izole olursa, bu gen havuzunda küçük de olsa bir değişiklik olur. Bu yeni gen havuzunu paylaşan gruplarda ortaya çıkan değişikliklerle, bu gruplar, yeni bir tür veya bir alt-tür olarak adlandırılabilecek değişimlere de uğrayabilirler. Hawaii’nin honeycreeper’ında olduğu gibi bir kuşun gagası bu şekilde değişebilir, değişik bölgelerdeki insanların dış görünümlerindeki farklılıkları da bu şekilde açıklayabiliriz. Fakat bir kuşun kanadının veya insanın beyninin ortaya çıkışını bu şekilde açıklamak mümkün değildir. Türlerin melezleşme ve coğrafi izolasyon gibi faktörlerle kısmi değişimlere uğrayacakları yadsınamaz bir gerçektir. Katırın farklılığını inkâr edemeyeceğimiz gibi Hawaii’nin honeycreeper’ındaki farklılaşmayı da inkâr edemeyiz. Fakat daha önce belirttiğim gibi, Evrim Teorisi’nin ayırt edici yönü, türlerdeki ufak farklılaşmaları savunması değildir. Bu, ancak, Linnaeus gibi türlerin sabitliğini savunmuş birine karşı ileri sürülecek bir argümandır; günümüzde, bu anlamda, Linnaeus’un takipçisi ciddi tek bir bilim insanının olduğunu zannetmiyorum. Evrim Teorisi’nin ayırt edici yönü büyük değişimlerin (görmenin ortaya çıkışı veya deniz memelilerinin oluşumu gibi) evrimle oluştuğunu söylemesidir ki, bu şekildeki değişimlerin coğrafi izolasyonla oluştuğunu söylemeye olanak yoktur. Bunların gösterilememesinden daha büyük sorun ise, bu şekildeki oluşumların tesadüfen (rastgele mutasyonlarla) gerçekleşmesinin -olasılıksal açıdan- imkânsız oluşudur.

Ateist-Darwincilik ara geçiş formlarının fosillerinin eksikliği ve kompleks organların bir anda ortaya çıkmasının olasılıksal imkânsızlığı arasında bir ikileme düşmüştür. Ben bu ikileme ‘fosil-olasılık ikilemi’ diyorum. Darwin, ‘fosil-olasılık ikilemi’nde, Huxley’in fosil sorununu çözmeye öncelik veren sıçramalı yaklaşımına karşı olasılık sorununun çözümüne öncelik vermişti. Yeni-Darwincilerin ana doğrultusu, bu ikilemde Darwinci çözüme ağırlık verirken; fosilbilimci Gould, Huxleyci görüşe yaklaşmıştır. Darwin, fosillerdeki eksikliği araştırmaların yetersizliğine dayanan bir savunmayla karşılamaya çalışmıştı.168 Günümüzde ise bu savunmayı yapmak zorlaşmış ve ‘kesintili denge’ kuramı ortaya atılmıştır. Yeni-Darwincilerin birçoğunun soğuk baktığı bu kuram, beraberinde bahsettiğim olasılıksal sorunları getirmektedir. Fred Hoyle’nin bahsettiği kasırgayı daha dar bölgede ama biraz daha uzun estirmek (Richard Goldschmidt’in ‘umulan canavar’ı gibi tek bir bireyde büyük değişiklik yerine; dar bir bölgede, küçük bir toplulukta büyük değişimi beklemek) olasılık sorununu ortadan kaldırmaz. Goldschmidt mikro mutasyonların birikimiyle makro değişikliklerin oluşamayacağını savundu. Bu görüşün en bilinen örneklerinden biriyle açıklamak gerekirse; bir sürüngenin yumurtasından bir gün bir kuş çıkmıştır. Bu makro mutasyonla oluşan canlı için ‘umulan canavar’ (hopeful monster) tanımlaması yapılır. Gould bir yandan Yeni-Darwincilerin Goldschmidt’i karikatürize ettiğini söylerken,169 bir yandan da kendi teorisini ‘umulan canavar’ görüşünden ayırt etmeye çalışır.170 ‘Umulan canavar’ beklentisi ile türleşme, bir türün tek bir bireyinde iken; ‘kesintili denge’ kuramında türleşme, coğrafi olarak izole bir grubun içinde dar bir zaman aralığındadır. Gould, bu dar zaman aralığının, türün sabit kaldığı uzun zaman diliminin % 1’i kadar bir süre olabileceğini söyler.171 Her ne kadar Gould, görüşlerini, Goldschmidt’in görüşlerinden ayırt etmeye çalışsa da sonuçta bu görüş de türlerin bir anda fosil tabakalarında görünmesinden ve ara fosil formlarının olmamasından kaynaklanan sorunu çözmeye yönelmiştir.

‘Kesintili denge’ kuramı fosil sorununu çözmeye ağırlık verdiği için olasılık sorunu ile karşı karşıyadır. Kitabın 4. bölümünde tek bir proteinin oluşumunu izah etmeye tüm evrendeki maddenin, tüm evren-zamanı boyunca yaptığı bileşimlerin bile yetmeyeceğini göstereceğim. Oysa ‘kesintili denge’ kuramında yeni bir proteinin oluşumu şu şekilde açıklanacaktır: “Uzayın çok küçük bir bölümü olan Dünya’nın, küçük bir izole alanında, zaman olarak küçük bir dilimde, küçük bir toplumun genlerinde oluşan değişimlerle yeni protein ortaya çıkmıştır.” Çok daha geniş bir alanda ve zamanda olasılık olarak oluşumu izah edilemeyen yapıları, çok daha dar bir alanda ve zamanda, hem de canlıların üreme hücrelerindeki DNA’lar gibi çok hassas yapılar üzerinde oluşan rastgele değişimlerle açıklamak mümkün değildir. Sonuçta türler arası geçişe dair ara fosil formlarının, dar bir alanda hızlı geçişlerle evrim olduysa bulunmaması elbette daha normal karşılanacaktır. Ama terazinin öbür tarafını bu yaklaşım iyice havaya kaldırır: Olasılık sorunu havadadır.

‘Kesintili denge’ ile ilgili tartışmalar özellikle birçok ateist Yeni-Darwinciyi rahatsız etmiştir. (Aslında bu kuramı ortaya koyanların ve savunanların çoğunun da teizm ile bir ilişiği yoktur.) Ateist kanadın sözcüsü gibi hareket eden Richard Dawkins rahatsızlığını şu satırlarında dışa vurmaktadır: “Eldredge ve Gould derinden yüzeyseller. Sanatsal, edebi bir tavırla çok etkileyici konuşuyorlar, ama ciddi bir evrim anlayışı yerleştirecek hiçbir şey yapmıyorlar ve günümüz yaratılışçılarına, Amerikan eğitimi ve ders kitabı basımını altüst etme amacıyla yaptıkları rahatsız edecek denli başarılı mücadelelerinde düzmece bir yardım ve rahatlık sağlayabiliyorlar.”172 Dawkins’in bu ifadeleri, objektif bilimsel bir tartışma ortamının oluşmasından çok, ‘evrim anlayışını yerleştirecek’ bir misyonerlik faaliyetinin arzusunu dile getirir gibidir. Dennett de Dawkins gibi ‘kesintili denge’ kuramından o kadar rahatsızdır ki, ünlü kitabı ‘Darwin’s Dangerous Idea’da (Darwin’in Tehlikeli Görüşü) bu görüşe cevap vermeye çalışmak için uzun bölümler ayırmıştır.173 Evrimciliği tartışılmayacak Eldredge ve Gould gibi iki kişinin, Yeni-Darwinizm’in mikro mutasyoncu yaklaşımına ve aşırı adaptasyonculuğu getirdikleri eleştiriler ve geçiş formlarının eksikliğine dikkat çekmeleri şok etkisi yaratmıştır. Türlerin bağımsız yaratılışını savunanlar, yeni türlerin veya cinslerin veya familyaların bir anda ortaya çıktığını söylemektedirler. ‘Kesintili denge’ kuramında ise dar bir bölgede kısa bir zaman diliminde türlerin oluştuğu söylendiği için; fosillerin incelemesi veya herhangi başka bir bilimsel yöntemle bu iki görüşten hangisinin daha doğru olduğunu ortaya koyacak bilimsel bir düzenek ve test imkânı oluşturulamaz. ‘Kesintili denge’ kuramıyla ortaya çıkan tartışmalardan da iyice anlaşılmaktadır ki, önce fosiller incelenip sonra Evrim Teorisi’nin doğruluğu ortaya konmamakta; tam tersine, önce Evrim Teorisi’ne inanılmakta ve fosillerin yorumunda bu inanç tümdengelim kaynağı olmakta, canlıların evrimci sınıflandırılmaları bu inanç doğrultusunda oluşturulmaktadır.

‘Kesintili denge’ kuramının hangi ihtiyaçtan ortaya çıktığını incelediğimizde, fosil sorununun Evrim Teorisi açısından önemi ortaya çıkmaktadır. Bu kuram, fosillerle ara geçiş formlarını ortaya koymaktaki yetersizliklerden dolayı ortaya atılmıştır.174 Bu durumuyla da bu yaklaşım mevcut fosilleri açıklayan bir kuram değil, mevcut fosillerden Evrim Teorisi’ni destekleyecek delilleri neden bulamadığımızı açıklamaya çalışan bir kuramdır. ‘Kesintili denge’ kuramı yanlışlanamayan bir teoridir ve objektif bilimsel kriterleri karşılayamaz. Bu teorinin asıl mahareti, mevcut fosil bulgularının Evrim Teorisi’ni yanlışlamasını önlemeye çalışmaktır. Diğer yandan ise ‘fosil-olasılık ikilemi’nde fosil sorununu çözmeye çalışan bu teori, kefenin öbür yanındaki olasılık sorununu daha yukarı taşımaktadır. Gerçi olasılık sorununu, tesadüfi ufak değişimlerle (mikro mutasyonlarla) evrimin oluştuğunu savunan görüşün de aşamadığını kitabın 4. bölümünde göreceğiz. Fakat mikro mutasyoncu yaklaşımı savunanlar, daha geniş bir popülasyona ve zamana evrimi yaymanın, işlerini kolaylaştıracağını düşünmektedirler. Diğer yandan mikro mutasyoncu bir yaklaşım da olasılık sorununu aşmakta yetersiz olduğundan, hiç olmazsa fosillerden gelecek sorunu aşmada kolaylık sağlaması ‘kesintili denge’ kuramının bir avantajıdır. Fakat bu kuram fosilleri, Evrim Teorisi’nin en önemli destekçisi zanneden yaygın kitle görüşünün aksine; fosilleri, halledilmesi, tevil edilmesi gerekli bir sorun olarak gören bir yaklaşımın eseridir. Bu kuramla beraber, en ünlü evrimci fosilbilimcilerin ifadelerinden yola çıkılarak ara fosillerin yokluğu sorununa dikkat çekilmiştir. Oysa Gould’un ifadesine göre, ara geçiş formlarının fosillerinin yokluğuna dair sorun daha önce ‘fosilbilimin ticari sırrı’ (the trade secret of paleontology)idi.175 Dawkins ve Dennett gibi ateist-evrimcileri kızdıran da bu ‘ticari sır’rın açığa çıkartılıp, hasım olarak gördükleri kampa koz verilmesi olsa gerek!

 

KAMBRİYEN PATLAMASI VE EDIACARA FAUNASI

Darwinci Evrim Teorisi’nin en genel anlatımına göre başta tek hücreli bir canlı oluşmuş, canlılar önce türlere, sonra cinslere, sonra familyalara, sonra takımlara, sonra sınıflara, sonra filumlara ayrılmışlardır. Yüz milyonlarca yıl süren bu ayrışmadaki safhalar hep yavaş yavaş aşılmıştır. Fosil bulgulardan beklenen de bu yavaş yavaş ayrışmayı doğrulayan, ‘Darwinci soy ağacı’nı destekleyen delilleri sunması olmuştur. Oysa Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası evrimci beklentilerle en zıt olguları oluşturmaktadır. Prekambriyen (Kambriyen öncesi dönem) dönemde 3 milyar yıl kadar sadece bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin hüküm sürdüğünü fosil kayıtları söylemektedir. Oysa Kambriyen dönemine gelindiğinde (530 milyon yıl kadar öncesi), bir sürü birbirinden farklı çok hücreli canlı, aniden, fosil kayıtlarında kendini gösterir. Içinde sınıf, takım, familya, cins ve türü barındıran filumların yarısından fazlası bu dönemde ortaya çıkmıştır. Yirmi bin gözlü ‘trilobit’ de beş gözlü ‘opabinia’ da hep bu dönemde, aniden, fosil kayıtlarında gözükmüşlerdir. Darwincilerin fosillerden bekledikleri, fosillerin ‘aşağıdan-yukarıya’ bir evrimi göstermesiydi. Buna göre, türler ancak yüz milyonlarca yıl içerisinde sınıflara ve filumlara ayrılmalıydı. Oysa fosil bulgular, Kambriyen’de, bir anda, filumların ortaya çıktığını göstermiştir. Bu da ‘aşağısı’ olmadan ‘yukarı’nın ortaya çıkmış olmasıdır ki evrimci beklentilere tamamen zıttır.

Darwin de Kambriyen dönemde birçok canlının aniden gözükmesiyle ilgili sorunun farkındaydı. O, teorisinin gerektirdiği gibi, bu dönemden önce binlerce çok hücreli canlı olduğuna inanmaktan vazgeçmedi ve bu olguyu fosil kayıtlarındaki ve araştırmalarındaki yetersizliklerle açıkladı. Darwin’in döneminde bugüne kadarki fosil araştırmalarının % 1’inden azının yapıldığını düşünürsek, bu mazaret, o dönem için yerinde gözükmektedir. Fakat günümüze kadar yapılan araştırmalar, ‘Kambriyen Patlaması’nı -yanlışlamak bir yana- desteklemiştir. 1909’da Charles Doolittle Walcott’un, Burgess Shale’de bulduğu fosiller, 1980’lerde Sirius Passet ve Chengjiang’da bulunan fosiller, Kambriyen dönemde, bir anda birçok canlı türünün ortaya çıktığını desteklemektedir. Artık, fosil araştırmalarının yetersizliği bir mazeret olarak ileri sürülemez. Kambriyen Patlaması yeni araştırmalarla destek kazanmıştır, fakat bu dönemden önce Darwinci yaklaşıma göre olması gereken ara formlar, bu kadar çok yapılan kazıya rağmen bulunamamıştır. Bu fosillerin bulunamaması, artık eksik araştırmaya bağlanamayacağı gibi, Kambriyen dönemden önceki fosillerin ‘tortu bırakmaması’ gibi Darwin tarafından ileri sürülen sebeplere de bağlanamaz. Nitekim Kambriyen Patlaması’ndan önceki üç milyar yıl boyunca Dünya’da hüküm sürmüş yegâne canlı olan tek hücreli bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin fosilleri bulunmuştur. Birçok ünlü fosilbilimcinin de söylediği gibi elimizdeki fosil kayıtları önemli ölçüde güvenilirdir.176 Bu da göstermektedir ki Kambriyen Patlaması bir yanılsama değil, fosilbilimin ortaya koyduğu en enteresan olgulardan biridir.

Bir aralar Ediacara Faunası’ndaki canlıların, Kambriyen dönemde ortaya çıkan canlıların atası olabileceği düşünüldü. 1947’de, Avustralya’da, R. C. Sprigg tarafından Ediacara Faunası bulundu. Burada Kambriyen Patlaması’ndan 40 milyon yıl kadar önce (Prekambriyen dönemin sonlarında) çok hücreli canlılar bulundu. Fakat fosilbilimcilerin de dikkat çektiği gibi, Ediacara Faunası’nın canlıları Kambriyen canlılarından o kadar farklıdır ki,177 bu canlıların Kambriyen dönemindeki canlıların atası olduğu söylenemez. Ediacara Faunası’nda ve Kambriyen dönemde ortaya çıkan canlılar, ilk çok hücreli canlı türleridir ve büyük bir çeşitlilik göstermektedirler. Kambriyen Patlaması’nın on milyon yıl kadar sürdüğü tespit edilmiştir; bu on milyon yıllık zaman dilimi tüm Kambriyen çeşitliliğin oluşma tarihidir. Dünyamızın 4,5 milyarlık yaşını göz önüne alırsak, bu süre dünyanın yaşının 1/450’sine karşılık gelmektedir. Eğer bu on milyon yılı, Ediacara Faunası’ndaki canlıların 40 milyon yıl önce ortaya çıkışı ile birleştirirsek, 50 milyon yılda dünyamızın çok hücreli canlılarla dolduğunu söyleyebiliriz. Bu da dünyanın yaşının 1/90’ı gibi çok küçük bir dilime karşılık gelmektedir. Bu dönemden önce ne ‘kesintili denge’ kuramında ileri sürülen ‘coğrafi olarak izole olacak’ türler vardır, ne de bu dönemde ortaya çıkan çok hücreli canlılara az da olsa benzeyecek, herhangi bir ‘ata form’ vardır. Hem ‘kesintili denge’ kuramının izole olacak ‘hammaddesi’, hem Yeni-Darwinciliğin mutasyona uğrayarak yavaşça değişecek ‘hammaddesi’ önceki dönemde yoktur. Sonuçta ‘kesintili dengeciler’ de ‘yavaş aşamacılar’ da hammaddesi olmadan hayali bir mönü hazırlamışlardır; bu farklı mönülerin talibi çok olsa da, Prekambriyen dönemin boşluğu, adeta unsuz-peynirsiz-domatessiz pizza yapımına mönü hazırlayıcılarını mecbur etmektedir!

Ediacara Faunası’nın ve Kambriyen çeşitliliğin ortaya çıkışı ‘fosil-olasılık ikilemi’ açısından en büyük soruna sebep olmaktadır. Her şeyden önce fosillerden gelen bilgiler, tevil edilemeyecek kadar açık bir şekilde çok hücrelilerin aniden ortaya çıkışını göstermektedir. Darwin’in, klasik, uzun dönemde yavaş gelişimi savunan çizgisini devam ettiren ve olasılık sorununun çözümüne ağırlık veren bilim insanları bile bu olguyu reddede-memektedirler.178 Bir sonraki bölümde göstereceğim gibi, tek bir proteinin ‘tesadüfi oluşumu’ için tüm evren-zamanı boyunca, tüm uzaydaki maddenin bileşimler yapması yetersiz kalır. Oysa Ediacara Faunası ve Kambriyen Patlaması ile ortaya çıkan canlıların vücutlarında; on binlerce yeni protein, yepyeni hücreler, yepyeni organlar, yepyeni beden tasarımları ve yepyeni genetik bilgiler dünya sahnesinde görülmüştür. Eğer en iyimser şekilde Ediacara Faunası’nın başlangıcından Kambriyen Patlaması’nın bitimine kadarki süreyi toplasak bile, ortaya çıkan 50 milyon yıllık süre; milyarlarca yıllık sürenin bile tek bir proteini açıklamakta yetersiz kaldığı düşünülünce, bu kadar büyük bir çeşitliliği açıklamakta çok yetersiz kalacaktır.

Kısa dönemde ortaya çıkan tüm bu canlılardaki proteinler hücre içinde yeni fonksiyonları gerçekleştirecek şekilde organize olmuşlardır, yeni hücreler ise yeni doku, organ ve beden bölümleri olarak organize olmuşlardır. Yeni bedenler, hiyerarşik olarak organize olmuş, her vücut bölümü kendi fonksiyonlarını üstlenerek bedenin bir parçası olmuştur. Sonuçta, Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası ile birçok yeni vücut tasarımı ortaya çıkmıştır ve birçok ‘özelleşmiş kompleks’ beden bölümlerinden oluşan bu tasarımlar, ‘belirlenmiş kompleks bilgileri’ gerektirirler ki bunun da bir açıklamasının yapılması gerekir.179 Tesadüfi bir evrim süreci ne mikro seviyedeki protein moleküllerinin, ne de makro seviyedeki beden organizasyonlarının açıklaması olabilir. Bu konu 4. bölümde daha ayrıntılı bir şekilde incelenecektir.

Kambriyen Patlaması ve Ediacara Faunası’nın ‘küçük aşamalarla canlıların oluşumunu açıklayan Evrim Teorisi’ne açtığı sorunlar beş maddede özetlenebilir:

1- Çok hücreli canlılığın aniden ortaya çıkışı.

2- Çok büyük bir çeşitliliğin aniden ortaya çıkışı.

3- Evrimci ‘aşağıdan-yukarı’ beklentinin aksine birçok filumun aniden ortaya çıkışı.

4- Dünya tarihinin bu kadar dar bir aralığında, mikro düzeyde ortaya çıkan on binlerce protein gibi yapının tesadüfi oluşumunu açıklamanın olasılıksal imkânsızlığı.

5- Dünya tarihinin bu kadar dar bir aralığında, makro düzeyde ortaya çıkan özelleşmiş organlarıyla beden planlarını açıklamanın olasılıksal imkânsızlığı.

 

Türlerin bilinçli bir şekilde bağımsız yaratıldıkları veya evrimin bilinçli bir şekilde yaratılan bir süreç olduğu görüşü, Kambriyen Patlaması’nı ve Ediacara Faunası’nı açıklamakta zorluk çekmez. Çünkü bilinçle ve kudretle oluşturulmuş bir yaratılışı savunanlar için, türlerin aniden ortaya çıkışları -ister evrimle, ister bağımsız yaratılışla olsun- sorun değildir. Bilinçli, kudret sahibi, olaylara hâkim bir Güç’ün tasarladığı süreçlerde olasılık sorunu olmaz. Bir zarın milyon kere üst üste tesadüfen altı gelmesi olasılık olarak hemen hemen imkânsızdır; fakat bilinçle, zarları altı olarak koyabilen biri için olasılık sorunu olmaz. Bu yüzden, bahsedilen beş maddedeki sorun sadece dış bir Güç’ün müdahalesini kabul etmeden, tesadüfi bir evrimi savunanlar için geçerlidir. Asıl sorun evrimin olup-olmadığı değildir; asıl sorun, canlıların tesadüfen mi oluştukları, bilinçli bir şekilde mi yaratıldıklarıdır.

 

EVRİM TEORİSİ OLMADAN BİLİM OLUR MU?

Dobzhansky, Evrim Teorisi olmadan biyoloji bilimindeki hiçbir şeyin anlam ifade etmeyeceğini söylemiştir.180 Bu iddia, biyoloji bilimine büyük bir haksızlık olarak görünmektedir. Canlıların tüylerinin, kalplerinin, beyinlerinin, kaslarının, kemik yapılarının, kanatlarının, dişlerinin veya moleküler yapılarının hepsi; mevcut türlerin -tarihlerinden bağımsız olarak ele alınmalarıyla- incelenmeleriyle tespit edilmiştir. Bir kimsenin, insanın maymunumsu canlılardan evrimleştiğine inanmasaydı, insan kalbi hakkında daha farklı bir bilgiye sahip olacağını veya kuşların sürüngenlerden evrimleştiğine inanmasaydı, kuşların kanatları hakkında daha değişik bir bilgiye sahip olacağını söyleyemeyiz. Tüm organların gerek moleküler yapıları, gerekse diğer organlarla bağlantıları mevcut türler üzerindeki gözlemlere dayanır.

Evrim Teorisi gözlenemeyen bir sürece dayandığı için, mevcut türler hakkındaki bilgilerin bu teoriye dayanmasına olanak da yoktur. Bir veterinerin, kuşun kanadı kırılırsa uygulayacağı tedavinin veya bir doktorun, insanın kalp bölgesinde yapacağı ameliyatın, bu teoriye inanmasından veya inanmamasından kaynaklanan bir farklılığı olmayacaktır. Evrim Teorisi’nin doğruluğuna inanç, doğal seleksiyonun türlerin yok olmasında en önemli mekanizma olduğu ve mutasyonlar ile coğrafi izolasyonun türlerin değişiminde çok önemli olduğu hususlarını kabul etmek için bile zaruri değildir. Bir biyolog, tüm bunların önemini kabul etmesine karşılık, bunların, canlılardaki özelliklerin ortaya çıkışını açıklamada yetersiz olduğunu düşünebilir. Nitekim günümüzdeki, Evrim Teorisi’ni reddeden veya bilimsel yetersizliğini savunan bilim insanlarının hemen hepsi; doğal seleksiyon, mutasyon ve coğrafi izolasyonun canlılar dünyasındaki önemini kabul etmektedirler.

Evrim Teorisi’nin ortaya koyamadığı bilimsel yasalara karşı, ‘insan türünün her bireyinin kan dolaşımının kalple sağlandığı’şeklinde, her bir insan için mutlak bir biyolojik yargının veya ‘insan türünün bireylerinde kalbin genelde solda olduğuna (bazen sağda olabilir)’ dair olasılıksal bir biyolojik yargının varlığı ileri sürülebilir. Bu yargılar, fiziğin yasaları gibi, örneğin çekim gücü yasası veya hareket yasaları gibi bütün evrene ait yasalar değildir. Biyolojinin incelediği canlılar, salt bu dünyaya ait olduğu için bu tarzda evrensel bir biyoloji yasası mümkün değildir. J.C. Smart, bir yasanın, uzay ve zamanla sınırlandırılmamış olması gerektiğini, bu yüzden biyolojide hiçbir yasanın bulunmadığını söylemiştir.181 Bilim felsefesinde neye yasa denip denemeyeceği üzerinde çok tartışma yapılmıştır.182 Bu tartışmalara girmemek için, biyolojik türlere dair genellenebilen bilgilere ‘yargılar’ dedim. Bu yargılar, gözlemlerden yola çıkılarak yapılan genellemelerdir; karşınızda oturan kişi insan ise, onun kan dolaşımını sağlayan bir kalbinin olduğunu, teknolojik bir cihazla görmeden de öngörebiliriz. Biyolojideki bu yargılar sayesinde ameliyatlar ve tedaviler yapılır, gerekirse yapay organlar ve protezlerle canlı türlerindeki sorunlar çözülmeye çalışılır. Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı gibi bir önkabulden tamamen bağımsız olarak geniş bir biyoloji alanı mevcuttur. Bu alandaki bilgilerin, bilimselliğin; gözlemsellik, deneysellik ve öngörü gibi kriterlerinin hepsini karşıladığı rahatlıkla söylenebilir. Biyolojideki mevcut türlerin incelenmesine dayalı bilimsel bilgiler; Popper gibi filozofların ve Michael Denton gibi biyologların, Evrim Teorisi’ne yönelttikleri bilimsel kriterleri karşılayamama eleştirisinden de uzaktırlar.

Evrim Teorisi’ni apriori olarak doğru kabul edip tümdengelim kaynağı yapmadan da canlıların sınıflaması gibi birçok bilimsel çalışma gerçekleştirilebilir. Darwin’den önce birçok ünlü biyolog canlıları homoloji temelinde, ama evrimi öngörmeden sınıflandırmışlardı. 1980’li yıllardan itibaren ön plana çıkan ‘cladism’in canlılar sınıflandırmasında da fosilbilimden gelen bilgiler göz önünde bulundurulmadan canlılar sınıflandırılması yapılmaktadır. Cladism, Wilma George tarafından ‘evrim-dışı sınıflandırma’ olarak nitelendirilmiştir. Cladism, Aristoteles’ten beri canlılar sınıflamasına hâkim olan, canlıları birbirinin devamı olarak algılamayan yaklaşımı esas almıştır.183 Günümüzde birçok müzede de sınıflama ‘cladism’in yaklaşımı çerçevesinde yapılmaktadır. Canlıların tarihine dair fosilbilimde, moleküler saat yaklaşımında ve canlılar sınıflamasında birbiri ile uyuşmayan tablolar ortaya çıktığına göre hatanın nerede yapıldığının ciddi şekilde düşünülmesi gerekir. Aynı teori tüm bilim dalları için aynı şekilde doğru olmalı ise, nasıl oluyor da farklı alanlarda bu teori ile ilgili varılan sonuçlar birbirleriyle hiç uyuşmayan tablolar sunabilmektedir? Türlerin karmaşık yapısı, gerçekte ‘tür’ün ne olduğunun tarifinde önemli güçlükler çıkarmış ve canlılar sınıflaması ile ilgili hiçbir model tüm güçlüklerin üstesinden gelememiştir.184 Evrim Teorisi mutlak bir gerçek olarak kabul edilmeden de (Evrim Teorisi’ne karşı agnostik yaklaşıp) canlılar, benzerlikleri temelinde sınıflandırılabilirler. Bütün canlı sınıflamaları salt zihnin projeksiyonlarından ibarettirler; bu sınıflamalar ancak canlıları daha kolay tanımamız gibi pratik faydalara hizmet ederler; zihnimizin bu projeksiyonlarının, canlılar dünyasında tam bir ontolojik karşılığının olduğunu düşünmek büyük yanılgıdır. Bu hatanın tarihteki en ünlü örneği Linnaeus’tur, üstelik o yaptığı canlılar sınıflaması ile Tanrı’nın düşüncelerini çözdüğünü söyleyecek kadar ileri gitmişti. Linnaeus’un sınıflaması Tanrı’nın düşüncelerinin keşfi olmadığı gibi, Darwinci sınıflamalar da canlıların kökeninin bilgisini vermekten çok uzaktır. Canlılar hiçbir sınıflamaya tam oturamayacak kadar istisnayı, çeşidi ve sürprizi barındırmaktadırlar. Belki de canlı türlerini anlamanın en iyi yolu, her bir türü, sınıflamalara bakmaksızın kendine has özellikleriyle ele almak ve sınıflandırmaların getirdiği kolaylıkların yanında yol açtıkları zararlardan korunmaktır.

Evrim Teorisi’nin bir teorinin doğru kabul edilmesi için gerekli bilimselliğin birçok kriterini karşılayamadığı, bu bölümün başından buraya dek ayrıntılıca gösterildi. Bu, Dobzhansky’nin dediği gibi bütün biyolojinin anlamsızlaşacağı anlamına gelmez, sadece ‘doğa tarihi’ üzerine bilgimizin çok sınırlı olduğunu kabul etmemiz gerektiği anlamına gelir. ‘Biyoloji’ canlılar üzerine bir çalışmadır; ‘Evrim Teorisi’ ise bu canlıların kökeni ve tarihi ile ilgilidir. Biyoloji biliminin birçok verisi, gözlem ve deney destekli olmasına karşın, Evrim Teorisi’nin bu tarz dayanakları yoktur. Canlılar sınıflaması, morfoloji, ekoloji gibi çalışma alanları için; canlıların kendi aralarında ve çevreleriyle sabit ve istikrarlı ilişkileri ‘canlıların tarihi’ne ilişkin bilgilerden çok daha değerlidir.185 ‘Canlıların tarihi’nin yaratıcısı olduğu iddia edilen tesadüfi mutasyonlar, analiz edilemeyen yapıları ile bilimin araştırma alanına giremezler; fakat türler, hem bedenleri hem üremeleri hem davranışları hem de moleküler yapıları gibi gözlenebilen ve sabit özellikleriyle (gözlemlenemeyen tarihsel hikâyeleriyle değil) biyoloji açısından gerçekten değerli olan bilgileri sunarlar. Evrim Teorisi mutlak bir gerçek olarak kabul edilmeyince; ne kuşların uçuşu, ne balıkların yüzgeçlerinin vazifesi, ne ipekböceğinin ipek üretmesi, ne memelilerin üremesi üzerine bilgilerimiz yok olur: Canlıların sınıflandırılması da mümkündür; doktorların ve veterinerlerin faaliyetleri de aksamaz. Sadece ‘doğa tarihi’ üzerine bilimsel cehaletimizi kabul ederek, bu konudaki araştırmaların daha devam etmesi gerektiği sonucuna varırız. Bu araştırmalarda Evrim Teorisi’nin, türleri birbirlerinin ardılları kabul eden yaklaşımı da göz önünde bulundurulması gerekli önemli bir hipotez olarak iş görebilir, hatta görmelidir. Fakat mevcut veriler, ‘doğa tarihi’ konusunda nihai yargıya varmayı mümkün kılmamaktadır. Daha önceki sayfalarda ayrıntılıca göstermeye çalıştığım gibi, mevcut paradigma, Evrim Teorisi’nin doğruluğunu eğitim sistemleri aracılığıyla empoze ettirerek, canlılarla alakalı bütün olguların bu teoriye göre yorumlanmasını istemekte; bu teorinin bilimsel kriterleri karşılamadaki zaafları, paradigmada gedik açılmaması için tartışma konusu bile yaptırılmamaya çalışılmaktadır.

Evrim Teorisi, ancak ‘doğanın müdahaleye kapalı olduğu’na dair (natüralizm: doğacılık) apriori bir inancı merkeze alma durumunda en iyi açıklama olarak gözükmektedir. (Bu inancın tutarlı olup olmadığının değerlendirmesini bundan sonraki bölümde yapacağım.) Bu apriori inancı bir kenara bıraktığımızda, türlerin ayrı ayrı yaratıldıkları veya türlerin birbirlerinden evrimleştikleri veya bazı kökensel türlerin yaratıldıkları ve diğer türlerin bunlardan evrimleştikleri iddialarından hangisinin doğru olduğunu belirleyecek objektif bilimsel verilere sahip değiliz. Canlılardaki benzerlikler; Tanrı’nın zihnindeki plan, canlıların aynı hammaddeden (topraktan) yaratılması, aynı dünyadaki aynı çevreye tepki vermeleri gibi ortaklıkların temelinde de anlaşılabilir ve anlaşılmıştır. Tüm bunlardan anlaşılan odur ki, birçok kişi olgulardan yola kalkıp ontoloji oluşturmamakta, ontolojide sahip olunan inanca uygun olarak olguları yorumlamaktadırlar. ‘Doğanın içinde kalma’yı felsefî bir ilke olarak benimseyen natüralist-materyalist bir ontoloji sahibinin, Evrim Teorisi’ne inanmak dışında görünür hiçbir çaresi yokken; Tanrı’nın merkezde yer aldığı bir ontolojiyi benimseyen biri, ‘Tanrı için her şey mümkündür’ ilkesince, Evrim Teorisi’ni de türlerin bağımsız yaratılışını da kabul edebilir. Tanrı merkezli ontoloji, Evrim Teorisi dışında da imkânları mümkün kıldığı için, ‘sadece doğanın içinde kalmak’ gibi apriori bir ilkeyi benimsememek yüzünden, teistlerin tavrı, ateistlerinkinden farklı olacaktır. Aslında teist ontolojinin sunduğu alternatif imkânlar, bir teistin daha objektif bir şekilde Evrim Teorisi’ne yaklaşmasını sağlayabilir. Çünkü teist, Tanrı merkezli ontolojisini Evrim Teorisi ile uzlaştırabilir, oysa günümüz biyolojisinin ‘kendiliğinden türeme’ ile türlerin oluşamayacağını göstermesinden sonra; bir ateistin, türlerin birbirlerinden bağımsız oluşumunu, ontolojisini değiştirmeden kabul etmesi mantıken mümkün değildir. Bu yüzden Richard Dawkins, ancak Evrim Teorisi ile rasyonel bir ateizmin mümkün olabildiğini söylemiştir. Fakat bir teist için bunun tam tersi, yani türlerin bağımsız yaratılışının kabulü, mutlak bir ihtiyaç değildir. Tanrı’ya inancı olan kişilerin Evrim Teorisi’ni reddetmek zorunda olduğu iddiası, tamamen yanlış bir görüştür. Bu konu kitabın son bölümü olan 5. bölümde işlenecektir.

Newton’un kozmolojisi kurulduğunda hala bilimsel bir kozmogoni (evrenin kökenine dair bir teori) mevcut değildi. Kant ve Laplace ile başlayan girişimlerden epey sonra, ancak 1920’li yıllardan itibaren, Big Bang Teorisi ile bilimsel bir kozmogoni ortaya çıktı. Kökene dair bilimsel teorilerin kendilerine has zorlukları vardır. Biyolojinin kendine has zorluklarıyla bu sorunun birleşmesi, canlıların kökeni ve tarihi (biyogoni) konusundaki bilimsel bilgilerimizin yetersizliğinin nedeni olarak gösterilebilir. Olması gereken bilimsel yaklaşım -belli konuların açıklamasında açık kalmasın diye- bilimsel kriterleri karşılamayan bir teoriyi mutlak gerçek olarak sunmak değildir. Biyolojide -diğer bilimlerde de olduğu gibi- bir teorinin doğru kabul edilmesindeki kriter, belli ‘metafizik kanaatler’e (natüralizm gibi) uygunluğu değil, bilimsel kriterleri karşılayıp objektif delillerle desteklenmesi olmalıdır. Bilimsel açıdan en dürüst yaklaşım, canlıların kökenine ve tarihine dair bilgilerimizin yetersizliğini kabul etmektir. (Doç. Caner Taslaman) http://www.evrim.gen.tr/articles.asp?id=4

posted in YARATILIS | 2 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’AN AÇISINDAN EVRİM TEORİSİ

Silivri’de uzun yıllardır gazetecilik yapan Kaan Göktaş’ın ‘Kur’an açısından Evrim Teorisi’ isimli ilk kitabı çıktı. Yeni çıkan kitabı ile ilgili ilk kes Değişim’e konuşan Göktaş, kısa bir süre sonrada ikinci kitabı “Bu Kıldığın Namaz Değil’ adlı kitabının piyasada olacağını söyledi.

Kaan Göktaş 1983 yılında Silivri’de doğdu ve eğitimini de Silivri’de tamamladı. Gazeteciliğe 14 yaşında başlayan Göktaş, Hürbakış, Manşet, Silivri Haber, Trakya Express gibi bir çok yerel gazetede muhabirlik, temsilcilik ve haber müdürlüğü yaptı. 2005 yılında kendi şirketi olan SH Dijitali kurdu. SH Dijital bünyesinde kısa süreli bir gazete ve 24 sayı boyunca da aktüel haber dergisi çıkardı.

 

Gazetecilik mesleğini çok seven Göktaş, 2001 Yılın Basın Ödülü, 2002 Yılın Basın Ödülü, 2007 LKD En İyi Kurumsal Kullanıcı Büyük Ödül Finalisti gibi ödüller aldı.
Gazeteciliğin yanında Türkçe Rap dalında, prodüktörlüğünü de yaptığı üç albümü yayınlandı. Bir dönem İşçi Partisinin ilçe başkanlığını yaptı. Şu anda da hala aynı partinin üyesi olarak siyasal çalışmalarına fırsat buldukça devam ediyor.
Kaan Göktaş’la yeni çıkan kitabı hakkında görüştük.

 

-‘Kur’an açısından Evrim Teorisi’ adlı kitabınızın yazılış amacı nedir?

 

– Kitabın amacı, bilimsel gerçeklere sözde Allah adına karşı çıkarak “evrim teorisi yoktur” diyen mehdi özentisi şeyh bozuntusu kimi kişilerin aslında Yahudilik ve Hristiyanlık adına hizmet ettiğini, gerçek İslam’ ın ve Kuran’ ın ise bilimle çelişmeyi bırakın, bilimsel gerçekleri bin yıl önceden haber verdiğini ortaya koymak. Çamurdan heykel şeklinde yaratılış Kuran’ da geçmez. Bu masal, önce antik medeniyetlerin efsanelerinde, sonra da onlardan esinlenerek sonradan insanlar tarafından değiştirildiği bilinen Tevrat’ ta ve Hristiyan sözlü külliyatında yer alır. Bu ikisinden de uydurma hadisler yoluyla İslam sözlü külliyatına geçmiştir. Ancak Kuran’ da, Tevrat’ ta ya da hadislerde anlatıldığı gibi bir “yaratılış” tan bahsedilmez. Kuran’ da da “çamur” yani “balçık” tan bahsedilir ama kocaman bir farkla; “canlı hayatın balçık katmanları arasında başladığını” söyleyerek.

 

-Araştırmalarınızı yaparken nasıl bir yol izlediniz?

 

Bu kitabı derlemek ve kaleme almak için uzun bir araştırma safhası gerekti. Öncelikle yaratılış ve ilk insanı konu alan tüm efsaneleri, mitleri, Tevrat ve İncil ile Yahudi ve Hristiyan sözlü dini geleneklerini (mişna) inceledim. Daha sonra, İslam sözlü külliyatında, yani hadis denilen eserlerde tarama yaptım. Konuyla ilgili daha önceden yazılan pek kitap bulunmasa da bazı kaynakları da inceledim. Tabi buradan sonra Allah’ ın insanlara bahşettiği akıl devreye giriyor. Bilimsel kaynaklardan insanın dünyaya gelişini, evrimi okuduğunuzda, bazı temel paradoksal, “sorulmak için sorulmuş” sorular haricinde akla ve mantığa aykırı bir şey göremiyorsunuz. Mesela evrim teorisinin en büyük handikapı ara türler denilen fosillerin henüz bulunamayışı. Bunu Darwin de söylüyor.

 

Bu yüzden zaten evrim, halen bir “teori”. Mesela bazı sivri zekalar, “madem evren bir patlamayla (big bang) meydana geldi, o patlamadan önce ne vardı?” gibi sorular sorarlar. Bunlar sırf sorulmak için sorulan sorulardır. Bu gibi spekülasyonlara girmezsek, Kuran’ da 30′ dan fazla tekrarlanan ilahi emir olan “Aklınızı Kullanın” emrine uyan ve Allah’ ın bahşettiği aklını kullanan bir insan, tarih öncesi çağların efsanelerine, değiştirilmiş Yahudi ve Hristiyan kitaplarına, oradan apartılmış uyduruk hadislere değil, bilimin gösterdiklerine inanıyor, onları kendine yakın buluyor. İşte Kuran tam bu noktada adeta bir “hakem” görevinde. Dini kendi ruhban saltanatları için çarpıtıp insanlara yanlış göstermekten çekinmeyenler, Kuran’ ın da kendi yalanlarını onayladığını empoze ediyorlar insanlara.

 

Oysa öyle değil. Doğal olarak, Kuran, aklın ve mantığın onayladığı şeyi onaylıyor. Yani çamurdan heykel gibi yaratılan, cennetten dünyaya “paraşütle” gönderilen insan değil, milyonlarca yılda tek hücreden başlayarak günümüz insanına kadar süren bir bilimsel,, evrimsel süreç.. Kitapta sadece Kuran ayetlerini kullandık. Ayetlerin çevirilerini ünlü İslam alimi Dr. Edip Yüksel yaptı. Ayrıca Yaşar Nuri Öztürk ve Muhammed Esed gibi ünlü isimlerin çevirilerinden de yararlandım. Sonuçta ortaya doyurucu bir eser çıktığı kanaatindeyim.

 

-Genelde din konulu kitaplar okuyucudan büyük tepkiler alır. Senin böyle bir kaygın ya da korkuların var mı?

Ne gazeteciyken, ne kitabı yazarken doğruları söylemekten asla korkmadım. Üstelik korkmam için bir sebep de yok. Korkması gerekenler 1400 yıldır İslam’ ı esir alan ruhban sınıfı. Korksunlar çünkü yavaş yavaş saltanatlarının sonu geliyor. İnsanlar aydınlanıyor. Artık insanımızın hocaların, şeyhlerin, mezheplerin söyledikleri yalanlara ihtiyacı kalmayacak. Eskiden ulaşılamaz konumda olan ve insanlarımızı bu kişilerin iki dudağından çıkacak kelimelere mahkum bırakan, İslam’ da bu kişilerin bir kabalaizm oluşturmasına neden olan bilgi, artık çok yakın, ulaşılabilir durumda. İslam’ ı kullanarak kurdukları ve insanların inançlarını sömürdükleri tarikat-mezhep-ruhban saltanatları sona ermek üzere.

 

Onlar da zaten bunun çırpınışı içindeler. İnsanlar artık dini konularda falanca şeyhe, bilmem ne hocaya değil, tek  kaynak olan Kuran’ a başvuracaklar, din adına aradıkları her şeyi onda bulacaklar.

 

-Kitabın içinde sana yanlış gelen bazı konular yer alıyor. Üzerinde en fazla durduğun konular hangileri ?

 

“ Kitapta konusu gereği Kuran’ da insanın yaratılışını anlatan ayetlerin üzerinde durdum ve onları açıkladım en çok. Ancak yoğunlukla üzerinde durulan bir başka konu da hadisler konusu. Kitaba kesinlikle tek bir hadisi bile kaynak olarak koymadım ve bunu da kitabın sonunda uzun bir şekilde açıkladım. Dini referans olarak sadece Kuran’ ı alıyorum. Hadisleri hiçbir şekilde dini emir ve kaynak olarak görmüyorum. Hadisler peygamberimiz adına onun ölümünden onlarca yıl sonra uydurulmaya başlanmıştır.

 

Hadislerin büyük kısmı peygamberimize iftiralar yalanlar içerir. Hadisleri dine sokanlar, Kuran’ ı değiştiremeyeceklerini anlayıp kendi çıkarlarını bir şekilde devam ettirme çabasına giren münafıklardır. Oysa bunu hadis kitapları yazılmadan 200 yıl önce, Peygamberimiz hayattayken bilen Yüce Allah, Kuran’ da bakın ne diyor :
“Allah’ tan ve ayetlerinden sonra başka hangi HADİSE inanıyorlar?” (45:6)
“Doğru sözlüler iseler ona (Kur’an’ a) benzer bir HADİS getirsinler.” (52:34)
“Halktan öyle kimseler var ki, bilgisizce Allah’ ın yolundan saptırmak ve onu küçük düşürmek için boş HADİSLERİ izlerler. İşte onlara küçük düşürücü bir azap vardır.” (31:6)

 

-Kitapla ilgili ilk tepkiler nasıl?

 

şu an kitap piyasaya çıkalı dört-beş gün oldu. İlk tepkiler çok iyi. İnsanlar ilgi gösteriyor ve merak ediyor. Kitap çıkmadan bir hafta önce Nevşehir’ de düzenlenen “Kuran ve Akıl Sempozyumu” nda konuşmacı olarak bulundum. Orada 70′ i aşkın ilahiyatçı ve din düşünürüne kitabın konusunu ve içeriğini tanıttım. Çok ilgi gösterdiler. Normalde herkes bir saat konuşurken, ben 2.5 saat kadar kürsüde kaldım ve bitmek bilmeyen sorular sordular. Sorular bitip indiğimde ise tebriklerle karşıladılar beni. Şu anda da tepkiler, ilgi çok iyi. Umarım daha da iyi olacaktır.

 

-İleride bu kitabın devamı şeklinde ya da başka kitap çalışmalarınız olacak mı ?

 

İkinci kitap için çalışmalarımı tamamladım. Onun da ismi “BU KILDIĞIN NAMAZ DEĞİL”  olacak. Kışa doğru piyasada olur diye planlıyoruz. Devamı da gelecek tabi. Mesela şu an bir başka çalışma üzerinde kafa yoruyorum. Allah bizlere akıl vermiş ve kullanmamızı emretmiş. 30′ dan fazla defa Kuran’ da “Aklınızı Kullanın” emri vardır ki, “namaz kılın, oruç tutun” emirlerinden fazladır sayısı. Ben de aklımı kullanmaya devam edip, insanlara faydalı olacak, doğruyu gösterecek şekilde üretmeye devam edeceğim. (HABER: Müge CESUR) http://www.silivriliyiz.com/anasayfa/haber_oku.asp?haber=3512

 

KAAN GÖKTAŞ’ IN “KURAN AÇISINDAN EVRİM TEORİSİ” İSİMLİ KİTABININ DR. EDİP YÜKSEL TARAFINDAN YAZILAN ÖNSÖZÜ

“Kaan Göktaş genç bir araştırmacı. Benimle MSN Messenger’ de sohbet ederken Kuran ışığında insanın yaratılışını konu edinen bir kitap yazdığını bildirdiğinde sevindim. Chat ortamında kitabın içeriği üzerinde pek bilgi alış verişi yapamadığım için kitabın ismini sordum. “İnsanın Doğum Günü” dedi. Düzinelerce kitaba isim vermiş bir yazar olarak hemen kitabın ismi konusunda çekincemi ilettim ve biraz muzipçe bir başlık önerdim. Böylece kitabın adı doğdu ve kapağa paraşütle kondu. (Bu kısım kitabın ilk adı olan ve anons edilen “adem baba dünyaya paraşütle mi indi?” için geçerliydi. k.g.)

Kitabı inceleyip irdeleme imkanım olmadı. Belki de, “doğru dürüst incelemediğin bir kitaba niçin ön söz yazıyorsun be Edip?” diye bana çıkışacaksınız. Haklısınız. Ne var ki, doğru dürüst incelemedikleri nice kitabı beğenmenin ötesinde kutsayan milyarlarca insan var. Hatta aydın veya bilim adamı geçinen milyonlarca insan doğru dürüst incelemedikleri Bahavat Gita’ yı, Eski Ahit’ i, Yeni Ahit’ i, Kuran’ ı, Buhari’ yi, İbni Hanbel’ i ve daha nice kitabı kutsayıp göklere çıkarmaktalar.

Kaan’ın konuya yaklaşımını, yürüttüğü mantığı, metodolijisini ve vardığı sonucu makul bulduğum için kitabını detaylı olarak incelemeye pek gerek de bulmadım doğrusu. Bu kitap, her insan ürünü kitap gibi, hatalar ve desteklenmemiş savlar içerebilir; okuyucu her kitap gibi bunu da Kuran’ ın önerisine uygun olarak kritik bir biçimde okumalı (39:18).

Sigmund Freud, Karl Marks, Adam Smith ve Charles Darwin gibi alanlarında devrim yapan bilim adamlarını sokaktaki adamın duygularını gıdıklayacak ifadelerle karikatürize ederek alaya alıp reddetmiştim. Halbuki Charles Darwin Kuran’ın 29:20 ayetindeki ilahi öğüdü uygulayan bir araştırmacıydı.

Bir zamanlar, Katolik Kilisesi’ nin Copernicus ve Galileo’ nun dünya yerine güneşi merkeze oturtan modele Allah adına açtığı savaşın bir benzeri şimdi de Darwin’ in geliştirdiği evrim teorisine karşı açılmış bulunuluyor. Müritlerinin yazdığı veya sağdan soldan aşırarak derlediği kitapların üzerine kendisine sonradan yakıştırdığı uydurma ismini koyan bir mehdi özentisi şeyhin Allah adına, İslam adına evrim teorisine karşı açtığı savaş maalesef konu hakkında pek bilgisi olmayanları etkilemektedir.

İki yıl önce bu konuda felsefi bir makale yazmaya karar verdim. Orijinalini İngilizce yazdığım makalemin başlığı: “The Blind Watch-watchers or Smell the Cheese: An Intelligent and Delicious Argument for Intelligent Design in Evolution. (Kör Saat İzleyicileri veya Peyniri Kokla: Evrimde Akıllı Tasarım için Zeki ve Lezzetli bir Tartışma.)”. Akıllı tasarımın evrimin her anı ve noktasında kendini gösterdiğini tartışan İngilizce makalemi Quran: a Reformist Translation adlı Kuran çevirisinin arkasına ekledim. Bu makalenin Türkçesi, Ozan Yayıncılık tarafından yakında yayımlanacak olan felsefi makalelerimi içeren kitapta yer alacak inşallah.

“Biz hepimiz bu gezegendeki maceramıza, hayati ve acımasız bir yarışmada küçük canlı bir şampiyon olarak başladık. Genetik yapımızın yarısı, kurbağa yavrusuna benzeyen başlı başına bir spermdi. Umulur ki, dünyaya doğmadan dokuz-on ay önceki olaylar bazı kahkaha ve karşılıklı sevgi dolu öpücükleri içeriyordur. Bir kalem uzunluğunda bir tüp içerisinde bir gün süren uzun bir maratonun sonunda, yani vajinadan başlayıp serviks ve uterus boyunca ilerleyerek sonunda diğer yarımızla karşılaştık. Böylece yaşam ödülünü ya da mahkumiyetini kazandık. (Bu makalenin yazarı bir bayan olsaydı bunun tam tersi de anlatılabilirdi: “Genetik yapımızın yarısı bir zamanlar uslu uslu bekleyen bireysel yumurtalardı…” şeklinde başlayabilirdi). Seçilen kadın yumurtalarından birine ulaştıktan sonra, çoğumuz şampiyon spermler olarak yumurtaları bencilce kapadık ve milyonlarca kardeşimizi ölmeye mahkum bıraktık. Beğensek de beğenmesek de, milyonlarca potansiyel spermi bizden biraz daha yavaş oldukları veya şansız oldukları için ölmelerine sebep olan bencil genler olarak başladık. Biz aslında tarih boyunca kendilerini zafer kazanmış kimseler olarak bilen katillerin çocuklarıyız. Dahası, biz dünya hayatımıza olası kardeşlerimizi kitlesel imha yoluyla öldürerek başladık. Biz Kabil’in çocuklarıyız; bizler, makro ve mikro dünyanın her ikisinde, acımasız savaşlarda sağ kalanlarız.

“Evet, organik roketlerimiz organik gezegenlerimizi vurduktan sonra, zigotlara dönüştük ve annemizin karnında 266 gün sürecek bir evrimi yaşamaya başladık. Adenin, Sitozin, Guanin, ve Timin adlı dört baz veya nükleotid diliyle kodlanmış yaklaşık altı bilyon bitlik DNA programı, fiziksel evrenin en harika ve kompleks varlığı olan bir buçuk kiloluk pelteyi, insan beynini yaratır.”

Neden birçok insan maymundan evrimleşmeyi hazmedemiyor? Pis kokan bir damla meni ve yumurtacıktan, kurbağa gibi bir fetusten, altına pisleyen ve gördüğü her şeyi ağzına sokan bir bebekten evrimleşmeyi kabul ediyorlar da sevimli bir şempanzeden evrimleşmeyi onurlarına yediremiyorlar? Hulusi Başar Çelebi adlı bir arkadaşın 19.org sitesinin Türkçe forumunda 2006 yılında evrim teorisini tartışan bir zincirde evrim teorisini savunduğum için beni şiddetle eleştiren bir arkadaşa cevap olarak astığı bir kaç satırı burada sizinle paylaşmak isterim:

“Tabuları yıkmak mı, yoksa tabuları korumak mı daha ciddi iş? Maymun ya da yılan ya da kedi ya da sinek… Ne kadar aşağılık mahluklar değil mi? Leş gibi kokar, leş gibi yerlerde dolaşır. Aman mideciğim bulandı. İnsan ise cisim olarak istisna he mi? Misk-ü amber ve-l çember kokar durur. Bambaşka malzemeden imal edilmiş. Kılsız, tüysüz, hormonsuz, kokusuz, berrak, süt dök yala yani. Cesetleri de gömme, al ciğerini as duvara gözün gönlün açılsın. Vay be nasıl bir saplantıymış bu. Hepsinin ham maddesi birdir. Bu da bir ayettir ama görene. Darwin’ i geç, materyalizmi geç, madem beğenmiyorsun. Ama evrim bir hakikattir. Milyonlarca yıldan beri mutasyon geçiren bütün canlılar şekil de karakter de değiştirmiştir.”

Maymunlardan genetik olarak miras aldığımız ilkel hormonlarla tepki göstereceğimize, aşağıdaki ayetler üzerinde düşünüp akledelim. Hormonlarla akledilmez. Cahili olduğumuz konulara hormonlarla veya taklidi normlarla tepki göstererek de akledilmez. Bu tür tepkiler olsa olsa maymunlaşmaya doğru gerileşmemize sebep olur:

15:26 İnsanı, kurumuş, yıllanmış balçıktan yarattık.

Yaratıcı’nın mikroskobik canlılarda başlattığı biyolojik evrelerin ilk belirtileri balçık katmanları arasında başladı. Balçık geosedik olarak sekizyüzlü ve dörtyüzlü dizilen bir atomlar şebekesinden oluşur. Sekizyüzlü ve dörtyüzlü birimler sıkıca paketlenmedikleri için birbirlerine göreli olarak kayma özelliğine sahiptirler. Moleküler yapısındaki bu esneklik, balçığın birçok kimyasal reaksiyona katalizör olmasını sağlar. İnsanlar balçık katmanları arasında milyonlarca yıl önce başlayan organik hayatın en gelişmiş meyvesidir.

24:45 ALLAH bütün canlıları sudan yaratır. Onlardan kimi karnı üzerinde hareket eder, kimi iki ayakları üzerinde hareket eder, kimi de dört ayak üzerinde hareket eder.7 ALLAH dilediğini yaratır. ALLAH her şeye gücü yetendir.

Milyonlarca yıl önce iki ayak üzerinde yürümeye başlayan memelinin iki ayak üzerinde yürümeye başlaması, beynin gelişmesi ve insan haline dönüşmesi için kritik bir nokta olarak değerlendirilir. İki ayak üzerinde yürümek ilk başta basit bir ayırım gibi gözükse de Homo Erektus’un alet kullanmasında ve beyninin gelişerek bilinç sahibi olmasında, yani Homo Sapien’in (Adem’in) yaratılmasında önemli bir role sahiptir.

29:19 ALLAH’ın yaratılışı nasıl başlatıp, nasıl tekrarladığını görmediler mi? Bu, elbette ALLAH için kolaydır.

29:20 De ki, “Yeryüzünü dolaşın ve yaratılışın nasıl başladığını görün.” Sonra, yine ALLAH (ahiretteki) son yaratılışı başlatacaktır. ALLAH’ın her şeye gücü yeter.

Arkeolojik araştırmalar, yaratılışın mikroskobik organizmalardan başlayarak, genetik mutasyon ve doğal seleksiyon metotlarıyla evrimleştiğini gösteriyor.

71:14 Oysa sizi evreler halinde yaratan O’dur.

71:15 ALLAH’ın yedi göğü tabakalar halinde nasıl yarattığını görmez misiniz?

71:16 Ayı bunların içinde bir ışık, güneşi de bir lamba yaptı.

71:17 Ve ALLAH sizi topraktan bir bitki olarak bitirdi.

Evrim, Tanrı’nın düzenlediği, bitkiden başlayıp insana kadar yükselen harika bir sistemdir. Nuh peygamberle birlikte biz insanların son bir evrim daha geçirdiği anlaşılabilir.

7:69 “Sizi uyarmak amacıyla Rabbinizden bir mesajın aranızdan bir adama gelmesine mi şaştınız? Nuh’un halkından sonra sizi halifeler yaptığını ve yaratılışta sizi onlardan güçlü kıldığını hatırlayın. Başarmanız için ALLAH’ın nimetlerini düşünün.”

İnsanların Allah’ın halifesi olamayacağını, halifenin Kuran’daki anlamının “izleyen” veya “daha sonra gelip egemen olan” olduğunu, meleklerin Adem’in yeryüzünde yaratılışından önce yeryüzünde kan döken vahşi bir cinsin varlığını bildiğini düşünürsek aşağıdaki ayet bu konuda ilginç ipuçları verir:

2:30 Rabbin, meleklere şöyle demişti: “Yeryüzüne bir halife yerleştireceğim.” Melekler de: “Orada bozgunculuk yapacak, kan akıtacak birisini mi yerleştireceksin? Halbuki biz seni överek yüceltiyor ve mutlak otoriteni onaylıyoruz,” dediler. “Bilmediğinizi Ben bilirim,” dedi.

Bu arada, evrim teorisine yönelik eleştiriler yapan Hristiyan kaynaklarından aparılıp derlenen kitaplarla İslam’a en büyük ihanetlerden birisini işleyen cemaatlere de değinmek istiyorum. Bunların başında, varlıklı ailelerden genç yaşta kapılan müritleri iliklerine kadar sömürmekle tanınan ve masonlardan çok daha gizli çalışan bir tarikatın fiyakalı pozlar veren, bir zamanlar paranoyak raporu alarak askerlik görevini erteleyen ve mehdilik hayalleriyle yaşayan bir şeyhin müritleri gelmektedir. Müritlerin gece gündüz çalışarak derlediği ve kozmetik yönleriyle, fiyakalı kapakları ve kağıtlarıyla ilgi çeken kitaplardaki referansları anlayamayacak ve hatta okuyamayacak kadar yetersiz bir şeyhin uydurma ismine mal edilen kitaplar bilime karşı cahili bir savaş açmışlardır. Evrim teorisini sadece o kitaplardan öğrenenlerin cahili refleksleri gıdıklanmakta ve konu hakkında yanlış bilgiler ve yorumlarla kandırılmaktalar.

Umarım Kaan’ ın bu çalışması, evrim teorisi ile Kuran’ın yaratılış modeli arasında çelişki olmadığı, aksine Kuran ayetlerinin evrimsel bir yaratılış modelini savunduğu gerçeğini tartışma gündemine getirecektir.” (Kuran Açısından Evrim Teorisi, Kaan Göktaş , Ozan Yayıncılık)

 

posted in YARATILIS | 14 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUR’ÂN AÇISINDAN EVRİM TEORİSİ

Prof. Süleyman ATEŞ (Diyanet İşleri Eski Başkanı)

SORU: Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’nin bir maymun türünden evrimleştiğimizi savunduğu doğru mu? (Şahin Telli)

CEVAP: 1974 yılında Ankara Üniversitesi dergisinde yayınladığım “Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Evrim Teorisi” adlı makalemin özeti aşağıdadır. Size yararlı olacağını sanıyorum.

Allah için zaman söz konusu değildir

Yüzeysel düşünen kimi kişiler, insanın evrimini kabul etmeyerek “Allah’ın, Adem’i bir anda yaratmaya gücü yetmez mi ki, bu kadar uzun zamanda yaratsın?” der ve evrim düşüncesini Kur’ân’a ve Allah’ın kudretine aykırı bulurlar. Düşünmezler ki Allah için zaman söz konusu değildir. O’na göre milyonlarca yılla bir an aynıdır. Çünkü sonlu varlıklar olan bizler, zamanı böler ve parça parça algılarız. Ama Allah, parçaları bütünleştirir. Çokluklar O’nda bir olur. Damlalar denizle bütünleşir. Kesret (çokluk), vahdete (birliğe) döner.

Allah’ı insanla karıştırmak, sınırsız kavramı sınırlı algılarla karşılaştırmak, insanı yanlış yargılara götürür. Kaldı ki birden bire yaratıvermek basit bir şeydir. Ama ince planlar, yasalarla milyonlarca yıl içinde dünyadan süzüle süzüle meydana getirilmiş varlığın değeri büyüktür. Bundan dolayı Allah, insan için, “Gerçekten biz, insanoğluna çok ikramda bulunduk, onu çok değerli, şerefli yaptık” (İsra: 70) buyurmak suretiyle insanın değerini belirtmiştir. Kur’ân’ın ifadesine göre üzerindeki canlıların anası olan şu dünya, dört ilahi günlük, yani dört büyük zamanlı evrim sürecinden geçirilerek bu şekline sokulmuştur. Canlıların zübdesi olan insan da çok derin bilgi, ince hesap ve planların sonucunda süzüle süzüle doğa güçlerine hükmeden, dünyayı onaran, daima ilerleyen, kalkınan mükemmel bir varlık haline getirilmiştir.

 

Evrim Teorisi’ni Müslümanlar geliştirdi

Evrim Teorisi’ni Müslümanlar işlemiş ve geliştirmişlerdir. İlk defa Cahiz (ö. 255/868), göçlerin ve genel olarak çevrenin, kuşların hayatında yaptığı değişikliğe dikkati çekmiştir. Daha sonra İbn Miskeveyh (ö. 421/1030), el-Favzul-Asgar adlı eserinde bu evrim görüşüne daha belirgin bir şekil vermiştir. Evrim Teorisi’nin kurucusu Darwin’den (1809-1882) çok önce Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1772), Marifetnamesi’nin 31-32’nci sayfalarında özetlemiştir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnamesi’nde evrim hakkındaki görüşlerini şöyle özetlemiştir: “Varın yok olması, yoğun var olması mümkün değildir. Var daima var, yok da daima yoktur. Fakat var, bir mertebeden diğer mertebeye, bir halden diğer hale geçebilir. Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur (eleman), istihale (evrim) ile birbirine karışmış, unsurların izdivacından (karışımından) önce madenler, ondan bitkiler, ondan hayvanlar vücuda gelmiş ve hayvan kemalini bulunca insan meydana gelmiştir.

 

Ara varlıkların hikmeti

Madenlerle bitkiler arasında ara varlık mercandır, bitkilerle hayvanlar arasında ara varlık hurmadır, hayvanlarla insanlar arasında ara varlık maymundur. Zira cümle azası, kıl ve kuyruktan başka içi dışı insana benzer. Aracıların varlığının hikmeti şudur ki, her biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup varlıklar mertebesi bir düzenle sıralanıp insan mertebesinde son bulur. Gaye, devr-ü zemanın tetimmesi (yaratıkları dolaşan nefsin, olgunluğun doruğu olan başlangıç noktasına varması), cihanın özü olan insanın meydana gelmesidir. İşte bu mertebede ahlaken yükselip Tanrı huylarıyla vasıflanan kişi, marifet kemaline erip küllî (bütünsel) akla kavuşmuş ve bu mertebede varlık dairesi birleşip tamamlanmıştır. Onun iptidası (o dairenin başlangıcı) akl-ı evvel (ilk akıl), sonu da insan-ı kâmildir (olgun insan).”

 

Şeyh Galip’ten sesleniş

İnsanın, evrenin özeti olduğu görüşünü büyüleyici şiir diliyle belirten Şeyh Galip de insana seslenerek böyle gizli bir hazineye sahip olduğunu anımsatmaktadır:

Ey dil ey dil neye bu rütbede pür gamsın sen
Gerçi virane isen genc-i mutalsamsm sen
Secde fermay-i melek zat-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil, cümleden akdemsin sen.
Ruhsun nefha-i Cibril ile tevemsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryem’sin sen
Hoşça bak zatına kim zübde-ı âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan Adem’sin sen.

Bu konu, “Soru ve Cevaplarla İslâm” adlı eserimin 3’üncü cilt 355-362’nci sayfalarında geniş olarak açıklanmıştır.

 

Soru: İslâm’ın evrim teorisine bakış açısı nedir? Bu teoriyi kabul eden kişi dinden çıkar mı? (Sema Yılmaz)

Cevap: Batıdan önce İslâm dünyasında evrimle ilgili açıklamalar yapılmıştır. Bildiğimize göre evrim hakkında ilk kitabı yazan, yaklaşık 1000 tarihlerinde ölen İbn Miskeveyh’tir. Erzurumlu İbrahim Hakkı da Marifetname’sinde buna değinmiştir. İbn Türke Isfahani’nin Fusus şerhinde de bu konu işlenmiştir. Bunun hakkında bilgi için “Kur’ân Ansiklopedisi” adlı eserimizdeki “Evrim” ve “İnsanın yaratılışı” maddelerini okuyabilirsiniz. Yaratan’ın Allah olduğunu kabul ettikten sonra evrimi kabul etmek insanı dinden çıkarmaz. Öyle olsaydı bu büyük insanlar, evrim hakkında bu çalışmaları yapmazlardı. (Prof. Süleyman ATEŞ (Diyanet İşleri Eski Başkanı) Vatan Gazetesi 17.01.2010- 18.01.2010- 08.03.2006)

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=282087&Categoryid=4&wid=31

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=282233&Categoryid=4&wid=31

http://www10.gazetevatan.com/root.vatan?exec=yazarekstra&Newsid=72836&Categoryid=31

posted in YARATILIS | 10 Comments

4th Haziran 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSLÂM’IN YALNIZLARI

[İster öyle ister böyle; ister topraktan ister havadan, ister sudan ister ağaçtan, ister maymundan ister böcekten; nerden ve ne şekilde gelmişsek gelelim “Allah” her zaman var. Bütün bunlar “Allah ile” oluyor. O’na rağmen veya O’nsuz değil… Keza evrim teorisinde İslam itikadını sarsacak bir durum yok, hiçbir halde de olmaz. Ama Hristıyan itikadı için var çünkü onlara göre İsa tanrı, ona maymundan geldik derseniz itikadının kökünü dinamitlersiniz. Bize göre ise İsa’yı da, Adem’i de, insanları da, maymunları da, börtüyü de, böceği de Allah yarattı. Bunlar birbirine dönüşüyorsa yine O’ndandır.]

Bu makalede İslam düşünce tarihinde yalnız kalmış bir fikri damardan kısaca bahsetmek istiyorum.

Unutulmuş veya yalnız kalmış olmaları doğru düşünmedikleri anlamına gelmez. Bilakis kendi çağlarının hayli ötesinde fikirlere sahip olmaları muhtemeldir.

Niyetim, böylesi fikirlerin de olduğundan hareketle “İslam düşüncesi tarihinin”, aslında, kendini bir dünya düşüncesi haline getirebilmiş son derece renkli ve devasa bir birikime sahip olduğunu biraz olsun gösterebilmektir.

İslam tarihinde oluşan fikri “statüko” bunların çoğunu dışladığından bugün için pek bilinmezler. Adları etrafında şüphe bulutları estirildiğinden “sakıncalı piyade” muamelesine tabi tutulmuşlardır. Yani tabiri caizse ellerinden silahları alınmış, rütbeleri sökülmüş ve karargah merkezlerine sokulmamışlardır

Çoğunun fikirleri, örneğin, Abbasi İmparatorluğu’nun “üniversite rektörü” ve sonraki Müslüman imparatorlukların da daimi gözdesi olan Gazzalî’nin gördüğü itibarı görememiştir.

Aşağıda özellikle “evrim teorisi” hakkındaki görüşlerini öne çıkararak aktardığım bunlardan bazıları “modern çağı” hiç görmediler ve yaşamadılar.

İslam tarihinin derinliklerinde ise unutuldular. Daha çok batı ülkelerinde rağbet gördüler.

Buradan anlaşılıyor ki, aslında, İslam kültür ve medeniyetinin modernizmden etkilendiğinden değil; daha çok onu etkilediğinden bahis açmamız gerekiyor. Bu bize bambaşka bir bakış açısı verecektir. Vakıa, olan da bu zaten. Yani modernler çıkarken biz iniyorduk. Modernlerin geldiği yerden aslında biz dönüyorduk. Tabi bu fikri ve ilmi birikim açısından böyle. Bu avantajı ne derece insanlığın yararına kullanabildiğimiz ve hayata aktarabildiğimiz ise ayrı bir konu…

Şu an, vaktiyle etkilediğimiz ve hatta beslediğimiz bir vakıadan (moderniteden) korkar ve endişe duyar hale geldik. Batı tarihinin kendi özel şartları nedeniyle bu etkilenmenin başka bir renge bürünerek karşımıza çıkması bu korkuyu sürekli besliyor. Son derece renkli ve zengin olan böylesi bir geçmişten habersiz olanlarda ise kimlik krizine ve tümden paniğe yol açıyor.

“Evrim teorisi” nedeni ile içine düşülen panik ve verilen tepkiler bunun tipik örneği…

Aşağıda okuyacağınız düşünceleri, zamanında özgürce tartışmış, eleştirel akılla ölçüp biçmiş ve yüzleşmiş olsaydık hatta bizzat bilime dönüştürebilmiş olsaydık bugün modern dünya karşısında böyle paniğe kapılır mıydık dersiniz?

Farabi’nin bir kitabı da “Aristo ile Sokrates’in arasını bulma” üzerine. Yani Farabi kendini iki Yunan düşünürü karşısında “hakem” konumunda görüyor. Üstten ve yukarıdan bakan bir edası var, kendinden gayet emin…

Ben bunun sadece siyasi olarak üstün olduğumuz çağların duruşu olmadığını düşünüyorum. Fikri gelenek olarak da çok güçlü olmanın verdiği bir güven vardı. Biz bu güveni nicedir kaybettik. Bunun nedeni geçmişin alabildiğine renkli ve zengin birikimiyle bağımızın kopmuş olmasıdır.

Bu nedenle Türkiye’de ne laiklerimiz ne de dindarlarımız “içeriyi” tanımıyor ve bilmiyor. Batı üzerinden körkütük bir dövüşün içine girmişler. Onların ayrılıklarına taraf oluyor ve onları buraya taşıyıp gerersiz yere gerilim yaratıyorlar.

Sanıyoruz ki dünyanın bütün büyük düşünceleri ve filozofları batıda..

Ünlü aydınlanma düşünürü Leibniz’in “sarıklı” fotoğrafını görseniz şaşkınlıktan eminim şok geçirirsiniz. Adam Farabi’ye, İbn Rüşd’e veya İbni Sina’ya özenmiş. Keza Fransa’daki ünlü Sarbonne ve İngiltere’deki Cambrige Üniversitelerinde ilk kurulan kürsülerin üstünde kimin fotoğrafı vardı biliyor musunuz? Bu üniversiteler onikinci yüzyılda kilisenin boğucu ortamından kurtulmak için ne amaçla açılmıştı acaba? İbni Sina ve İbn Rüşd fotoğrafları altında onların felsefelerini tahsil etmek için!

İslam dünyasının hiçbir yerine bunların fotoğrafı asılmadı. Avarroizm (İbni Rüşdçülük) ve Avicennaizm (İbn Sinacılık) İslam tarihinde değil; batıda doğdu. İbn Sina’nın bir kez Isfahan sokaklarına fotoğrafı asılmıştı. Ne için biliyor musunuz? Yakalanıp Gazneli Mahmud’a getirilmesi için!

Nereden nereye…

***

Uzatmayayım, daha birçoğunu yazmadım, isimlerini belki de ilk kez duyacağınız daha onlarcasını yazabilirdim ama sanırım bu kadarı bir şeyler anlatmaya yetecektir. Bunların birçok fikirleri var ama özellikle “evrim” hakkında ne düşündüklerini öne çıkardım. Okuyunca “Bunlar modernizmden etkilenmiş” demeyesiniz çünkü ölüm tarihlerine dikkat edin; en eskisi 1250, en yenisi 600 yıl önce öldü…

Cabir bin Hayyan (öl. 815): Cabir, kendiliğinden oluşu tevlid ve tevellud, sunî oluşumu tevâlud ve tekvin, ilahi yaratma fikrini de kevn ve halk terimleriyle açıklamaktaydı. Cabir, bazı bitki ve hayvan türlerinin, hatta ilk insanın, kendiliğinden vücut bulduğunu kabul etmekten öte, minerallerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların sunî olarak laboratuarda üretilebileceğini bile iddia etmektedir.

Nazzam (öl. 845): Şair, düşünür, edebiyatçı, kelamcı ve filozof… Birçok eser yazdığının bilinmesine rağmen günümüze hiçbir eseri ulaşmayan Nazzam, kendi döneminde Dehriye, Zerdüştlük, Cebriye, Murcie vb. akımlarla mücadele etmesiyle ve Aristo’yu eleştirmesiyle tanınıyordu. “Gumûn ve burûz”, “tafra” ve “hareket”e dair doğa ve fizik felsefesine üzerine orijinal görüşleri vardı. Nazzam bir nevi kozmolojik evrim diyebileceğimiz bir teori savunmaktaydı. Ona göre doğaya aykırı olağandışı olaylar değil; doğanın bizzat kendisi mucizedir. Bunun dışında peygamberler sanıldığının aksine olağandışı mucizelerle halkın karşına çıkmış değillerdir.

Câhiz (öl. 869): Kelamcı, antropolog ve zoolog… Cahiz, Kitabu’l-Heyavan adlı kitabında biyolojik evrimi açıkca savunmuştur. Ona göre evrenin yaratılışını başlatan Allah, aynı zamanda onu evrimleşme yoluyla teşekkül edici, hem de türleri devamlı evrimleştirici kılmıştır. Bu bakımdan evrimin gerçek sebebi Allah’tır. O, yaratılışı yaratıcı tekamül süreci olarak irade etmiştir. Türler kendi içlerinde taşıdıkları potansiyel kuvvet sebebiyle evrimleşmektedirler. Bu potansiyel kuvvet onlara Allah tarafından konulmuştur. Türlerin içindeki potansiyel kuvvet, fiziksel çevre, iklim şartları, hayat mücadelesi ve doğal seçilimin etkisiyle ortaya çıkmakta, yaratıcı tekamül birbiri ardı sıra türleri ortaya çıkarmaktadır.

Birûni (öl. 1061): Büyük ansiklopedik İslam filozofu… Jeo-kimyasal ve Jeo-biyolojik evrim diyebileceğimiz bir görüşü savunmaktaydı. Biruni’ye göre evrenin tekevvünü (oluşumu) Allah’ın öyle irade etmesi sonucunda jeo-kimyasal ve biyolojik bir evrimin sonucudur. Allah’ın ezeli planına göre evren, genel jeo-kimyasal evrimler geçirmektedir. Bu esnada, uygun şartlar oluştuğunda madenler ve canlı türler birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmaktadır. Her bir jeo-kimyasal zaman kendi türlerini ortaya çıkarmaktadır.

İbn Miskeveyh (öl. 1030): İslam tarihinde ilk ahlak filozofu… Ona göre varlığın hiyerarşik mertebelenişi, ana hatlarıyla en aşağıdan başlamak üzere inorganik cisimler, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve melekler şeklindedir. Dolayısıyla basitten karmaşığa, inorganik olandan organizmaya, fiziki olandan metafizik olana doğru yükselen hiyerarşik bir yapı söz konusudur. Her mertebe ayrıca kendi içinde çok sayıda katmanlara ayrılmaktadır.

İbni Tufeyl (öl. 1185): ve İbni Nefis’in (öl. 689/1288) aynı adlı romanları Hay bin Yakzan ise insanın menşei hakkında tabiatçı bir teoriyi savunmaktaydı. Her iki romanda da tabiatın çocuğu olarak, annesiz-babasız, toprak ve çamurdan kimyevi/biyolojik tepkimelerle canlı haline gelen Hay bin Yakzan aslında Adem’in yaratılışını anlatmaktadır.

İbni Haldun (öl. 1406): Tarihçi, siyasi filozof ve sosyolog… İbni Haldun Mukaddimesi’nde açıkça “Hurma ve üzüm ağacı sedef ve salyangoza, maymun insana, insan meleğe insilah edebilir (dönüşebilir)” görüşünü savunmaktadır. Burada “insilah” kelimesi daha iyiye geçme, tekamül, transformasyon, dönüşüm, reform, değişim vb. anlamlara geliyor.

Bunlar ve daha onlarcası hakkında ayrıntılı bilgileri delilleriyle birlikte İslam’ın Yenilikçileri adlı üç ciltlik kitap çalışmamızda bulabilirsiniz… (İslam’ın Yenilikçileri, İhsan Eliaçık_Med Cezir Yayınları)

***

Ben bunları mutlak doğruluk kaynakları olarak görmüyorum.

“Ya yanılmışlarsa?” sorusunu herkese olduğu gibi bunlara da soruyorum.

Gelin önyargısız okuyalım, düşünelim ve araştıralım. Hakikatı ortaya çıkarmanın yolu ve yöntemi budur. Körü körüne taklit, önyargı ve inkara şartlanmışlık değil…

***

Bu vesile ile hatırlatmakta fayda var ki Allah’ın ve ahiretin varlığı veya yokluğu bilimin konusu değildir. İmanın ve bilincin konusudur. Çünkü Allah dış dünyada bir “nesne”, ahiret de henüz olmuş bir olay değildir. Bu nedenle de bilimin, araştırmanın, ispatın veya değillemenin konusu olamazlar. Deneye tabi tutulamaz, laboratuarda test edilemezler.

Bilakis kişinin vicdanında “olacaktı…” şeklinde bir arayış olarak belirir ve kesin bir içsel itminana dönüşerek sanki Allah’ı “görmüşcesine” ve sanki ahirete “gidip de gelmişcesine” bir iman olur. Bir duygu, hissiyat, bilinç ve heyecan olarak yaşanır. Buna saf bir yürek temizliği içinde inanmak (ihlas) ve “Allah bilinci ile yaşamak” (takva) denir.

Bu duygu, hissiyat, bilinç ve heyecandan yoksun olanlar içinse ne Allah ne de ahiret vardır. “O gün” gelince, “gerçeğin ta kendisi” (hak) bütün görkemi ile yerleri ve gökleri kuşatacak ve insanlar “Demek elçilerin haber verip durduğu gün bugünmüş, eyvah!” diyecekler ve fakat iş işten geçmiş olacaktır.

***

Şu halde başta “evrim teorisi” olmak üzere, bilimin konusu olan araştırmalardan yola çıkarak Allah’ı ve ahiret gününü ispata veya çürütmeye kalkışmak ham hayal olup abesle iştigaldir.

Şu ana kadar yapılıp durduğu gibi “Evrim var demek ki Allah yok” veya “Allah var demek ki evrim yok” mantığının her ikisi de yanlış

İster öyle ister böyle; ister topraktan ister havadan, ister sudan ister ağaçtan, ister maymundan ister böcekten; nerden ve ne şekilde gelmişsek gelelim “Allah” her zaman var. Bütün bunlar “Allah ile” oluyor. O’na rağmen veya O’nsuz değil

Keza evrim teorisinde İslam itikadını sarsacak bir durum yok, hiçbir halde de olmaz. Ama Hristıyan itikadı için var çünkü onlara göre İsa tanrı, ona maymundan geldik derseniz itikadının kökünü dinamitlersiniz. Bize göre ise İsa’yı da, Adem’i de, insanları da, maymunları da, börtüyü de, böceği de Allah yarattı. Bunlar birbirine dönüşüyorsa yine O’ndandır: “De ki (birbirinin içinden) yarılıp çıkanın Rabbi’ne sığınırım” (Gul e’uzu bi Rabbi’l-felag)

Bu nedenle evrim teorisine gösterilen tepkinin İslam iklimi ile alakası yok. Kilise endişelerinin buralara taşınmasından başka bir şey değil.

Ben burada evrim teorisinin ayrıntısına girmiyorum. Biyolog veya antropolog değilim. Bu türden bilimsel araştırmalara dini (İslami) açıdan nasıl bakmamız gerektiğine dair konuşuyorum.

İsterse kesin ispatlasınlar hiç sorun değil. Çünkü imanın konusu değil. Hatta daha da ileri gideyim: Diyelim ki insanın maymundan geldiği “kesinlikle” ispatlandı. O zaman bu şu anlama gelir: Demek ki Allah yaratılışı evrim süreçlerine bağlamış

Hem bu tür araştırmaları sen de yapsana? Araştırmanda onlarla aynı bulgulara ulaştın diyelim: Korkma! Allah’ın yaratışını araştırıyorsun, bulduğun her ne ise ondan başka bir şey değil. Bu durumda fark bilimde değil; imanda, dışta değil; içte, fosilde değil; kalpte…

Bunlar karşı karşıya getirip paniklemenin ne alemi var?

Benim içimdeki iman bilimle, deneyle, fosille, laboratuarla çürütülemez çünkü onlarla inanmış değilim.

Nitekim yukarıda başta Cahiz olmak üzere “İslam’ın yalnızları” da öyle demiyor muydu?

Şimdi kim yalnız? Onlar mı biz mi? (İhsan Eliaçık)

http://www.haber10.com/makale/9878/

posted in YARATILIS | 0 Comments

4th Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

TANRI İNANCI, DİNLER VE EVRİM TEORİSİ

Başlıkta ve araştırmamız boyunca kullandığımız “dinler” ifadesiyle özellikle tek Tanrı’lı (monoteist) üç dini; Yahudiliği, Hristiyanlığı ve İslam’ı kastediyoruz. Bu bölümde önce dinlerin tüm sistemlerinin üzerine kurulduğu en temel inanç olan “Tanrı inancı” açısından Evrim Teorisi’nin ne ifade ettiğini belirlemeye çalışacağız. Bunu yaparken gerek teistlerin, gerek ateistlerin, gerekse bilinemezci (agnostik) tavır içinde olanların Evrim Teorisi’ne yaklaşımlarının farklı olabildiğini; “evrime inanmayan teist” veya “evrime inanan ateist” şeklinde kategorilerin, tüm teistler veya ateistler hakkında genellenemeyeceğini göstermeye çalışacağız. Ayrıca birbirinden farklı kategorilerin en ünlü temsilcilerini örnek olarak ele alıp, bu sayede farklı yaklaşımları tanımaya çalışacağız. Arıca Tanrı inancı açısından Evrim Teorisi’nin ne anlam ifade ettiği sorusu, teleoloji-mekanizm, teleolojik delil ve mucize ile ilgili tartışmaları karşımıza da çıkardığı için bu konuları da irdeleyeceğiz.

Tezimizin ilerleyen sayfalarında dinlerin konumuz açısından Tanrı inancı dışındaki önemli inançlarını ele alıp, Evrim Teorisi’nin bu inançlar açısından ne ifade ettiğini belirlemeye çalışacağız. Bunun için evrenin yaşı, Adem ile Havva’dan yaratılış, Nuh kavminin sel ile boğulması (tufan) ve maymunumsu canlıların insanın atası olduğu iddiasının ahlaki ve teolojik değerlendirmesi gibi konuları değerlendireceğiz. Ayrıca dinlerin kendi müstakil teolojileri açısından önemli bazı sorunsalları da, örneğin Hristiyanlığın “ilk günah” ve “Hz. İsa’nın kişiliği” gibi konumuz açısından önemli inançları da Evrim Teorisi açısından ele alacağız. Bu konuları değerlendirirken dinlerin içindeki farklı yorum ve yaklaşımları da belirleyerek, bütün bunların dinlerin Evrim Teorisi’ne yaklaşımlarını da farklılaştırabildiğini göstermeye çalışacağız. Evrim Teorisi’nin felsefi ve bilimsel açıdan ne kadar doğru ve tutarlı olduğunu ise sonraki bölümlerde irdeleyeceğiz. Bu bölümün amacı, Evrim Teorisi’nin doğru ya da yanlış olduğu sorusunu paranteze alınarak, Tanrı inancı ve dinlerin diğer inançları açısından Evrim Teorisi’nin değerlendirilmesidir. Evrim Teorisi ister doğru, ister yanlış kabul edilsin, “eğer Evrim Teorisi doğru kabul edilirse” dinler açısından ne gibi sonuçlar doğurabilecegini ve dinlerin Evrim Teorisi’ni ne şekilde yorumlayabileceğini belirlemek her halükarda önemlidir.

3.1 EVRİM TEORİSİ VE TANRI İNANCI

3.1.1 EVRİM TEORİSİ’NE İNANANLARIN SINIFLANDIRILMALARI

3.1.2 EVRİM TEORİSİ’Nİ REDDEDENLERİN SINIFLANDIRILMALARI

3.1.3 EVRİM TEORİSİ’NİN DOĞRULUĞU VEYA YANLIŞLIĞI BİLİNEMEZ DİYENLERİN SINIFLANDIRILMALARI

3.2 MUCİZELER, DETERMİNİZM VE İNDETERMİNİZM

3.3 EVREN’İN VE DÜNYA’NIN YAŞI

3.4 NUH VE TUFAN

3.5 ADEM VE HAVVA’DAN YARATILIŞ

3.6 İLK GÜNAH VE HRİSTİYAN TEOLOJİSİNDEKİ YERİ

3.7 DİNLER, EVRİM TEORİSİ VE AHLAK

3.1 EVRİM TEORİSİ VE TANRI İNANCI

Monoteist dinlerin bütün sistemi Tanrı merkezli bir ontoloji temelinde yükselir. Tanrı-evren, Tanrı-insan arasındaki ilişkinin kurulmasından, eskatolojik inançlardan, ahlaki pratik eylemlerin rasyonel temellerinin oluşturulmasına kadar tüm sistem bu ontolojiye dayanır. Bu yüzden Evrim Teorisi’nin bu ontolojiye tehdit olup olmadığı veya başka türlü ifade etmek gerekirse, Evrim Teorisi’nin bu ontoloji ile uzlaşıp uzlaşamayacağı konusu; dinler ile Evrim Teorisi arasındaki en temel sorunsaldır. Dinler ile Evrim Teorisi arasındaki geri kalan tüm sorunsalların toplamı bile bundan daha az öneme sahiptir. Bu nedenle ilk önce bu en temel meseleyi; Tanrı inancı ile Evrim Teorisi’nin ilişkisini ele alırken, diğer tüm sorunsalları sonra açmak üzere paranteze alacağız. Bu paranteze alma işleminin konunun sağlıklı işlenmesi açısından özellikle önemli olduğunu düşünüyoruz. Yoksa yerbilimsel bir tartışma veya insanın soyunun maymun ile ilişkilendirilmesinin ahlaki sonucuna dair bir tartışma; Evrim Teorisi’nin, Tanrı’nın yaratışı ile uzlaşıp uzlaşmayacağına dair en temel konuyla karışabilmekte, hatta bu en temel sorunsalın önüne geçebilmektedir. Evrim Teorisi ile dinlerin ilişkisi üzerine yapılan birçok tartışmada bu hatanın yapıldığına ve en temel sorunsalın bu yanlış sebebiyle gereğince ele alınamadığına tanık olmamız, bizi böyle bir paranteze alma ve sonra parantezi açma işlemine yöneltmiştir. Herhangi bir dine inanmadan Tanrı’ya inananlar için paranteze aldığımız meseleler önemli değildir. Çünkü bunlar, daha çok dinsel vahiylerin kendilerinden veya onların belli bir yorumundan kaynaklanmaktadır.

Evrim Teorisi ile Tanrı inancı ilişkisindeki yaygın yanılgıların en önemlilerinden biri, Evrim Teorisi’ni ortaya koyanların veya ona inananların ateizm ile, Evrim Teorisi’ne inanmayanların ise teizm ile bütünleştirilmeleridir. Oysa realite hiç de böyle değildir; Evrim Teorisine inanan birçok teist de mevcuttur. Pekçok ateist ise Evrim Teorisi’nin doğru olup olmadığı ile hiç ilgilenmeden ateist olmaktadır. Bu yüzden hem Evrim Teorisi’ne inanç ile ateizmin, hem de teizm ile Evrim Teorisi’ni reddetmenin özdeşleştirilmesi hatalıdır. Evrim Teorisi ile Tanrı inancının ilişkisinde sanıldığı gibi iki zıt kategori değil, bir çok kategori karşımıza çıkmaktadır. Birçok kişi Tanrı’nın varlığı ile yokluğunun bilinemeyeceğini iddia etmekte veya bu konu üzerinde hiç düşünmeden nötr bir tavır almaktadır. Bu kategoriyi biz Tanrı’ya inanç açısından üçüncü bir kategori olan bilinemezci (agnostik) kategori olarak ele alacağız. Evrim Teorisi için de aynı ayırım yapılabilir. Evrim Teorisi’nin doğruluğunu kabul edenler birinci, yanlışlığını kabul edenler ikinci, bu teorinin doğru mu yanlış mı olduğunun bilinemeyeceğini iddia edenler ile bu teoriye umursamaz olanlar üçüncü bir kategori olarak ele alınabilir. Şu halde Tanrı inancında da, Evrim Teorisi’ne inançta da üçer kategori karşımıza çıkar; bunların birbirleriyle kombinizasyonu ise dokuz kategori eder. Bu kategorileri şu şekilde göstermek mümkündür:

A-

1. Evrim Teorisi’ne inanan – Bilinemezciler

2. Evrim Teorisi’ne inanan – Ateistler

3. Evrim Teorisi’ne inanan – Teistler

B-

1. Evrim Teorisi’ni reddeden – Bilinemezciler

2. Evrim Teorisi’ni reddeden – Ateistler

3. Evrim Teorisi’ni reddeden – Teistler

C-

1. Evrim Teorisi Bilinemez diyen – Bilinemezciler

2. Evrim Teorisi Bilinemez diyen – Ateistler

3. Evrim Teorisi Bilinemez diyen – Teistler

Bir kategoride aynı sınıfa sokacağımız her kişinin, Evrim Teorisi’ne bakışları veya Tanrı inancına bakışı da aynı değildir. Örneğin süreç felsefesine inanan Whitehead ile Theilhard de Chardin’in her ikisi de Evrim Teorisi’ne inanan -teist kategorisinin içindedirler, fakat ikisinin Tanrı inancında önemli farklar bulunur. Ayrıca şahısları bu kategorilerden birine sokmakta da önemli zorluklar vardır. Örneğin Darwin’in en temel eserlerine baktığımızda teistik cümleler ile karşılaşırken, mektuplarından bazısında bilinemezci bir yaklaşımla karşılaşıyoruz. Bu nedenle bu kategoriler herkesi tam anlamıyla açıklayan kategoriler değildir, aynı kategorilerin içinde de farklılıklar olabilmektedir. Fakat bu kategoriler bize “evrimci-ateist”, “evrim karşıtı-teist” ayırımıyla herkesi sadece iki kategoriye paylaştıran yaklaşımın, kişilerin Evrim Teorisi’ne ve Tanrı inancına karşı aldıkları tavrın ilişkisini belirlememizde ne kadar eksik ve yanıltıcı olduğunu göstermektedir. Bu kategorileri daha detaylı incelememizin, konunun anlaşılmasına katkıda bulunacağı düşüncesindeyiz.

3.1.1 EVRİM TEORİSİ’NE İNANANLARIN SINIFLANDIRILMALARI

Evrim Teorisi’ne inananları hem teist, hem ateist, hem de agnostik olarak üç maddede sınıflayabileceğimize daha önce değindik. Darwin örneğinde gördüğümüz gibi iki kategori arasında gidip gelen birçok kişi de olduğu muhakkaktır. Gözlenen örneklerden anlaşıldığı kadarıyla Evrim Teorsi’ne inancın insanları ateistik bir inanca mecbur ettiği yanlış bir savdır. Fakat diğer yandan Evrim Teorisi’nin ateist yaklaşımları doğrulamak için kullanıldığı da bir gerçektir.

Evrim Teorisi’nin savunulduğu birçok kitapta, yazarlar, Tanrı inancı hakkında hiçbir görüş ifade etmezler. Bunun birçok nedeni olabilir; yazar polemik istemiyor olabilir, Evrim Teorisi’nin Tanrı inancı ile pozitif veya negatif bir bağlantısı olmadığını düşünüyor olabilir, Tanrı sorunu üzerine hiç düşünmemiş olabilir. Tanrı inancı hakkında hiç bir şey ifade etmemiş bir Evrim Teorisi savunucusunu hemen “bilinemezci” sınıfa dahil edemeyiz. Bu yazar “bilinemezci” sınıfa dahil olabildiği gibi pekala “teist” veya “ateist” de olabilir. Embriyolojide anne rahmindeki oluşum aşamalarını tarif eden bir bilim adamı, eğer Tanrı’dan bahsetmemişse, onun, “ateist” veya “bilinemezci” sınıfa hemen sokulduğuna tanık olmayız, fakat Evrim Teorisi ile ilgili eserlerde durum böyle değildir. Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu ilk dönemden itibaren teolojik tartışmaların içinde yer alması gibi sebepler olsa da, yine de bu yaklaşım hatalıdır. Eğer Evrim Teorisi’ni savunan kişi Tanrı’ya inancı hakkında hiçbir şey söylemiyorsa ve bu konudaki görüşünü açıkça belli etmiyorsa, bu kişiyi aceleyle kategorize etmemek en uygunudur.

“Evrim Teorisi’ne inanan-bilinemezci” tanımlamasında ilk akla gelen örnek Thomas Henry Huxley’dir. Bunun nedenlerinden biri onun kendini açıkça böyle tanımlaması ve agnostik(bilinemezci) deyimini ilk kullanan kişi olmasıdır. Evrim Teorisi’ni savunan ve modern tartışmalara yön veren en ünlü isimlerden Stephen Jay Gould da kendini agnostik olarak tanımlamaktadır.[1] Bilinemezci yaklaşıma sahip bilim adamlarının genel eğilimi, bilim ile dini, aralarında aşılmaz bir duvar olan iki alan gibi değerlendirmeleri, bu yüzden bilimsel teorilerin teolojide herhangi bir sonucu olduğunu kabul etmemeleridir.

Dikkat edilmesi gerekli husus Evrim Teorisi’ni savunan kişilerin bir kısmının, Tanrı inancı ile Evrim Teorisi arasında hiçbir bağ kurmamasıdır. Bu kişiler de hem “teist”, hem “ateist”, hem “bilinemezci” olabilir. Fakat bu kişilerin inançlarının Evrim Teorisi ile hiçbir bağlantısı yoktur. Konumuz açısından bu çok önemli bir noktadır; çünkü bu kişiler de “Evrim Teorisi’ne inanan ateist” veya “Evrim Teorisi’ne inanan bilinemezci” gibi bir sınıfta yer alırlar, fakat bu şahısların Tanrı inancı konusundaki tavırlarının Evrim Teorisi ile hiçbir alakası yoktur. Bu şahıslar örneğin psikolojik sebeplerle ateist, geleneklerinden dolayı teist veya Tanrı inancı üzerine hiç düşünmedikleri için bilinemezci bir tavır içinde olabilirler. Evrim Teorisi’nin ateizme yol açıp açmadığı tahlil edilecekse, “evrimci-ateist” kişinin ateist görüşünün Evrim Teorisi’nden kaynaklanıp kaynaklanmadığını da saptamak gerekir. Tezimizin ilk bölümünde gördüğümüz gibi 19. yüzyılda Evrim Teorisi ortaya konmadan önce de birçok ateist vardı. Evrim Teorisi ile hiç ilişkisi olmayan birçok sebep ateizme yol açabilir. Öyleyse “evrimci-ateist” her kişinin ateizminin kaynağını Evrim Teorisi’ne bağlamak veya “evrimci-bilinemezci “ her kişinin bilinemezciliğine Evrim Teorisi’nin sebep olduğunu düşünmemek gerekir. Bazen bir kişinin “bilinemezci” tavrının kaynağını tespit etmek gerçekten zor olabilir. Örneğin Darwin’in teizm ile bilinemezcilik arasında geliş gidişlerinde “kötülük sorunu” önemli bir yer tutmaktadır; örneğin Asa Gray’a yazdığı bir mektupta masum bir insanın yıldırım çarpması ile ilgili ölümünü[2] sorarken buna tanıklık edebiliriz. “Türlerin Kökeni” ve daha birçok yerde Tanrısal yaratılışı ve doğal seleksiyonlu Evrim Teorisi’ni uzlaştıran Darwin’in, kimi zaman “bilinemezci” (bazılarına göre “ateist”) yaklaşıma doğru gidip geldiği doğru olsa da, doğal seleksiyonlu Evrim Teorisi’nin bunun mutlak sebebi olduğu söylenemez. Darwin’in dönemindeki Hristiyan din adamlarının Darwin’e karşı tavırlarının oluşturduğu psikolojik durum veya Darwin’in zihnini kurcalayan kötülük probleminin de bunda bir katkısı olabilir.

Evrim Teorisi ve Tanrı inancının ilişkisi açısından önemli bir nokta, Evrim Teorisi hakkında aynı kabulü olanların Tanrı hakkında değişik inançlara sahip olduğunu görmektir; fakat bundan daha önemlisi Evrim Teorisi hakkındaki kabullerin Tanrı inancını nasıl etkilediğini veya etkileyip ekilemediğini bulmaktır ki bu gerçekten zordur. Çünkü kişilerin Tanrı inancı sırf canlıların dünyasından gelen verilerle değil, aynı zamanda psikolojik yapı, varoluşsal sorunlar, sosyo-politik yaklaşım, şahsi tecrübe gibi birçok unsur ile de alakalıdır. Bunun örneklerinden birini Karl Marx ve Friedrich Engels ikilisinde gözlemleyebiliriz. Onlar, Darwin’in Evrim Teorisi’ni daha duymadan önce materyalist-ateist bir inancı benimsemişlerdi. Marx 1841 yılında yazdığı doktora tezinde ilkçağın en ünlü materyalistleri Demokritos ve Epikuros’u incelemişti. Daha bu eserinde materyalist yaklaşımını ortaya koyuyordu.[3] Darwin’in Evrim Teorisi’ni Marx ve Engels beğeniyle karşıladı[4], hatta Engels, Marx’ın sosyal dünyadaki teorisinin canlılar dünyasındaki karşılığının Darwin’in Evrim Teorisi olduğunu söyledi.[5] Sonuç olarak Engels ve Marx, kendilerinin sosyo-politik dünyada[6], Hegel’i takip ederek ve materyalist bir doğrultu vererek öngördükleri evrimsel süreci, canlılar dünyasında gösteren bir teoriyi severek kabul ettiler. Bu teorinin sadece maddi dünyanın içinde kalarak canlıların oluşumunu tarif etmede yararlı olacağını düşündüler. Fakat onlar, bu teori sebebi ile materyalist-ateist olmadılar; onlar materyalist-ateist yaklaşımları açısından bu teoriyi faydalı buldukları ve felsefelerindeki temel “evrim” kavramının, canlılar dünyasında karşılığını gördükleri için bu teoriyi benimsediler. Sonuç olarak Marx ve Engels, Evrim Teorisi’nden ateizme geçmediler.

Aynı sonucu Friedrich Nietzsche’nin yaklaşımında da gözlemlemekteyiz. Nietzsche bir yandan felsefesine aykırı bulduğu doğal seleksiyon kavramını eleştirirken,[7] diğer yandan insanların hayvandan türediğine dair atıflarıyla Evrim Teorisi’ni kabul ettiğini göstermiştir.[8] Fakat genel olarak Nietzsche’yi okuduğumuzda, onun evrim teorisi olmasa da ateist olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Nietzsche “teleolojik delili” muhatap olarak almaz, o rasyonel olarak kurulmuş bir ontolojiyi yıkmaya çalışıp da ahlak felsefesini sonra ortaya koymaz. O doğrudan ahlak felsefesini ortaya koyar ve sonra Tanrı’nın varlığını dışlayan ontolojisini ahlaksal görüşü çerçevesinde kurar. Bu, Kant’ın ahlaka dayalı ontolojisinde Tanrı’ya yer vermesinin tam tersidir; yani ahlaksal görüşlere dayanarak Tanrı’yı inkar etmek. Bu yüzden Nietsche’yi “Evrim Teorisi’ne inanan-ateist” olarak değerlendirmek doğru olsa da, onu “Evrim Teorisi yüzünden ateist” olarak değerlendirmek tamamen hatalıdır. O varoluşsal yaklaşımı ve ahlak felsefesi yüzünden ateisttir, Marx ve Engels’in sosyo-politik yaklaşımları sebebiyle ateizmi savunmaları gibi tüm bu düşünürler, Evrim Teorisi’ni kabul etseler de, onların ateizmi bu teoriye bağımlı değildir.

Oysa Richard Dawkins, “Evrim Teorisi’ne inanan-ateist” sınıf içinde yer almaktadır ve kitaplarının birçok yerindeki izahlarında ateizmin ancak Evrim Teorisi sayesinde rasyonel olabildiğini savunmaktadır.[9] Dawkins, Hume’un ve Darwin’den önceki ateistlerin “görünüşteki tasarımı” izah edemediğini, evrenin tasarımlanmış olduğuna karşı ciddi bir alternatif sunamadıklarını söylemekte ve bir arkadaşına karşı dile getirdiği “Darwin’in, Türlerin Kökeni’nin yayımlandığı 1859 yılından önce herhangi bir tarihte bir Tanrı tanımazın var olabileceğini hayal bile edemiyorum” şeklindeki iddialı yaklaşımını savunmaktadır.[10] Dawkins’in yaklaşımı ateizm ile Evrim Teorisi’nin adeta eşitlendiği bir yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre Evrim Teorisi olmadan da ateizm var olabilirdi, ama bu ateizm rasyonel temellere sahip olamazdı. Bu yaklaşıma inananlar tesadüfi mutasyonların değişik canlı tipleri oluşturduğunu, doğal seleksiyonun ucube canlıları yok ettiğini ve bu tesadüfi uzun süreç sonunda oluşan canlıların tasarımlıymış gibi gözüktüklerini savunurlar. Dawkins’in ifadesine göre, doğal seleksiyon, aşılması imkansız görülen dağların bayırlarının aşılmasını gerçekleştiren baskı unsurudur.[11] Doğal seleksiyon ucubeleri elediği için var olan canlıların tasarımlıymış gibi gözüktüğünü savunan bu anlayış; canlıların tasarımından “teleolojik delile” giden yolu Darwinizmin kapadığını savunur. Gerçekten de Tanrı’nın varlığının rasyonel deliller ile temellendirilmesinde hiçbir delil “teleolojik delil” kadar etkili olmamıştır. Teleojik delilin ise en yaygın kullanılan delilleri, canlıların tasarımı ile ilgili olanlardır. Bu yüzden rasyonel temelli bir ateizmin ancak canlıların tasarımının inkar edilebilmesiyle savunulmasının mümkün olduğunu düşünen Dawkins gibi ateistler, Evrim Teorisi’nin ateizm ile eşitlendiği bir anlayışı savunmuşlardır.

Evrim Teorisi ile ateizmi eşitleyen bu anlayışa karşı bazı teistler, ateizmi yanlışlamak için Evrim Teorisi’ni yanlışlamak yoluna gitmişlerdir. Bir sonraki başlık altında Evrim Teorisi’ni reddedenlerin sınıflamasında bu yola başvuranlara değineceğiz. Birçok kişi ise Evrim Teorisi ile ateizmi eşitleyen bu anlayışa, Evrim Teorisi’ni yanlışlayarak değil, Evrim Teorisi ile ateizm arasındaki bağlantının yanlış kurulduğunu göstererek karşı çıkmışlardır. Aslında doğal seleksiyonlu Evrim Teorisi’ni ilk ortaya koyan Darwin[12] ve Wallace[13], teorilerinin tasarıma ve teizme aykırı olmadığını söylemişlerdir. Onlar bu teoriyi daha çok bilimsel bir sorunsal olarak ele alıp işlediler. Bazı düşünürler ise Evrim Teorisi’nin ve teizmin sentezini sistematik bir şekilde yapıp “teistik bir Evrim Teorisi’nin” savunmasını yaptılar. Tarihte bu tarz yaklaşımın en ünlü örneği fosil bilimci ve rahip olan Theilhard de Chardin’dir.[14] Evrim Teorisi’ne inanan tüm teistler, Chardin gibi bir dine bağlı kalmamışlardır. Örneğin Whitehead ve Hartshone de Evrim Teorisi’ne inanmışlardır, ama onların “Süreç-Teolojisi”nin yaklaşımı, tek Tanrı’lı dinlerin Tanrı yaklaşımından farklıdır. Tanrı-dünya ilişkisinde, Tanrı dünyayı değiştirip şekillendirirken bir yandan kendisi de oluşmaktadır; Tanrı değişmeyen bir yönü ve değişen bir yönü olmak üzere çift kutuplu bir mahiyete sahiptir.[15] “Evrim Teorisi’ne inanan teistleri” tek Tanrı’lı dinlere inananlar ve inanmayanlar olarak ayırabileceğimiz gibi, dine veya Evrim Teorisi’ne karşı tavırlarına göre de sınıflandırabiliriz. Örneğin Richard Swinburne daha ziyade teistik bir bakış açısıyla Evrim teorisi’ni kabul ederken[16], Theodosius Dobzhansky evrimci bir bakış açısıyla Yaratılış’ı kabul etmiştir.[17] Görülüyor ki Evrim Teorisi ve Tanrı inancı açısından yaptığımız dokuz maddeli sınıflama bile değerlendirme açısından yetersiz kalmaktadır. “Evrim Teorisi’ne inanan-teistler” arasında, “Evrim Teorisi’ne inanan-ateistler” arasında olduğu gibi alt sınıflar, farklılıklar mevcuttur. Tam bir değerlendirme için bu farklılıkları göz önünde bulundurmalıyız. Eğer bunları göz önünde bulundurmazsak “Evrim Teorisi’ne inanan-teist” olarak görülen Swinburne ve Dobzhansky’i birbirlerine çok yakın bir fikri savunuyor olarak değerlendiririz ki, bu önemli bir hata olur.

Sonuç olarak Evrim Teorisi’nin doğruluğunu kabul edenleri üç sınıfta toplayıp inceleyebiliriz;

1. Bilinemezciler (Agnostikler)

2. Ateistler

3. Teistler

Ancak bu sınıflamamız bu yazı boyunca gördüğümüz gibi yetersiz kalabilmektedir, bu yüzden belirttiğimiz hususlara da dikkat edilmelidir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

A. Evrim Teorisi’ne inancını belirtip, Tanrı konusunda hiçbir açık ifadesi olmayan ve dolaylı izahlarından açık bir şekilde Tanrı inancı konusunda bir fikir edinemediğimiz kişileri, hemen bu üç sınıftan birine sokmaya çalışmamalıyız.

B. Bazı şahısların psikolojik durumu veya diğer herhangi bir sebeple iki farklı sınıf arasında gidip gelebileceğini bilmeliyiz.

C. Evrim Teorisi’ne inanan kişinin “teistik”, “ateistik” veya “bilinemezci” görüşüne Evrim Teorisi’nin yol açıp açmadığını saptamalıyız. Ayrıca bunun tam tersi bir ilişkinin, örneğin ateistik görüşün Evrim Teorisi’ne inanmaya yol açıp açmadığını da belirlemeliyiz. Evrim Teorisi ile Tanrı inancı arasında bir ilişki varsa bu ilişkinin yönünü, neyin neye yol açtığını bilmeden yorumlamamız hatalı olacaktır.

D. Kişilerin Evrim Teorisi’ne inanç şekillerinde farklılıklar olabileceği gibi teistlerin Tanrı inançları arasında da, ateistlerin Tanrı’yı inkar ediş şekilleri ve nedenlerinde de, bilinemezci yaklaşımda olanın teizme veya ateizme mesafesinde de farklar olabilir. Bu yüzden “teist”, “ateist” ve “bilinemezci” diye nitelenen kişilerin, kendi içlerinde de farklı olabildiğini unutmamalıyız.

E. Evrim Teorisi’ne inanan kişilerin bu teoriye inancının mı daha belirleyici olduğu, yoksa teizme veya ateizme veya bilinemezciliğe inancının mı daha merkezi olduğu saptanmalı; böylece Evrim Teorisi merkezinde mi inançların ele alındığı, inançların merkezinde mi Evrim Teorisi’nin ele alındığı anlaşılmalıdır.

3.1.2 EVRİM TEORİSİ’Nİ REDDEDENLERİN SINIFLANDIRILMALARI

Evrim Teorisi’ne inananları üç maddede sınıflandırabileceğimiz gibi, Evrim Teorisi’ni reddedenleri de “bilinemezci”, “ateist”, “teist” olarak üç maddede toplayabiliriz. Dawkins ve onunla aynı görüşü paylaşanların ateizm ile Evrim Teorisi’ni adeta bütünleştiren yaklaşımına karşı Evrim Teorisi’ni reddeden ateist diye bir sınıfın olup olamayacağını merak edenler olabilir. Oysa modern ateizm açısından en önemli isimlerden biri olan pozitivizmin kurucusu Comte’un, Lamarck’ın Evrim Teorisi’nden haberdar olup bu teoriyi reddetmesi,[18] böyle bir sınıfın da var olduğunu gösterir. Üstelik Comte’un felsefesinde “evrim” kavramı çok merkezi bir rol oynamasına karşı Comte, Evrim Teorisi’ni reddetmiştir. Bazıları haklı şekilde Comte’un, metafiziksel unsurlara daha yatkın olan Lamarck’ın Evrim Teorisi’ni reddettiğini, fakat Dawkinsçi anlamda Yeni-Darwinist bir yaklaşım ile karşılaşması halinde bunu kabul edeceğini düşünebilirler. Bu yorum tahminimizce haklıdır, fakat bundan çıkarmamız gerekli bir sonuç vardır. Teist, ateist veya bilinemezci yaklaşıma sahip birçok kişinin Evrim Teorisi’ne karşı tavrı, teoriyi kendisinden öğrendikleri kişinin veya kişilerin tavrına göre şekillenmiştir. Örneğin Evrim Teorisi’ni ilk olarak Theilhard de Chardin’in kitabından okuyan bir ateistin, bu teoriyi reddetmesinin olasılığının, Dawkins’den okumasına göre daha yüksek olduğu kanaatindeyiz. Sonuç olarak bir “teist”, bir “ateist” veya “bilinemezci” yaklaşıma sahip kişinin Evrim Teorisi’ni kabul veya reddetmesinin, bu teoriyi sunan kişinin yaklaşımından etkilendiğini; teorinin objektif değerlendirilmesinin, teorinin kabul veya reddinin gerçek sebebi olamayabileceğini göz önünde bulundurmalıyız.

Tezimizin bundan sonraki bölümünde Evrim Teorisi’ne “bilim felsefesi” açısından yapılan itirazları inceleyeceğiz. Söz konusu itirazları savunanlar bu teorinin yanlışlanamadığı, gözlemsel ve deneysel veriler içermediği gibi itirazlar ileri sürerler. Bu itirazları ileri sürenler Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci bir tavır da sergileyebilirler, bu teoriyi ret de edebilirler. Bazıları bilimsel kriterlerin bu teoriyi doğrulamadığını, bazıları ise bilimsel kriterlerin bu teoriyi yanlışladığını ileri sürmektedirler. Bilimsel kriterlerin bu teoriyi doğrulamadığını veya Karl Popper gibi bu teorinin totolojik önermeler üzerine kurulu olduğunu, bu yüzden bu teorinin yanlışlanamayacağını, yanlışlanamayan bir teorinin ise bilimsel olmadığını[19] ileri sürenlerden beklenen tavır bu teoriye karşı bilinemezci bir tavır takınmaları veya bu teoriyi inkar etmeleridir.

Fakat bu teorinin metafizik bir teori olduğunu söyleyenlerden, bu teorinin pratik faydaları açısından teoriyi kabul ile teoriye karşı bilinemezci bir tavrın arasında yer alanlar da vardır.[20] Oysa bu teorinin ileri sürdüğü iddiaların bilimsel bulgular tarafından yanlışlandığı da iddia edilmektedir. Örneğin fosil bilimci Duane T. Gish, Kambriyen devrinde çok hücreli canlıların birden ortaya çıktığını belirterek, bunun Evrim Teorisi’nin beklentilerine aykırı olduğunu söyler.[21] Evrim Teorisi’nin yanlışlandığı için doğru olmadığını ileri sürenler bu teorinin sadece test edilemediğini ileri sürenlere karşı daha açık bir teoriye karşı inkarcı tavır sergilemektedirler. Bu tavrı sergileyenler de teorinin test edilemeyen iddialarını kullanırlar.[22] Ama bununla yetinmezler ve teorinin test edilemeyen iddialarının, bilim dışılığına delil olmasının yanında; teoriyi yanlışlayan delillerin, reddedilmesini de gerektirdiğini ileri sürerler.

Evrim Teorisi’ni reddedenlerin içinde hem teist, hem ateist, hem de bilinemezci tavır sergileyenlerin olduğu doğrudur. Fakat Evrim Teorisi’ni reddeden en geniş grubun “teist” grup olduğunu söyleyebiliriz. 1920’li yıllarda Amerika’da Evrim Teorisi’ne inananların oranının, gerek felsefe alanından gerekse Hristiyan bilim adamları tarafından, 1960’lı yıllardan itibaren bu teoriye getirilen felsefi ve bilimsel eleştiriler sonunda dikkat çekici bir biçimde düştüğü gözlenmiştir. Gallup’un 1982 yılında Amerika genelinde yapmış olduğu araştırmada, Amerikan halkının %44’ünün türlerin birbirinden bağımsız yaratıldığına, %38’inin teistik bir evrime, %9’unun ise ateistik bir evrime inandığı belirlenmiştir. 1935’te Brigham Young Üniversitesi’nde (Mormon Okulu) insanın evriminin reddedilmesinin oranı %36 iken, bu oran 1973’de %81’e çıkmıştır.[23]

Ateistler, Evrim Teorisi’ni reddettikleri zaman, bu teorinin yerini tutacak canlıların oluşumunu açıklayan bir teori gösteremeyeceklerdir. Evrim Teorisi ortaya konmadan önce ateistlerin büyük çoğunluğu, canlıların “kendiliğinden türeme” yoluyla oluştuğunu savunmuşlardı. Daha önce gördüğümüz gibi eski dönemde farelerden kurtçuklara kadar bir çok canlının sürekli “kendiliğinden türemeyle” oluştuğuna dair bir inanç vardı. Gelişmiş mikroskopların bulunmasıyla önce kısmen, sonra tamamen “kendiliğinden türemenin” imkansız olduğu anlaşıldı. Böylece canlıların tesadüfen oluştuğunu iddia edenler, tesadüfi bir evrimsel süreçle canlıların oluşumunu açıklamaya kalktılar. Bilinemezciler de, Evrim Teorisi’ni reddettikleri zaman canlıların oluşumu ile ilgili bir mekanizma göstermekte aynı zorluğu çekeceklerdir.

Teistler için ise durum farklıdır. Onlar, Tanrı’nın varlığını ontolojilerinin merkezine koydukları için, Tanrı-alem ilişkisinde Tanrı’nın planı ve kudreti belirleyicidir. Tanrı isterse her canlıyı birbirinden bağımsız da yaratabilir, isterse her canlıyı birbirinden evrimleştirebilir de. Sonuçta bir teist, Evrim Teorisi’ne karşı “özel yaratılışı” kabul ettiğinde, ontolojisi gereği “özel yaratılışı” temellendirebileceği bir varlık anlayışına sahiptir. Bu yüzden teistler Evrim Teorisi’ni çok daha rahat inkar edebilirler. Ateistler ve bilinemezciler, Evrim Teorisi’nin bilimsel kriterleri dolduramadığını kabul etseler de, bu teoriye karşı alternatif bir teori sunamadıkları için bu teoriyi reddetmeleri zordur. Bir çok teistin, Evrim Teorisi’ni inkar etme nedeni işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Ateistlerin kabul etmeye mahkum olduğunu düşündükleri bu teoriyi yanlışlayarak ateizmi de yanlışlayacaklarını düşünmektedirler.[24] Bu yüzden bir çok teist, “Tanrısal yaratılış” ve “Evrim Teorisi’ni” birbirine tam zıt iki teori olarak konumlandırırlar. Bu konumlandırmada bu iki kategori dışında “teist-evrimci” gibi kategorileri yok sayarlar.[25] Bu yaklaşım, aslında Richard Dawkins gibi “ateist evrimcilerin” de tamamen paylaştığı bir yaklaşımdır.

Bu yaklaşımı benimseyen teistler, evrende tasarımı gösteren delilleri sadece “teleolojik delilin” doğruluğunun ispatı olarak görmezler, aynı zamanda teleolojik delilin ispatını Evrim Teorisi’nin yanlışlanması olarak gördükleri için, bu deliller ile Evrim Teorisi’nin yanlışlandığını da savunurlar. Örneğin gözün tasarımlandığını gösteren deliller, teizmin ispatı sayılmanın ötesinde Evrim Teorisi’nin reddi olarak da kabul edilir.[26] Gerçi gözün tasarımı, gözün parçalarının yavaş yavaş oluşamayacağı gibi savlarla, mikro mutasyonların toplamıyla evrimin oluştuğunu savunan hakim evrimci (özellikle Yeni-Darwinci) görüşe karşı da kullanılır; ama bunun dışında, tasarımın varlığı tek başına sırf tesadüfün veya ateizmin değil, aynı zamanda Evrim Teorisi’nin yanlışlanması olarak, bu anlayışça kabul edilir.

Burada dikkat çeken nokta “Tanrı vardır” önermesi ile “Evrim Teorisi doğrudur” önermelerinin birbirinin tersi olarak sunulmasıdır; böyle bir sunumda bu önermelerin birinin değillemesi veya bu önermelerden herhangi birinin saçmalığa indirgenmesi (reductio ad absurdum), diğerinin doğruluğunun delili olarak sayılır. Çünkü bu önermelerden her biri diğerinin değillemesi olarak ele alındığı için, değillemenin değillemesi öbür önermenin doğruluğunu verecektir. Mantık kuralları, birbirleriyle çelişik iki önermeden biri doğruysa diğerinin mutlaka yanlış olduğunu söyler.[27] Bu mantığın doğruluğunu savunanlar, Tanrı kavramının açılımının Tanrı’nın evreni tasarımladığı sonucuna götürdüğünü, Evrim Teorisi’nin savunulmasının ise evrenin tesadüfen oluştuğunun, yani tasarımlanmadığının savunulmasının tek yolu olduğunu söylerler. Bu mantığın doğru bir yönü olmakla beraber yanlış bir yönü de olduğu kanaatindeyiz. Sırf maddi evren içinde kalındığında, tesadüfen oluşumu savunanların Evrim Teorisi’ni savunmak dışında bir alternatifleri olmadığı anlaşılmaktadır. Bir anda oluşan bir göz, bir anda oluşmuş ve çalışan kanatları tesadüfle izah etmek tamamen saçma görünecektir. Bu organların kompleks yapılarının ve mikro seviyedeki hücrelerinin tasarımının mükemmelliğinin anlaşılmadığı bir dönemde “kendiliğinden türeme” yoluyla tesadüfi oluşum savunulmuştu. Ancak gelişen bilimsel veriler “kendiliğinden türeme” ile canlıların oluşumunu savunmayı tamamen imkansız kılmıştır. Sonuçta “kendiliğinden türemeyi” savunamayacak olan ateistlerin, Evrim Teorisi’ni savunmak veya canlıların orijinini tamamen bilinemezciliğe terk etme dışında bir seçenekleri yoktur. Canlıların orijinine bilinemezci yaklaşım ise sadece tavırsal bir alternatiftir; Evrim Teorisi’ne veya “özel yaratılışa” karşı bir seçenek getirme anlamında alternatif değildir. Sonuçta Evrim Teorisi’nin yanlışlanması, “Tanrısal yaratılış” dışında bir alternatif bırakmadığı için Tanrı’nın varlığını ispatladığı söylenebilir. Ama Evrim Teorisi’nin doğrulanmasının, Tanrı’nın varlığını yanlışladığını söylemek mümkün değildir. Çünkü birçok kişinin kabul ettiği gibi pekala Tanrı’nın yarattığı bir evrim de mümkündür.

Bazı teistler “Tanrı canlıları neden evrim ile yaratsın ki?” diye sorabilir ama kanaatimizce hiçbir teist “Tanrı, istese de canlıları evrim yoluyla yaratamaz” diyemez. Sonuçta eğer Tanrı’nın yarattığı bir evrim mümkün ise, o zaman “Tanrı vardır” ve Evrim Teorisi doğrudur” önermeleri birbirlerinin değillemesi olamazlar. Evrim Teorisi’nin değillemesi, tasarım kanıtının doğruluğunu ispat ettiği iddia edilebilecek olsa bile; bu, Tanrı’nın varlığı ispat edildiğinde, Evrim Teorisi’nin reddedilebileceğini göstermez. Fakat “Tanrı vardır” önermesinin eğer değillemesi yapılabilirse, o zaman Evrim Teorisi ispat olunmuş olur. Çünkü Tanrı’nın yer almadığı bir ontolojide Evrim Teorisi’ne bir alternatif üretmek mümkün gözükmemektedir. Sonuç olarak bir teistin, Evrim Teorisi’ne hem inanması, hem inanmaması, hem bu teoriye karşı bilinemezci bir tavır içinde kalması mümkündür. Evrim Teorisi’ne inanan birinin teist veya ateist yada bilinemezci olması mümkündür. Bir ateistin ise Evrim Teorisi’ni ya kabul etmesi, ya da bilinemezci bir tavır içinde kalması gerekir. Evrim Teorisi’ni reddeden birinin ise ya teist olması, ya da bilinemezci bir tavır içinde kalması lazımdır. Bir materyalist-ateist (en yaygın ateist tipi), evrime karşı olur ise onun alternatifini savunacak bir ontolojiyi göstermesi mümkün gözükmemektedir. Aynı şekilde Evrim Teorisi’ni reddedenin de, Richard Dawkins’in dediği gibi, Tanrı merkezli bir ontolojinin temellendirdiği tasarıma karşı gösterecek hiçbir ciddi alternatifi gözükmemektedir.[28] Sonuç olarak “Evrim Teorisi’ni reddeden-ateist” kategorisinde Comte ve daha başkaları yer alsa da; tüm kategoriler içinde en savunulamayacak kategori bu olacaktır. Teistlerin dikkat etmeleri gerekli husus ise, Evrim Teorisi’ne ateistlerin adeta mahkum olması, teistlerin bu teoriyi inkar etmesi için yeterli sebep değildir. Asıl olan bu teorinin doğru olup olmadığıdır. Eğer bu teori doğru ise ve teizm, sırf ateizmin bu teoriye mahkumiyetinden dolayı bu teoriyi reddediyorsa, o zaman teizmin bu teorinin yanlışlanmasına ihtiyacı olduğu gibi isabetsiz bir sonuç çıkarılacaktır (ne yazık ki bunun gerçekleştiğine tanık olmaktayız). Bu ise teorinin doğrulandığına dair iddiaların, sanki Tanrı’nın varlığını yanlışlamayı içerdiği gibi hatalı bir anlayışa sebep olacaktır.

Aslında Evrim Teorisi’ne en tarafsız gözle bakma imkanına sahip olanlar teistlerdir. Çünkü teistik ontoloji, Evrim Teorisi’ni hem kabul edecek, hem de reddedecek imkanı içinde taşır. Oysa ateistlerin aynı objektif tavrı Evrim Teorisi’ne karşı göstermeleri kolay değildir. Çünkü materyalist-ateist ontoloji, birbirinden bağımsız ortaya çıkan canlı türlerini sadece maddi evren içinde kalarak açıklama konusunda çok zor durumda kalacaktır. Bu tespitimiz, teistlerin Evrim Teorisi’ne daha önyargılı yaklaşmasının beklenmesine dair genel önyargıya tam aksi bir durumu ifade etmektedir. Pratikte durum ne olursa olsun, teistler ateistlere göre Evrim Teorisi’ne daha objektif yaklaşabilecek bir pozisyondadırlar. Bu yüzden teistlerin ontolojilerinin elverdiği objektiflikten faydalanmaları ve sırf ateistleri zora sokmak endişesiyle Evrim Teorisi’ni ele almamaları daha mantıklı gözükmektedir. Ancak objektif yaklaşımlarının sonucunda teorinin yanlış olduğuna kanaat getirirlerse, bilimsel itirazlarını açıkça ortaya koymalıdırlar. Çünkü bir teist, Evrim Teorisi’ni alternatifsiz bir teori olarak görmek zorunda değildir. Bir teist için, Evrim Teorisi’nin doğruluğu veya yanlışlığı, Tanrı’nın varlığına ve yokluğuna dair bir mesele olarak değil, Tanrı-evren ilişkisinde Tanrı’nın canlıları hangi yöntemle yarattığının belirlenmeye çalışılmasına dair bir mesele olarak görülmelidir. Bu yüzden bu bilimsel teori, bilim felsefesinden ve bilimin doğasından gelen yöntemlerle önyargısız bir şekilde sorgulanmalıdır.

3.1.3 EVRİM TEORİSİ’NİN DOĞRULUĞU VEYA YANLIŞLIĞI BİLİNEMEZ DİYENLERİN SINIFLANDIRILMALARI

Evrim Teorisi’nin doğruluğunun veya yanlışlığının bilinemeyeceğini söyleyenler de bilinemezci, ateist, yada teist olarak sınıflandırılabilirler. Daha önce belirttiğimiz gibi birçok kişinin teist, ateist veya bilinemezci olmasında Evrim Teorisi’nin etkisi sanıldığı oranda etkin olmamıştır. Evrim Teorisi’ne yaklaşımın “neden”; teizm, ateizm veya bilinemezciliğin “sonuç” olarak görüldüğü yaklaşımlar birçok zaman hatalı olabilmektedir. Bazen teizm, ateizm veya bilinemezcilik “neden”; Evrim Teorisi’ne yaklaşım tarzı “sonuç” olabilir. Bazen ise Evrim Teorisi’ne yaklaşım ile teizm, ateizm, bilinemezcilik arasında hiçbir bağlantı olmayabilir. Evrim Teorisi’ne yaklaşım ve “Tanrı inancı” konusundaki tavrın dokuz ayrı kategoride incelenilebileceğini gördük. Bu kategorilerde nedensellik ilişkisi açısından üç ayrı alt sınıflama yapılabileceğini de göz önünde bulundurmamız faydalı olacaktır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

1. Evrim Teorisine yaklaşımın neden, Tanrı inancı konusundaki tavrın sonuç olması.

2. Evrim Teorisi’ne yaklaşımın sonuç, Tanrı inancı konusundaki tavrın neden olması.

3. Evrim Teorisi ve Tanrı inancı arasında neden ve sonuç ilişkisi olmaması.

Birçok kişi gelenekleri, şahsi tecrübeleri, varoluşsal sebepler ve ailesinin yaklaşımları gibi etkenlerle teist, ateist veya bilinemezci olabilir. Bu kişiler eğer biyoloji ile hiç ilgilenmemişlerse veya biyolojiye ilgileri Evrim Teorisi konusunda bir sonuca varmalarına sebep olmadıysa, Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci bir tavır içinde kalabilirler. Bu kategorilerde yer alanlar genelde Evrim Teorisi ile Tanrı inancı arasında nedensel bir bağlantı bulunmadığını düşünürler. Bu yüzden teizm, ateizm veya bilinemezcilik yönündeki tavırlarını Evrim Teorisi’nden bağımsız olarak oluştururlar.

Fakat, Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci tavır içinde kalanların, her zaman için Evrim Teorisi ile yeterince ilgilenmedikleri için bu tavrı sergiledikleri düşünülmemelidir. Örneğin dünyadaki en kalabalık ve en organize dini mezhebin bir önceki lideri olan Papa II. John Paul’un kendi yaşam süresi boyunca hep gündemde olan Evrim Teorisi ile ilgilenmediği düşünülemez. Eğer kendisi bu konuyla yeterince ilgilenmemiş olsa bile, açıklamalarını yaparken danıştığı geniş grup içinde bu konuyla ilgilenmiş olanlar herhalde pek çoktur. Papa John Paul II, Evrim Teorisi ile Hristiyanlığın uzlaştırılabileceğini açıklamıştır, ama bunun Katolik öğretiler ile çelişmeden yapılması gerektiğini söylemiştir.[29] Örneğin insanın mahiyetinin ontolojik farklılığına dair inançtan asla vazgeçilemez, insan ile ontolojik bir sıçrama olduğu kabul edilmelidir.[30] Daha önce gördüğümüz gibi doğal seleksiyona dayalı Evrim Teorisi fikrini Darwin ile beraber ilk ortaya koyan Wallace da insanın mahiyet farklılığına inanıyordu.[31] Papa II. John Paul, Evrim Teorisi’nin din ile uzlaşabileceğini belirtmiş olmakla Evrim Teorisi’ni kabul etmiş değildir. Ama bu teoriyi kabul etmemesine rağmen, din ile uzlaştırılabilineceğini söyleyerek teoriyi reddetmemesi; sınıflamamızda Papa’yı “Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci-teist” sınıfa sokmamıza sebep olmaktadır.

Papa’nın bu açıklaması, Katolikliğin dünyanın en büyük teist mezhebi olması yanında, Katolikliğin teolojik kabulüne göre Papa’nın yanılmaz bir otorite olarak kabul edilmesi[32] açısından da özel bir öneme sahiptir. Bu da “Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci-teist” sınıfın dikkate alınması gerekli bir sınıf olduğunun delilidir. Kanaatimizce, bu sınıf içinde yer alanlar hem tutarlı, hem de teizm açısından akılcı bir tavır içindedirler. Çünkü bu tavırlarıyla, Evrim Teorisi’nin doğrulanmasının Tanrı’nın varlığını yanlışladığı gibi bir sonucun anlaşılmasına kapıları kapatmaktadırlar. Daha önceden belirttiğimiz gibi teistik ontolojide, Tanrı’nın canlıları gerek evrim ile gerekse birbirlerinden bağımsız olarak yarattığını kabul etmeye bir engel yoktur. Teistik dinler zaten canlıların bir hammaddenin (toprak ve su) dönüşümü sonucu oluştuğunu kabul ederler. O zaman bu hammeddenin yanında, canlıların da birbirlerine dönüştürüldüğünü kabul etmenin Tanrı inancı açısından bir olumsuzluk getirmemesi gerekir. Bir teist Evrim Teorisi’ni mümkün olarak gördüğü için kabul etmek zorunda değildir; teistin kabul ettiği Tanrı’nın, toprak ve su ile canlıların yaratılışı arasına, diğer canlıları ara form olarak sokmamış olması da mümkündür. Bir teistin, Evrim Teorisi’ne karşı bilinmezci bir tavır içinde olması, din-bilim çatışmasına kapıları kapayacaktır. Ateistlerin, canlıları sadece maddi evren içinde kalarak açıklama çabaları; onları, Evrim Teorisi’ni kabul etmeye yönelik dogmatik bir tutum içine sokabilir. Oysa teistler “Tanrı’nın yaratılışta dilediği metodu seçeceğini” düşünerek, Evrim Teorisi’ni kabule veya redde dogmatik yaklaşmama konusunda ontolojik imkana sahiptirler. Bu dediğimiz sadece imkanları göstermek açısındandır, pratikte kimin daha dogmatik olduğuna dair bir saptama yapmadığımızı belirtmeliyiz.

Popper ve diğer felsefecileri takip ederek Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayan bir teori olduğunu söyleyerek Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci bir tavır geliştirenler de olmuştur. Buna göre Evrim Teorisi ile ilgili iddialar, kendine özgü tek bir süreçle ilgilidir, bunlar ne test edilebilir, ne de bilimsel bir kanun olabilir.[33] Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayacağını ileri sürenlerden bir kısmı, bu teorinin yararlı bir hipotez olduğunu ileri sürmek eğilimindeyken[34], bir kısmı ise yanlışlanamayan bir teorinin bilimsel kriterlere uymadığı için tamamen ortadan kalkması gerektiğini savunmaktadırlar.[35] Görüldüğü gibi Evrim Teorisi’nin yanlışlanamayacağını söyleyip bilimsel kriterlere uymadığını söyleyenlerin hepsinin Evrim Teorisi’ne yaklaşımı tamamen aynı değildir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, gerek Evrim Teorisi’ne gerekse Tanrı inancına karşı bilinemezci tavır içinde olanlar ile ilgili tespit, kabul veya reddedenlere dair tespitlerden daha zor olmaktadır. Fakat Evrim teorisi’ni veya Tanrı’nın varlığını da kabul veya reddetmeden; olumlu veya olumsuz şıkların dışında kalmak (Evrim Teorisi’ne veya Tanrı’nın varlığına karşı bilinemezci tavır içinde olmak) hem Evrim Teorisi hem de Tanrı inancı açısından küçümsenmeyecek kadar yaygındır. Bu yüzden Evrim Teorisi açısından üçlü bir ayırım, Tanrı inancı açısından üçlü bir ayırım yapıp; ikisi açısından ise dokuz tane sınıf olduğunu göstermeye çalıştık.

 

3.2 MUCİZELER, DETERMİNİZM VE İNDETERMİNİZM

Özellikle monoteist üç büyük dine inanan teistlerin, mucize konusuna bakışlarının ne olduğunun ortaya konulmasının Evrim Teorisi’ne bakış açılarının belirlenmesi açısından özel bir önemi vardır. Mucizelerin nasıl gerçekleştiği ile ilgili kanaat, Tanrı-evren ilişkisinin nasıl olduğu ile ilgili kanaati de belirlemektedir. Mucize, sözlükte başkasını aciz bırakan demektir. Istılahta ise, peygamber olduğunu iddia eden kişinin, doğruluğuna delalet eden fiil anlamına gelmektedir. Peygamber, doğruluğunu kanıtlamak için olağanüstü bir iş yaparak inanmayanlara meydan okur ve inanmayanları aciz bırakır.[36] Mucize kavramının İngilizce karşılığı olan “miracle” da İlahi müdahaleyi ifade eden olağan dışı olayları ifade etmek için kullanılır.[37] “Miracle” kelimesi etimolojik olarak aciz bırakma anlamını içermese de, ıstılahtaki anlamının “mucize” ye karşılık geldiğini söyleyebiliriz.

Burada karşımıza çıkan soru, Tanrı’nın, mucize gösterilmesi için doğa yasalarını askıya alıp almayacağı ile ilgilidir. Tanrı’nın doğa yasalarını ihlal etmeyeceğini, bu yasaları kısa bir süre için bile olsa devre dışı bırakmayacağını düşünenler, genelde teistik bir Evrim Teorisi’ni savunmaya daha eğilimlidirler. Buna mukabil, Tanrı’nın doğa yasalarını bazen askıya alıp evrene müdahale ettiğini düşünenler, canlı türlerinin birbirlerinden bağımsız olarak yaratıldığını savunmaya daha eğilimli olmuşlardır. Türlerin yaratılmasını, Tanrı’nın bir yaratılış mucizesi olarak düşünürsek, Tanrı’nın bu yaratışları ile Peygamberlerine mucizeler göstertmesi ile ilgili karşımıza çıkan sorular aynı olmaktadır. Her iki durumda da, Tanrı’nın önceden koyduğu evrensel yasaları ihlal edip etmeyeceği ve eğer Tanrı bu yasaları ihlal etmeden türlerin yaratılışını gerçekleştirdiyse veya Peygamberleri aracılığıyla mucize gösterdiyse, bunun nasıl olduğu ile ilgili sorunsallarla yüzleşiyoruz. Bu da bize, mucizeler konusundaki yaklaşımımızın, türlerin yaratılışı ile ilgili yaklaşımımız ile alakalı olduğunu, bu iki konudan birindeki yaklaşımımızın diğerini etkileyeceğini göstermektedir. Birçok teistin bu konudaki tartışmada sorguladığı Tanrısal hikmetin ne şekilde olduğu, Tanrısal hikmetin doğa yasalarının askıya alınmasına kısa süre için bile olsa izin verip vermeyeceğidir. Birazdan göreceğimiz gibi birçok düşünür bu sorunsala karşı farklı yaklaşımlar göstermişlerdir.

Descartes, Tanrı’nın mükemmelliği sebebiyle doğasında bir değişikliğin olmayacağını ve Evren’de mekanistik bir şekilde işleyen doğa kanunlarının değişmezliğinin güvencesinin, Tanrı’nın doğasındaki bu değişmezlik olduğunu söyler.[38] Kendi döneminin Kartezyen felsefesinin etkisinin altındaki Spinoza (1632-1677), evrensel doğa kanunlarının, Tanrı’nın doğasının ve mükemmelliğinin bir sonucu olduğunu, Tanrı’nın bu kanunlara aykırı hareket ettiğini iddia edenlerin, Tanrı’nın kendi doğasına aykırı hareket ettiğini söylemek gibi bir saçmalığa düşeceğini iddia etti.[39] Her ne kadar söylemleri benzer olsa da Descartes ile Spinoza’nın yaklaşımını ayırdetmek lazımdır. Descartes için Tanrı ile evren farklı cevherlerdi, Descartes’ın yaklaşımı, doğa üstü müdahale anlamında mucizeleri inkar etmek için değildi. O, mekanistik bir bilim anlayışının temellerini kurmaya çalışıyordu. Oysa Spinoza monist idi, Tanrısal cevher ile doğayı özdeşleştirmişti. Bu yüzden Spinoza için Tanrısal doğa ile doğa yasaları arasındaki geçiş doğrudandı.[40]

Spinoza’dan derinden etkilenen Schleiermacher (1768-1834) sorunu şu şekilde ifade etmektedir: Doğa, birbirleriyle neden-sonuç ilişkisiyle karşılıklı bağımlılık ilişkisinde bulunan olayları içeren bir sisteme sahiptir. Bu sistemde bir olay oluştuğunda onu açıklayan bir sebebi vardır. Mucizeyi doğa üstü anlamında alırsak, bu sistemde “M” mucizesini oluşturan doğal bir sebep yoktur ve “M”, “A” olayı kendisine sebep olmamak ile beraber “A” olayının sonucu gibi yerini alır ve sonra “X” olayına sebep olur. Normalde “A” olayı “B” olayına sebep olacakken “M”, “B” olayının yerini doldurur. Schleiermacher, bu şekilde mucize anlayışının sadece doğa kanunlarına ters düşmediğini, aynı zamanda doğal olarak oluşacak “B” olaylarının yerinin de “M” mucizesiyle doldurulduğunu söyler. Schleiermacher’e göre mucizelere bu yaklaşım Hristiyan teolojisinden atılmalıdır.[41] Schleiermacher, nedenselliği sadece fiziki değil aynı zamanda mantıki bir zorunluluk olarak görmektedir. Bu yüzden nedenselliğe aykırı gördüğü “M” olayının gerçekleşmesini kabul etmemektedir.[42]

Gerek Spinoza, gerek Schleiermacher klasik fiziğin oluştuğu yıllarda yaşamışlardır ve felsefelerinde muhakkak bunun etkisi vardır. Klasik fiziğin bize en doğru evren tablosunu verdiğini düşünenlerin mucizeleri temellendirmeleri için birkaç açıklama biçimi olabilir. Bunları şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Tanrı’nın mucizeleri gerçekleştirmek için bir süreliğine doğa yasalarını askıya aldığı söylenebilir. Buna göre Tanrı bir süreliğine bu yasaları askıya alıp Peygamberlerin destekleneceği veya türlerin yaratılacağı bir sistemi öngörmüştür. Tanrısal yasalar (Sünnetullah) doğa yasalarını da içeren fakat daha geniş bir anlamda anlaşılmalıdır. Buna göre Hz. Musa’ya denizin yarılması için mevcut yasalar durdurulmuştur.[43] Tanrı Hz. Musa için bu mucizeyi gerçekleştirerek, kendisinin doğa yasalarına hakimiyetini ve istediği zamanda bu yasaları askıya alacağını göstererek insanlara kanıt sunmuştur. Doğa yasalarının bazen askıya alınması, Tanrısal yasaların ve sistemin bir parçası olduğu için, bu yaklaşımda, doğa yasalarının askıya alınması Tanrı’nın kendisiyle çelişkiye düşmesi olarak görülmez. Mekanistik kurallarla çalışan bir makinenin, bazen durdurulup, parçalarının, makinenin geliştirilmesi için değiştirilmesi gibi bir istisna, nasıl makinelerle ilgili daha geniş bir yaklaşım açısından, makinenin mekanist sistemine aykırı bir hareket olarak görülmemesi gerektiği gibi; aynı şekilde, Tanrı’nın tüm sistemi açısından, Peygamber yollamak gibi bir istisnanın, doğa yasalarını ihlal etmek gibi bir istisna ile birleştirilmesi, Tanrı’nın en geniş anlamıyla sistemi (Sünnetullah) açısından bir çelişki oluşturmaz.

2- Tanrı evrende olacak her olayı önceden bilecek ve hesaplayabilecek güce sahip olduğundan, en baştan her şeye müdahale ettiği de savunulabilir. Bu görüş, Tanrı’nın baştan müdahale ile varlık arası uyumu sağladığını[44] söyleyen Leibniz’in felsefi sisteminde de savunulmuştur. Kanaatimizce, bu görüşün savunulması, İzafiyet Teorisi ile zamanın izafi olduğunun ortaya konmasından sonra daha da kolaydır.[45] İzafiyet Teorisi ile onbeş milyar yıl önce (Big Bang’in tahmini zamanı)[46] yapılan bir müdahale ile, bir olay olmadan bir saniye önce yapılan müdahale arasında ciddi bir fark kalmamıştır. Einstein ile “mutlak zaman” kavramı kırılmış, zamanın hız (özel görecelik kuramı) ve yer çekimi (genel görecelik kuramı) gibi değişkenlerden etkilendiği ortaya konulmuştur.[47] Bu sarsıcı fikirler teorik platformda kalmayıp deneysel verilerle de desteklenmiştir.[48] Tanrı’nın her an müdahalesi ile, en baştan her şeye müdahale etmesini kavramakta en önemli sorun “zaman” kavramından çıkmaktadır. İzafiyet Teorisi’nin zamanın mutlak olmadığını göstermesi, onbeş milyar yıllık bir süreci önemsizleştirmesi açısından çok önemlidir. Leibniz’in, klasik fiziğin egemen olduğu bir dönemde ileri sürdüğü baştan müdahale yaklaşımının, Einstein’dan sonra daha da rahat savunulabileceği kanaatindeyiz.

Baştan müdahale yaklaşımıyla, Tanrı’nın, evrensel kanunları araçsal sebepler olarak kullanıp, bu kanunların hiç dışına çıkmadan birçok mucizeyi gerçekleştirdiğini savunmak mümkündür. Örneğin Hz. Musa’ya denizin yarılmasının, Tanrı’nın evrenin en başından planladığı ve gelgit olayındaki gibi fiziksel kanunları araçsal sebep olarak kullanarak bunları gerçekleştirdiği söylenebilir. Bu yaklaşım ile Tanrı’nın baştan tüm detaylarını planladığı bir evrim ile canlıları yarattığı da savunulabilir. Eğer biri “Tanrı tüm türlerin ayrı ayrı yaratılmalarını baştan planlayarak ve fiziksel süreçlerin hiç dışına çıkmayarak bunu gerçekleştirmiş olamaz mı?” diye sorarsa, Tanrı’nın her şeye gücünün yettiğine inanan bir teist, bunu da mümkün görmek durumundadır. Çünkü Tanrı’nın baştan müdahalesi ile her an müdahalesi arasında bir fark olmadığını düşünürsek, Tanrı’nın her an müdahale ile gerçekleştirebildiği şeylerin tümünü baştan müdahale ile de gerçekleştirdiğini düşünmek durumunda kalırız. Tanrı’nın fiziksel süreçleri araçsal sebep olarak kullanması, Etienne Gilson’un deyimiyle bir işçinin bir aleti kullandığı gibi maharetle kullanması[49] veya Karl Barth’ın yaklaşımıyla doğanın Tanrı’nın hizmetçisi olması[50], Tanrı’nın istediği her türlü yaratılışı (evrimci, bağımsız veya ikisinin karması) ve her türlü mucizeyi bu aracıyı ihlal etmeden gerçekleştirebileceği (gerçekleştirdiği değil) anlamını taşır. Bu yaklaşım, Tanrı’nın müdahalesine ve doğa yasalarının askıya alınmadan bunun gerçekleşmesine olanak tanıdığı için, Spinoza ve Schleiermacher’in bahsettiğimiz eleştirilerine maruz kalmadan mucizeleri savunmayı mümkün kılar.

3- Tanrı’nın mucizeleri gerçekleştirmek için melekleri aracı olarak kullanmasına vurgu yapılarak da mucizelerin nasıl gerçekleştiği açıklanmaya çalışılabilir. Gerek Eski Ahit’te, gerek Yeni Ahit’te, gerekse Kuran’da Tanrı’nın birçok mucizeyi melekler aracılığıyla gerçekleştirdiği zaten ifade edilmektedir. Mucizelerin melekler aracılığıyla gerçekleştirildiğini söylemek, mucizeler gerçekleştiğinde doğa yasalarının ihlal edildiği veya ihlal edilmediğine dair kesin bir şey ortaya koymaz. Melekler fizik-ötesi varlıklar olarak algılandıkları için, melekler aracılığıyla müdahale doğa yasalarının askıya alınması anlamına gelebilir. İnsanların otoyol için dağların şeklini veya enerji için barajlarla ırmakların akışını değiştirmeleri gibi, melekler, Tanrısal iradenin doğrultusunda mucizelerin gerçekleşmesinde aracı sebep olmuş da olabilirler. Aynı şekilde türlerin yaratılışında da meleklere aracı bir rol verildiği düşünülebilir.

Klasik fizik yasaları, insan dışında gözlemleyemediğimiz melek gibi varlıkların olduğunun yanlışlamasını da, doğrulamasını da içermez. Tanrı’nın, mucizeleri melek aracılığıyla gerçekleştirdiğine dair iddia, Tanrı merkezli bir ontolojide, Tanrı-evren ilişkisinin nasıl kurulmuş olabileceğine veya mucizelerin nasıl gerçekleşmiş olabileceğine dair imkanları göstermiş olması açısından önemlidir. Meleklerin fizik-ötesi varlıklar olduğu ve onların kullanıldığı her müdahalenin, doğa yasalarının ihlali yoluyla müdahale olduğu düşünülebilir. Bu düşüncenin haklı olma ihtimaliyle, haklılığı kesin olmayan bir yönü de bulunmaktadır. Doğa kanunlarını sadece bilinen fizik kanunlarıyla sınırlarsak bu iddia doğru gözükmektedir. Fakat mahiyeti tam olarak bilinemeyen meleklerin, evrende nasıl içselleştikleri ve olaylara nasıl müdahale ettikleri ortaya konamaz. Swinburne’ün de dikkat çektiği gibi, doğa yasaları Newton ve Einstein fiziğinde öngörülenden daha komplike olabilir.[51] Bu yüzden Tanrı’nın direkt veya melekler aracılığıyla müdahalesinin ne şekilde doğa yasalarının ihlal edilmesi anlamına geldiğini söylemek oldukça zordur. Eğer doğa yasalarının askıya alınması söz konusuysa bile, Tanrı’nın doğrudan müdahalesinde olduğu gibi, bu aracı varlıklarla müdahale, Peygamber gönderilmesi ve türlerin yaratılması gibi durumlar için oluşturulmuş istisnai bir müdahale şekli olarak da algılanabilir.

Buraya kadar incelediğimiz üç madde, klasik fiziğin deterministik yaklaşımıyla mucizelerin nasıl uzlaştırılabileceği ile ilgiliydi. Bu açıklamalarda görüldüğü gibi, Tanrı’nın doğa kanunlarını da kapsayan daha geniş içerikli sisteminin, doğa kanunlarının askıya alınmasını içerdiğini söyleyen yaklaşım da, Tanrı’nın tamamen deterministik doğa kanunları ve nedensellik ilkesi çerçevesinde mucizeleri gerçekleştirdiğini söyleyen yaklaşım da bulunmaktadır. Fiziğin 20. yüzyıldaki gelişmelerinden sonra, klasik fiziğin deterministik yaklaşımı sorgulanmaya ve nedenselliğe dayalı yasaların aslında olasılıksal yasalar olduğu söylenmeye başlanmıştır.[52] Bu yaklaşım, fiziksel yasaları Tanrı’nın daha geniş bir sisteminin parçası olduğuna veya baştan müdahaleye vurgu yapmaya gerek bırakmadan, Tanrısal müdahalenin nasıl gerçekleştiğini açıklamak için olanaklar sunmaktadır. Fizikteki yasaların olasılıksal karakteri, aslında fiziğin en temel yasalarından olan termodinamiğin ikinci yasası (kimilerince en temel yasası) Entropi ile açığa çıkmıştı. Bu yasaya göre, ısı akışı tek yönlüdür ve bu akış olasılıksal kanunlar çerçevesinde gerçekleşir.[53]

Fizikte, olasılıkçı yaklaşımın ve bunun yanında determinizme (belirlenimciliğe) karşı indeterminizmin (belirlenimsizciliğin) daha yaygın bir şekilde gündeme gelmesi ise Kuantum (Quantum) Teorisi’nin ortaya konması ile oldu. Kuantum durumunu açıklayan Heisenberg Belirsizlik İlkesi’ne göre atomun içindeki elektronun konumunu ve hızını aynı anda tam olarak hesaplayamayız.[54] Kuantum durumunda sadece olasılık hesabına dayalı tahminler yapılabilmektedir. Bu görüşler Newton’dan beri hakim olan deterministik evren görüşüyle tamamen çelişkilidir. Laplace ve Leibniz, Newton’un keşfettiği doğa yasalarının, evrenin o andaki durumunu bilecek ve onun gelecekteki durumunu öngörmek için gereken hesaplamaları yapacak kadar büyük bir zeka tarafından, geleceğin tamamen bilinebilecek bir durumda olduğunu söylüyorlardı. İnsanın bu zekaya erişmesi zor bile olsa, böylesi bir zeka ile arasında mahiyet değil derece farkı vardı[55]. Bu tamamen determinist bir evren savunusuydu ve fizikçiler arasında bu yaklaşım, Kuantum Teorisi ortaya konuncaya kadar hep hakim oldu. Tanrı’nın baştan müdahale ile veya bazen bu kanunları askıya doğrudan veya melekler aracılığıyla alarak mucizeler oluşturduğunu savunanlar bile, Evren’in genelde geçerli kanunlarının tamamen determinist olduğunu düşündüler. Felsefe alanında Gazzali’nin[56] ve Hume’un[57] nedenselliğe yaptığı eleştirilerin fizik alanında etkisi az olmuştur.

Kuantum Teorisi, fiziğin içinden, gözlem ve deney destekli bir determinizm eleştirisini mümkün kılıyordu. Bazı düşünürler genelde veya tamamen deterministik olan evrende mucizelerin açıklamasını yapmaktansa, olasılık hesapları çerçevesinde işleyen indeterministik bir evrende mucizeleri açıklamanın daha kolay olacağını düşündüler. Buna göre Tanrı, meydana gelmesi çok düşük olan olasılıkları seçerek mucizeleri gerçekleştiriyordu; mucize doğa yasalarına aykırı olarak değil, olma olasılığı düşük olanın seçilmesiyle gerçekleşiyordu. 1950 yılında fizikçi ve rahip William Pollard, atom seviyesindeki indeterminist ortamdaki mevcut olasılıklar arasında seçim yapmak suretiyle Tanrı’nın evrene müdahalelerde bulunduğunu söyledi. Kuantum seviyesinde yapılan bu müdahalelerin, bilimsel araçlarla tespit edilemeyeceğini ve böylesi bir müdahalenin hiçbir fizik yasasını ihlal etmeyeceğini belirtti.[58] Özellikle beyindeki mikro bir değişim veya genetikteki mikro bir mutasyon çok büyük değişikliklere yol açabilmektedir. Kaos teorileri üzerine çalışmalar da determinizm ve olasılıkçı yaklaşımın bir karışımını yapmış ve bir noktadaki ufak bir değişikliğin nasıl çok büyük sonuçlara yol açabileceğini göstermiştir.[59] Sonuç olarak bütün madde kuantum parçacıklardan oluşmaktadır, bütün evrensel hammaddenin mikro seviyesinden, Tanrısal bilinçle yapılan müdahaleler ile evrensel oluşumların düzenlendiği iddiası hem yanlışlanamayan, hem de fiziğin verilerini ihlal etmeyen bir iddiadır. Bu iddia yanlışlanamadığı gibi doğruluğunu belirleyecek bir kriter de yoktur. Bu yüzden Tanrı’nın evrene müdahalesini, kuantum seviyesindeki müdahaleler ile gerçekleştirdiği iddiasının mutlak olarak doğru olduğunu söylemek hatalı olacaktır. Fakat 20. yüzyıl fiziğinin en önemli teorilerinden birinin, Evren’in determinist açıklamasının yerine olasılıkçı bir açıklamayı ön plana çıkarması önemlidir. Fizikteki bu gelişme, daha önceden üç maddede incelediğimiz, deterministik evren görüşüne karşın mucizelerin temellendirilmesinde yeni ufuklar açmaktadır. Bu ufuk açış, evrensel fizik kanunlarının mutlak olarak deterministik olmayabileceğini (veya olmadığını) göz önüne alarak mucizelerin temellendirilebileceğini söyler. Daha önceden üç maddede saydığımız şıkların, bu bakış açısıyla, senteziyle de mucizelerin izah edilmesi mümkün olabilir.

Bir teist, Tanrı’nın doğa yasalarını ihlal etmeden müdahalesini, Tanrısal hikmete daha uygun olarak gördüğü için baştan müdahale, kuantum seviyesinde müdahale gibi açıklamalarla; Tanrı’nın, fizik yasalarını araçsal sebep olarak kullanarak Evren’e müdahalelerde bulunduğunu temellendirebilir. Fakat bir teist, mekanistik yasalar sonucu gerçekleşen oluşumları sanki Tanrı’nın iradesinin dışındaymış gibi algılamaz, tüm mekanist süreci de Tanrısal iradenin kontrolü altında kabul eder. Özellikle üç teist dinin kaynakları incelendiğinde, bu kitaplarda doğanın mekanistik işleyişindeki tüm olağan hadiselerin Tanrı’nın yaratışı olarak sunulduğunu, sadece olağandışı veya olağanüstü hadiselerin Tanrısal yaratılış olarak sunulmadığını görmek mümkündür. Kutsal Metinler’e göre bir bitkinin bitişi de -sırf yaratılması değil- Tanrısaldır. Kutsal Metinler’in şu bölümleri buna delildir:

O Allah ki bulutlarla gökleri kaplar, yer için yağmur hazırlar, dağlarda ot bitirir. Hayvanlara, çığırışan karga yavrularına yiyeceklerini verir.[60]

Siz göklerde olan Babanızın oğulları olasınız; zira O, güneşini kötülerin ve iyilerin üzerine doğdurur ve salih olanlar ile olmayanların üzerine yağmur yağdırır.[61]

Şimdi ekmekte olduğunuzu gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık, böylelikle şaşar kalırdınız.[62]

Türlerin oluşumunu örnek olarak alalım; tek Tanrı’lı dinlerin hepsi, sadece türün ilk canlılarını değil, canlıların her birini Tanrı’nın yaratışının ürünü olarak görürler. Sürüngenin yumurtadan çıkması, tek hücrelilerin bölünerek üremesi veya memelilerin cinsel ilişkileri gibi yeni canlının oluşumunu determine eden sebeplerin hiçbiri, tek Tanrı’lı dine inanan teistleri, Tanrı’nın tüm varlığı bu araçsal sebepler ile yarattığı düşüncesinden vazgeçirmez. İbn Rüşd gibi birçok teist filozof, nedensellik ilkesi sayesinde Tanrı hakkında bilgi edindiğimizi düşünmüşler ve hikmeti nedenleri bilmek olarak değerlendirmişlerdir.[63] Bu yüzden İslam dünyasının İbn Rüşd’ünden, Hristiyan dünyada klasik fiziğin kurucusu Newton’a kadar birçok teist filozof, deterministik yasaları Tanrısal iradeye karşıt görmek bir yana, bu yasalara teistik düşünce açısından önem atfetmişlerdir ve bu yasaların işleyişini, Tanrı’nın sürekli koruması ve sürekli yaratması ile mümkün görmüşlerdir.[64]

Teistler, deterministik evren kanunlarının kesintiye uğradığını ve bu kesinti anlarında türlerin ve mucizelerin yaratıldığını düşünebilir; ama, evren kanunlarının kesintiye uğramadan yaratılışın gerçekleştiğini savunan bir düşüncenin ateistik olduğunu iddia edemez. Çünkü, tek Tanrı’lı dinlerin her birinde, sebeplerin (fiziksel kanunlar gibi) Tanrı’nın kullandığı aracılar olduğuna dair inanç vardır. Bir teist, doğum yapan bir aslanı, Tanrı’nın yarattığı bir varlık olarak görebiliyorsa; ilk aslanın, başka bir kedimsi canlıdan doğması olasılığını da, bu canlının Tanrı tarafından yaratılmasına aykırı olarak görmemelidir. Teist dinlerin hiçbiri, Tanrı’nın yaratışını, fiziki süreçlerin kesintiye uğramasıyla sınırlamazlar. Tam aksine, gerek Eski Ahit’in, gerek Yeni Ahit’in, gerek Kuran’ın ayetleri fiziksel süreçlerdeki gözlenen tüm oluşumların Tanrısal iradenin kontrolü altında olduğunu söylerler. Dinler sadece Hz. Adem’i değil, doğan her canlıyı tüm fiziksel özellikleriyle Tanrı’nın yaratışının eseri olarak görürler. Anne ve babanın cinsel ilişkisi ve annenin bebeği taşıyarak doğurması gibi mekanistik süreçlerin hiçbiri Tanrısal yaratılışa aykırı kabul edilmez. Bu yüzden teistler, sanki inançları, mekanistik oluşumların dışında oluşumlar bulmaya bağlıymış gibi çabalamaları hatalı olur. Çünkü, o zaman, mekanistik süreçlerin Tanrısallığını adeta inkar ediyorlarmış gibi bir noktaya gelirler.

Teist ontolojinin çok geniş imkanlar tanıyor olması mevcut tartışmaların en önemli kaynağıdır. Tanrı ontolojinin merkezine konunca, Tanrı’nın, melekleri kullanarak da, kullanmayarak doğrudan evrene müdahale ettiği, baştan deterministik sonuçları en son noktasına kadar hesaplayıp baştan müdahale ile tüm oluşumları belirlediği de, fizik yasalarının içindeki olasılıksal işleyişte belli olasılıkları seçerek müdahale ettiği de, fizik yasalarını Tanrısal sistemin daha genel yasaları gereği askıya alıp müdahale ettiği de, fizik yasalarını araçsal sebep olarak kullanarak müdahale ettiği de ve tüm bu olasılıklardan veya sayamadığımız başkalarından oluşacak bir kombinizasyon da mümkündür. Tek Tanrı’lı dine inanan bir teist, hangi olasılık doğru olursa olsun, Tanrı’nın mucizeleri ve türleri yarattığını kabul eder. Kutsal Kitaplardaki mucize anlatımlarıyla ilgili farklı yorumlar, türlerin yaratılışı ile ilgili evrimci veya bağımsız yaratılışçı seçenekler olsa da, teist dinlerin hepsi Tanrı’nın merkezde olduğu bir ontolojide ve Tanrı’nın aktif olarak Yaratıcı, Şekil Verici, Belirleyici olduğu Tanrı-evren ilişkisinde ittifak halindedirler.

Oysa materyalist-ateist (ateistlerin en önemli bölümü) ontolojinin imkanları sınırlıdır. Bu ontolojiye göre tek cevher maddedir, bu inancın doğal sonucu olarak doğa kanunlarının kesintiye uğraması mümkün değildir, çünkü madde dışı bir Güç olmadığı için, doğa kanunlarının kesintiye uğramasının mantıksal bir nedeni bulunamaz. Oysa bazı teistlerin de, Tanrısal hikmete daha uygun gördükleri için, mucize ve türlerin oluşumu gibi olayları bile mümkün olduğunca doğa kanunları çerçevesinde açıkladıklarını gördük. Teistlerin, kendi ontolojilerinin imkan tanıdığı tüm olanakları düşünmeleri doğrudur, ama sırf ateistlere karşı pozisyon almak için doğa kanunlarının askıya alındığı yaklaşımı savunmaları hatalı olur. Asıl önemli olan, ateistleri en güç durumda bırakacak modeli savunmak değil, fakat Tanrısal hikmete en uygun modeli savunmaktır.

Teistlerin ontolojisinin geniş imkanından dolayı, teistler ile ateistlerin arasındaki temel ayırım maddi kanunların askıya alınıp alınmaması meselesinde değildir. Ancak teistler araçsal sebep olarak gördükleri fizik yasalarının da, bu yasalar aracılığıyla oluşan canlı ve cansız doğanın da Bilinçli bir tasarımın ürünü olarak görmelerine karşın, ateistler bilinçli tasarımı reddedip, arka arkaya gelen tesadüflerle canlı-cansız doğayı açıklamaya çalışırlar. Teistler, canlı ve cansız doğanın tasarımlandığını ispatlarlarsa, mucizelerin ve türlerin yaratılışını temellendirmekte bir sorun yaşamayacaklardır. Bu arada Tanrı’nın, türleri bağımsız yaratacak gücü olduğunu temellendirmek (birçok kişinin mucizenin karşılığı gördüğü), Tanrı’nın hikmetinin bağımsız yaratılışı gerektirdiği anlamını taşımaz. Çünkü Tanrı’nın doğa kanunlarını askıya alabilecek olması, aldığı anlamını taşımaz.

Sonuç olarak teizm ve ateizmden hangisinin daha tutarlı olduğu sorusunun cevabı evrende bilinçli bir tasarımın olup olmadığında aranmalıdır, türlerin birbirinden bağımsız mı evrimle mi oluştuklarında aranmamalıdır. Ayrıca Tanrı’nın doğa kanunlarını askıya alıp almadığını, Tanrı’nın varlığını ya da yokluğunu net olarak belirlemeden tartışmak anlamsızdır. Doğa kanunlarının bir kere konduktan sonra askıya alınabilmesi, Tanrı merkezli bir ontolojinin olanağıdır, ama mecburiyeti değildir. Günümüzde geçmiş peygamberlere kendi dönemlerinde verilen mucizeleri veya türlerin yaratılışını gözlemleyemediğimiz için, bunları duyu organlarımızla doğrulayamaz veya yanlışlayamayız. Ancak evrende bilinçli bir tasarım olduğuna veya olmadığına dair vereceğimiz kararla, diğer soruların da cevabına ulaşabiliriz. Çalışmamızın son bölümünde bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.

3.3 EVREN’İN VE DÜNYA’NIN YAŞI

Yerbilim ile ilgili tartışmalar, Evrim Teorisi ortaya konduğundan beri bu teori ile bir arada yürümektedir. Yerbilimsel bulguların, Kutsal Kitaplar’ın (özellikle Tevrat’ın) bazı yorumları ile çelişmesi, yerbilim ile din arasında bir gerilimin doğmasına sebep olmuştur. Bu gerilimin en önemli sebebi, bazı din adamlarının, Dünya’nın yaşını yerbilimsel bulguların tersine, çok genç olarak tahayyül etmeleriydi. Bu tahayyüllerin, özellikle Tevrat’a dayandırılmış olması sorunun kaynağıydı. Birçok ateist, yaratılışçıların evrimcilerden farkını ortaya koyarken, yaratılışçıların genç bir dünya öngörmelerine karşı evrimcilerin yaşlı bir dünya öngördüğünü söylerler.[65] Bunu yaparken de özellikle Henry M. Morris gibi genç bir dünya öngören yaratılışçıların izahlarını ön plana çıkarırlar. Böylece dünyanın yaşının dört-beş milyar yıl arasında olduğunu gösteren tüm deliller, Evrim Teorisi’ni de destekliyormuş gibi bir tarzda sunulur. Dünya’nın yaşı ile ilgili tartışmaların Evrim Teorisi ile birleştirilmesi ve Dünya’nın yaşının dört-beş milyar yıl olduğunun gösterilmesi, Evrim Teorisi’nin doğrulanması veya yaratılışın yanlışlanması olarak gösterilemez. Her şeyden önce yeryüzünün yaşlı olduğunun gösterilmesi Evrim Teorisi’nden farklıdır, ayrıca günümüzde tek Tanrı’lı dinlerin Kutsal kitaplarına bağlılarının çoğu, Dünya’nın dört-beş milyarlık yaşının, kutsal kitaplarıyla çelişmediği kanaatindedirler.[66]

Özellikle İslam dünyasında Dünya’nın uzun zaman dilimlerinde yaratılmış olduğu fikri hiçbir zaman ciddi bir problem oluşturmamıştır. Hristiyanlarda ise Dünya’nın 6000 yıl kadar önce yaratıldığı görüşü özellikle daha önce belirttiğimiz gibi 17. yüzyılda İrlanda başpiskoposu James Usher’in yaptığı hesaba dayanmaktadır.[67] Birçok Yahudi ve Hristiyan din bilimci Usher’in Tevrat’ta “oğlu” olarak aldığı ifadelerin “soyundan olan” anlamına da geldiğini ve onun hesaplarının güvenilir olmadığını söylemişlerdir. Zaten bu tarih Tevrat’ta apaçık çıksaydı, Usher’den binlerce yıl önce vahyedilen Tevrat’taki bu tarihin bulunmasının Usher’in dönemine kalmaması beklenirdi.

Evren’in ve Dünya’nın yaşı ile ilgili tartışmalarda Tevrat’ta ve Kuran’da geçen “altı gün” ifadesi gündeme gelmiştir. Bu ifade Tevrat ve Kuran’da şu şekilde geçer:

Ve Allah yaptığı her şeyi gördü, ve işte, çok iyi idi. Ve akşam oldu ve sabah oldu, altıncı gün.[68]

O, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan ve sonra arşa istiva edendir. Rahmandır. Bunu haberi olana sor.[69]

Tevrat’ta geçen “gün” kelimesinin İbranicesi “yovm” dur. Bu kelimenin İbranicesinin, 24 saatlik bir günü ifade ettiği gibi, “bir dönemi” de ifade ettiğini; Tevrat’ın Tekvin bölümünde geçen “altı gün” ibaresinin “uzun zaman dönemleri” anlamında anlaşılması gerektiğini hem Yahudi, hem de Hristiyan teologlardan söyleyenler olmuştur.[70] 2005 yılını takvimlerinde 5765. yıl olarak gösteren Yahudiler, takvimlerini Hz. Adem’in yaratılışıyla başlatırlar, ama Dünya’nın ve Evren’in yaratılışını Hz. Adem’in yaratılışından ayıran birçok Yahudi, Evren’in onbeşmilyarlık ve Dünya’nın beşmilyarlık yaşını, Tevrat’ın anlatımlarına ters görmemişlerdir. Adem’den önce insanımsı maymunların olabileceğini, Tevrat’ın dilinde, ancak Adem’in nesline insan dendiğini söylemişlerdir.[71] Tevrat’taki “günler” ifadesinin Dünya ve Güneş arasında ilişkiye dayanan 24 saatlik dönemleri kastetmediğini, çünkü Tevrat’ta Güneş’in ancak dördüncü gün yaratıldığının geçtiğini söyleyerek de bunu desteklemişlerdir. [72] İlgili Tevrat ifadeleri şöyledir:

16- Ve Allah, daha büyük olan ışık gündüze hükmetmek için ve küçüğünü geceye hükmetmek için, iki büyük ışık yaptı; yıldızları da yaptı.

17- Ve yer üzerine ışık vermek ve gündüze ve geceye hükmetmek ve ışığı karanlıktan ayırmak için.

18- Allah onları göklerin kubbesine koydu ve Allah iyi olduğunu gördü.

19- Ve akşam oldu ve sabah oldu, dördüncü gün.[73]

Yahudi bilginler gibi, Hristiyan teologlar da Dünya gününün kaynağı Güneş’in, yaratılış günlerinden dördüncü günde yaratıldığına, bu yüzden gün kavramının Dünya günleri anlamında anlaşılmaması gerektiğini söylemişlerdir.[74] Günümüzdeki Hristiyan teologların birçoğu, Usher’in kronolojisini ve Yahudi takvimini reddedip, Hz. Adem’in daha önce yaratılmış olabileceğini savunmakta ve türlerin özel yaratılışını yaşlı bir dünya görüşüyle birleştirmektedirler.[75] Bu görüşü ayırdetmek için “Yaşlı Dünya Yaratılışçılığı” (Old Earth Creationism) ismi sıkça kullanılmaktadır.

Yahudi ve Hristiyan düşünürler arasında “Yaşlı Dünya Yaratılışçılığı” daha yaygın olsa da, buna karşın türlerin özel yaratılışını genç bir dünya görüşüyle birleştirenler de vardır ki bu görüşe “Genç Dünya Yaratılışçılığı” (Young Earth Creationism) denmektedir. Bu görüşte olanlar Evren’in ve Dünya’nın “altı-günde” yaratılmasını dünyevi 24 saat anlamında gün olarak algılamaktadırlar.[76] Bu görüşü savunanların çoğu, bilim ile dinin ayrı alanlar olduğunu, bunları birbirine karıştırmamız gerektiğini söylememektedirler. Fakat bilimsel delillerin genç bir Dünya’nın ve Evren’in varlığını desteklediğini savunmaktadırlar. Dinazor kemiklerinde bulunan hemoglobinin, bu canlıların birkaç bin yıl önce yaşadığını gösterdiği, çünkü hemoglobinin birkaç bin yıldan fazla dayanamayacağını, Ay’ın Dünya’dan yılda 4 cm uzaklaştığını, milyarlarca yıllık Dünya ömrüne bunun aykırı olduğunu söylemektedirler.[77] Kayaların radyometrik ölçümü gibi bilimsel metotları ele alıp, bunların güvenilmez olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar.[78] Yerbilimsel olayların hiçbirinin tekdüzenlilik (uniformatism) ilkesine göre açıklanamayacağını; günümüzün yerbilimsel olaylarının geçmişe anahtar olamayacağını ve yaş tahmini ile ilgili yanılgıların kaynağının yanlış tekdüzenlilik ilkesinin apriori kabulü olduğunu, yer katmanlarının hızlı oluşumla açıklanabileceğini savunmaktadırlar.[79] Daha önce de gördüğümüz gibi tekdüzenlilik ile ani-yıkımcılığın (catastrophism) arasındaki tartışmaların yerbiliminde önemli bir yeri vardır. Yakın dönemlerde de birçok yerbilimci, ani-yıkımcı olayların tek-düzenlikli olaylardan yerbilimi açısından daha önemli etkilerde bulunduğunu kabul etse de, ani-yıkımcı yaklaşımı ön plana çıkaran bilim adamları yine Dünya’nın yaşını milyarlarca yıl olarak tahmin etmektedirler.

Kutsal Metinlerin birçok yorumu, Dünya’nın ve Evren’in yaşlı olarak algılanmasına imkan tanımıştır. Birçok bilim adamı ve teolog gibi Darwin de, Tevrat’taki altı günde yaratılış ile ilgili ifadenin, uzun zaman dilimlerinde yaratılışı kastettiğini savundu.[80] Darwin’den sonraki tüm “Hristiyan-evrimciler” de bu yorumu benimsedi ve özel yaratılışı savunan “Yaşlı Dünya Yaratılışçıları” ile Tevrat’ın bu yorumunda aynı fikri paylaştılar.[81] Bu yorumu savunanların bir kısmı gün (yovm) kelimesinin zaman dilimlerini de doğrudan ifade ettiğini söylerken, bir kısmı “altı gün” ifadesinin kastının Tanrı’nın yaratılış emirleri olduğunu, bu günlerin arasına uzun zaman dilimleri girdiğini, böylece altı ayrı günde verilen yaratılış emirlerinin uzun zaman diliminde yerine geldiğini savunurlar; bu ikinci görüşe “aralıklı-günler görüşü” (intermittent-day view) ismi verilmiştir.[82]

Kuran’da geçen “altı gün” ifadesindeki “gün kelimesinin Arapçası “yevm”dir ve hemen fark edileceği gibi aynı dil ailesinden gelen Arapça ve İbranicede, gün kavramı, aynı kökten gelen bir kelimeyle ifade edilmektedir. “Yevm” kelimesinin 24 saatlik gün gibi, zaman dilimlerini de ifade ettiği belirtilmiştir.[83] Kuran’da ellibin yıllık bir süreç için de, bin yıllık bir süreç için de “yevm” kelimesinin kullanılması, “altı gün” kavramıyla “altı uzun devir” kastedilebileceğine dair bir anlayışı oluşturmuştu.[84] İlgili Kuran ayetleri şöyledir:

Gökten yere her işi çekip çevirir. Sonra O, sizin saymakta olduğunuz bin yıla denk bir günde O’na yükselir.[85]

Melekler ve Ruh, süresi elli bin yıl olan bir günde O’na yükselirler.[86]

Benzer bir ifade Eski Ahit’in Mezmurlarında geçer:[87]

Çünkü senin gözünde bin yıl, geçen dünkü gün ve bir gece nöbeti gibidir.[88]

Kutsal Metinlerdeki “gün” kelimesinin bu kullanılışı, bu kelimenin uzun zaman dilimlerini ifade etmesinin yanında, modern bilimin önemli kabullerinden olan zamanın izafiliğine de bir işaret olarak algılanmıştır.[89] Zamanın izafiliği, bizim zaman algımızın mutlak bir zaman kavramına işaret etmediğini, zaman ile ilgili yanılgılarımızın kaynağında; zamanı, herkes için, her yerde, her şartta aynı ontolojik mutlaklığa sahip zannetmemizin yattığını öğretmiştir.

Usher’in kronolojisine ve Hz. Adem’in yaşadığı dönemi gösteren bir takvime sahip olmayan İslam aleminde, yerbiliminin Dünya’nın yaşlı olduğuna dair verileri ve fosil bilimin bunu destekleyen delilleri, ciddi bir bilim-din çatışmasına sebep olmamıştır. “Yaşlı Dünya Yaratılışçılığı” ve “Genç Dünya Yaratılışçılığı” şeklinde Hristiyan alemindekine benzer bir tartışmanın İslam aleminde yapıldığına dair bir bilgiye rastlamadık. Gerçi Hristiyan aleminde, Kitabı Mukaddes’e ve İbranice dilinin özelliklerine de dayanılarak bu gerilim önemli anlamda aşılmıştır, ama bu gerilimin tamamen giderildiğini söyleyemeyiz.

Dünya’nın ve Evren’in yaşı ile ilgili tespitler birçok ayrı hesaplama yönteminin neticesinde elde edilmiştir. Evrenin genişleme hızına ve uzaydaki madde yoğunluğuna bağlı ölçümlerde elde edilen sonuçlar arasında farklılıklar olsa da, sonuçlar 15 milyar yıl civarında bir tarihi vermektedir.[90] Big Bang Teorisi’nin doğruluğunu ispat eden ve Evren’in çok sıcak ve çok yoğun başlangıçtan sürekli genişleyerek bu hale geldiğini gösteren aşamalar için milyarlarca yıl geçmesi gerektiği anlaşılmıştır.[91]

Modern bilimin verileri ile Evren’in ve Dünya’nın yaşının milyarlarca yıl ile ifade edilmesi gerektiğinin ortaya konması, Evren’in ve Dünya’nın yaşını binlerle ifade eden “Genç Dünya Yaratılışçılığı”nı savunmanın imkanının kalmadığını göstermektedir. Özel yaratılışı savunanların önemli bir kısmı da zaten Kutsal metinler açısından Dünya’nın yaşlı olmasının bir sorun teşkil etmediğini söylemişlerdir. Durum böyleyken Evren’in ve Dünya’nın yaşlı olduğuna dair verileri özel yaratılışa karşı bir delilmiş gibi sunmak hatalı olacaktır. Dünya’nın ve Evren’in yaşı ile ilgili tartışmalar, tezimizin başından beri gördüğümüz şekilde Evrim Teorisi ile iç içe geçmiştir. Başta özel yaratılışı Usher’in kronolojisiyle birleştiren yaklaşım ile Evrim Teorisi’ne karşı çıkıldığı için; yaşlı bir Dünya’nın ispatının, Evrim Teorisi’nin ispatıymış gibi sunulması yanlışı yapılmıştır. Bunun sebebinin, Evrim Teorisi’nden çok daha sağlam argümanlara ve matematiksel verilere dayalı yerbiliminin milyarlarca yıllık Dünya öğretisinin, özel yaratılışı yanlışlamak için kullanılmasının istenmesi olduğunu söylemek mümkündür. Oysa görüldüğü gibi yaşlı Dünya fikri, özel yaratılışın alternatifi değildir; fakat sadece bazı özel yaratılışçıların kabul ettiği genç Dünya öğretisinin tersidir.

Evren’in ve Dünya’nın yaşı ile ilgili tartışmaların, Kutsal Metinler’e uygunluk dışında da önemli bir boyutu vardır. Ateist-evrimciler, canlıların tasarımlı gibi göründüğünü, bunun bir yanılsamadan ibaret bulunduğunu, bunun sebebinin ise uzun zaman diliminde birbirine eklenen tesadüfler olduğunu söylemektedirler. Tesadüflerin mutasyon olarak açığa çıktığı ve doğal seleksiyon ile korunduğu söylenir. Bizi yanıltanın ise zaman olduğu, uzun zaman diliminin mevcut canlıları oluşturmaya yeterli olacağı söylenir. Bu iddia açısından, Evren’in hesaplanan yaklaşık 15 milyar yıllık ömrünün ve Dünya’nın hesaplanan yaklaşık 5 milyar yıllık ömrünün tesadüfen canlıları oluşturmaya yeterli olup olmadığı önemlidir. Bu konuyu detaylı bir şekilde tezimizin son bölümünde ele alacağız.

3.4 NUH VE TUFAN

Yerbilimsel bulgularla Kutsal Metinler’in uyumlu olup olmadığı konusu, Evrim Teorisi ile ilgili tartışmalarla bir arada ele alındığı zaman karşımıza çıkan en temel sorun, Dünya’nın ve Evren’in yaşıdır. Bu en temel sorunu takip eden ikinci en tartışmalı konu, Nuh ve Tufan ile ilgili Kutsal Metinler’deki anlatımlarla ilgilidir. Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve de İslam’da, Nuh’un insanlara gönderilmiş bir peygamber olduğu, kavminin onu yalanlaması neticesinde bir tufanla yok edildikleri, Nuh’un ise yaptığı bir gemiyle bu tufandan kurtarıldığı anlatılır. Bu temel anlatım üç dinin inananlarında aynı olmakla beraber, tufanın tüm yeryüzünü kaplayıp kaplamadığı gibi yerbilim açısından en kritik nokta tartışmalıdır.[92] Yahudilik ve Hristiyanlığın her ikisi birden dinsel ortak kaynakları olan Tevrat’tan, Nuh ve tufan hadisesini öğrenmektedirler. Tevrat’taki ilgili pasajların bir kısmı şöyledir:

13- Ve Allah Nuh’a dedi: Önüme bütün beşerin sonu geldi; çünkü onların sebebiyle yeryüzü zorbalıkla doldu ve işte, Ben onları yeryüzü ile beraber yok edeceğim.

14- Kendine gofer ağacından bir gemi yap; gemide odalar yapacaksın ve onu içerden ve dışardan ziftle ziftleyeceksin.

15- Ve onu şöyle yapacaksın: geminin uzunluğu üçyüz arşın, genişliği elli arşın ve yüksekliği otuz arşın olacaktır.

16- Gemiye ışıklık yapacaksın ve onu yukarıya doğru bir arşına tamamlayacaksın ve geminin kapısını yan tarafına koyacaksın; alt, ikinci ve üçüncü katlı olarak onu yapacaksın.

17- Ve Ben, işte Ben, göklerin altında kendisinde hayat nefesi olan bütün beşeri yok etmek için yeryüzü üzerine sular tufanı getiriyorum, yeryüzünde olanların hepsi ölecektir.

18- Fakat seninle ahdimi sabit kılacağım ve sen ve seninle beraber oğulların ve senin karın ve oğullarının karıları gemiye gireceksiniz.

19- Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan, her neviden ikişer olarak gemiye getireceksin; erkek ve dişi olacaklar.

20- Cinslerine göre kuşlardan ve cinslerine göre sığırlardan, cinslerine göre toprakta her sürünenden, her neviden ikişer olarak sağ kalmak için sana gelecekler.[93]

Bazı yorumcular, tufanın bütün Dünya’yı kapladığını, Nuh’un gemisinin bütün hayvan türlerinin kurtuluşunu sağladığını savunmuşlardır.[94] Aralarında Charles Lyell’in de olduğu bazı yerbilimciler ise, yeryüzünde ciddi bir etkisi olmayan bir tufanın gerçekleştiğini savunmuşlardır; buna Sakin Tufan Teorisi (The Tranquil Flood Theory) denir. Bazı yorumcular ise, Nuh’un döneminde, Adem’in soyundan olan tüm insanların bir arada yaşadığını; tufanın bütün yeryüzünü değil, sadece bu insanların olduğu bölgeyi kapladığını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşe Bölgesel Tufan Teorisi (Local Flood Theory) denir.[95] Bölgesel tufanı savunanlar, Kutsal Metinler’de geçen evrensel atıfların (bütün her, v.b.) mutlak anlamda evrensel anlamı ifade etmek yerine geniş bir kapsamı ifade etmek için de kullanıldığını söylemektedirler. Buna örnek olarak yine Tevrat’ın Tekvin bölümünden şu alıntıyı vermektedirler:[96]

Ve bütün memleketler buğday satın almak için Mısır’a, Yusuf’a geldiler; çünkü bütün yeryüzünde kıtlık şiddetli idi.[97]

Ayrıca Avustralya’da yaşayan kanguru gibi hayvanların Ortadoğu’ya gelip Nuh’un gemisine bindiklerini söylemenin anlamsız olacağını vurgulamakta ve Tekvin bölümünde hayvanların mucizevi transferine bir atıf yapılmadığını belirtmektedirler.[98] Suların tüm yeryüzünü ve dağların üzerini kapladığına dair ifadelerin ise, Nuh’un bakış açısından anlatıldığını ve Nuh’un içinde bulunduğu alan ile sınırlı olduğu yorumunu yapmaktadırlar.[99]

Genel mantık ve mevcut bilimsel bilgiler açısından bize göre Bölgesel Tufan Teorisi daha tutarlı gözükmektedir. Tevrat’ın Tekvin bölümündeki anlatımlara göre Nuh’un gemisinin uzunluğu 144 metre, genişliği 24 metre, yüksekliği ise 14,4 metredir. Bu hesapla geminin bahsedilen üç katının her birinin alanı yaklaşık 3456 m2’dir. Bazı otoritelere göre ise arşının (İbranicesi: ama) ölçüsü farklıdır. Buna göre geminin üç katının her birinin alanı 5766 m2’dir.[100] Bu ölçüler bir gemi için önemli bir büyüklüğü ifade etse de, dünyada varolan yüz binlerce canlı türü için çok küçük kalacaktır. Ayrıca Tevrat’tan anlaşılan Nuh’un yaşadığı dönemde çevresindekilerin yaptığı kötülüklerin sebebiyle tufanla cezalandırmanın gerçekleştiğidir. O zaman, bütün yeryüzünün ve hayvanların cezalandırılmasını beklemek için bir sebep yoktur. Nuh’un hayvanları taşımasını, hayvanları bir kurtarma operasyonundan ziyade, Nuh ve yanındakilerin ihtiyaçlarını beraberinde götürmeleri şeklinde görmek daha doğru olabilir.

Tüm bu sebepler “Bölgesel Tufan Teorisini” daha savunulur kılmaktadır. Bu yaklaşım, canlıların fosilleriyle, tufan öğretisi arasında bir çelişkinin olmasını engeller. Ayrıca evrensel tufanı yanlışlamayla, canlı türlerinin özel yaratılışını yanlışlayıp Evrim Teorisi’ni tek seçenek olarak sunma imkanını ortadan kaldırır. Evrim Teorisi’ni savunan çevrelerin bir kısmı, özel yaratılış görüşü ile genç Dünya ve tüm dünyayı kaplayan tufan öğretilerini aynı kategoride birleştirmekte ve bunlara karşı Evrim Teorisi’ni yerleştirmektedirler. Oysa genç Dünya görüşü ve de tüm dünyayı kaplayan tufan öğretisi bütün teistlerin ortak savundukları fikirler değildir. Bunların yanlışlanmasıyla Evrim Teorisi’ni doğrulama kolaycılığına sapmak hem felsefi açıdan, hem de bilimsel açıdan yanlıştır. Kutsal Metinler’i yorumlarken, onların ilk ortaya çıktığı dönemden değişik bir zamanda, yerde, kendi oluşturduğumuz kavramlarla bu metinleri anlamaya çalıştığımızı ve bu metinlerin tercümeleriyle muhatap olduğumuzu unutmamalıyız.[101] Ayrıca Yahudilerin ve Hristiyanların Nuh Tufanı ile ilgili görüşlerini dayandırdıkları Tevrat’ın, Hz. Musa’ya Tanrı tarafından verilen Tevrat’a ne kadar uygunluk gösterdiğine dair tartışmalar da vardır. Edmond Jacob’un belirttiği gibi M.Ö. 3. asırda üç tane Tevrat metni vardı ve Hz. İsa’nın yaşadığı döneme yakın zamanda tek bir metin tespit edildi.[102] Mevcut Tevrat’taki Nuh ve tufan ile ilgili izahları da kapsayan birçok bölümün M.Ö. 6. asırda hahamların yazdığı Saserdotal Metin’e dayandığı söylenmektedir. Bazı yazarlar Tevrat’ın içindeki bilime aykırı hususların sorumlusu olarak, hahamların Tevrat’a yaptıkları bu tip müdahaleleri görmektedirler.[103] Yahudi mezheplerinden Samiri’lerin kabul ettikleri Tevrat’ta, günümüz Tevrat’ına göre önemli farklar olması da[104] günümüz Tevrat’ının, Hz. Musa’ya verilen Tevrat’ı tamamen temsil ettiğini söyleyemeyeceğimizi gösterir. Bu noktanın da, Tevrat ve bilim çelişkisi ile ilgili izahlarda göz önünde bulundurulması gerekir. Bir kutsal kitabın kendisine gerekli otoriteyi kazanabilmesi için, otantikliğine itiraz edilememesi; doğrudan doğruya Tanrısal vahyin ürünü olduğundan veya adeta Tanrı tarafından dikte ettirildiğinden şüphe edilmemesi gerekir.[105]

Buraya kadar özellike Yahudi ve Hristiyan dinleri açısından Nuh tufanı ve onunla ilgili sorunsalları inceledik. Kutsal Metinler’in otoritesini kabul etmeyen teistler için elbetteki böyle bir sorunsal yoktur. İslam dininin kaynağı Kuran’da ise bilimin alanına giren konulara daha çok atıf olmakla beraber, Tevrat’taki tufan hadisesinin anlatımındaki ayrıntıların çoğu yoktur ve mevcut bilimsel bulgulara uygun bir yorum yapmak için daha rahat imkan bulunmaktadır. Birçok Kuran ayetinde; peygamberleri yalanlamak suretiyle Allah’a isyan eden kavimlerin çeşitli doğal afetlerle cezalandırıldığı anlatılmaktadır. Nuh kavmi de böyle bir kavim idi. Aşağıdaki Kuran ayetleri konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır:

37- Nuh’un kavmi de, elçileri yalanladıklarında onları suda boğduk ve insanlar için bir ayet kıldık. Biz zulmedenlere acıklı bir azap hazırladık.

38- Ad’a, Semud’a, Ress halkına ve bunlar arasında birçok nesillere de.

39- Biz her birine örnekler verdik ve her birini darmadağın edip mahvettik.[106]

Birçok İslam düşünürü, Nuh tufanının bölgesel bir tufan olabileceğine, çünkü yalanlayanın Nuh kavmi olduğuna ve sadece bu kavme verilecek bir cezanın, tüm Dünya’yı kaplamasına gerek olmadığına dikkat çekmişlerdir.[107] Ayrıca Yahudilerin takviminin güvenilir olmadığına, bu takvimdeki Adem ve Nuh hakkında tespit edilen tarihlere güvenilemeyeceğini vurgulamışlardır. Elmalılı Hamdi Yazır tefsirinde bu konuyu şöyle açıklar: “Ya Adem’in yaratılışına dayandırılan tarihin yanlışlığına hükmetmek veya o Adem’den maksadın, insanlığın babası olan Adem olmadığına inanmak gerekir. Biz ise Adem’i özel isim olarak Kuran’da bir tanıdığımızdan, Nuh ile Hz. Adem arasında ne kadar bin sene geçmiş olduğunu Allah’tan başka kimse bilemez deriz. Burada Nuh’un bütün insanlara değil kavmine gönderildiği anlaşılıyor. O zaman yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve yeryüzünün nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir… Bundan Nuh tufanının da o bildiğimiz her tarafı sarmış olma özelliği, Nuh Kavmi’ne ve onların hepsine ait demek olup, bütün yerkürenin her tarafını kapsaması gerekmeyeceği ve o vakit yeryüzünde onlardan başka insan bulunup bulunmadığı da kestirilemeyeceği anlaşılıyor ki, Alusi’nin de tercihi budur.”[108]

Görüldüğü gibi İslam düşünürlerince, tufanın bölgesel olmasının yanı sıra, Nuh’un yaşadığı dönemde başka kavimlerin de var olabileceği savunulmuştur. Nuh döneminde insanların tek bir kavim olup daha farklı kavimlere ayrılmadıkları söylenirse, bu, sonuç açısından bir şey değiştirmeyecektir. Çünkü tek bir kavmin Dünya’nın bir bölgesi ile sınırlı olması gerektiğinden, bütün yeryüzüne bir yayılma olmayacaktır ve tüm yeryüzünü kaplayan bir tufana yine ihtiyaç yoktur. Konumuz açısından ana nokta, Nuh’un döneminde başka kavimlerin var olup olmadığı değil, tufanın bölgesel olup olmadığıdır. İsrailiyattan gelen bilgilerin etkisinde olan müfessirler olsa da, birçok müfessir bu rivayetlerin otoritesini reddetmişlerdir. Tufan’ın bölgesel olma düşüncesinin bizi götüreceği sonuç, Nuh’un gemiye aldığı hayvanların, daha ziyade gemide olan insanların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla alındığıdır. O zaman, Nuh’un gemisine yüz binlerce canlı türünün alındığı bir kurtarma operasyonunun olduğunu düşünmemizi gerektirecek bir şey yoktur.

Yeni Darwinciliğin en önemli isimlerinden Ernst Mayr’ın dediği gibi, yaratılışçıların yerbilim hakkındaki görüşleri ve tüm hayvanların Nuh’un gemisinden dünyaya yayıldığını söylemeleri, bu fikrin karşı görüşü olarak kabul edilen Evrim Teorisi’nin yayılmasında önemli etkisi olmuştur.[109] Oysa Darwin Evrim Teorisi’ni ortaya koymadan önce, birçok kişi Dünya’nın ve Evren’in zannedilenden daha yaşlı olduğunu savunmuşlardır. Yahudi ve Hristiyan Kutsal Metinlerine inanan birçok din bilimci, bu metinler açısından Evren’in ve Dünya’nın yaşlı ve Nuh tufanının bölgesel olmasının bir sorun olmadığını söylemektedirler. Günümüzde de genç bir Evren’i ve Dünya’yı kabul eden ve Nuh tufanının tüm Dünya’yı kaplayacak büyüklükte olduğunu savunanlar olsa da, bu görüşün tüm Yahudi ve Hristiyanlar’a mal edilemeyeceği açıktır. İslam düşüncesi açısından ise yaşlı bir Evren’i ve Dünya’yı, ayrıca bölgesel bir tufanı kabul etmekte hiçbir zorluk yoktur. Bunun aksine görüşü savunanların İsrailiyat etkisi altında kaldıklarını söyleyebiliriz. İslam düşüncesinde Yahudi takvimi ve Usher’in kronolojisi gibi, yaşlı Evren ve Dünya, ayrıca bölgesel tufan fikrine inanmayı engelleyecek ciddi bir gerekçe yoktur. İslam’ın kaynağı Kuran açısından da bunları kabul etmekte bir sorun bulunmamaktadır. Hatta Elmalılı Hamdi Yazır’ın dediği gibi, Kuran’daki kavimlerin yok edilişinin mantığına baktığımızda, bölgesel bir tufanı düşünmek mümkün görünmektedir.

Buraya kadar yerbilimsel konular ve Nuh tufanı ile ilgili gördüklerimizden şu sonuçları çıkarabiliriz: Birincisi, tek Tanrı’lı dinin Kutsal Metinler’ine inananların, Evren’in ve Dünya’nın yaşı ile Nuh tufanı gibi konular yüzünden Evrim Teorisi’ni reddetmeleri için bir sebep yoktur. İkincisi, Evren’in ve Dünya’nın yaşlı olduğunu ve Nuh tufanının bölgesel olduğunu kabul edenlerin, bu kabulleri yüzünden Evrim Teorisi’ni kabul etmeleri de gerekmez. Üçüncüsü, üç tek Tanrı’lı dinin Kutsal Metinler’inin yerbilimsel verilerle çeliştiği söylenemez, sadece Tevrat’ın belli bir şekilde yorumunun yerbilimsel modern verilerle çeliştiği söylenebilir. Dördüncüsü, Evren’in ve Dünya’nın yaşlı olduğu ile evrensel bir tufan olmadığı ispat edilerek Evrim Teorisi’nin doğruluğu ispatlanamaz. Evrim Teorisi’nin doğruluğuna, yanlışlığına veya bilinemezliğine canlılar üzerindeki çalışmalar ile karar vermek doğru olacaktır.

3.5 ADEM VE HAVVA’DAN YARATILIŞ

Tek Tanrı’lı dine inananlardan Evrim Teorisi’ni reddedenler, en çok insanın maymunumsu bir canlıdan geldiği iddiası yüzünden bu teoriye karşı çıkmışlardır. Bazıları Evrim Teorisi’ni Adem ve Havva’dan yaratılışı tarif eden Kutsal Metin ifadelerine uygun bulmadıkları için, bazıları ise maymunumsu bir canlıdan yaratılışı, insanın onuruna ve ahlaksal yapısına yakıştıramadıkları için itirazlarını seslendirmişlerdir. Daha önce belirttiğimiz gibi dinler, aracı sebepler ile yaratılan her şeyi de Tanrısal yaratmanın bir parçası görürler. Bu yüzden, insan türünü paranteze alırsak, diğer türlerin birbirinden evrimleşmiş olmasının, Tanrı inancı ve Kutsal Metinler açısından bir sakıncası gösterilemez. Bir anne ve babadan doğan canlı, Kutsal Metinler açısından, türün ilk yaratılmış üyesi kadar Tanrı’nın yaratışının bir eseridir. O zaman dinler için her canlının özel yaratılışını savunmak bir ihtiyaç değildir.

Bir anne ve babadan doğmuş olmak dinler için nasıl aracı sebep olup, Tanrı’nın yaratışına ters düşmüyorsa, bir türün diğer bir türden oluşumunu (evrimini), Tanrısal yaratılışa aykırı görmek için bir sebep yoktur. Kutsal Metinler’de birçok zaman aracı sebeplerle oluşan olaylar -yağmur yağması, bitkilerin büyümesi, canlıların rızıklanması gibi- Tanrı’nın yaratışı, Tanrı’nın gerçekleştirdiği süreç ve olaylar olarak sunulur. Kutsal Metinler bu tip anlatımlarla doludur, örnek olarak bu Metinler’den bir iki pasajı ele alalım:

Hayvanlar için ot ve insan işine yarayan sebze çıkarır, ta ki yerden yiyecek[110]

Balta ile kesen adama karşı balta övünür mü? Testere kullanan adama karşı testere kendini büyütür mü?[111]

65- Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti, işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.

66- Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır, size karınlarındaki sindirilmiş gıdalar ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz.[112]

Eski Ahit’in Mezmurlar bölümünde, sebze ve ot gibi canlı unsurların Tanrı tarafından yerden bitirildiği söylenir. Kuran’da Nahl Suresi’nde, yağmurun yağışı da, hayvanların süt verip insanın onu içmesi de Tanrı’nın gerçekleştirdiği lütuflar olarak nitelendirilir. Ne bir Yahudi ne de bir Hristiyan, sebzelerin büyümesinde tohum ekme ve sulama gibi sebepleri inkar ederler; ne de bir Müslüman, bir hayvanın süt vermesi için, o hayvanın bir dişi ile bir erkekten doğmuş olması, beslenmesi ve sütünün sağılması gibi sebepler olduğunu inkar eder. Fakat bu üç dinin teist inananları, tüm bahsettiğimiz sebepleri, Tanrı’nın yaratışındaki araçsal sebepler olarak gördükleri için, Tanrı’nın sebzeyi yerden bitirmede veya insana süt vermede, tüm araçsal sebepleri anmadan doğrudan sebzeyi kendisinin bitirdiğini ve sütü verdiğini söylemesini doğal karşılarlar. Kutsal Metinler’de canlılarla ilgili süreçler ve tarihsel birçok olay da, Tanrı’nın kullandığı araçsal sebepler önemsenmeden anlatılır. Bu yüzden Eski Ahit’in İşaya bölümünde, balta ile testerede övünecek bir şey olmadığı, asıl marifetin bu aletleri kullananda olduğu söylenir. Bu analoji ile, balta ile testere, Tanrı’nın kullandığı araçsal sebeplere benzetilir ve insanın balta ve testere kullanarak gerçekleştirdiği işler, nasıl balta ve testerenin eseri olarak algılanmıyorsa, Tanrı’nın doğada ve tarihte gerçekleştirdiği olaylarda kullandığı araçsal sebeplerin Tanrı’ya nispetle bir ehemmiyetlerinin olmadığının dersi verilir.[113]

Eğer birisi, Tanrı’nın canlıları ortak bir atadan türetip, birbirinden evrimleştirerek yarattığını, evrimleşmenin, aynı her bir birey canlının annesi ile babasından doğuşu gibi araçsal sebep olduğunu söylerse, bu iddiaya karşı Kutsal Metinler’den aleyhte hiçbir kanıt bulamayacağımız kanaatindeyiz (Adem ve Havva ile ilgili anlatımları paranteze alırsak). Bu iddiaya, Kutsal Metinler’den aleyhte kanıt getirilememesi, bu iddiayı Kutsal Metinlerin doğruladığına da delil teşkil etmez. Çünkü böyle bir iddia için, ayrıca Kutsal Metinler’in bu konuyu açıkça anlatımı veya işareti gerekir. Oysa bu konuda Kutsal Metinler’in açık bir desteği olmadığı aşikar olduğu gibi, Kutsal Metinler’de Evrim Teorisi’ne işaret olduğuna dair itirazlar çok zorlama birkaç yorumdan ibarettir. Zorlama yorumlara konu olan bu ayetler daha çok Kuran’a referansla gösterilmektedir. Bu ayetler özellikle şunlardır:

Oysa O, sizleri aşama aşama yaratmıştır.[114]

Allah sizi yerden bir bitki gibi bitirdi.[115]

O inkar edenler görmüyorlar mı ki, göklerle yer, birbirleriyle bitişikken onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?[116]

Nuh Suresi’nde geçen birinci ayet, insanın aşamalarla yaratıldığını söylemektedir; “aşama aşama” ifadesini evrim olarak anlasak bile, tezimizin ilk bölümünde belirttiğimiz gibi “evrim” ile Evrim Teorisi arasında önemli farklar vardır. Kuran insanların anne rahminde geçirdikleri aşamaları ayrıntılı bir şekilde anlatır.[117] Bu aşamaları da bir “evrim” olarak niteleyebiliriz; ama bu evrimin, Evrim Teorisi ile bir ilgisi yoktur. Bu yüzden Kuran’da “evrim” anlamına gelecek bir kelime bulmak ile, bütün türlerin birbirinden evrimleşip ortak bir atadan geldiklerini söyleyen Evrim Teorisi anlamına gelecek bir ifade bulmak çok farklıdır. İnsanın yerden bitki gibi bitmesinden de Evrim Teorisi’ne bir delil bulmak mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Kuran insanların toprak ve sudan yaratıldığını söyler, aynı hammaddeden yaratılan bitki ile analoji kurulmasını, bu hammadde ortaklığına bağlamak daha tutarlıdır. Kuran yağmurla topraktan bitkilerin çıkmasıyla, insanın ölümünden sonra diriltilmesi[118] arasında da analoji kurar. Evrim Teorisi, insana soy ağacında sürüngenleri, balıkları daha yakın görür. Bu yüzden, Evrim Teorisi’ne göre insanla soy ağacındaki yakınlığı çok daha uzak olan bitkilerle olan bir benzetmeyi Evrim Teorisi’ne delil olarak görmek, kanaatimizce aşırı bir zorlamadır. Enbiya Suresi 30. ayette geçen canlıların sudan yaratıldığı şeklindeki ifadeyle Evrim Teorisi arasında bir bağlantı kurmak da tutarlı değildir. Çünkü Kuran gerek suya[119], gerek toprağa[120], gerek ise çamur[121] ifadesi ile bu iki unsurun karışımına atıf yaparak insanın yaratıldığı hammaddeye dikkat çeker. Türlerin birbirlerinden bağımsız yaratılışını kabul edenler de bu hammaddelerden yaratılışı kabul etmişlerdir. İnsan vücudunun mikroskop altında incelenmesi, insanın maddi bedeninin, toprağın ihtiva ettiği maddeler ve sudan oluştuğunu göstermektedir. Bu yüzden, insanın sudan yaratıldığını söyleyen ayetlerden, Evrim Teorisi’ne Kuran’dan destek bulmak; Kuran’a, Evrim Teorisi’ne bir destek bulma koşullanmasıyla yaklaşmanın bir ürünü gibi gözükmektedir. Ayrıca Kuran’ın şu ayetlerinin de Evrim Teorisi’ne işaret ettiğini düşünenler olmuştur:

65-Sizden cumartesi yasağını çiğneyenleri elbette biliyorsunuzdur. Onlara “aşağılık maymunlar olun” dedik

66- Bunu hem çağdaşlarına, hem de sonra gelecek olanlara ibret verici bir ceza ve sakınanlara bir öğüt kıldık.[122]

De ki; “Allah katında ceza olarak bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah’ın lanetlediği, gazablandığı ve onlardan maymunlar, domuzlar ve tağuta tapanlar kıldığıdır onlar. İşte bunlardır yer bakımından daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmış olanlar”.[123]

Bu ayetlerde özellikle maymuna dönüştürme ile ilgili ifadenin, Evrim Teorisi’ne delil olduğunu söyleyenler olmuştur. Oysa Maide Suresi 60. ayette görüldüğü gibi sadece maymuna değil, domuza dönüştürmeden de bahsedilmektedir ve Evrim Teorisi’nin soy ağacı açısından domuz, insana yakınlığı açısından özel bir yer teşkil etmez. Bazı müfessirler Allah’ın emrine karşı gelen bahsedilen kişilerin, dış görünüş olarak bu hayvanlara dönüştüklerini söylerken, bazıları da iç dünyaları ve huyları açısından bu hayvanlara dönüştüklerini söylemişlerdir.[124] Kuran’da her iki hayvana dönüşümden bahsedilmesi, domuzun Kuran’da “pis” olarak nitelenmesi,[125] maymunun dış görüntüsüyle insana benzemesine rağmen insani niteliklere sahip olmaması gibi sebeplerden dolayı, ayetlerde bahsedilen hayvanlara dönüştürülme (mesh) olayından manevi dönüştürmenin anlaşılmasının daha doğru olduğu kanaatindeyiz.

Bazı araştırmacılar söz konusu ayetlerde Arapça’nın dil kuralları açısından gerçek maymuna dönüşmeyi anlamamamız gerektiğini şöyle anlatmaktadırlar: “Ayetteki ‘hasiin’ ifadesinin çoğul olarak kullanılması da, onların gerçek anlamda maymun olmadıklarına işaret etmektedir. Çünkü onlar gerçek anlamda maymun olsalardı ‘kıredeten hasieten’ şeklinde sıfat mevsuf uyuşmasının olması gerekirdi.”[126] Bu ayetlerde gerçek bir dönüştürmeden bahsedildiği düşünülse bile, onlarda yeni bir tür oluşumu için dönüştürmeden değil, cezalandırma için dönüştürmeden bahsedilmektedir. Ayetlerde hayvanlara dönüşmenin imkanından bahsedildiği için, Evrim Teorisi’ne işaret bulunduğu söylenebilir. Fakat Tanrı’ya inanan her Müslüman, isterse Tanrı’nın türleri birbirine dönüştürebileceğini esasen kabul eder, çünkü “Tanrı’nın her şeye kadir olduğu” İslam’ın en temel inançlarındandır. Bu yüzden türlerin birbirine dönüşmesinin imkanına dair bir ifadeden, Evrim Teorisi’ne Kuran’da yer verildiğine veya işaret edildiğine dair bir sonuca varmanın zorlama olacağı kanaatindeyiz. Evrim Teorisi insanın diğer hayvanlardan türediğini söylerken, hiçbir hayvanın insandan türediğini ileri sürmez.

İnsan dışındaki türlerin evrim geçirdiğini de geçirmediğini de Kutsal Metinler’e göre söylemek mümkün gözükmemektedir. Ancak burada şunu hatırlamalıyız ki, Tanrı’nın ontolojideki merkezi rolü ve Tanrı-alem ilişkisinde O’nun müdahale edici etkinliği göz ardı edilmemesi şartıyla teist ontoloji geniş imkanlar sunar.

Bu noktada Kutsal Metinler’deki Adem ve Havva ile ilgili anlatımların, tek Tanrı’lı dinlere inananların Evrim Teorisi hakkında ne düşünmelerini gerektirdiği sorusuna geliyoruz. Önce Yahudi ve Hristiyan teolojisinin bu konudaki görüşlerinde önemli belirleyici rolü olan Tevrat’ın Tekvin bölümünü ele alalım:

7- Ve Rab Allah, yerin toprağından Adam’ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve Adam yaşayan can oldu.

8- Ve Rab Allah, şarka doğru Aden’de bir bahçe dikti ve yaptığı Adam’ı oraya koydu.[127]

21- Ve Rab Allah Adam’ın üzerine derin uyku getirdi ve o uyudu ve onun kaburga kemiklerinden (veya yanından) birini aldı ve yerini etle kapladı.

22- Ve Rab Allah, Adam’dan aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaptı ve O’nu Adam’a getirdi.[128]

Yahudi hahamların hazırladığı bir Tevrat tefsirinde, Tekvin bölümünün insanın yaratılışını anlatan kısımları ile ilgili olarak şöyle söylenmektedir: “Tevrat’ın ilk bölümü, Yaratılış’ı oldukça kısa ve ana hatlarıyla anlatmıştır. Zira daha önce de belirtildiği üzere, Tevrat’ın buradaki amacı insanın tüm bu süreci anlaması değildir, bu insanın anlayış kapasitesinin üzerindedir. Amaç, Yaratıcı’nın kim olduğu konusunda bir fikir edinilmesidir.”[129] Bu tarzda bir yorum, Tanrı’nın açıklamadığı detaylarda insanların spekülasyon yapmasını mümkün kılmaktadır. Bu yüzden, Tanrı’nın Adem’i topraktan yaratışını, onun topraktan doğrudan (aracı bir tür olmaksızın) yaratılışı olarak algılayanlar olduğu gibi, bu yaratılış sürecinde Tanrı’nın türleri birbirinden evrimleştirdiğini, Adem’in de diğer türlerden evrimleştiğini, toprak hammadde olduğu için, bu tarz bir anlayışın Kutsal Metinler ile çelişmediğini söyleyenler de olmuştur. Evrimci anlayışı savunanlar, Kutsal Metinler’de, Tanrı’nın aracı sebepler kullanarak yaratılıştan bahsettiği bir çok olayda; otun bitmesi ve yağmurun yağması gibi olaylarda aracı sebeplerden bahsetmemesini, insanın topraktan yaratılışından söz eden pasajlarda, evrim gibi aracı sebeplerden bahsedilmeden insanın yaratılışının aktarılmış olabileceği için delil olarak gösterirler. Tevrat’ın Tekvin bölümünün Tanrı-insan ilişkisini Tanrı’nın yaratıcılığı merkezinde kurmasını ve insanın hammaddesinin biyokimyasal verilerle uyumlu şekilde toprak olarak gösterilmesini önemli bulduklarını söylemektedirler.[130]

Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması ile ilgili bölümde kaburga kemiği diye çevrilen kelimenin İbranicesi “yan taraf” anlamına da gelmektedir.[131] Ünlü Tevrat tefsircilerinden Raşi’ye göre, Adem’den alınan kısım, kaburga kemiği değil, vücudunun diğer cephesidir. Midraş, Adam’ın tek vücutta iki cephe, iki kısım şeklinde yaratıldığını belirtir. Buna göre, Tanrı erkeğin bir cephesini ayırıp, bundan kadını inşa etmiştir, böylece tek bir vücuttan iki insan oluşmuştur.[132] Evrim Teorisi’nin Tevrat ile çeliştiğini savunanlar, Havva’nın normal bir süreçle doğmadığını ve Adem’in kaburga kemiğinden veya yanından yaratılışının anlatıldığını söylerler. Buradan hareketle Havva için özel bir yaratılış varsa, bunu Adem’e ve diğer türdeki canlılara genellemenin mantıklı olacağını belirtirler. Teistik evrimi savunanların, eğer Havva için bir istisna öngörürlerse özel yaratılışı savunanların görüşüne yaklaşmış olacaklarına; bu durumda teistik evrimi savunanların da, özel yaratılış istisnalarına yer verdiklerine, fakat sayısal olarak tüm türleri değil de insanla ilgili bir iki istisnayı kabul ettiklerine işaret ederler.[133] Yahudi ve Hristiyan inancı ile Evrim Teorisi’ni uzlaştıranların bir kısmı, Adem ve Havva ile ilgili istisna öngörüyorlarsa da, diğer bir kısım ise Kutsal Metinler’de detay olmamasının ve metinlerin belli şekillerde yorumlanmasının Adem ve Havva için de istisna öngörmeden Evrim Teorisi’ne inanmanın mümkün olduğunu söylemektedirler.[134]

Kuran’da, Adem’in eşinin, onun kaburga kemiğinden veya yanından yaratıldığı ifadesi yer almaz. Ayrıca Adem’in eşinin isminin Havva olduğu da Kuran’da yer almaz. Kuran’da Adem ve eşi ile ilgili anlatımlar şu şekildedir:

30- Hani Rabbin, meleklere “Ben yeryüzüne bir halife atamaktayım” demişti. Onlar da: “Biz seni şükrünle yüceltir ve takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi atıyorsun?” dediler. “Şüphesiz Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.

31- Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere yöneltip “Doğru sözlüyseniz bunları Bana isimleriyle haber verin.” dedi.[135]

Müfessirlerin bir kısmı Adem’in bu dünyamızın dışında bir cennette (cennet bahçe anlamı da taşır) yaratıldığını söylemelerine karşın, bazı müfessirler Adem’in yaratıldığı bahçenin bu dünyada olduğunu söylerler. Buna delil olarak zikrettiğimiz, Bakara Suresi’nin 30. ayetinde Adem’in yeryüzüne halife atanmasını gösterirler.[136] Adem’in işlediği günahtan sonra “hubut”unu (iniş, halden hale geçiş) ifade eden ayeti,[137] Adem’in cenneti gökyüzünde diyenler yukarıdan aşağı inişi, yeryüzü cenneti (bahçesi) diyenler ise dünya içinde yer değiştirmesi anlamında düşünmüşlerdir.[138] Adem’in yeryüzündeki bir yerde yaratıldığını savunanlar, eğer Adem yeryüzüne sonradan indirilseydi, su gibi maddi ve vahiy gibi manevi şeylerin yeryüzüne inmesini ifade eden “nezele” fiilinin kullanılacağını söylemektedirler.[139] Tevrat’ın Tekvin bölümünün, 2. babı 7 ve 8’de de Adem’in yeryüzünde yaratıldığı ifade edildiği için, Kuran’ı bu tarzda yorumlayanların Yahudi ve Hristiyan dininin Kutsal Metinler’iyle de uyumlu olduğunu söyleyebiliriz. Adem’in eşinin yaratılışı ile ilgili konuda aşağıdaki Kuran ayetleri tartışma konusu olmuştur:

Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden çok sayıda erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının.[140]

O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup yatışması için ondan eşini var etti…[141]

Bu ayetlerde geçen tek bir nefisten (nefs’i vahide) yaratılma[142] ifadesini bir çok tefsirci aynen Tevrat’ta olduğu gibi, Hz. Adem’den alınan bir materyalden eşinin yaratılması olarak almışlardır. Bazı yorumcular ise, Kuran’ın bu şekilde yorumlanmasının İsrailiyat tesiri altında gerçekleştiğini, nefisten eş yaratılmasından kastın Adem ile eşinin aynı cinsten yaratılması olduğunu söylemektedirler.[143] Kuran’da “Allah sizin nefsinizden eşler yarattı”[144] ve “Allah nefislerinizden elçiler gönderir”[145] ifadelerinin yer alması, tek bir nefisten yaratılıp, ondan eşinin yaratılmasının Adem’den Havva’nın yaratılışını değil de, Adem ile aynı cinsten Havva’nın yaratılışını ifade ettiğine delil olarak gösterilmektedir. Kuran’daki nefsten yaratılma ile ilgili metinlerin, her iki anlayışın anlaşılmasına da imkan tanıdığını söyleyebiliriz.

Diğer bir tartışma konusu ise, hayvanların, mahiyet bakımından mı yoksa derece itibariyle mi insandan farklı olduğuna dairdir. Evrim Teorisi’nin hayvanların insandan derece itibariyle farklı olduğunu, dinlerin ise insanın mahiyet itibariyle hayvanlardan farklı olduğunu söylediğine dair yaygın bir kanaat vardır. Bu kanaati taşıyanların bilmesi gereken iki önemli nokta vardır ki; bu noktaların her biri, mahiyet-derece arasındaki gerilimin Evrim Teorisi-dinler arası bir gerileme taşınmasının yanlış olduğunu göstermektedir.

  1. Evrim Teorisi’ne inananların tümü, insanlar ile hayvanlar arasında sadece derece farkı olduğunu söylemezler.
  2. Teistlerin hepsi de insanlar ile hayvanlar arasında mahiyet farkı olduğunu savunmazlar.

Birinci madde açısından en çarpıcı örnek, doğal seleksiyonlu Evrim Teorisi fikrini Darwin’le beraber ortaya atan Wallace’ın, bir önceki bölümde gördüğümüz gibi insan zihnini ve ahlaki kimliğini mahiyet farkı ile açıklamasıdır. Diğer yandan kimi teistler de ruh ile bedeni ayrı iki cevher olarak görmemişler, insanın ayrı bir cevher olan ruha sahip olması anlamında mahiyet farkları bulunmadığını savunmuşlardır.[146] Platon’un ve Descartes’ın felsefelerinde “ruh”, insan bedeninden farklı ve bedenden bağımsız bir cevhere sahiptir. Kuran’da “ruh” ve “nefs” diye ayrı terimler geçse de, bunların iki ayrı cevhere (farklı mahiyet unsuruna) karşılık gelip gelmediği tartışılabilir.

Burada karşımıza çıkan sorun, daha önce de en temel tartışmalarda karşılaştığımız sorundur. Bu sorunu “teistik ontolojinin imkanının genişliği” şeklinde isimlendirebiliriz. Bir teist açısından Tanrı, isterse canlılık, düşünme, hissetme ve ahlaki davranma gibi özelliklere toprak ve su gibi maddi cevherden bağımsız ayrı bir cevher olan “ruhu” yaratarak imkan verir, isterse saydığımız tüm bu özellikleri maddi cevhere (toprak ve suya) vererek maddi cevheri “ruhlandırır”. Bu ikinci bakış açısına göre, maddeye Tanrı’nın, enerjiden atomik partiküllere, bu partiküllerden kimyevi bileşiklere, bunlardan da canlı organlarına geçişte bahsettiği özellikler kazanma yeteneğini, insanı “ruhlandırırken” de bahşetmiştir. Buna göre maddi cevherin, ruhlu insan ve canlı yaratılmasına imkan veren potansiyelle yaratıldığı söylenmektedir.

Teistler, ister insanda maddi olan ve olmayan iki cevher, isterse maddi tek cevher kabul etsinler, kendi kabullerinin zıddı bir yaratılışın da Tanrı için mümkün olduğunu kabul etmelidirler. Bu durum teistlerin, canlıların birbirinden evrimleşerek yaratıldığını kabul etsinler veya etmesinler, kendi kabullerinin aksi şıkkının da Tanrı için mümkün olduğunu kabul etmelerine benzemektedir. Fakat bir materyalist ontoloji, bu imkanların aynısına sahip değildir. Madde dışında bir cevher olmadığını savunan materyalist-ateistler, mutlaka ayrı bir cevher anlamını taşıyan “ruhu” inkar etmek zorundadırlar. Teistler için asıl önemli olan maddi cevher dışında Tanrı’nın varlığıdır, insan ruhunun ayrı bir cevhere sahip olup olmaması temel bir kritik nokta değildir. Dualist sistemle adı özdeşleşen Descartes da, Tanrısal cevherin yanında ruh ve beden cevherlerinin önemsizliğini ve Tanrı’ya bağımlılığını vurgulamıştır.[147] Sonuç olarak ateist bir yaklaşımla Evrim Teorisi’ni savunanlar, madde dışında ayrı bir cevher olarak insanın veya diğer canlıların ruhunu inkar etmek zorundadırlar. Teistler ise, Evrim Teorisi’ni ister inkar ister kabul etsinler, her iki durumda da ruhun ayrı bir cevher olduğunu kabul veya reddedebilirler. Teistler daha önce gördüğümüz gibi, nasıl Evrim Teorisi’ni kimisi kabul, kimisi reddedip, kimisi de bu teoriye bilinemezci bir tavır içinde kalabiliyorsa; aynı şekilde ruhun bağımsız bir cevher oluşunu da kimisi kabul, kimisi reddedip, kimisi de bu konuda bilinemezci bir tavır içinde kalabilir.

Ruhun bağımsız bir cevher olup olmadığı iki düzlemde tartışılabilir. Bunlardan birisi felsefi ve bilimsel açıdan konunun incelenmesidir. Bu iki çalışma alanını ayrı olarak ele almak mümkün olsa da, günümüzde bilimsel verilerin öncülüğünde biyolojinin zihin felsefesiyle beraber yaptığı çalışmayı tek bir araştırma alanı olarak da kabul edebiliriz. Teizm, ruhun ayrı bir cevher olarak var olup olmamasını da kabullenecek imkanı ontolojisinde taşıdığından, bu çalışma alanından gelecek verilerden çekinmesi için bir neden olamaz. Günümüzde de insanın beden dışı bir cevhere sahip olup olmadığı, insan zihninin sırf materyalist bir yaklaşımla açıklanıp açıklanamayacağına dair tartışmalar hararetle devam etmektedir.[148] Diğer bir tartışma zemini ise Kutsal Metinler’den gelen verilerin dualist bir inancı gerektirip gerektirmediğiyle alakalıdır. Konuyla ilgili Kutsal Metinler’de geçen ifadelere aşağıdaki pasajlar örnektir:

Ve Rab Allah yerin toprağından Adam’ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve Adam yaşayan can oldu.[149]

28- Rabbin meleklere demişti ki: “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım.”

29- “Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üflediğimde hemen ona secde ederek kapanın.”[150]

Kutsal Metinler’de zikri geçen “ruh üflemesini”, Tanrı’nın ilmi ile maddi bedene canlı özelliklerin verilmesini anlayanlar olduğu gibi, ruh ile maddi bedenden ayrı bir cevher kastedildiğini ve bu ayrı cevherin maddi beden ile birleştirildiğini savunanlar da olmuştur. Felsefi terminolojide kullanılan “cevher” kavramının Kutsal Metinler’de varolmadığı; bizim felsefe alanındaki terminoloji ile Kutsal Metinler’i düşünmeye çalıştığımıza özellikle dikkat etmemiz gerekir. Ayetlerde geçen “ruhum” ifadesini özellikle sufiyyenin büyük bir kısmı Allah’ın kendinden bir parça veya özelliği insana vermesi şeklinde yorumlamış olmalarına karşın, Kuran’da, Kabe’den de “evim”[151] diye bahsedilmesi, insanlara hitapların “kullarım”[152] diye gerçekleştirilmesi, “ruhum” ifadesinden “sahip olmayı” anlayabileceğimizi göstermektedir. O zaman ruhun, Tanrısal bir öz olduğunu savunup, “ruhun” mutlaka ayrı bir cevher olduğunu söylemek mümkün gözükmemektedir. Bazı araştırmacılar, Eski Yunan felsefesinden gelen etki ve terminolojinin Ehli Sünnet alimlerinden Gazzali ve Rağıb el-Isfehani, Mutezile alimlerinden Ma’mer bin Abbad es- Sülemi, Şia alimlerinden Nevbahti, Basenci ve Muhammed bin Numan’ın ruhu ayrı bir cevher olarak değerlendirmelerine yol açtığını söylemektedirler.[153] Kuran’ın ahiret tanımlarından da soyut bir cevher olan ruhun bedene iadesi değil, insani varlığın iadesi anlaşılmaktadır. Kuran, ahirette bedensiz ruhlardan hiç bahsetmez, çünkü Kuran ruh ve beden ikiciliğini ileri süren bir insan tasviri yapmaz, bedenden ayrı bir ruhun var olduğunu ve ölümden sonra onun varlığının bedensiz de olsa devam edeceğini söylemez.[154]

Görüldüğü gibi ruhun, maddi bedenden ayrı soyut bir cevher oluşu Kutsal Metinler açısından bile temellendirilebilmesi tartışmalı bir husustur. İnsanın Tanrı katında sorumlu bir canlı olduğunu temellendirmek için, onun hayvanlardan derece değil mahiyet açısından farklı olduğunu söylemek zorunda olduğumuza dair yargı doğru değildir. Ruhu soyut bir cevher olarak kabul edenler, bebeklerin ruh sahibi olduğunu kabul ederler, yani bebekler mahiyet açısından değil derece açısından insandan farklıdır. Fakat hiç kimse derece açısından farklı gözüken bebeklerin sorumlu varlıklar olmamasında bir gariplik görmez. Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:

  1. İnsanlarla diğer canlılar arasında mutlak şekilde mahiyet farkı olması gerektiği iddiası yapay bir sorundur.
  2. Kutsal Metinler’den ruhun ayrı bir cevher olduğuna dair bir sonuç çıkarılıp çıkarılmayacağı tartışmalıdır.
  3. İnsan ile hayvanlar arasındaki mahiyet ve derece farkıyla ilgili bir tartışma, dinler ve Evrim Teorisi arasında bir gerginliğe dönüştürülemez. Beklenenden çok farklı bir şekilde, dinlerin içinde insanın diğer canlılardan mahiyet farkı olmadığını savunanlar olduğu gibi; Evrim Teorisi’ni savunan ve ortaya koyan isimlerden, insanlarla hayvanlar arasında mahiyet farkı olduğunu savunanlar da olmuştur.

Kuran’ın izahlarıyla Evrim Teorisi’nin çeliştiğini savunanlar, Adem’in “ol” emriyle yaratıldığını, bunun ise Tanrı’nın Adem’i doğrudan yarattığını gösterdiğini söylerler. İlgili ayet şöyledir:

Şüphesiz Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona “ol” demesiyle o da hemen oluverdi.[155]

Kuran’dan Allah’ın “ol” emriyle dilediğinin oluşacağını anlıyoruz. Fakat bu oluşmanın, dünyevi zamanda bir anda olduğu anlamına gelmez. Allah’ın “ol” emrinin yeterli olduğu anlamına gelir. Kuran’dan Allah’ın gökleri ve yeri altı günde (devirde) yarattığını anlıyoruz.[156] Fakat diğer yandan göklerin ve yerin yaratılışı için “ol” emrinin yeterli olduğu da şu ayetlerden anlaşılmaktadır:

81- Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmaya kadir değil mi? Elbette, O, yaratandır, bilendir.

82- Bir şeyi dilediği zaman, onun emri yanlızca “ol” demesidir, o da hemen oluverir.[157]

Gökleri ve yeri gerçek olarak yaratan da O’dur. “Ol” dediği gün hemen oluverir…[158]

Einstein’ın İzafiyet Teorisi ile zamanın mutlak olmadığı ve yerçekimi ve hız gibi evren içindeki parametrelerle değiştiği teorik bazda ortaya konmuş[159] ve sonra deneysel verilerle de desteklenmiştir.[160] Evren içinde bile değişkenliği olan zamanın, Tanrı’yı bağlayıcı bir niteliği olduğu düşünülemez. Bu yüzden, Tanrı’nın “ol” emri ile, dünyevi süreçte anındalığı anlayamayız. Evrenin tahmini olarak onbeş milyar yaşında olduğu sanılmaktadır[161], ama bu Tanrı’nın katında bir “ol” emrinin karşılığıdır. Aynı şekilde Kuran’da “ol” emri, İsa’nın yaratılışı anlatılırken de kullanılmıştır:

Meryem dedi ki: “Rabbim, çocuğum nasıl olur benim? Bana hiçbir insan dokunmadı ki!” Allah cevap verdi: “Allah dilediğini işte böyle yaratır. Bir iş ve oluşa karar verdiğinde sadece ona “ol” der, o hemen oluverir.[162]

İsa’nın dünyaya gelmesi “ol” emrine tabidir, ama annesi Meryem onu rahminde belli bir zaman süreci boyunca taşımıştır. Tüm bunlar gösteriyor ki, Adem’in “ol” emriyle yaratılışından onun dünyevi süre olarak bir anda yaratıldığını mutlak olarak anlamamız gerektiği sonucunu çıkaramayız.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Kutsal Metinler açısından Evrim Teorisi’ni incelediğimizde en sorunlu ve üzerinde iyi düşünülmesi gerekli konu, Adem’in ve eşinin yaratılışıdır. Johns Hopkins Üniversitesi’nin ünlü fizikçisi Howard A. Kelly gibi, Adem ve Havva’nın yaratılışı dışında Evrim Teorisi’ne inandığını söyleyip insanı Evrim Teorisi’nden ayırıp teoriye inanan örnekler bile olmuştur.[163] Kutsal Metinlerde anlatılan Adem ile eşinin yaratılışının Evrim Teorisi’ne aykırı olduğunu söylemek, bütün Kutsal Metin yorumcularının paylaştığı bir kanaat değildir. Kutsal Metinler için Tanrı’nın varlığı, yaratılıştaki merkezi rolü asıl önemli unsurlardır, Tanrı’nın yaratma metodu olarak kabul edilen bir Evrim Teorisi görüşünü, Kutsal Metinler’e dayanarak yanlışlamak kolay değildir. Kutsal Metinler’de birçok zaman “araçsal sebepler” dışlanarak Tanrı’nın yaratışı anlatılır. Örneğin Kuran’da, Zekeriya peygamberin hiçten yarattığını söylenir.[164] Bu ifadenin, Zekeriya peygamberin anne ve babasını, doğum öncesi evrelerini, çocukluğunu dışlamak anlamına gelmediği açıktır. Eğer Adem’in yaratılışı için de benzer bir durumun olduğu ve evrim gibi aracı sürecin dışlanarak anlatımın yapıldığı -çünkü bu süreci de yaratan Tanrı’dır- söylenirse, buna Kutsal Metinler’e dayanarak itiraz etmek zor olacaktır. Diğer yandan Kutsal Metinler’e dayanarak, onların -özellikle Kuran’ın- Evrim Teorisi’ne işaret ettiğini söyleyenler olmuştur. Bahsedilen metinleri incelediğimizde, bu iddianın zorlama kabul edilebilecek bazı yorumlar ile gerçekleştirildiğine, Kutsal Metinler’in Evrim Teorisi’ne işaret ettiğinin söylenemeyeceğine kanaat getirdik. Bu ise bizi, Kutsal Metinler adına (özellikle Kuran) Evrim Teorisi’ne karşı çıkmadan ve desteklemeden bir konum edinebileceğimiz sonucuna; Kutsal Metinler eğer tek hareket noktamız olursa Evrim Teorisi’ne karşı bilinemezci olabileceğimiz yargısına ulaştırmaktadır.

3.6 İLK GÜNAH VE HRİSTİYAN TEOLOJİSİNDEKİ YERİ

İslam ve Yahudi teolojilerinden farklı bir anlayışla, Hristiyan teolojisinde Adem’in ilk günahının önemli bir yeri vardır. Hristiyan düşüncesinin oluşumuna yol açan Tevrat’taki ve Yeni Ahit’teki ifadeler şunlardır:

3- Fakat bahçenin ortasında olan ağacın meyvası hakkında Allah: “Ondan yemeyin ve ona dokunmayın ki ölmeyesiniz” dedi.

4- Ve yılan, kadına: “Katiyen ölmezsiniz” dedi.

5- “Çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak ve iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız”[165]

17- Ve Adem’e dedi: “Karının sözünü dinlediğin ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetli oldu, ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin.

18- Ve sana diken ve çalı bitirecek ve kır otunu yiyeceksin.

19- Toprağa dönünceye kadar alnının teri ile ekmek yiyeceksin, çünkü ondan alındın, çünkü topraksın ve toprağa döneceksin.”[166]

22- Ve Rab Allah dedi: “İşte, Adam iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden biri gibi oldu ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın ve yemesin ve ebediyen yaşamasın diye.”

23- Böylece Rab Allah onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı.

24- Ve Adam’ı kovdu ve hayat ağacının yolunu korumak için Aden bahçesinin şarkına Kerubileri ve her tarafa dönen kılıcın alevini koydu.[167]

12- Bir tek insan yüzünden günah nasıl dünyaya girdiyse, günah yüzünden de ölüm dünyaya girdi. Böylece bütün insanları ölüm sardı, çünkü tümü günah işledi.[168]

17- Bir tek kişinin suç işlemesinin ölüm egemenliğini getirdiği ve bunun o tek kişi aracılığıyla olduğu önümüzdedir. Ama kayra bolluğu ve doğruluk armağanını alanların bir tek kişi -İsa Mesih- aracılığıyla yaşamda egemenlik sürecekleri daha kesindir.

18- Demek ki, bir tek insanın suçluluğu yüzünden suçlu çıkarılma nasıl bütün insanları kapsadıysa, bir tek insanın doğru çıkarma eylemiyle de yaşam doğruluğu bütün insanları kapsamıştır.

19- Çünkü bir tek insanın buyruğa uymazlığıyla nasıl birçokları günahlı kılınmışsa, bir tek insanın buyruğa uymasıyla da birçokları doğru kılınacaktır.[169]

Hristiyan Kilisesi’nin öğretisi, her ne kadar Tevrat’ın Tekvin bölümüne dayanıyorsa da, öğretiyi esasen şekillendiren Yeni Ahit’in Romalılar bölümü olmuştur. Buna göre Adem’in işlediği günah bütün çocuklarına geçer ve her insan günahla doğmuş olur. Bu durumdan ise ancak İsa’nın lütfu ile kurtulunabilinir.[170] Kilise öğretisinde Adem’in günahı ile başlayan “düşüş” ile ilgili anlatım, İsa’nın çarmıha gerilmesinin insanların günahlarına kefaret olması ile ilgili anlatımla birleştirilir[171] ve bu inanç, Kilise’nin en temel imani akidelerinden biridir. Bazı Hristiyan teologlar, “miras günah” kavramıyla insanın doğuştan suçlu sayılacağı bir günahın kastedilmediğini; bunun ile insanın günaha eğilimli bir “doğayı”, “miras” aldığını anlamamız gerektiğini söylemektedirler.[172] Kilise akidesi açısından önemli bir yeri olan “miras günah” ile ilgili öğreti Yahudiler tarafından reddedilmektedir; Yahudiler hem günahlı doğmayı, hem de insanın doğası gereği kötü olduğu inancını reddederler.[173] Tevrat’ın ve Eski Ahit’in kimi pasajları da çocukların ebeveynlerinin günahlarını taşımayacaklarını dile getirmektedir.[174] İslam inancında da “asli günah” fikrine karşı çıkılır, Kuran’da Adem’in tövbesinin kabul edildiğine dair ifadeler, ebeveynlerinden çocuklarına aktarılan “miras günahın” olmadığına delil gösterilir:

121- Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp örtmeye başladılar. Adem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp kaldı.

122- Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti.[175]

Konumuz açısından, ilk günah ile ilgili en önemli iddialardan biri, ilk günahtan sonra dünyadaki hayvanların da insanlar ile beraber ölmeye başlaması iddiasıdır.[176] Oysa bulunan fosiller üzerinde yapılan incelemelerden yüz milyonlarca yıl önce canlıların yaşadığı tahmin edilmektedir. Örneğin beşyüzmilyon yıl kadar önceki Kambriyen çağına ait önemli miktarda, çok hücreli fosili bulunmuştur.[177] Bazı Hristiyanların bu iddiası, sadece Evrim Teorisi ile değil, fosil-biliminin birçok bulgusuyla da çelişkilidir. Oysa Hristiyanların birçoğu, Eski ve Yeni Ahit’teki anlatımların sadece insan ile ilgili olduğunu, ilk günahtan sonra hayvanların ölmeye başladığını söylemenin, Kitabı Mukaddes’e dayalı bir temeli olmadığını belirtmektedirler.[178] Hayvanların ilk günahtan sonra ölmeye başladığı ile ilgili yorumun; Yeni Ahit, Romalılar, 5, 12’de geçen ifadelerin yanlış yorumundan kaynaklandığını belirtmekle ve Adem günah işlemeden önce kendisine “o meyveden yediğinde ölürsün”[179] dendiğini, Adem eğer diğer canlıların ölümünü gözlemlememişse, ölümün ne anlama geleceğini bilemeyeceğini, kendi karşı delilleri olarak ifade etmektedirler.[180]

İlk günah ile ilgili diğer önemli bir husus ise, bu inancın, insanlığın mutlak tek bir çiftten türediğine (monogenism) dair bir inancı gerekli kılmasıdır. Gerçi Yahudiler ve Müslümanlar -bazı farklı yorumcular olmakla birlikte- da bu inancı paylaşmaktadırlar, fakat, Yahudilik ve İslam’da “asli günah” gibi bir inanç olmadığı için, tek bir çiftten türemenin gerekliliğine dair inanç Hristiyanlık kadar merkezi bir role sahip değildir. İsa’nın çarmıha gerilmesi[181] ile insanın kurtuluşu için bir yol açılması, asli günahla başlayan bir düşüş sürecini geriye çevirmesi açısından önemlidir.

Burada iki soru karşımıza çıkmaktadır. Birincisi Evrim Teorisi’nin, insanlığın tek bir çiftten türemesi ile ilgili görüşünün ne olduğuna dairdir. İkincisi ise Kutsal Metinler’in tek bir çiftten türemeyi zaruri görüp görmemesiyle ilgilidir. Evrim Teorisi’ne inananlar, yüz binlerce canlı formunun tek bir tek-hücreli canlının evrimleşmesiyle oluştuğunu savunmaktadırlar. Bu inanca sahip olan kişilerin insanların tek bir çiftten türediklerine dair inancı reddetmesi çok garip olur. Buna rağmen insanların bir çiftten türemesinin Evrim Teorisi’ne aykırı olduğunu savunanlar olmuştur. Fakat hücrenin organellerinden mitekondri üzerinde yapılan araştırmalar, bütün insanların tek bir dişiden türediğini göstermiştir. Bu görüşün dayanağı mitekondrilerdeki DNA’ların incelenmesidir. Mitekondrinin DNA’sı, hücre çekirdeğindeki DNA’dan farklıdır ve her insana sadece annesinden geçmektedir. İncelemeler sonunda insanlarda 133 çeşit mitekondrial DNA tipi tespit edilmiştir ve bu tipler üzerindeki araştırmalar, insanların mitekondrilerinin tek bir mitekondrial DNA tipine sahip atadan türediğini göstermiştir.[182] Bu bulgu, insanların tek bir çiftten türediğine dair inancı daha da güçlendirmiştir. Bu bulguyu, Evrim Teorisi’ne inananlar da inanmayanlar da insanların tek bir çiftten türediğini göstermek için kullanmaktadırlar. Bu bulgu, modern genetiğin verileri açısından, tüm insanların tek bir çiftten türediği fikrine karşı çıkmaya gerek olmadığını, genetikteki verilerin -tartışmalar olmakla beraber- tek bir dişiden tüm insanların türediği fikriyle çelişmediğini gösterir.

Dinlerin Kutsal Metinleri’nin tek bir çiftten türemeye inanmayı gerektirip gerektirmediği ayrı bir konudur. Üç tek Tanrı’lı dindeki genel görüş, insanların tek bir çiftten (Adem ve Havva) türediği yönündedir. Fakat, “asli günah” kavramının olmadığı İslam dininde, Adem ve Havva’nın ilk insanlar olmadığına dair görüşü de savunanlar olmuştur. Bunu savunanlar Adem’in yeryüzüne halife atandığının söylendiğini, Kuran’dan, Adem’in tüm insanlığın biyolojik babası olduğunun temellendirilemeyeceğini savunmaktadırlar.[183] Bu görüşte olanlar, Kuran’da geçen “Benî-Adem” ifadelerine neseb bağı anlamı verilmemesi gerektiğini, “benî” ifadesinin onu takip eden, onun sünnetinde olan anlamlarını verdiğini, “Benî-İsrail” ifadesinin de Kuran’da geçtiğini, fakat Kuran’ın hitap ettiği Yahudilerin hepsinin Hz. Yakub’un oğulları olamayacağını söylemektedirler. Ayrıca Kuran’da Müslümanlara hitaben “babanız İbrahim”[184] (Ebikum-İbrahim) ifadesinin yer almasını görüşlerine delil olarak göstermektedirler.[185]

İbn Babveyh’in Kitabut-Tevhid isimli eserinde, Caferi Sadık’a atfen Adem’den önce insan benzeri canlılar olduğunu söyler. İmamiyye’den Camiul Ahbar yazarı ve Muhammed Bakır’a da benzer izahlar atfedilir.[186] Yahudilerin kaynaklarından Midraş’ta da Adem’den önce yarı insan-yarı maymun varlıkların olduğu söylenir.[187] Görüldüğü gibi tek Tanrı’lı dinlere inanan bazı kişiler, Adem’den önce insanlara maymunlardan daha çok benzeyen insanımsı yaratıklar olduğunu kabul etmekte inançları açısından bir sorun görmemişlerdir. Ama, ufak bir azınlığın dışında çoğunluk, tüm insanların genetik bağının tek bir çiftte, Adem ve eşinde birleştiğini kabul etmişlerdir.

İlk günah ile ilgili iddialardan, fosil biliminin verileriyle ve Evrim Teorisi ile en uzlaşmaz iddia, Adem ve eşinin ilk günahından sonra bütün hayvanların ölmeye başlamasıdır. Günümüzde Hristiyan’ların içindeki azınlık bir grup dışında bu iddiayı savunanın olmadığını söyleyebiliriz. Kuran’da bu anlamın verilebileceği hiçbir ifade yoktur. Kilise öğretisinde ise “asli günah” kavramı, Yahudi ve İslam öğretilerinden farklı bir şekilde önemlidir, İsa’nın insanların kurtuluşu için çarmıha gerilmesi gibi Hristiyan akaidi açısından en temel konular “asli günah” öğretisi ile birleştirilmektedir. Bu yüzden Hristiyan teolojisi için insanların tek bir çiftten (Adem ve Havva) türediği inancı, diğer iki tek Tanrı’lı dinden daha da özel bir yere sahiptir.

Kanaatimizce bütün canlıların tek bir tek-hücreliden oluştuğunu söyleyen Evrim Teorisi’nin, bütün insanların tek bir çiftten türediği iddiasına karşı çıkması için bir sebep yoktur. Genetikte mitekondriye dayalı incelemeler, tüm insanların tek bir dişiden türediğini gösterip, tek bir çiftten türemenin, bilimsel olarak daha kabul edilebilir bir argüman olduğunu ortaya koymuştur. Sonuç olarak, “asli günah” öğretisinin, hayvanların ölümünü bu günah ile başlatan görüşü modern bilimsel verilerle uzlaştırılamaz, fakat bu öğretinin tek bir çiftten türemeyi gerektirmesinin modern bilimsel verilerle veya Evrim Teorisi ile çelişkili olduğu da söylenemez.

İsa’nın kimliğinde tanrısal bir yön bulunmasının, “asli günah” öğretisi gibi, Hristiyanlığın diğer iki tek Tanrı’lı dinden farklı olarak Evrim Teorisi ile arasındaki özel sorun olduğu düşünülebilir. Uzun tartışmalardan sonra 451 yılındaki Kadıköy Konsili, İsa’da; hem tanrısal hem de insani (günaha eğilim dışında) doğanın karışmadan, değişmeden ve ayrılmadan bir arada olduğunu kabul etmiştir.[188] İsa’nın kimliği ile ilgili tartışmalar, İsa’dan sonraki ilk yüzyılların en tartışmalı konusu olmuştur. İsa’nın kimliği, üçleme ve Tanrı’nın tarifi gibi konular bir arada ele alınmıştır. Sonunda Tertullianus’un kullandığı dili Stoacılık’tan ve Roma yasasından alarak, Tanrı’nın üç ayrı kişiden oluşan (personae), tek bir cevher olduğuna (substantia) dair açıklaması hakim görüş oldu. İsa ve Kutsal Ruh’un, Tanrı’nın bölünmesiyle ortaya çıkmadığı, Güneş ışınlarının Güneş’in uzantısı olması gibi Tanrı’nın uzantıları olduğuna dair görüş hakim oldu. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un üç ayrı ilahi varlık olduğuna ve Tanrı’nın dışında İsa ile Kutsal Ruh’un ilahi yönleri olmadığına dair izahlar arka plana düştü.[189]

Günümüzde Uniteryanlık[190] gibi bazı mezhepler dışında Hristiyan mezheplerin büyük kısmı İsa’nın tanrısal doğasını kabul ederler. Fakat Newton gibi üçlemeyi reddetmesine rağmen gönülden Hristiyanlığa bağlı ünlü tarihsel figürler de olmuştur.[191] İsa’nın tanrısal doğası olduğunu kabul edenler, onun gerçek Tanrı olduğu kadar, gerçek insan da olduğunu kabul etmişlerdir.[192] Bu yüzden topraktan yaratılmış insanların, İsa’nın, Meryem vasıtasıyla soyu olması Hristiyanlıkta kabul edilmektedir. Tahminimizce insanların ve İsa’nın soyunun toprak olmasını, insanların (ve İsa’nın) onuruna aykırı görmeyenlerin, insanların soyunun ayrıca topraktan yaratılmış başka canlılarla -balıklar, sürüngenler, maymunlar- ilişkilendirilmesinde de bir sorun görmemeleri gerekir. Üç tek Tanrı’lı dinde, Allah’a karşı isyan edenler ve putperestler, hayvanlardan daha aşağı kabul edilir.[193] Tarih boyunca birçok insanın ailesinde putperest bulunmuş olabilir -İbrahim peygamberin babasının putperest olduğu Kuran ayetlerinde ifade edilir-[194]; tek Tanrı’lı dinler bunda bir sorun görmezler. O zaman tek Tanrı’lı dinlerin, insan soyunun hayvan ile bir bağı olduğuna dair Evrim Teorisi’nin iddiasını, bu iddianın insanlık onuruna veya İsa’nın onuruna yakışmadığı gerekçesiyle reddetmesinin bir temeli yoktur.

İnsanların aldığı gıdalar hayvansal veya bitkisel kökenlidir. Bu gıdaları yediğimiz zaman, aslında hayvanların ve bitkilerin vücudunu yemiş oluyoruz ve vücudumuzda, bu canlıların bedenlerinin parçaları olan protein gibi yapıtaşları değişerek bizlerin vücudunun birer parçası olmaktadırlar. İnsan vücudunu meydana getiren hücreler sürekli ölmekte ve yeni hücreler, yediğimiz besinlerin (hayvan ve bitkilerin) vücudumuzda hammadde vazifesi görmeleriyle oluşmaktadır. Sonuç olarak, her bir insanın vücudu, her an, hayvan ve bitki bedenlerinden oluşmaktadır. Etini yediğimiz bir tavuk, yediğimiz bir elma “biz” olmaktadır. Hiç kimse her an bedenimizin hayvan ve bitki bedenlerinden oluşmasını insan onuruna aykırı bulmamaktadır. İsa’nın insani doğası gereği yemek yediğini düşünürsek, aynı değişim süreci İsa’nın bedeni için de olmuştur ve bunu kimse İsa’nın onuruna aykırı bulmamıştır.

Bu yaklaşımımız, Evrim Teorisi’nin dinler açısından kabul edilmesi gerekli bir teori olduğu anlamını taşımaz. Biz burada sadece, insanlık onuru veya İsa’nın onuru gibi başlıklarla Evrim Teorisi’ne karşı çıkmak için bir neden olmadığını göstermeye çalıştık. İsa’nın tanrısal kimliğine dair iddialardan dolayı, Hristiyanlığın Evrim Teorisi ile ilişkisinde fazladan problemler yaşadığı düşünülebilir. Evrim Teorisi’nin, İsa’nın tanrısal doğası ile ilgili problemleri çoğalttığını düşünmüyoruz. Büyük Hristiyan mezhepler, İsa’nın insani kimliğini zaten kabul etmiştir. Gerçek insani kimlik ile gerçek tanrısal kimliğin bir arada olmasıyla ilgili sorunsallara büyük Hristiyan mezhepler, zaten sahiptir. Bu konunun Hristiyan mezheplerin en sorunlu konusu olduğu doğrudur, ama Evrim Teorisi’nin bu sorunları daha da arttırıp arttırmadığı ayrı bir konudur. Nitekim papaz olan birçok evrimci-Hristiyan mevcuttur, hatta en büyük Hristiyan mezhebi olan Katolikliğin lideri Papa da Evrim Teorisi ile Hristiyan inancının uzlaştırılabilineceğini söylemiştir.[195] Papa’nın, açıklamalarını uzman heyetiyle bir arada hazırladığı ve Katolikliğin sırf lideri değil aynı zamanda sözcüsü olduğu düşünülürse, bu açıklamanın önemi ortaya çıkar. Sonuç olarak “miras günah” ve “İsa’nın Kimliği” gibi başlıklar teist dinlerde yalnız Hıristiyanlığa ait sorunlardır. Birçok Hristiyan bunlardan kaynaklanan sorunları Evrim Teorisi açısından problem olarak görmemiş olmasına karşın, bu sorunların hiçbir şekilde Evrim Teorisiyle uzlaşamayacağını savunanlar da olmuştur.

3.7 DİNLER, EVRİM TEORİSİ VE AHLAK

Tek Tanrı’lı dinlerin en temel özelliği Tanrı merkezli ontolojileridir. Teist dinlerin varlığı değerlendirişi, Tanrı-alem ilişkisini kurması, kozmolojik kuramı ve de etik öğretisi hep bu ontoloji ile alakalıdır. Dinlerin etik ile ilgili yaklaşımında, bireylerin özgürlüğü hakkında tartışmalar[196], iyilik ve kötülüğün yahut güzellik ve çirkinliğin insanların fiillerin özünde mi yoksa sadece Tanrı’nın emrine bağlı olarak mı bulunduğuyla ilgili farklı yaklaşımlar[197] olmuştur. Dinin içinde, etik açıdan farklı yaklaşımlar bulunmakla beraber, dinin ahlaksal emirlerinin, ontolojinin merkezindeki Tanrı ile ilişkisi açısından bir ittifak olduğunu söyleyebiliriz. Ontolojinin merkezindeki Tanrı’da tüm güç toplanmıştır, bu gücün başkalarına dağıtılması şirktir ve teist dinler bunu kabul etmez. Tüm gücü elinde toplayan Tanrı’nın “ahlaki emri” kadar güçlü bir emir olamaz. Ne ebeveynin, ne devletin, ne de toplumun emirleri bu kadar güçlü değildir, çünkü bir buyruğu güçlü yapan o buyruğu verenin gücüdür. Tanrı’nın gücü yanında, Tanrı’dan ahlaki buyrukları alan insanın hayatını, bedenini kısaca her şeyini Tanrı’ya borçlu olmasının vereceği minnet duygusu, bu buyrukları daha da etkili kılar. Tanrı’nın hem dünyada, hem de ölümden sonraki yaşamda her türlü mükafat ve cezayı verebilecek olması ve ahlaki buyruklara uymanın mükafatı, uymamanın ise cezayı gerektiriyor olması, tek Tanrı’lı dinin inananlarını bu buyruklara uymaya iyice mecbur eder. Tanrı’nın her şeyi her an görüyor olması da, bu buyrukların mutlaka, kaçınılmaz olarak yerine getirilmelerini gerektirir.

Sayılan tüm bu nedenlerden dolayı, hiçbir sistemin ahlaki kuralları, tek Tanrı’lı dinlerin ahlaki buyrukları kadar güçlü değildir. Bütün bu nedenler ise Tanrı’nın varlığına bağlıdır. Tanrı’nın varlığını reddeden sistemler, doğal olarak tek Tanrı’lı dinlerin ontolojiye dayalı etik kurgusunu da reddederler. Tanrı’nın varlığına, kimileri ontolojik delille, kimileri şahsi tecrübeyle, kimileriyse bir delile ihtiyaç duymadan fideist bir yaklaşımla ulaşmışlardır. Fakat, Tanrı’nın varlığını rasyonel kanıtlama çabasında en önemli yerin teleolojik delillerin aldığı bilinmektedir. Teleolojik delillerin içinde ise, özellikle insanın kendi bedeninin ve en kolay şekilde gözlemlediği canlılar dünyasının çok özel bir yeri vardır. Evrim Teorisi’nin önemi işte tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Ateist-materyalist görüşü savunanlar, Tanrı kanıtlamalarının en önemli delili sayılan teleolojik delilin geçersizliğini gösterebilmek için Evrim Teorisi’ni kullanmaktadırlar. Teist-evrimciler bu bakış açısına karşı çıktıkları ve evrimi, Tanrı’nın canlıları yaratmadaki araçsal sebebi olarak gördükleri için ontolojilerini değiştirmediklerinden, etik sistemlerini değiştirmeleri için de bir sebep bulunmamaktadır. Ateist evrimcilerin en önemlilerinden Richard Dawkins’e göre ise, canlıları Tanrı’nın yarattığının rasyonel alternatifi ancak Darwin’den sonra ortaya konmuştur.[198] Ezelden beri varolan madde tesadüfen Dünya’yı ortaya çıkarmış, Dünya’nın içinde olan tesadüfi oluşumlar ve doğal seleksiyon sonucunda bütün canlılar ortaya çıkmıştır. Bu bakış açısına göre canlılar tasarımlı gibi gözükseler de esasen bir tasarım yoktur ve tasarımdan Tanrı’ya ulaşan bu kanıt geçersizdir ve Tanrı yoktur. Tanrısız materyalist ontolojinin, Tanrı merkezli ontolojinin yerini alması, bu ontolojinin gerektirdiği etik sisteminin iptalini de gerektirir.[199] Böyle olunca ateist-materyalist ontolojide, ahlaki buyrukların arkasındaki Güç de, her ahlaki eylemin böylesi bir Güç tarafından bilinmesi de, ahlaki eylemleri takip eden ölüm sonrası bir mükafat ve ceza sistemi de yoktur.

Saydığımız tüm bu sebeplerden dolayı Evrim Teorisi’nin ahlak açısından asıl önemi, bu teoriye bina edilmeye çalışılan doğalcı etik öğretilerinden çok, ateist-evrimci yaklaşımın dinlerin ahlak öğretilerine son vermede kullanılmaya çalışılmasıdır. Daha önce Sosyal Darwinizm’i işlerken gördüğümüz gibi doğadan ahlak reçeteleri çıkarmaya çalışan Sosyal Darwinizm’in kurucusu Herbert Spencer, Darwin’in en yakın arkadaşı olan ve fikirlerinin gelişiminde katkısı olan Huxley tarafından eleştirilmiştir. Huxley, Spencer’ın, Stoacı’lığın kötü bir uygulamasını gerçekleştirdiğini, doğayı takip etmemizin yanlış, doğaya karşı gelmemizin doğru olduğunu söyler.[200] Moore, Evrim Teorisi’nden de, herhangi bir biyolojik teoriden de ahlaki sonuçlar çıkarılamayacağını savunur; biyoloji gibi bilimler olgular ile ilgilidir. Etik ise normatiftir, bu yüzden etik ile doğal bilimler arasında bir bağlantı kuramaz.[201] Bu yaklaşım, David Hume’un , olandan (is) olması gerekene (ought) yükselmenin yanlış olacağına dair hatırlatmasının bir tekrarıdır.[202] Olandan olması gereklinin bu üretimi felsefede doğalcı yanlış (natural fallacy) olarak bilinir ve Evrim Teorisi’nden etik bir sistem üretmeye çalışan herkes bu eleştiri ile karşılaşacaktır.[203]

Evrim Teorisi’nden ahlak alanına geçmeye çalışmanın ağır bedelleri olmuştur. Buna verilen en çarpıcı örnek, bu teorinin en önemli simalarından Haeckel aracılığıyla Evrim Teorisi’nin Almanya’da öğretilmesi ve bu teoriden çıkarılan ahlaksal sonuçların Hitler’i etkilemesidir. Haeckel’in kitapları Almanya’da yüz binler ile ifade edilen rakamlarda satışa ulaşıp, yirmi beş dile çevrilmişti. Daha önce değindiğimiz gibi Darwin, hayvan yetiştiricilerinin yapay seleksiyonla türleri ıslah edişlerine atıflar yapmış ve doğal seleksiyonun etkilerine dair inancını da buradan çıkarsamıştı. Haeckel, Avustralya yerlileri gibi ırkların, maymunlar ve köpekler gibi canlı türlerine, medeni Avrupalılar’dan daha yakın olduklarını söylemiştir. Ayrıca Darwin’in yapay seleksiyon ile ilgili anlattıklarının insanlara da uygulanabileceğini, eski çağlarda Sparton’ların zayıf ve hasta çocuklarını öldürerek güçlü bir ırk oluşturduklarını övgü ile anlatmıştır. Wilhelm Bölsche, Haeckel’in fikirleriyle Hitler’i tanıştırdı ve Nazilerin 200.000 vatandaşını sadece zihinsel özürlü oldukları için öldürmelerinde bu fikirler etkili oldu.[204] Hitler, doğanın kanununa saygı gösterilmezse, kendilerinin güçlü olmalarından doğan haklarını kullanamazlarsa, vahşi hayvanların bir gün kendilerini, böceklerin vahşi hayvanları ve mikropların ise böcekleri yiyip Dünya’ya egemen olacaklarını söylemiştir. Darwinizm’den aldığı terminolojiyi kullanarak, seleksiyon kanununun en güçlünün hayatta kalmasını sağlayarak, kavgalarını meşrulaştırdığını ve Hristiyanlığın, doğa kanununa karşı geldiğini iddia etmiştir.[205]

Tarihin en kanlı savaşının baş sorumlusu olarak kabul edilen kişinin insan ırkının ıslahı (eugenic) adına yaptığını iddia ettiği katliamlarda, Darwinci Evrim Teorisi’nden ilham almış olması gibi örnekler, Evrim Teorisi’nden etik bir sistem çıkarmaya yönelik istekleri olumsuz etkilemiştir. Evrim Teorisi’nden etik bir öğreti çıkarılmaması gerektiğini, Evrim Teorisi’ne inananların, bu teoriye karşı çıkanlardan birçok zaman daha şiddetli savundukları söylenebilir. Evrim Teorisi’nin ahlak alanında verdiği olumsuz sonuçların bu teoriye karşı cephe alınmasına sebep olabileceğine dair çekince, bu teorinin birçok önemli savunucusunu, söz konusu teoriden ahlaki sonuçlar çıkarmaya kalkanları eleştirmeye yönelten önemli faktörlerden biri olmuştur. Richard Dawkins’in doğayı kör, tasarımsız, iyilik ve kötülüğün olmadığı bir yer olarak tanımlaması ve böyle bir doğanın bizim tüm eylemlerimize karşı kayıtsız, umursamaz olduğunu söylemesi, ateist-evrimci yaklaşımı en iyi ifade eden tanımlar olarak kabul edilebilir.[206] Kuralcı bir etik sistemi oluşturmaya dair elbette çabalar olabilir ve böylece bir sistem oluşturulabilir. Fakat bu sisteme, materyalist bir ontoloji kabul edildiği taktirde temel bulunmasında önemli zorluklar ortaya çıkar. Normları olan ama temelleri gösterilmeyen bu sistemin “etik septisizmden” kurtulması mümkün değildir.[207] Mackie’nin de belirttiği gibi ahlak, insanların nesnel temelleri olduğuna inanması durumunda işler. Tesadüfen oluştuğu iddia edilen bir canlının, her şeyi ile beraber ahlaki değerleri de tesadüfen oluşmuş olacağı için, doğa da şuursuz ve ahlaka karşı umursamaz olacağı için, bu ontolojiden nesnel ve evrensel ahlak kuralları çıkamaz, ancak nesnel temeli olmayan toplumun iyiliği için bir takım normlar konabilir.

Özetlemek gerekirse ateist-evrimci yaklaşım materyalist bir ontolojiyi savunacağı için bu ontolojiden nesnel temelleri olan bir ahlak sistemi üretilemez. Çünkü bu ontolojinin tek cevheri olan madde iyi ve kötü gibi ahlaki kavramlara karşı umursamazdır. Evrim Teorisi’nden doğayı taklit etmemiz gerektiğine dair Spencercı veya Haeckelci çıkarsamalar insanlık adına çok büyük yıkımlara sebep olmuşlardır ve Evrim Teorisi’ni savunanların birçoğu da “doğalcı yanlış” dedikleri bu tip çıkarsamalara karşı çıkmaktadırlar. Huxley gibi ünlü evrimciler, erdemi doğayı taklitte değil, doğaya karşı çıkmakta bulmamız gerektiğini söyleyip, aynı teoriden tam zıt bir etik sistem arama yoluna gidilebilineceğini göstermeye çalışmıştır. Teist evrimciler, Tanrı merkezli ontolojilerini Evrim Teorisi’ne inanmakla değiştirmedikleri için, Evrim Teorisi’ne inançlarının etik görüşleri açısından bir değişiklik yapmasına gerek yoktur. Sonuç olarak Evrim Teorisi’nden nensel bir etik sistem çıkarsamak mümkün değildir. Bu teorinin etik sistemler açısından önemli sonucu, ateist-evrimcilerin bu teoriyi kullanarak teist ontolojiyi ve teizmin bu ontolojiye dayalı etik sistemini yıkmaya çalışmalarıdır. (Doç. Caner Taslaman)

[1] Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, Harper Collins, New York, (2000), s. 99-100; Türkçe Tercümesi İçin Bakınız: Ian G. Barbour, Bilim ve Din, Çev: Nebi Mehdi-Mübariz Camal, İnsan Yayınları İstanbul 2004.

[2] Francis Darwin, Charles Darwin Yaşamı ve Mektupları, s. 83

[3] Karl Marx, Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri, çev: Hüseyin Demirhan, Sol Yayınları, Ankara (2000), s. 9-76.

[4] Karl Marx, Friedrich Engels, Din Üzerine, çev: Kaya Güvenç, Sol Yayınları, Ankara (2002), s. 127,151,175,233.

[5] Micheal Ruse, Can A Darwinian Be A Christian, s. 174-175.

[6] Aydın Topaloğlu, Ateizm ve Eleştirisi, 3. Baskı, Diyenet İşleri Başkanlığı Yayınları, (2002), s. 139-147.

[7] Friedrich Nietzsche, Güç İstenci, çev: Sedat Umran, Birey Yayınları, İstanbul (2002), s. 337-339.

[8] Friedrich Nietzsche, Deccal, çev: Oruç Aruoba, Hil Yayınları, İstanbul (2001), s. 25; Friedrich Nietzsche, Güç İstenci, s. 338.

[9] Richard Dawkins, The Selfish Gene, Oxford University Press, Oxford (1989), s. 1.

[10] Richard Dawkins, Kör Saatçi, s. 7-9.

[11] Richard Dawkins, Climbing Mount Improboble, W. W. Norton, New York (1997), s. 198.

[12] Michael Ruse, The Darwinian Revolution: Science Red in Tooth and Claw, s. 180-183.

[13] Richard Milner, Charles Darwin Bir Doğa Bilimcinin Evrimi, s. 163.

[14] Theilhard de Chardin, The Phenomenon of Man, çev: Bernard Wall, Harper Colophon Books, New York (1975), s. 291-310.

[15] Mevlüt Albayrak, Tanrı-Alem İlişkisi Ve Kötülük Problemi, s. 135-151.

[16] Richard Swinburne, The Existence of God, Clarendon Press, Oxford (1991), s. 173; Richard Swinburne, The Evolution of The Soul, Oxford Press, Oxford (1997), s. 1-20.

[17] Theodosius Dobzhansky, Nothing In The Biology Makes Sense Except In The Light of Evolution, s. 261-262.

[18] Erik Nordenskiöld, The History of Biology, s. 446.

[19] Karl Popper, Darwinism As A Metaphysical Research Program, (ed: Michael Rose, ‘But Is It Science’ içinde), Prometheus Books, New York (1996), s. 144-147.

[20] Karl Popper, Darwinism As A Metaphysical Research Program, s. 147-148.

[21] Duane T. Gish, Creation, Evolution And The Historical Evidence, (‘The American Biology Teacher’ içinde) Mart, 1973, s. 272-273.

[22] Henry M. Morris, Scientific Creationism, s. 5.

[23] Ronald L. Numbers, Creationism In 20th Century America, (‘Science 218 November’ içinde) (1982). s. 544.

[24] Mark Hartwig, Challenging Darwin’s Myths, (‘Darwinism Under The Microscope’ içinde, ed: James P. Gills ve Tom Woodward) Charisma House, Florida (2002), s. 23-33; J. P. Moreland, Theistic Science And Methodolical Naturalism, (‘The Creation Hypothesis’ içinde) Inter Varsity Press, Illionis (1993). s. 41-65.

[25] Henry M. Morris, Scientific Creationism, s. 13.

[26] George Ayoub, On The Design of The Vertebrate Retina, (ed: James P.Gills, Tom Woodward, ‘Darwinism Under The Microscope’ içinde) Charisma House, Florida (2002), s. 151-159.

[27] Necip Taylan, Mantık Tarihçesi Problemleri, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul (1996), s. 118.

[28] Richard Dawkins, Universal Darwinism, ( ed: D. S. Bendall, ‘Evolution Molecules to Men’ içinde) Cambridge University Press, Cambridge (1983), s. 404.

[29] John Paul II, The Pope’s Message On Evolution, (‘Quarterly Review of Biology 72’ Journal, içinde), s. 377-383.

[30] John Paul II, The Pope’s Message On Evolution, s. 383.

[31] Stephen Jay Gould, Darwin Ve Sonrası, çev: Ceyhan Temürcü, Tübitak, Ankara (2000), s. 38.

[32] Osman Cilacı, Günümüzün Dünya Dinleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara (1995), s. 84.

[33] Karl Popper, Tarihsiciliğin Sefaleti, çev: Sabri Orman, İnsan Yayınları, İstanbul (2000), s. 113.

[34] Karl Popper, Darwinism As A Metaphisical Research Program, s. 147-148.

[35] Henry M. Morris, Scientific Creationism, s. 6-7.

[36] İlyas Çelebi, İslam İnanç Sisteminde Akılcılık Ve Kadı Abdulcebbar, Rağbet Yayınları, İstanbul (2002), s. 316.

[37] Merriam Webster’s Collegiate Dictionary, Merriam Webstor Massachusetts (1993), s. 742.

[38] Rene Descartes, Metod Üzerine Konuşma, s. 44.

[39] Spinoza, Tractatus Theologico Politicus, çev: S. Shirley-Leiden Brill, London (1989), s. 126; Aktaran: William A. Dembski, Intelligent Design, s. 53.

[40] William A. Dembski, Intelligent Design, s. 55.

[41] Friedrich Schleiermacher, The Christian Faith, ed: H.R. Mackintosh ve J.S. Stewart, T. Clark, Edinburg (1989), s. 181-182 ; Aktaran: William A. Dembski, Intelligent Design, s. 57.

[42] William A. Dembski, Intelligent Design, s. 58.

[43] Tevrat, Çıkış 14-21, Kur’an-ı Kerim, Şuara Suresi, 26/63.

[44] G. W. Leibniz, Monadoloji, çev: Suat Kemal Yetkin, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul (1997), s. 9-11

[45] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, çev: Gülen Aktaş, Say Yayınları, İstanbul (2001), s. 26-28. ; 57-59.

[46] Josph Silk, Evrenin Kısa Tarihi, çev: Murat Alev, Tübitak, Ankara (2000), s. 1.

[47] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, s. 20-22. ve 60-62.

[48] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, s. 46-50 ve 109-114.

[49] Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, s. 160

[50] Karl Barth, Church Dogmaties 3, Clark, Edinburgh (1958), s. 148; Aktaran: Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, s. 160

[51] Richard Swinburne, The Existence Of God, s. 230.

[52] Ilya Prigogine, Keskinliklerin Sonu, çev: İbrahim Şener, İzdüşüm Yayınları, İstanbul (2004), s. 11.

[53] Jeremy Rıfkin -Ted Howard, Entropi, çev: Hakan Okay, İz Yayıncılık, İstanbul (1997), s. 39-64; Ilya Prigogine -Isabelle Stengers, Kaostan Düzene, çev: Senai Demirci, İz Yayıncılık, İstanbul (1998), s. 279-286.

[54] Werner Heisenberg, Einstein’la Yüzleşmek, çev: Kemal Budak, Gelenek Yayıncılık, İstanbul (2003), s. 33-36.

[55] John D. Barrow, Olanaksızlık, çev: Nermin Arık, Sabancı Üniversitesi, İstanbul (2002), s. 71-72.

[56] Gazzali, Filozofların Tutarsızlığı, çev: Bekir Karlığa, Çağrı Yayınları, İstanbul (1981), 17. Mesele.

[57] David Hume, An Enquiry Concerning Human Understanding, Open Court, London (1958), 10.bölüm.

[58] Pollard, William, Chance and Providence, Scribner, New York (1958), Aktaran: Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, s. 86

[59] Ian Percival, Chaos: A Science For The Real World, (ed: Nina Hall, ‘Explorin Chaos’ içinde), W. W. Norton and Company, New York (1994), s. 11-21.

[60] Eski Ahit, Mezmurlar, 147, 8-9.

[61] İncil, Matta, 5, 45.

[62] Kur’an-ı Kerim, Vakıa Suresi, 56/63-65.

[63] İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, çev: Kemal Işık – Mehmet Dağ, Kırkambar Yayınları, İstanbul (1998), s. 24-30; Hüseyin Sarıoğlu, İbn Rüşd Felsefesi, Klasik, İstanbul, (2003), s. 112.

[64] John D. Barrow, Frank J. Tipler, The Anthropic Cosmological Principle, s. 60.

[65] Philip Kitcher, Abusing Science The Case Against Creationism, MIT Press, Cambridge, (1982), s. 41.

[66] Pattle P.T. Pun, Evolution: Nature And Scripture in Conflicts. Zondervan, Grand Rapids (1982), s. 52.; Mustafa Mlivo, Quran Ispred Nauke I Civilizacije, Medzliz Islamske Zajednice, Bugojno, Sarajevo (2001), s. 110.

[67] Bertrand Russell, Bilim ve Din, s. 35.

[68] Tevrat, Tekvin, Bap 1, 31.

[69] Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi, 25/59.

[70] R. Laird Harris ve diğerleri, Theological Wordbook of The Old Testament, Volume 2, Moody Press, Chicago (1980), s. 672-673; Aktaran: Hugh Ross, The Fingerprint of God, Whitaker House, 2. Baskı, New Kensington (1989), s. 146-147.

[71] Gerald L. Schroeder, Genesis And The Big Bang, Bantom Books, New York (1990), s. 21.

[72] Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, çev: Estreya Seval Veli, Gözlem Yayın, İstanbul (2003), s. 165.

[73] Tevrat, Tekvin, Bap 1,16-19.

[74] David Sterchi, Does Genesis I Provide A Chronological Sequence, (‘Journal of The Evengelical Theological Society 39’ içinde) (1996), s. 429-536; Aktaran: Vern s. Poythress, Response to Paul Nelson and John Mark Reynolds, s. 93.

[75] Robert C. Newman, Progressive Creationism, s. 105-152.

[76] Paul Nelson ve John Mark Reynolds, Young Earth Creationism, (ed: J. P. Moreland ve John Mork Reynolds ‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan, Publishing House, Michigan (1999), s. 41-75.

[77] Jonathan Sarfeti, Refuting Evolution, 10. Baskı, Master Books, Green Forest (2000), s. 112-114.

[78] Henry M. Morris, Scientific Creationism, s. 131-160.

[79] Henry M. Morris, Scientific Creationism, s. 101.

[80] Charles Darwin, Voyage Of The Beegle, s. 404-405.

[81] Howard J. Van Till, The Fully Gifted Creation, (ed: J. P. Moreland ve John Mark Reynolds, ‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan, Publishing House, Michigan (1999), s. 161-225.

[82] Robert C. Newman, Progressive Creationism, (ed: J. P. Moreland ve John Mork Reynolds ‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan, Publishing House, Michigan (1999), s. 155.

[83] Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kuran, çev: Mehmet Ali Sönmez, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara (1998), s. 214-216 ; Şakir Kocabaş, Kuran’da Yaratılış, Pınar Yayınları, İstanbul (2004), s. 92.

[84] Kuran Araştırmaları Gurubu, Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize, 7. Baskı, İstanbul Yayınevi, İstanbul (2004), s. 73-76.

[85] Kur’an-ı Kerim, Secde Suresi, 32/5.

[86] Kur’an-ı Kerim, Mearic Suresi, 70/4.

[87] Mezmurlar Hz. Davud’a verilen kitabı ifade eder ve Tanrı’ya övgü, şükran, nedamet gibi duyguları dile getiren ilahileri içerir; Thomas Michel, Hristiyan Tanrı Bilimine Giriş, Ohen Basımevi, İstanbul (1992), s. 28.

[88] Eski Ahit, Mezmurlar, 90-4.

[89] Gerald L. Schroeder, Genesis And The Big Bang, s. 50-54 ; Kuran Araştırmaları Gurubu, Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize, s. 73.

[90] William B. Drees, Beyond The Big Bang, Open Court Publishing, Illionis (1993), s. 219. ; Ralph A. Alpher, Robert Herman, Genesis Of The Big Bang, Oxford University Press, New York (2000). s. 18-19.

[91] Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, s. 30-84.

[92] J. P. Moreland ve John Mark Reynolds, Three Views On Creation And Evolution, Zondervan, Publishing House, Michigan (1999), s. 32.

[93] Tevrat, Tekvin, Bap 6, 13-20.

[94] Henry M. Morris, Scientific Creationism, 22.Baskı, Master Books, Green Forest, (2001), s. 235-255.

[95] Walter L. Bradley, Response To Paul Nelson And John Mark Reynolds, (‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan Publishing House, Michigan (1999), s. 78.

[96] John Jeferson Davis, Response To Paul Nelson And John Mark Reynolds, (‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan Publishing House, Michigan (1999), s. 83.

[97] Tevrat, Tekvin, Bap 41, 57.

[98] John Jeferson Davis, Response To Paul Nelson And John Mark Reynolds, s. 84.

[99] Vern S. Poythress, Response To Paul Nelson And John Mark Reynolds, (‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan Publishing House, Michigan (1999), s. 92.

[100] Rav Yitshak Haleva ve diğerleri, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, Gözlem Yayınevi, İstanbul (2002), s. 41.

[101] Howard J. Van Till, The Fully Gifted Creation, s. 207.

[102] Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kuran, s. 24-25.

[103] Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kuran, s. 38-41 ve 331-333.

[104] İsmail Taşpınar, Duvarın Öteki Yüzü, Gelenek Yayıncılık, İstanbul (2003), s. 154 -158.

[105] Zeki Özcan, Teolojik Hermenötik, 2. Baskı, Alfa Yayınları, İstanbul, 2000, s. 123.

[106] Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi, 25/37-39.

[107] Maurice Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kuran, s. 334-335.

[108] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Din Kuran Dili, Cilt 8, sadeleştiren: İsmail Karaçam ve diğerleri, Zehraveyn, İstanbul, s. 348.

[109] Ernst Mayr, The Growth Of Biological Thought, s. 318.

[110] Eski Ahit, Mezmurlar, 104, 14.

[111] Eski Ahit, İşaya, 10, 15.

[112] Kur’an-ı Kerim, Nahl Suresi, 16/65-66.

[113] Robert C. Newman, Progressive Creationism, s. 156-157.

[114] Kur’an-ı Kerim, Nuh Suresi, 71/14.

[115] Kur’an-ı Kerim, Nuh Suresi, 71/17.

[116] Kur’an-ı Kerim, Enbiya Suresi, 21/30.

[117] Kur’an-ı Kerim, Muminun Suresi, 23/12-14. ; Hac Suresi, 22/5.

[118] Kur’an-ı Kerim, Araf Suresi, 7/57. ; Casiye Suresi, 45/5. ; Hadid Suresi 57/17. ve Hac Suresi, 22/5.

[119] Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi, 25/54.

[120] Kur’an-ı Kerim, Rum Suresi, 30/20.

[121] Kur’an-ı Kerim, Muminun Suresi, 23/12.

[122] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 2/65-66.

[123] Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi, 5/60.

[124] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, 1.cilt, s. 317.

[125] Kur’an-ı Kerim, Enam Suresi, 6/145.

[126] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara (2000), s. 154.

[127] Tevrat, Tekvin, 2, 7-8.

[128] Tevrat, Tekvin, 2, 21-22.

[129] Rav Yitshak Haleva ve diğerleri, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, s. 15.

[130] Kenneth R. Miller, Finding Darwin’s God, s. 256.

[131] Vern S. Poythress, Response To Howard J. Van Till, (‘Three Views On Creation And Evolution’ içinde) Zondervan Publishing House, Michigan (1999), s. 236.

[132] Rav Yitshak Haleva ve diğerleri, Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara, s. 18.

[133] Vern S. Poythress, Response To Howard J. Van Till, s. 237.

[134] Kenneth R. Miller, Finding Darwin’s God, s. 257.

[135] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 30-31.

[136] Süleyman Ateş, Kuran Ansiklopedisi, 1.Cilt, Kuran Bilimleri Araştırma Vakfı, İstanbul (1997), s. 129-131.

[137] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 2/36.

[138] İsmail Yakıt, Kuran’ı Anlamak, Ötüken Neşriyat, İstanbul (2003), s. 84-85.

[139] Mehmed Bayrakdar, İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, s. 146.

[140] Kur’an-ı Kerim, Nisa Suresi, 4/1.

[141] Kur’an-ı Kerim, Araf Suresi, 7/189.

[142] Kur’an-ı Kerim, Enam Suresi 6/98. ; Kur’an-ı Kerim, Zümer Suresi 39/6.

[143] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s. 78-79.

[144] Kur’an-ı Kerim, Rum Suresi, 30/21 ; Nahl Suresi 16/72 ; Şura Suresi 42/11.

[145] Kur’an-ı Kerim, Ali İmran Suresi, 3/164.

[146] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s. 43-49.

[147] Descartes, Meditasyonlar, s. 159.

[148] J. Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, çev: Muhittin Macit, Litera Yayıncılık, İstanbul (2004), s. 13-33.

[149] Tevrat, Tekvin, 2, 7.

[150] Kur’an-ı Kerim, Hicr Suresi, 15/28-29.

[151] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 2/125.

[152] Kur’an-ı Kerim, İbrahim Suresi, 14/31.

[153] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s. 49-50.

[154] Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, s. 207.

[155] Kur’an-ı Kerim, Ali İmran Suresi, 3/59.

[156] Kur’an-ı Kerim, Araf Suresi 7/54.; Hud Suresi, 11/7. ; Yunus Suresi ,10/3. ; Furkan Suresi , 25/59. ; Secde Suresi, 32/4 ; Hadid Suresi, 57/4.

[157] Kur’an-ı Kerim, Yasin Suresi, 36/81-82.

[158] Kur’an-ı Kerim, Enam Suresi, 6/73.

[159] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, 26-28 ve 57-59.

[160] Albert Einstein, İzafiyet Teorisi, 46-50 ve 109-114.

[161] Joseph Silk, Evrenin Kısa Tarihi, s. 1.

[162] Kur’an-ı Kerim, Ali İmran Suresi, 3/47.

[163] Ronald L. Numbers, The Creationists, s. 541.

[164] Kur’an-ı Kerim, Meryem Suresi, 19/9.

[165] Tevrat, Tekvin, 3, 3-5.

[166] Tevrat, Tekvin, 3, 17-19.

[167] Tevrat, Tekvin, 3, 22-24.

[168] Yeni Ahit, Romalılar, 5, 12.

[169] Yeni Ahit, Romalılar, 5, 17-19.

[170] P. Luigi Ianitto ve diğerleri, Hristiyan İnancı, çev: Leyla Alberti, Sent Antuan Kilisesi, İstanbul (1994), s. 63-64.

[171] P. Luigi Ianitto ve diğerleri, Hristiyan İnancı , s. 104.

[172] Christian W. Troll, Müslümanlar Soruyor Hristiyanlar Yanıtlıyor, çev: Robert Kaya, Sent Antuan Kilisesi, İstanbul (1992), s. 28-29.

[173] Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, s. 61.

[174] Tevrat, Tesniye, 24,16. ; Eski Ahit, Hezekiel, 18, 20.

[175] Kur’an-ı Kerim, Taha Suresi, 20/121-122.

[176] Paul Nelson ve John Mark Reynolds, Young Earth Creationism, s. 41-73.

[177] Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları I, Yedinci Baskı, Meteksan, Ankara (1995), s. 636.

[178] Robert C. Newman, Progressive Creationism, s. 111.

[179] Tevrat, Tekvin, 2, 17.

[180] John Jefferson Davis, Response To Paul Nelson And John Mark Reynolds, s. 83.

[181] Kur’an-ı Kerim, Nisa Suresi, 4/157’de İsa’nın çarmıha gerilmediği söylenir. Yahudilik ve İslam, İsa vasıtasıyla kurtuluşa dair Hristiyan teolojisinin görüşünü reddederler.

[182] Rebecca L. Cann, Mark Stoneking ve Allan C. Wilson, Mitochondrial DNA and Human Evolution, ‘Nature’ dergisinde, vol: 325, (1987), s. 31-36.

[183] İsmail Yakıt, Kuran’ı Anlamak, s. 68-69.

[184] Kur’an-ı Kerim, Hac Suresi, 22/78.

[185] İsmail Yakıt, Kuran’ı Anlamak, s. 70.

[186] Süleyman Ateş, Kuran Ansiklopedisi 1, s. 123.

[187] Rabi Benjamin Blech, Nedenleri ve Niçinleriyle Yahudilik, s. 266.

[188] Christian W. Troll, Müslümanlar Soruyor Hristiyanlar Yanıtlıyor, s. 22.

[189] David F. Wright, İlk Hristiyanlar Neye İnanıyordu, çev: Sibel Sel-Levent Kınran, (ed: Ronald Albinet ve diğerleri, ‘Hristiyanlık Tarihi’ içinde) İstanbul (2004). s. 115-117.

[190] Ian Sellers, Uniteryanlar, (ed: Ronald Albinet ve diğerleri, ‘Hristiyanlığın Tarihi’ içinde), İstanbul (2004), s. 506-508.

[191] Karen Armstrong, The Battle For God, Ballentine Books, New York (2001), s. 69.

[192] P. Luigi Ianitto ve diğerleri, Hristiyan İnancı , s. 31.

[193] Kur’an-ı Kerim, Furkan Suresi, 25/44.

[194] Kur’an-ı Kerim, Enam Suresi, 6/74.

[195] John Paul II, The Pope’s Message On Evolution, s. 377-383.

[196] Hüsameddin Erdem, Ahlak Felsefesi, 2.Baskı, Hü-Er Yayınları, Konya (2002), s. 78-82.

[197] Kasım Turhan, Kelam Ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, 2. Baskı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul (2003), s. 43.

[198] Richard Dawkins, Kör Saatçi, s. 4 ; Richard Dawkins, The Selfish Gene, s. 1.

[199] John Dewey, Influence Of Darwin On Philosophy And Other Essays, Henry Holt And Company, New York (1910), s. 10-11.

[200] Thomas Henry Huxley, Evolution And Ethics, s. 299-300.

[201] Suzanne Cunningham, Philosophy And The Darwinian Legacy, University of Rochester Press, New York (1996), 33-34.

[202] David Hume, A Treatise of Human Nature, s. 87.

[203] Antony Flew, Darwinian Evolution, 2. Baskı, Transaction Publishers, New Brunswick (1996), s. 124-125.

[204] Benjamin Wiker, Moral Darwinism, Intervarsity Press, Illinois (2002), s. 260-263.

[205] Antony Flew, Darwinian Evolution, s. 124-125.

[206] Richard Dawkins, Cennetten Akan Irmak, s. 131.

[207] Michael Ruse, Evrimci Etiğin Savunusu, çev: Nermin Acar (ed: Jean Pierre Changeux, ‘Etiğin Doğal Temelleri’ içinde) Doruk Yayıncılık, Ankara (2002), s. 55.

http://www.canertaslaman.com/kitap/3.htm

posted in YARATILIS | 0 Comments

3rd Mart 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“KUR’AN’DA HZ. ADEM*

Adem kelime olarak sâmî dillerine mensup bir kelimedir. İbranca “âdâmâh” sözü “ekili alan” demektir ve kök olarak “âdem” “kızarmak” mastarından gelmektedir. Verimli toprağın renginin kızıl olmasına yapılan bir analojiyle “kızıl toprak” anlamındadır. Nitekim Arapça’da da “toprak ve yeryüzü” anlamına gelmektedir. İsim olarak, semavî dinlere mensup topluluklar tarafından ilk insan ve ilk peygamber olduğuna inanılan ve künyesi “ebu’l-beşer” (insanlığın atası) olan bir şahsiyetin adıdır ki buna da Hz. Adem denmektedir.

Hz. Adem hakkında yanlış inançlar ve efsaneler oldukça çoktur. Özellikle: Allah’ın yeryüzüne toprak almak için, sırasıyla Cebrail, Mikail ve İsrafil adındaki büyük melekleri gönderdiği ve onların istenen toprağı getiremeyip sonra Ölüm meleğini gönderdiği onun her çeşit topraktan birer avuç getirdiği ve Allah’ın bu toprakları çamur yaparak 80 yıl şekilsiz bıraktığı, güneşte kuruttuğu ve sonra şekil vererek 120 yıl daha ruhsuz bırakarak bilâhere ruh verdiği ve böylece canlanıp ilk insanın meydana geldiği ve adının Adem olduğu, eşi Havva’nın onun kaburga kemiğinden yaratıldığı, Cennet’te zina ettikleri, yılan hikayesi, başka bir gezegenden yeryüzüne düştükleri, Adem’in Serendib adasına, Havva’nın Hicaz’a düştüğü vs. hususundaki söylentilerin İslâmî hiçbir mesnedi yoktur. Bu hususta bu rivayetleri haklı çıkaracak ne bir ayet ve ne de sahih bir hadis mevcuttur. Bu rivayet ve efsanelerin kaynağını Yahudi, Süryani ve diğer hristiyan menşe’li kaynaklar oluşturmaktadır. Muharref Tevrat’ın “Hilkat” bahsinin Yahudi ve Süryaniler tarafından yapılmış yorumlar zamanla İslâm toplumuna girmiş ve yapılan tefsir ve kısas-ı enbiya ile ilgili kitaplarda yer alan “isrâiliyat” denen menkabeleri vücûda getirmiştir.

Yaratma mı, halife tayini mi?

Kur’ân’da insanın yaratılışı ile Hz. Adem’in “Allah’ın halîfesi” olması meselesi ayrı ayrı konuları içermektedir. Kur’ân “Biz insanı çamurdan yarattık” (Hicr, XV/26) ayetiyle hem Hz. Adem’in hem de bugünkü insanın maddi varlığının orjininin toprak olduğunu belirtmektedir. Bu açıdan bakıldığında “Adem” kelimesi ile “İnsan” kelimesi Kur’ân’da sinonim bir görünüm arz etmektedir, bu husus daha ziyade “Allah’ın halîfesi” kavramında gerçekleşmektedir. Bu itibarla Kur’ân Adem’in bütün insanlığın ilk biyolojik babası olduğu konusu üzerinde hiç durmaz. Adem’in halifeliği konusu, onun şahsında bütün insanlığın halifeliği ve diğer yaratıklara mümtaz kılınması konusudur.

 (Bakara, II/30) “Hani Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife tayin etmekteyim” dediğinde onlar da: “Orada fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olanı mı tayin ediyorsun? Halbuki biz Seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” dediklerinde Allah da “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.”

 (Sa’d, 38/71) “Hani Rabbin meleklere: “Ben çamurdan bir beşer yaratmaktayım. ” dedi.”

Bu durumun farkında olmayan hemen hemen her müfessir veya mütercim (Bakara, II/30)’da Hz. Adem’in insanın biyolojik babası olduğundan bahsedildiğini düşünerek kontekse aykırı şöyle tercüme etmektedirler:

“Hatırla o vakte kim Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım” demişti. Melekler de “Orada kan dökecek fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz’” dediler. Allah ta “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.”

Öncelikle bu ayette yaratma söz konusu değildir. Zira fiil olarak “ce’ale halifeten” “bir halîfe tayin etmek” demektir. Yaratma çoktan bitmiş beşeriyet yeryüzünde faaliyet icra ediyor, artık halifelik tayininden bahsedilmektedir. Halbuki Hz. Adem’i insanlığın biyolojik babası sayanlar, bu ön yargı ile ayete yaratma manası vermektedirler. Aynı nedenle bu olayı, Cenab-ı Hakk’ın gelecekte yapacağı bir iş olarak anlamışlardır. Halbuki “câilun fi’l-ardı halifeten” “halîfeyi tayin etmekte olan” ya da “tayin eden” demektir.

Yeryüzünde bu ayetin insanın yaratılışı ile ilgili olduğunu zannedenler, meleklerin sözlerine de yukarıda görüldüğü gibi istikbal manası vermişlerdir. Kaldı ki bu ayette yedi adet muzari fiil (şimdiki ve geniş zaman kipi) ile yine şimdiki zaman anlamında bir adet ism-i fail olan kelime vardır. İşte tarihi meal ve tefsir yanılgısını devam ettirenler bu fiillerin üçü ile ism-i faili hiçbir sebebi olmaksızın gelecek zaman kipiyle tercüme edip diğerlerine şimdiki zaman manası vermişlerdir. Böylece aynı ayet içinde geçen bu fiillerin arasındaki zaman ahengini bozuyorlar ve güya Allah’ı zaman konusunda bir tenakuzda bırakıyorlar. Halbuki mana, hal sigasıyla (muzari=şimdiki zaman kipi) “orada fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olanı mı halîfe tayin ediyorsun?”dur. Çünkü insanın yaratılması daha önce gerçekleşmiş ve melekler insanların bu fiilleri yapmakta olduklarını söylemektedirler.

Hz. Adem ilk insan mı?

Bu konudaki yanılgıların bir sebebi de Kur’an’da “Beni Adem” tamlamasının sıkça kullanılmasıdır. Buradan hareketle Adem’in insanlığın ilk babası olduğu sonucuna varılmıştır. Halbuki Kur’ân’da yine aynı tabirle “Beni İsrâil” ifadesi de yer alır. Buna rağmen o kavim tamamen neseb itibariyle İsrail (=Hz. Yakup)’un oğulları değildirler. Aynı şekilde “Beni Adem” tabirine de neseb bağı anlamı verilmesi doğru değildir. Zira Arapça’da “Beni” tabiri onu takip eden onun sünnetinde olan için kullanılır. Keza Kur’an’da müslümanlara hitaben Hz. İbrahim için “Babanız İbrahim” (Ebîkum İbrahim) tabiri kullanılmaktadır. (Hac, 22/78) Buradan Hz. İbrahim’in bütün müslümanların biyolojik babası olduğu anlamı çıkarılmamaktadır. Baba tabiri de önder, lider vs. anlamındadır.

Hz. Adem’in biyolojik anlamda ilk insan olduğu ön yargısına sebep olan diğer bir yanlış ise, Hz. Adem’in ve eşi Havva’nın (Havva’nın adı Kur’an’da geçmez) yaratılışı ile ilgili olduğu iddia edilen ayetlerin yorumları hakkındadır. Adem’in ilk insan olduğunu iddia edenler, şu ayete yanlış bir anlam vermektedirler.

 (Nisa, 4/1) “Ey insanlar sizi bir tek nefisten ve ondan da eşini yaratan ve her ikisinden de çok sayıda erkek ve kadınlar çıkaran Rabbinize gerekli saygıyı gösteriniz.”

Bu ayette insanların tek bir nefisten yaratıldığı söz konusudur. Fakat müfessirlerin çoğu, hatta hepsi “nefs-i vâhide”den Adem, “zevceha” tabirinden de Havva’nın kast olunduğunu söylerler. Halbuki ayette buna delâlet eden hiçbir sarahat yoktur. Çünkü “nefs-i vâhide” Adem’in müradifi değildir. Adem özel isim olarak “marife” nefs vahide ise “nekire”dir. Adem müzekker (eril), bu tabir ise müennestir (dişil). Öte yandan (A’raf, 7/l89-190) ayetlerinde aynı ifadelerle “nefs-i vâhide”den bahsedilmektedir. Nefs-i vâhideden yaratılan ve eşi de ondan var edilenin Allah’tan salih bir evlat istedikleri, Allah’ın kendilerine istediklerini vermesine rağmen o ikisinin Allah’a bir çok şirk koştuğu ifade edilmektedir. Şu halde “nefs-i vâhide”yi “Hz. Adem” olarak yorumlamak mümkün değildir. Nefs-i vâhide, insanı meydana getiren prensip, su veya nutfe (sperm) anlamındadır. (bkz. İ. Yakıt, Kur’an’da İnsanın Yaratılışı ve Evrimi, S. D . Ü . İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 5, s. 9 vd). Zira Kur’an, bu ayetlerde Adem’in yaratılışından bahsetmemektedir.

 (Ali İmran, 3/59) “Muhakkak ki İsa meselesi Allah katında Adem meselesi gibidir. Onu da topraktan yarattı. Sonra da “ol” dedi, o da olur.”

Kur’an’ın Hz. Adem’in yaratılışından bahsettiğini sananlar ayete “Allah Adem’i topraktan yarattı” manasını vermişlerdir. Onlara göre bu ayette Hz. Adem’in ilk insan oluşuna delil vardır. Halbuki ayet cümle semantiği açısından ele alındığında böyle olmadığı görülecektir. Söz konusu ayette ehl-i kitabın Hz. İsa’ya uluhiyyet atfetmesi ele alınmıştır. Onlar sadece babasız olması hasebiyle İsa’ya uluhiyet atfediyorlardı. Allah da onlara mademki sizin indinizde sadece babasız olan İsa’ya uluhiyet atfediyorsunuz da yine size göre hem anasız hem babasız olan Adem’e niye uluhiyet atfetmiyorsunuz? diyerek topraktan gelen bir varlığa uluhiyet atfedilemeyeceğini beyan etmektedir.

Ayette geçen “indallah” tabiri de çok önemlidir. Bu ifade yukarıdaki meselenin bir, “indelbeşer” yani insanlar tarafından yorumlandığını bir de, “indallah” yani Allah katında gerçek yorumunun bulunduğunu ve insanlarınkinden farklı olduğunu gösterir. Bu kayıtla beraber ayette vurgulanmak istenen şey, her insanın orijini olan toprağın Hz. Adem ve Hz. İsa’nın da orijini olduğudur. Böylece “halakahu” ibaresindeki “hu” zamiri Hz. İsa’ya racidir. Yani “Onu (İsa’yı) da topraktan yarattı”. Topraktan yaratılan hiç bir kimseye de uluhiyyet isnadı mümkün değildir. Ayrıca ayet Hz. Adem’in anasız-babasız yaratılması ile de ilgili değildir. Nitekim şu iki ayet de Hz. Adem’in ilk insan olmadığına işaret eder.

(Bakara, 2/213) “İnsanlar tek bir topluluktu. Daha sonra Allah onlara müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdi. ”

Ayette insanların kök birliğine sahip tek bir topluluk olduğu, sonra da kendilerine peygamberler gönderildiği ifade ediliyor. Hz. Adem ilk peygamber olduğuna göre ondan önce insan cinsinin bulunması zorunlu hale gelmektedir.

 (Al-i İmran, 3/33) “Allah Adem’i, Nuh’u, İbrahim ve İmran sülalelerini âlemler üzerine seçmiştir”.

Görüldüğü üzere ayet, Adem’in “seçildiğini” ifade ediyor. Adem benzerlerinden oluşan bir topluluk içerisinde bulunmalı ki seçilme imkanı mevcut olsun. Yani ayete göre, İbrahim sülalesi ile İmran sülalesi diğer sülalelerin arasından seçilmiştir. Nuh da diğer nuhların yani kendi benzerlerinin arasından seçilmiştir. O halde Adem de diğer ademlerin (yani kendi benzerlerinin) içinden seçilmiş olmalıdır. Bu da onun ilk insan olmadığını, aksine, bir toplulukla beraber yaşarken seçildiğini ve peygamber olarak gönderildiğini gösterir.

Görüldüğü gibi (Bakara, 2/30)’da anlatılan “halifelik” meselesi, insanın yani beşer cinsinin yaratılışından tamamen farklıdır. Bu ayetlerde, insanlığa hilâfet makamı verilmiştir. Adem bunun temsilcisidir. Yani Adem’in şahsında halifelik temsil edilmektedir. Anlaşılması gereken bunun ne olduğudur. Adem kıssası, Kur’ân’da birkaç yerde anlatılırken, bu kıssa içinde yer alan Adem ise, halifeliği temsil eden bir karakterle sunulmaktadır. Ancak, Kur’ân bu hususta bize çok açık ve geniş malumatlar vermemektedir.

Öncelikle ayetlerden, meleklerin bu makamı elde etme isteğinde oldukları anlaşılmaktadır. Onlar, “Biz seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” sözleriyle hilafete daha lâyık olduklarını imâ ediyorlar. İnsanın fesat çıkarıcı ve kan dökücü olmasıyla, kendilerinin tesbih ve takdis edici olmalarını kıyaslayarak hilâfete talip olmaktadırlar. Fakat Allah, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” diyerek halifeliğin tesbih ve takdis ile olmadığını ifade etmektedir. Diğer yandan Cenab-ı Hakk’ın Adem’e “Esma’’yı talim edip, melekleri bununla imtihan etmesi ve onların da “Esma”yı bilememeleri ise hilâfetin, takdis tesbih ve ibadet ile olmayıp ilim ile olduğunu göstermektedir. Kur’ân halifelik hakkında kesin bir şey söylemese de bu hususta birçok yorum yapılmıştır. Bize göre halifelik hükümranlık anlamında olup, o da “Esma”yı talim hakikatinde gizlidir.

 

Esmanın Öğretilmesi

Adem’e öğretilen isimler konusuna müfessirler oldukça zengin yorumlar getirmektedirler. Onlardan bir kısmına göre, “Esma”dan maksat “müsemmiyat”tır. Yani bütün varlıkların adlarıdır. Mevlâna Celaleddin’e göre Esma’dan kasıt: Zahirde cisimler, bâtında isimlerdir. Diğer bir görüşe göre, Allah’ın insana istisnasız bütün ilimleri yapma kapasitesini vermesi ve bu kabiliyetiyle insanın onu her yerde kullanabilmesi ve her varlığa adını verebilmesidir. “Esma”yı talimin yer aldığı ayette bazı hususlar dikkati çekmektedir.

Adem’e “Esma”yı öğreten, bizzat Allah’tır. “Allame Ademe’l-esmâe” “Adem’e isimleri öğretti”. Bu iş için öğretti fiili kullanılmıştır ki; “tef’îl” kalıbı bir işin tedricen ve zaman içerisinde yapıldığını gösterir. Esma’ya “kulleha” bedelinin getirilmesi, ona isimlerin tümünün öğretildiğine delâlet ediyor.

Bir diğer durum ise, Allah’ın meleklere “Bunların isimlerini bana haber verin” derken “hâulâi” işaret zamirini kullanmasıdır ki; bu zamir, haber verilmesi istenen şeyin orada göz önünde olduğu intibaını veriyor.

Ayrıca “aradahum” ifadesindeki “hum” zamiri müzekker kullanılmış olup ayette geçen açık bir mercii de yoktur. Bu karinelerden arzedilen şeylerin, müsemmiyat olduğu ve bunları gören meleklerin, onların isimlerini bilemedikleri anlaşılmaktadır. Onların “Senin bize öğrettiklerinden başka bizde bir ilim yoktur” demelerinden, bunun bilgiye ait ve Allah tarafından bildirilmesiyle bilinen şeylerden olduğu ortaya çıkıyor ki; biz, Esma’yı öğrenmenin Adem için bir vahiy olabileceğini düşünüyoruz.

Burada akıl ve vahiy bilgisinin bir bileşkesini görmekteyiz. Şöyle ki; varlıkların isimlerini bildirmek, ancak onları tanımak ile mümkündür. Tanımak ise onları tanımlamaktır. Tanımın oluşması için önce zihinde tasavvur oluşmalıdır. Dolayısıyla duyu ve akıl vasıtasıyla zihinde oluşan tasavvurlar, varlıkların zihinsel formlarıdır. Buradan hareketle hangi formun hangi varlığa ait olduğu ve ne olduğu bilinmelidir. Dolayısıyla akıl, bu varlık hakkında hükmünü verecek ve tanımını yapacaktır. Böylece varlığı belirleme, onu tanıma ve onu diğerlerinden ayırıcı olan isminin verilmesiyle mümkündür. Bu özellik kesin bilginin veya ilmin temelidir. Zaten meleklerin cevabından onlarda bu hususun eksikliği görülmektedir. Onlar, varlığı tasavvur etseler de tanım yapamıyorlar. Yani ilim üretme yeteneğine sahip değiller. Aklî ve vahyî kaynaklı bu husus sadece insana verilmiş olup, insan bu iki kaynakla ilmin ve teknolojinin yolunu açmış ve tabiata ve içindekilere hükmetme yetkisini kazanmaya yani halifeliğe layık olmuştur.

Secde

Meleklerin Adem’e secde etmeleri konusunda kaynaklar, asıl secdenin Allah’a yapıldığı Adem’in ise sadece bir kıble olduğu görüşündedirler. Ancak secde, itaat anlamına da geldiğinden bütün varlıkların insanoğlunun emrine verildiği anlamını da bulabiliriz.

Kur’ân’da, bu konu yedi yerde geçmektedir. Bu ayetleri özellikleri itibarıyla iki grupta mütaala edebiliriz. İlk grup ayetlerde (Hicr, 15/30 ve Sa’d. 38/73) “Beşer’’ lafzı kullanılmıştır. İkinci grupta ise, (Bakara, 2/34; A’raf, 7/11; İsra, 17/61; Kehf, 18/50; Taha, 20/116) kendisine secde edilmesi gereken kişinin, ismi sarih şekilde “Adem” olarak zikredilmiştir. Bu iki ayet grubu arasındaki bir diğer fark, ilk grupta beşere akli melekeler anlamında ruh üfürme tabiri geçerken, ikinci grup ayetlerin sonrasında cennetle ilgili mevzulardan, (yasak ağaç, Adem ve eşinin Şeytan tarafından aldatılması, v. s .) bahsedilmektedir.

Birinci gruba Hicr Suresi’nin 15/28-31. ayetlerini örnek olarak verebiliriz.

 “Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde balçıktan bir insan türü (beşer) yaratmaktayım, ona insan şekli verip, ruhumdan üfürdüğümde ona secdeye kapanın” demişti. İblis hariç meleklerin hepsi secde ettiler, o, secde edenlerle beraber olmaktan çekindi.”

İkinci ayet grubuna örnek olarak da Tâhâ Suresi’nin 20/116 ayetini zikredebiliriz.

 “Meleklere Adem’e secde edin demiştik, iblis hariç hepsi secde ettiler. O çekindi.”

İşte bu temel farklılıklar Kur’an’da iki secde emrinin olduğunu göstermektedir. Söz konusu secdelerden biri tekvini(yaratılıştan gelen oluşsal), diğeri ise teklifidir(buyruksal). (Kevnî ve şer’î) Şeytan her iki secdeye de aynı gerekçelerle itaat etmemiş ve yüz çevirmiştir.

Yukarıda ifade edildiği üzere meleklerin itaat edip şeytanın ise isyan ettiği bu secde olayı iki defa vuku bulmuştur. Mevzuyu bu şekilde ele almak fenomenolojik olarak namazdaki iki secdenin hikmetini de açıklayacaktır. Aynı şekilde Kur’ân’da yer alan tilavet secdelerinin de bir kısmı tekvini, bir kısmı da teklifidir.

Sa’d Suresi’nde geçen “ruhun üfürülmesi” olayı insan türüne aklî melekeler verilmesidir. Yani ruhî bir meleke olan insan aklı önünde varlıkların ve meleklerin secdesidir. Bu birinci secdedir. İkinci secde çok sonra Hz. Adem’in şahsında gerçekleşen halifelik olayındadır. Yani Adem’e öğretilen isimlerin bir diğer tabirle insana öğretilen ilmin önünde yapılan secdedir. Kısaca ilahi kaynaklı olan insan aklı ve ilminin önünde meleklerin secdesi iki kere vuku bulmuştur. Buradan Tanrı’nın Kur’an’da evrensel anlamda iki secde emrinin olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayı da evrensel bir ibadet olan namazın her rekatinde iki defa secde edilmektedir.

Şeytan’ın her iki secdeye isyanında şu hususlar dikkati çekmektedir. (İsra, 17/61)de “Çamurdan yarattığına mı secde edeceğim?” sorusu ile sanki Allah’ın bu emrinin yanlış olduğunu ima etmektedir. İkinci yanlışı ise:

 (A’raf, 7/12) “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten onu çamurdan yarattın.” Sözüyle insanın orijini ile kendi orijinini mukayese etmesidir: Her ne kadar Kur’ân bu olayı anlatırken “ateşin topraktan daha üstün olduğu” öncülünü zikretmese de, Şeytan söz konusu iddiada bulunarak kendisinin Adem’den daha üstün olduğu sonucuna varmakta ve bunu da secde etmeyişinin gerekçesi saymaktadır.

Şeytanın, secdeden yüz çevirmesi Kur’an’da fısk ve küfür ile nitelendirilmiştir.

Şeytanın fıskı (Kehf, 18/50) tekebbüründen dolayı, küfrü (Bakara, 2/34) ise Allah’ın emrini yersiz bularak O’na cevr isnad etmesinden dolayıdır. Yani şeytan “çekinmesi, kibirlenmesi ve secde etmemesi” sebebiyle kâfir olmuş değildir. Onun küfrü, Allah’ın emrini beğenmeyerek, ona zulüm isnat etmiş olmasındandır. Bir diğer ifadeyle Allah, ona göre, emri ters veriyordu. Asıl secde kendisine yapılmalıydı. Zaten “Ben ondan daha hayırlıyım” ifadesinin altında yatan fikir de bu idi.

Öte yandan meleklerin tabiatı konusunda da fikir yürütülmüştür. Bazı hadislere göre hava, rüzgar gibi birtakım tabiat kuvvetleri melek kategorisinde ele alınmıştır. Hal böyle olunca Adem’e secde eden melekler veya bir diğer tabirle insana secde eden meleklerin tabiatı ve fonksiyonları temyiz edilmeyerek “bütün melekler” dendiğine göre, buradan bütün varlıkların insanın emrine ve hizmetine verildiğini anlamak mümkündür.

Cennet

Adem’in vahiy aldığı ve imtihan edildiği cennet hakkında tefsirlerde bir çok mülahazalar bulmak mümkündür. Bir kısmında söz konusu cennetin ahirette müminlerin gireceği cennet, hatta bunun “cennetül-adn” ve “cennetül-huld” olduğu gözlenmekte iken, bir kısmı da bunun yeryüzünde bir mekan olabileceği fikrine yer vermektedir.

Cennet, Kur’ân’da 147 defa geçen bir kelime olup bunun 117 si Ahiretteki cennet için kullanılmıştır. Geri kalan kısmı ise yeryüzünde bir bahçe anlamına gelmektedir. Gerek bu anolojiyi yapanlar gerekse ölümden sonra müttakilere vadedilen cennetle Adem’in cennetini mukayese edenler onun yeryüzünde, hatta Adem’in yaşadığı yerin adı olduğunu savunmuşlardır. Nitekim söz konusu cennetin dünyada olduğunu savunanlar şu maddelerle ifadeye çalışıyorlar:

1-Adem’in halife tayin edilmesi yeryüzünde olmuştur.

2-Allah’ın Adem’ i yaratıp sonra semaya çektiğine dair bir haber yoktur.

3-Ahiretteki cennete Şeytan’ın girmesi veya orada olması düşünülemez.

4-Ahiretteki cennette yasak söz konusu değildir.

5-Ahiretteki cennette herhangi bir yükümlülük yoktur, teklifi bir yer değildir.

6-Ahiretteki cennette emre itaatsizlik söz konusu değildir.

7-Ahiretteki cennette zaten ebedilik vardır. Ayrıca ölümsüzlük aranmaz.

8-Ahiretteki cennette, yalan, vesvese, aldatma ve isyan yoktur.

9-Ahiretteki cennete girenlerin herhangi bir şekilde oradan çıkmaları söz konusu değildir.

Adem’e ve eşine verilen “Ey Adem sen ve eşin Cennette oturun” (Bakara, 2/35) emri zaten Adem ve eşinin orada olduğunu gösterir. Yani dışarıdan oraya girmedikleri, orada oldukları ve oturmaya devam etmeleri gerektiği anlamına gelir.

Bütün bu hallerde belirtilen sebeplerden dolayı Adem’in cennetinin Ahirette gidilecek cennet olmadığı ve onun yeryüzünde bir bahçe olduğu anlaşılmaktadır.

Adem’in cennetinde de her türlü nimetin var olduğu hatta çeşitli sıkıntılardan ve problemlerden emin olduğunu şu ayetlerden anlıyoruz:

(Tâhâ, 20/118, 119) “Muhakkak ki senin için orada acıkmak, çıplak kalmak, susamak ve güneşten yanmak diye bir şey yoktur.”

Ayrıca Adem, bulunduğu cennette ölümsüz olmayı da arıyordu. Nitekim şu ayette görüleceği gibi şeytan Adem’in bu düşüncesinin gerçekleşmesine yardımcı olmak bahanesiyle telkinde bulunuyor:

(Taha, 20/120) “Şeytan ona vesvese verdi. “Ey Adem, sana ölümsüzlük ağacını ve çökmeyen saltanatı, göstereyim mi? dedi.”

Ayrıca görülüyor ki Şeytan da içeride istediği gibi dolaşıp, rahat bir şekilde faaliyetlerini sürdürmektedir.

 (A‘raf, 7/20-22) “Şeytan kendilerine gizli olan çirkinliklerini ortaya çıkarmak için ikisine de vesvese verdi ve “Rabbiniz size bu ağacı, ancak melek olmayasınız veya ebediyyen kalanlardan olmayasınız diye yasakladı.” dedi ve “Elbette ben sizin hayrınızı isteyenlerdenim” diye her ikisine de yemin etti. Şeytan o ikisini hataya düşürdü ne zaman ağacı tattılar, ikisinin de çirkinlikleri ortaya çıktı. Bunun üzerine her ikisi de cennet yaprağıyla üzerlerini kapatmaya başladı. Rableri kendilerine; “Ben sizin ikinize de şu ağacı yasaklamamış mıydım ve Şeytan her ikinizin de apaçık bir düşmanıdır dememiş miydim.” diye seslendi.

Bütün bu ifadeler Adem’in cennetinin ölümden sonraki cennetle doğrudan bir alakası olmadığı arzda bir yer olacağı fikrini kuvvetlendirmektedir.

Ayrıca Adem’in cennette ölümsüzlük araması, ölümü daha önce tanıdığı anlamına gelir ki; bu da Adem’in ilk insan olmadığı konusunda bize bir fikir verir. Zira Adem ilk insan olsaydı, ölümü görmeden ölüm ve ölümsüzlük hakkında bir bilgiye sahip olmadan nasıl ölümsüzlük teklifinin peşine düşerdi

Adem’in cennetinin yeryüzünde olduğunu savunanların başında İbn Abbas, Vehb b. Mühebbih, Süfyan b. Uyeyne, Ebu Hanife ve arkadaşları, İbn Kuteybe, Ebu Müslim el-İsfehani gibi meşhurlar gelmektedir. (İbn Kayyim, Hâdi, s. 2 5 vd.) (Prof. Dr. İsmail YAKIT, KUR’AN’I ANLAMAK)

http://www.ismailyakit.com/yayinlar/kitaplar/kurananlamak/kurandaadem.html

KUR’AN’DA İNSANIN YARATILIŞI VE EVRİMİ--Prof İsmail YAKIT

Giriş: Kur’an Nasıl Okunmalı ve Yorumlanmalıdır?

Konunun Kur’an’daki ele alınış şeklini tesbit etmeden önce, Kur’an’ın nasıl anlaşılıp yorumlanması gerektiği üzerinde birkaç hususu belirtmeğe çalışalım.

Kur’an kendi ifadesiyle, en doğruya götüren bir Kitap’tır.(İsra, 17/9) Hedefi kişinin mutluluğu ve hidayetidir. Bu anlamda yol gösteren bir rehber durumundadır. Dolayısıyla bugünkü anlamda bir felsefe ve bir ilim kitabı olmaktan uzaktır. Bununla beraber, ilmî ve felsefî düşünce ve yoruma açık ayetlerin sayısı oldukça fazladır. Böyle ayetler, Kur’an’ın asıl hedefi olan mutluluk ve hidayet için kişinin düşünüp araştırması, kendini ve kâinatını tanıması ve onları yöneten kanunları bulması, Tanrı’nın yaratma ve ilminin sonsuzluğunu anlaması gerektiğini vurgulamaktadır. Şu halde Kur’an genel hatlarında insanın inandığı ile bildiği arasında bir irtibatın kurulması gerektiğini belirtmektedir. Bu husus bizi sonunda imana götürecek bir tefekkür ve düşünce sisteminin Kur’an’da var olduğu noktasına ulaştıracaktır. Biz buna tabiri caizse “Kur’an fikir yapısı” veya “Kur’anî düşünce sistemi” diyoruz.

Kur’an’ın fikir yapısının iskeletini elde edebilmek için, ilk önce Kur’an’ı herhangi bir peşin fikre sahip olmaksızın objektif bir biçimde okumalıyız. Yani Kur’an’ı sonra çıkan İslâm düşünürlerinin kendi ekollerinin eğilimlerine uygun biçimdeki yorumlarının ve düşüncelerinin etkisi altında değil, bizzat Kur’an’ın kendi düşünce sistemi içinde anlamaya çalışmalıyız. Yani Kur’an’ı bizi götürmek istediği düşünce sisteminin atmosferi altında okumalıyız. Diğer bir tabirle, Hz. Peygamber ve sahabelerinin anladıkları şekilde anlamaya çalışmalı, sonra da kendi bilgi, fikir ve düşüncelerimizi bu temel üzerine oturtmalıyız.

Şurası muhakkaktır ki, Kur’an’ı anlama insanın kendi düşünce ve kültürüne göre seyyaldir. Kendini okuyan ve araştıran insanla beraber anlamlar büyür ve gelişir. Yani insan kendi kültürü kadar Kur’an’ı anlar ve yorumlar. Fahrettin el-Râzî’nin ifadesiyle: “İnsan ne kadar alimse Kur’an’ı o kadar fazla anlar.”

Bir diğer husus, Kur’an’da neyi ararsak onu bir parça buluruz. Mesela düşünceleri birbirine zıt İslâm mezhepleri kendi görüşlerinin daha doğru olduğunu ispat için Kur’an ayetlerini gösteriyorlardı. Bu nevi zıtlıklardan kurtulmak için, Kur’an ayetleri arasında bir anlam zinciri kurmak gerekir. Yani, bir ayete verilen anlam ve onun yorumu, bir başka ayetle tevfik edilebilmelidir. Bu husus Kur’an’ı bir bütün içinde ele alıp onun fikir sistemi doğrultusunda olmalıdır. Aksi takdirde onu okuyan ve araştıranlar, kendi inanç ve düşüncelerindeki çelişkileri nasslara atfedeceklerdir. Halbuki Kur’an, yukarıdaki satırlarda belirttiğimiz gibi, kişinin bilgisi ve inancı arasında bir irtibatı vurgulamaktadır. Öte yandan Kur’an, tefsir tarihi boyunca, müfessirlerin yaşadıkları asırların ilmî ve felsefî değerleri ve problemleri doğrultusunda yorumlana gelmiştir. Geçmişe nisbeten ondan anlaşılanla şimdi anladıklarımız arasında farklar vardır. Bu bize: 1) İnsan olgunlaştıkça, irfanı arttıkça Kur’an’ın ona göre konuştuğu 2) Kur’an’ın her asrın değer ve mantığına hitap edildiğini gösterir. Bu iki noktayı iyice müşahede edebilmek için Kur’an’daki kavramların etimolojik ve semantik analizlerini yapmak gerekir. Kısaca Kur’an büyük bir medeniyet kuran kılavuzdur, ancak Kur’an’ın hakikatlerini tefsir eden, onu anlayıp tatbik eden insandır. İnsan olgunlaştığı, ilim ve irfanı arttığı ölçüde, hattâ kendini ve kâinatı daha iyi tanıdığı ölçüde, Kur’an’ı anlayacaktır. Netice olarak, Kur’an, her insana kendi kültür düzeyine göre başka şeyler söyleyecektir.

Şimdi, yaratılış ve evrim konusunu Kur’an açısından ele alarak,, o nun fikir sistemi doğrultusunda ve günümüzün modern biyolojik bilgilerin ışığı altında ayetlerin yorumunu yapmaya çalışacağız.

Hayatın Menşei

Kur’an’da insanın yaratılışının, göklerin, yerin, bitkilerin ve hayvanların yaratılışından sonra olduğu görülmektedir. Dolayısıyla insan, yaratıklar zincirinin en son halkasını teşkil etmektedir. Orijini ise, diğer canlılarla birlikte ilk hayatın orijinine kadar uzanmaktadır.

Canlı dünyasına ilişkin olarak hayatın orijini meselesi, Kur’an’ın muhtelif ayetlerine serpiştirilerek, Kur’an’ın insanı sevk etmek istediği düşünce istikametinde, inorganik yaratma ve organik yaratma bir sistem olarak karşımıza çıkmaktadır.

 “İnkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi görmüyorlar mı?”(Enbiya, 21/30)

 “Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye Kâdir’dir”(Nur, 24/45)

 “Sizin için yeryüzünü döşeyen, yollar açan, gökten su indiren O’dur. Biz bu su ile türlü türlü, çift çift bitkiler yetiştiririz.”(Taha, 20/53)

Bu ayetler bize gösteriyor ki, her canlı varlığın mâhiyeti sudur ve sudan yaratılmıştır. Bu husus, canlıyı teşkil eden her hücrenin ilk elementinin su olduğunu belirler. Dolayısıyla susuz, yeryüzünde hayatın imkansız olduğu da açıktır.

Ayetlerde geçen “min’el-ma” veya “min ma’in” ifadesi, gökten inen su, denizlerin suyu veya her hangi bir sıvı anlamlarına gelmektedir. Birinci anlamda, her nebatî hayatın zorunlu unsurudur. (20/53) İkinci anlamda, hayvanî hayatın teşekkülüne sebep olan her hangi bir su kastedilmektedir. (24/45) Üçüncü anlamda ise, dölleyici özelliği bulunan ve canlının üreme bezlerinden çıkan bir sıvı kastedilmektedir. Bu anlamda spermatozoid’ler söz konusudur. Dolayısıyla insanın hilkatini bu su tayin etmektedir.

İnsan, kendini çevreleyen varlıklar arasında yaratılmıştır. İnsanın tabiata ve diğer yaratıklara hakimiyeti, kendisine ilahî ruh verilip akıl ve idrâkını elde etmesinden sonradır. Bununla beraber insan, bedenî yönüyle kendinden önce yaratılmış diğer varlıklarla irtibat halindedir. Nitekim İslam düşüncesinde de insan, bedenî ve ruhî yönüyle ikilik arzeden bir varlık olarak düşünülmüştür. Aslında, insanı, bedenî ve ruhî yönüyle ikiye ayıran bizzat Kur’an’dır. Şu halde, insan maddi varlığı cihetiyle toprağa ve suya, ruhî varlığı yönüyle de bir üst âleme bağlıdır. Toprağa bağlılığı bize, insanın fizikî ve hayvanî görünümünü, âlem-i Emr’e bağlılığı da onun üstünlük ve halifelik yönünü verecektir.(Yakıt, l’Attitude.,, s . 139-140)

Gerçekten, “. fert olarak insan, insan ırkının bir cüz’üdür. İnsan ırkı da daha geniş bir bütünün yani hayvanlar âleminin bir cüz’üdür. Hayvanlar âlemi de daha geniş bir bütünün nebatat hayatını içine alan organik âlemin bir cüz’üdür. Organik âlem de daha geniş bir âlemin yani hayvanat ve nebatat âlemini içine alan Arz’ın bir cüz’üdür. Arz da daha geniş bir bütünün yani bizim güneş sistemimizde doğrudan doğruya sayısı bilinmeyen bir güneş sistemlerinin ve samanyollarının bir cüz’üdür ve nihayet onlar da bütün kâinatın bir cüz’üdür. ” Bu itibarla fert olarak insan, metamatik ve lojik prensiplerle kavrayamadığımız kâinatın doğrudan doğruya bir cüz’ü olmaktadır. Yani orijini, yaratılışı ve gayesinde –tıpkı kâinat gibi- bir bütün olarak ve derinliğine anlayamayacağımız bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır.(Ensarî, s. 25) Bir diğer ifadeyle, fert olarak insanı idare eden kanun, daha geniş bir bütünün yani insanlığı idare eden kanunlar sisteminin bir cüz’üdür. Bu zincirleme bizi, kâinatı yöneten genel bir kanunun cüz’ü olmaya kadar götürecektir. Dolayısıyla kâinatı yaratan ve yöneten kanunla insanı yaratan ve yöneten kanunda bir aynilik olacaktır. Bu husus Kur’an’da açıkça belirtilmektedir.

 “Ey insanlar: Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah İşitendir ve Görendir.”(Lokman, 31/28)

Evrim: İlahî Bir Kanun

Kur’anî ifadeler boyunca, insanın ister toprak ister nutfeden gelen maddî varlığının inorganik ve organik şartlara tamamen bağlı olarak tedricen gelişip tekamül ettiği ayrıca kültürü, eğitimi ve irfanı arttıkça ruhî bir tekamüle de uğradığını görmekteyiz. Genel olarak baktığımızda Kur’ân’da insan için “inorganik”, “organik” ve “ruhi” olmak üzere üç nevi evrim olduğu göze çarpmaktadır.(Ateş, Kur. Gör. Ev. T eo., s. 1 27 vd. Yakıt, l’Attitude., s. 140) Biz burada insanın inorganik ve ruhî evrimini bir yana bırakarak, organik veya biyolojik evrim üzerinde ilgili ayetlere dikkatimizi teksif edeceğiz.

Biyolojik anlamda yani inorganik evrimde insan 1) topraktan gelerek tedricen gelişen 2) nutfeden itibaren tedricen gelişen varlık olarak iki görünüm arzetmektedir. Birincisi her ne kadar inorganik safhaları muhtevi olsa da belirli bir merhaleden sonra organik safhaya dönüşmekte ve bunun etaplarını izlemektedir.(Yakıt, l’Attitude.,, s . 140 vd.)

Şurasını önce belirtmek gerekir ki, insanın evrimi Kur’an’da ilahî bir kanun olarak karşımıza çıkmaktadır.

 “Ne diye Allah’a gereği gibi bir davranışta bulunmuyorsunuz?Halbuki O sizi evrim merhalelerinden geçirerek yaratmıştır.”(Nuh, 71/13-14)

Atvâran” kelimesi, tekili “bir halden diğer bir hale geçmek” veya “bir merhaleden diğerine geçmek” anlamına gelen “tavr” kelimesinden gelmedir. Mastarı olan “tatavvur”, günümüzdeki (evolution) kelimesine tekabül eder. Sinonimi olan “tahavvul” de dönüşümcülük (istihale) yani transformisme’in karşılığıdır. Söz konusu ayette “etvâran” kelimesi insan evriminin biyolojisindeki (etapes consecutives) denilen art arda gelen evrim merhalelerinin tümünü içermektedir. Şu halde bu kelimeyi “evrim merhaleleri” şeklinde yorumlamak gerekir.(Yakıt, l’Attitude.,, s . 141 vd.) Bazı müfessirlerce bu ayet, “bir halden diğerine” gibi spiral, “farklı şekiller altında”, “merhaleler halinde” gibi vertikal bir diyalektik şeklinde düşünülerek yorumlanmaktadır. Her halükârda bu ayet bize, evrimin tabiata bahşedilmiş ilâhi bir kanun olduğu gösterir.

İnsanın yaratılışı ve evrim etaplarıyla ilgili ayetleri sıralamadan önce, bu hususta Kur’an’ın Adem yerine insan kelimesini kullandığını belirtmek gerekir. Zira insan kelimesi cins isim olarak bütün her insanı kapsamakta ve Adem de bu kapsama girmektedir. Kur’an Adem’i, bir yandan insanı temsil eden ve onu temel ve beşeri karakterleri açısından sembolize ederken, öte yandan beşeriyetin ilk peygamberi olarak göstermektedir. Şu halde, insanlığın yeryüzüne çıkışı ve evrimi konusunun, Peygamber Hz. Adem’le hiçbir ilişiği yoktur. Zaten evrime karşı çıkanların en büyük yanılgısı Adem’i ilk insan olarak telakki etmelerinden sudûr etmiştir. Muharref kitapların ve israiliyatın etkisinde kalan bazı müslümanlar bu konuda Kur’an’ın hakikatlerini maalesef anlayamamaktadırlar. Kaldı ki Kur’an vahiy öncesi beşeriyetin varlığını imâ ederken ayrıca bize bir “Vahiy tarihini” vermektedir. Günümüz insanının tarihini “ilk Vahiy alan” diyebileceğimiz Adem’den başlatmakta ise de, Adem’in ilk insan olduğunu ve bütün insanların biyolojik babası olduğunu belirtmez. Şu halde Kur’an’da insanın yaratılışı ve tekamülü ile, Peygamber Hz. Adem’in şahsında insanlığın halife oluşu ayrı ayrı şeylerdir. Şimdi konuya ilişkin ayetlerin yorumlarına geçelim.

 “Allah’ın indinde İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu da topraktan yarattı Sonra ona “ol” dedi o da olur.” (Al-i İmran, 3/59)

 “Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekte şüphede iseniz bilin ki, ne olduğunuzu size açıklamak için, sizi önce topraktan sonra nutfeden sonra da alaqa (embryon)’dan yarattık.”

 “Allah sizi topraktan sonra nutfeden yaratmış ve sizi çiftler halinde varetmiştir. ” (Fatır, 35/11)

Bu ayetlerde dikkatimizi çeken, Adem’in ve bütün insanların orijinlerinin toprak olduğudur. Hayatın orijini su, insanın orijinini toprak olarak belirten Kur’an, canlı varlık insanı, toprak ve su karışımı olarak görüyor. Şu halde insan, bugünkü haline gelmeden önce, ilk canlı hücrenin orijini kadar eski bir maziye sahiptir. Zaten Kur’an bize her ne zaman insanın orijininden bahsetse, onun ilk ve ana maddesini söylüyor ve geçirdiği evrim merhalelerini konteksi olmadıkça tek tek zikretmiyor, ilk yaratılışın Allah’ın “ol” (kun) emrine müteakiben olduğunu belirtiyor.

“Ol” Emri

Ol” emri Kur’an’da sekiz yerde geçer. Bunlardan dördü Hz. İsa hakkındadır. Diğer dördü de yaratma ve yeniden dirilme hususundadır. Kur’an’da insanların yaratılışı, yeniden dirilmeye bir delil olarak getirilmektedir. (metaforik bir ifâde ile)

“Allah insanı topraktan yarattı” ayeti, topraktan hayata doğru giden bir seleksiyonu (ıstıfa) belirler. “Ol” emri bu seleksiyonun bir insan varlık olması cihetinde verilmiştir. Tanrı’nın ilmindeki mahiyet ile bu var oluş oluş bir aynilik arzetmektedir. Buna Din Felsefesinde (coexistence) denir. Mâhiyet “ol” emrine müteâkiben evrim etaplarını izliyerek varlığa gelmektedir. Kur’an’a göre her evrim etabı yeni bir yaratmadır. Kur’an’da bu oluşun keyfiyetini, önce insanı meydana getiren maddenin yaratılması sonra da ona şekil verilmesi şeklinde olduğunu aşağıdaki ayetten anlamaktayız.

 “O, seni yaratan şekil veren ve mütenasib kılan ve dilediği şekilde seni terkib edendir.”(İnfitar, 82/6-8)

Allah, eğer insanı bir heykel varlık gibi yaratmış olsaydı tıpkı Adem kıssasının halk inanışındaki şeklinde olduğu gibi ona şekil verişi, onu canlı olarak yaratmasından önce olurdu. Halbuki ayet, insanın önce canlı olarak yaratıldığını sonra da ona şekil verildiğini söylüyor. Yani “hominisation” (insanlaşma) “ol” emri doğrultusunda, “canlı bir varlık” olarak yaratılmasından sonradır.

Hayatın ve insanın ilk maddesi “ol” emrini alıyor ve bu “oluş” devam ediyor. Zira ayetin devamında “feyekun” (olur, olmaya devam eder) deniyor. Şimdiki ve geniş zaman kipi olan muzari sigası kullanılmış. Eğer geçmiş zaman kipi olan “fikane” (oldu) şeklinde bu fiil ifade edilseydi, o zaman insanın yaratılışında bir evrimin ve seleksiyonun varlığı ve bu oluşun uzun bir zamanı gerektirdiği söz konusu edilemezdi. Öte yandan yaratmanın devamlılığını da gösteren bu ifadeler ünlü kelamcı Eş’arî’yi “Allah’ın her an yaratmakta olduğu ve yaratmanın durmadığı” fikrine götürmüştür. Şu halde âlem bir halden diğerine geçen bir oluş ve akış içindedir.

 “Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi.”(Nuh, 71/17)

Nuh Suresi’ndeki bu ayetten insanın yerden bir bitki olarak çıktığını, dolayısıyla bir nebatî hayata sahip bir dönem geçirdiğini, ve bitkiler âlemiyle bir akrabalığının söz konusu olduğunu anlamamız da mümkündür. Şu halde ilâhi irade “ol” emriyle insanı, nebati ve hayvani etaplardan geçirerek sonunda ona bir insan şekli vermiştir.

 “Seni önce topraktan sonra nutfeden yaratan sonra da seni insan şekline koyanı mı inkar ediyorsun?”(Kehf, 18/37) ayeti bu gerçeği belirler.

Ol” emriyle, inorganik bir maddeden organik maddeye, organik maddeden insan şeklini alışa kadar geçen bir periyot ile, ilâhî ruhun verilişiyle insanda bir psişik hayatı başlatan periyot arasında geçen zamanı Kur’an uzun bir zaman olarak açıklıyor.

 “İnsanoğlu, var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz uzun bir zaman geçmemiş midir?”(İnsan, 76/1)

Nefs Vâhide

 “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten ve ondan da eşini yaratan ve her ikisinden de çok sayıda erkek ve kadınlar çıkaran Rabbiniz’den çekinin. ”(Nisa, 4/1)

Bu ayette insanların tek bir nefisten yaratıldığı söz konusudur. Şurası muhakkaktır ki, müfessirlerin bir çoğu, hattâ hepsi, “nefs vahide”den gayenin Adem, “eşi” tabirinden de Havva olduğu üzerinde bir icmanın varlığından bahsederler. Buradan hareketle Adem’e “ebu’l-beşer” lakabının verildiğini ve bunun da biyolojik baba anlamına geldiğini söylerler. Bu ayette bir icmanın söz konusu olmaması gerekir. Çünkü icma, ahbar değil ahkâm ayetlerinde olur.

Her ne kadar bu ayet bize insanın bir nefsi vahide(tek bir nefis)’den yaratıldığını söylese de bunun Hz. Adem olduğunu belirtmiyor. Zaten “nefs vahide” Adem’in müradifi de değildir. Adem özel isim olarak “ma’rife”, nefs vahide ise “nekire”dir. Adem müzekker(eril), bu tabir(nefis) ise müennestir(dişil). Abduh ve Akseki gibi bilginler, bu anlamın ayetin kendinden çıkarılan bir anlam olmadığını bilakis, israiliyyat tesirinde olan müfessirlerin, nefs vahide’yi Adem olarak yorumladıklarını belirtirler. Menar Tefsiri ayrıca, nefs vahide’yi Kureyş’in ataları diye yorumlayanların varlığından da bahseder.(Akseki,, s . 82 vd. Tefsir el- Menar,, I V, 327) Öte yandan Araf Suresi 189-190 ayetlerde nefs vâhideden yaratılan kişinin Allah’a şirk koştuğundan bahsediliyor. Şu halde nefs vahide’yi “Hz. Adem” olarak yorumlamak hiç mümkün değildir.

Fahrettin el-Razî, nefs vahide’nin “Allah’ın İlmi’nin ve Hikmet’inin kemalini açıklamakta” olduğunu söyler ve bir mutezilî olan Ebu Müslim el-İsfehani’nin ayette geçen “zevc(eş)” kelimesini “tür” olarak yorumladığını da kaydeder.(Razi, Tefsir,, I X, 161)

R. el-İsfehanî “nefs vahide”nin “kainat” anlamına gelebileceğini söylerken H. Yusuf Alî de onu “aynı türden” şeklinde anlamıştır. Menâr Tefsiri de bu hususta: “insanı meydana getiren mahiyet veya hakikattır ki, insan bununla diğer varlıklardan ayrılır.” Diyor. Şu halde, nefs vahide kelimesini Adem’le yorumlamaktan ziyade, onu M. Abduh ve A. H. Akseki’nin anladığı gibi: “el-hakikatu’l-insaniyye” (insanî gerçek) ve hayatın nutfesi veya insanı meydana getiren su veya prensip şeklinde anlamalıdır ki, bu anlam diğer ayetlerle tevfik edilebilsin.(Akseki, s. 8 2 vd; Menar, IV, 327) Öte yandan, “Allah sizi topraktan (tın) yarattı. ” ayetindeki “kum” (sizi) zamiri bütün insanları ve Adem’i de kapsamaktadır. Diğer bir ayette de:

 “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. ”(Hucurat, 49/13) diyor.

Burada kullanılan kelimeler, erkeklik ve dişilik anlamına gelen “zeker” ve “unsa”dır. Adam ve kadın anlamına gelen “racul” ve “imre’e” kelimeleri kullanılmamıştır. Bugün “zeker(eril)” ve “unsa(dişil)”dan sperm hayvancığı ile dişilik yumurtasını anlamak mümkündür. (Yakıt,, l ’Attitude.,, s . 1 48) Ayrıca (x) ve (y) kromozomlarını da düşündürebilir. Sonuç olarak “nefs vahide”den; insanı meydana getiren ve ona hayat bahşeden sıvıyı veya prensibi anlamak gerekiyor.

Evrim Merhaleleri

 “Her şeyin hilkatini en güzel yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayan O’dur. İnsanın neslini hakîr bir sudan yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan üfüren, ve sizin için kulak, gözler ve kalpler vareden O’dur. Doğrusu şükrünüz pek az.”(Secde, 7-9) Ayetinde “insanı yaratmaya çamurdan başladı” ifadesi, yaratmanın aniden olmadığını merhalelerle meydana geldiğini belirtmektedir.

Bu ayette dikkatimizi çeken bir diğer nokta da; kendisine ruh verilene kadar insandan üçüncü şahıs olarak bahsedilmiş, ruh ve idrak verildikten sonra muhatap sığasının kullanılmış olmasıdır.

İnsanın insan şekline gelişi de muhtelif merhalelerden sonra olmuştur. İnsanın inorganik maddesinin evrimi yedi merhale ile gerçekleşmiştir. Bunlar sırasıyla: toprak (turâb), çamur (tîn), değişken cıvık ve kokulu çamur (hama’in mesnûn), yapışkan çamur (tîn lâzib), pişmemiş kuru çamur (salsâl)ı pişmiş çamur (şalşal ke’l-fahhâr), çamurdan süzülen bir öz (sulâle min tin).

Sulâle”, insanın organik evrim döneminin ilk etabı olarak kabul edilebilir. Daha önceki merhalelerden süzülerek gelen bir öz unsuru belirler. Sulâle” kelimesi aynı zamanda meni (sperme) ve nutfe (spermatozoide) kelimelerinin sinonimidir. Ayrıca buna “protoplazma” da denmektedir.(Menar, III, 320)

İnorganik etaplardan sonra ilk canlı hücre, “Ol” emri doğrultusunda, yeni bir yaratılmaya geçmiş, ilâhî iradenin kontrolü altında çeşitli ayıklama ve değişmeler geçirerek insan olmak üzere oluşa devam etmiştir. Hayatın bu yönelişinde insan, organik âlemin bütün türleriyle bir beraberlik arzetmektedir. Önce ilkel bitkileri, sonra tohumlu yüksek bitkileri meydana getiren hayat, daha sonra da hayvanlar alemini basitten mürekkebe doğru ortaya çıkarmıştır. “Biyolojik Nesil Ağacı”nın ana gövdesi ve uzantısı olan dal diyebileceğimiz insan, daha sonra akıl ve idrakına kavuşarak, organik dünyanın en mütekâmil varlığı olmuştur.

a) Ruhun Verilişi: Balçıktan süzülerek gelen sulâle, insanın ilk organik maddesi olmuş, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra da insan şeklini almış sonra da kendisine akli melekeler anlamında “Ruh” verilmiştir.

 “Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde balçıktan bir insan türü (beşer) yaratmaktayım, ona insan şekli verip ruhumdan üfürdüğümde ona secdeye kapanın demişti”(Hicr, 28) ayetinde ruhun verilişinin insan şeklini aldıktan sonra olduğunu belirtiyor. Yani bu canlı varlığa, aklî melekeler kazandırılmıştır. Bu meleklerin insana ilk secdesidir. İkinci secdeleri ise “Esma” (isimler)in öğretilmesi ve bu isimleri Adem’in tek tek bildirmesinden sonra olmuştur. Melekler dolayısıyla insana iki defa secde etmişlerdir.  (Prof İsmail YAKIT, Kur’an’ı Anlamak)

http://www.ismailyakit.com/yayinlar/kitaplar/kurananlamak/kurandayaratilis.html

posted in YARATILIS | 0 Comments