-
19th Temmuz 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kutsi Hadis ve Kur’an

Günümüzde üzerinde çok konuşulan ve geleneksel İslamın çok önemsediği bir konu olan kutsi hadis inancını sizlerle konuşmak ve Kur’an ışığında değerlendirmek istiyorum. Rabbim bakın Kur’an ile ilgili bizlere neler söylüyor önce onları hatırlayalım.

 Ali imran 79: Hiçbir insanın, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah’ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe halis kullar olunuz.

 

 

Ahzap 2: Rabbinden sana vahyedilene uy! Allah, yapmakta olduklarınızdan en iyi biçimde haberdardır.

 

İbrahim Sur.52.ayet: İşte bu, onunla uyarılsınlar, Allah’ın tek ilah olduğunu bilsinler, aklı ve gönlü işleyenler de ibret alsınlar diye, insanlara yöneltilmiş bir tebliğdir.

 

Araf suresi 3; Rabbinizden size indirilene uyun; O’nun berisinden bir takım velilerin ardına düşmeyin! Siz ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.

 

 

Nisa Suresi 174. ayet; Ey insanlar, bakın size Rabbinizden kesin bir delil geldi; size açık bir nur indirdik. 175. ayet; Allah’a inanıp O’na sarılanları O, kendisinden bir rahmetin ve lütfun içine sokacak ve onları kendisine ulaşan dosdoğru bir yola kılavuzlayacaktır.

 

Kehf 54. ayet; Yemin olsun, biz, bu Kuran’da, insanlar için her türlü örneği değişik ifadelerle gözler önüne koyduk. İnsan ise varlığın, tartışmaya en çok tutkun olanıdır.

 

   Yukarıdaki ayetlere örnek onlarca hatta yüzlerce verebiliriz. Ne diyor Rabbim? Size indirdiğimiz kitaba sarılın, onun emirleri uyarınca Rabbe halis kullar olun. Kur’an sizlere bir tebliğdir, sizlere indirilen kur’ana uyun ondan başka velilerin sözlerine sakın uymayın. Sizlere kur’an ile kesin, açık ve her türlü örneği değişik ifadelerle verdik, bu tebliği okuyup ona uyarsanız Rahmanda sizi dosdoğru yola kılavuzlayacaktır, diye ayetlerinde çok açık anlatıyor ve bizleri uyarıyor.

 

  Şimdide gelelim konumuza, günümüzde neredeyse kur’an ayetleri mertebesinde görülen, onunla eş tutulan kutsi hadis konusu üzerinde çok düşünmemiz gerektiği kanısındayım. Sizlerden şunu düşünmenizi rica edeceğim, yukarıda okuduğunuz ayetlerden sizler, kur’anın bizlere Rahmana ulaşabilmemiz ve onun doğru yolundan gidebilmemiz için yeterli olamayacağını mı anladınız? Eğer evet kur’anın bizlere yetmeyeceğini anladım diyorsanız yazının devamını lütfen okuma zahmetine girmeyiniz. Hayır, kur’an da her konudan nice örnek verdiğini söyleyen Rabbim, kur’ana sarıldığımızda Rabbe ulaşacağımızı anladım diyorsanız, birlikte düşünmeye devam edelim.

 

Önce şunu iyice anlayalım kutsi kelimesi ne anlama geliyor? Kutsi sözcük anlamı mukaddes, kutsal anlamına geliyor. Şimdide birlikte düşünelim kutsal, mukaddes olan, yani hiç şüphelenmeden kabul edeceğimiz kaynağın ne olduğunu söylüyordu Rabbim? Elbette kur’an, hatta hadi bir benzerini getirsinler diye nasıl meydan okuduğunu hatırlayın. Peki, kutsi kelimesi ile hadislerin içinden ayrım yaparak, bir kısmını Rabbin kelamıyla eş tutup, ona kutsallık vererek nakledilmesi sizce ne kadar doğru?  Bizlere, bazı hadisleri yüce Rabbin mertebesine oturtup, onlara tıpkı kur’an gibi kabul ettirmelerine niçin ses çıkarmıyoruz hiç bunu düşündünüz mü? Konuya devam etmeden önce bir Cuma vaazında müftünün yaptığı bir konuşmadan bahsetmek istiyorum. Bu kişi herhangi bir kişi değil, devletin müftüsü bunu da unutmayalım. Hadisler konusunda şu sözleri söyledi;

( Bizler kur’an ayetlerinden bir tanesini nasıl kabul etmediğimizde gerçek iman etmemiş sayılıyorsak, hadislerde aynen öyledir. Eğer bir hadisi, ben kabul etmiyorum derseniz gerçek iman etmemiş sayılırsınız.)

 

 İşte bizlere İslam ı anlatan kişiler ve sözleri. Bu düşünceyle, inançla, kur’ana şirk koştuğunun sanırım farkında bile değil. Eğer bunları söyleyen tahsil, terbiye, eğitim görmüş bir insan ise, eğitim görmemiş bir insan neler yapar, neler söyler ve İslam ı nasıl yaşar düşünmek bile istemiyorum. Bu sözleri söyleyenlerin, toplumu yanlış bir inanç doğrultusunda yönlendirenlerin hükmünü Rabbim verecektir.

 

   Hadisleri kendilerince tasnif edip, bir kısmını kutsallaştırıp bizlere Rabbin emri gibi gösterenlere neden şu soruyu sormuyoruz lütfen düşünün?

 

(Acaba Allah kur’anda her şeyden nice örnekler verdim ona sarılın dedikten sonra, hâşâ aklına gelen diğer konuları, kur’ana yazdırmadan mı peygamberimize nakletmiştir?)

 

 Elbette böyle mantıksız bir soruyu kimseye sormaya cesaret edemiyoruz, peki neden inanmaya devam ediyoruz? İşte bu soruya da cevap veren ne yazık ki yok. Kutsi hadis sözleri öyle büyük bir silah ki, adeta kur’ana şirk koşmak ve kur’anın karşısına, kaynağı bilinmeyen bir kur’an koymaktan farksızdır, herhalde bunun ŞİRK olduğunu hepimiz biliyoruz. Kutsi hadis diye nakledilen hadisleri inceleyin en önemli özelliği, peygamberimizden değil, Rahmandan nakledilen bir sözmüş gibi anlatılmasıdır, işte en büyük tehlikede budur zaten. Elbette bu hadisler içinde de kurandan ilham alınarak doğru hadislerde vardır, ama buradaki hata bu sözleri sanki rahman söylemiş gibi nakletmektir. Çünkü o kadar yanlış bilgiler bu yolla içimize girmiş ve kabul görmüş ki, zarar çok büyük olmuştur. Kutsi hadislere dikkat ettiğinizde, sözlerdeki hitaplar Rabbin elçisine ve kullarına hitap ediş şeklindedir, tıpkı kur’an ayetlerinde ki hitap şeklinde olduğu gibi. Örnek vermek gerekirse;

 

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Âdemoğlunun her ameli kendisi içindir. Fakat oruç böyle değildir. O, sırf benim (rızam) için yapılan ibadettir. Onun (sayısız) mükâfatını bizzat ben vereceğim.”

 

Her kim dünya için hüzünlenir ve kederlenirse bana kızmış gibidir. Kim bir musibetten şikâyette bulunursa benden şikâyette bulunmuş olur.

 

Her kim bir zenginin yanına çıkar ve ona sırf zenginliği sebebiyle tevazuda bulunursa dininin üçte biri gider.

 

İşlerde şaşırırsanız kabirler ehlinden yardım isteyiniz.

 

Ziyaretin hayırlısı, ziyaret edilenin yok olmasıdır…

 

Allah rızası için lütfen düşünün, eğer Rabbim bu sözleri söylemiş olsaydı, neden sorumlu olduğumuz kur’ana dâhil ettirmesin tüm bunları? Neden Rabbim yukarıda yazdığım ayetlerde olduğu gibi, bizleri kur’ana sarılın desin? Kutsi hadis diye nakledilen Rahmana atıfla nakledilen sözler içinde, kur’andan ilhamla söylenmiş doğrular olduğu gibi, asla Rabbin kur’an da hiç bahsetmediği konular ve hükümler de vardır. Ne yazık ki doğruların içine öyle yanlış inançlar, itikatlar yerleştirilmiş ki, ayır ayırabilirsen. Yukarıdaki kutsi hadis örneklerini lütfen inceleyiniz, kur’an ile karşılaştırınız değerlendirmesini herkes kendi nefsinde yapsın. Bakın Rahman bizleri nereden hesaba çekecekti hatırlayalım.

 

Zühruf 44: Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.

 

Rabbim apaçık sizleri kur’andan hesaba çekeceğim diyor, ama birileri kutsi hadis olarak bizlere Allah ın sözüdür diyerek, birçok kur’an dışından bilgileri de tıpkı kur’an ile eş değerde tutup naklediyorlar, ne yazık ki bizler bu sözleri kur’an ile karşılaştırmadan, onun süzgecinden geçirmeden kabul ediyoruz. Bu sözlerin, doğruluğunun garantisi kim, ya da kimler diye soran bile yok.

 

 

  Hadisler konusunda bu ayrım ve tasnif elbette ne dört halife devrinde, nede mezheplerin ilk kurulduğu zamanlarda yoktu. Çok daha sonraları toplumu istedikleri ölçüde yönlendirmek, dine sokulan hadislerin kabul edilmesini kolaylaştırmak ve garantiye almak adına, ne yazık ki hadis silahını güçlendirmek için kutsi hadis, yani asla şüphelenmeyeceğimiz, kuran ayetleri ile eş değerde hadisler yaratılmıştır. Bazı hurafe hadis üretenler, din düşmanları ya da dini kendi menfaatlerine kullananlar, Peygamberimizi kullanmak onlara yetmemiş, Yüce Rabbim i de kullanmaktan, onun adına sanki Allah emretmiş gibi sözler söylemekten çekinmemişlerdir. Kur’andan uzaklaştırılan toplum da, tüm söylenenlerin doğruluğunu kontrol etme gücü ellerinde olmadığı için, inanmak zorunda kalmıştır. Hemen açıklık getirelim, tüm bunları söylemekle hadisleri devre dışı bırakalım demiyorum elbette. Kur’anın tastiklediği her söz ve bilgiden yararlanmak bizlere fayda sağlayacaktır, bunda hiç şüphe yok. Burada anlatmak istediğim, yapılan en büyük yanlış, hadisler arasında tasnif yaparak, bir kısmını rabbin kitabıyla eş tutup, kutsi hadis silahıyla topluma istediklerini kabul ettiren düşüncenin yanlışlığını anlatmaya çalışmaktır amacım.

 

Rabbim elçisi kanalıyla gönderdiği her vahiy, her söz, her bilgi bizlere kur’an ile nakledilmiştir. Bunun dışından hiçbir sözün, bilginin Allah katından geldiğini söylemek Kur’ana şirk koşmaktır. Rabbim sizleri kur’andan hesaba çekeceğim diyorsa, bizleri bağlayan tüm bilgiler kur’anda yazılı olanlardır, bunu asla unutmayalım. Bunun tersini düşünmek ve inanmak kur’an ayetleri arasında çelişki yaratılmasını sağlayacaktır. Sizlere yazacağım şu ayet üzerinde lütfen çok iyi düşününüz.

 

Maide Suresi 67: Ey resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah, küfre batmış topluluğa kılavuzluk etmez.

 

Maide suresi 67. ayette Rabbim elçisine bakın ne diyor? Sana indirdiğimi tebliğ et. Burada eğer sana ayrıca kuran dışından ilettiklerim diye bir açıklama var mı? Ayetin devamındaki uyarı çok önemli. Eğer bunu yapmazsan görevini yerine getirmemiş sayarım diyor. Şimdi bizlere kutsi hadis ismiyle Rabbin sözleri diye aktarılan bilginin de Allah sözü olduğunu düşünelim. Bu durumda Rabbim ben kur’anı koruma altına aldım diyordu, peki kur’an dışından gelen bu sözlerden neden bahsedilmiyor, onlarda mı koruma altında? Rabbim sizleri kur’andan sorumlu tutacağım diyordu, acaba daha sonra bizlere aktarılan kutsi hadislerden de sorumlu tutar mı? Madem kutsi hadisler Rabbin sözleri neden kurana geçirilmemişte sözlü iletilmiş, yoksa HÂŞÂ kuran eksik mi toplanmış? Doğrusu bu soruları kendimize sorduğumuzda aslında her şey ortaya çıkıyor, ama acaba farkında olabiliyor muyuz, işte bu çok önemli. Bizler Rabbin ayetlerine gözlerimizi kapayıp yeni dinler, yeni kitaplar ediniyoruz farkında bile değiliz. Artık uyanmanın aklımızı başımıza almanın zamanı geldi de geçiyor bile.

 

Bizler ne yazık ki kur’anı yeterli görmeyip, bizlere anlatılanları, öğretilenleri kur’anda bulamadığımızda söylenenlere inanma hatasını yapıyoruz. Rabbim Yemin ederek bu kitabı, dini kolaylaştırdığını söylemesi, bizlerin çok fazla dikkatini çekmemiş bile. Rabbim İsra suresi 36. ayette hakkında bilgin olmayan sözlerin ardına gitmeyin, sorumlu olursunuz dediğini bile duymaz olmuşuz. Rivayetler, kur’an dışı bilgiler, kur’anın hiç bahsetmediği onca konular, karşımıza çıkmış ve din adına söz sahibi olmuş adeta, ama rehber kur’andan çok uzak yaşar olmuşuz farkında bile olmadan. Yanlışlar ruhumuza, kanımıza öyle bir girmiş ki, doğru bilgi artık yanlış görünür olmuş bizlere. Rabbin bizleri uyarısı olan, mahşerde peygamberimizin söyleyeceği o acı uyarı bile kendimize getirmemiş bizleri. ( Benim kavmin bu kur’anı devre dışı bıraktılar) Kimse üzerine bile alınmamış bu uyarıyı, herkez ben doğru yoldayım nasıl olsa diye. Uzaklaşmışız Rabbin kelamından, emrettiği dininden ama farkında olan bile yok.

 

  Gelin artık gözlerimizi açalım, uyanalım gaflet uykusundan. Bırakalım onun bunun sözlerini, kulak verelim Rabbin sözlerine. Aklımızı devreye sokalım, anlamak için kur’anı. Bizlerin imtihan olacağı kitap, anayasa, kanun KURAN olduğunu söyleyen Rabbim e kulak verelim. Bakın hesap günü kurulacak imtihan meydanını nasıl anlatılıyor Rabbim, dikkatle düşünelim bu sözler üzerine.

 

Zümer 69: Yeryüzü, Rabbinin nuruyla parıldamış, Kitap ortaya konmuş, peygamberler, tanıklar getirilip aralarında hakla hüküm verilmiştir. Onlar asla haksızlığa uğratılmazlar.

 

Rabbim hesap günü geldiğinde kitabın yani KURANIN ortaya konacağını söylüyor ve peygamberler tanık olarak gelip kur’andan yargılanacağımız apaçık bizlere anlatılıyor, ama bizler bunları bile görmekten aciz, kendimizi düşünmeden ateşe atıyor, bir bilinmeyenin ardı sıra gidiyoruz.

 

  Rabbim bizlere kur’anı verdin sana çok şükür, ama bizler onun kıymetini ne yazık ki bilmiyoruz, bizleri affet. Sana yalvarıyorum Rabbim, bizlerin gözlerindeki bu kara perdeyi kaldır artık. Kulaklarımızdaki pası sök at ne olur. Taşlanmış, hissetmeyen kalbimize his ver de duyalım artık, hissedelim tüm kur’an gerçeklerini. Haluk GÜMÜŞTABAK

http://www.diniyazilar.com/dy/oku/2161/kutsi-hadis-gercekleri–.htm

posted in KUTSİ HADİS | 4 Comments

19th Temmuz 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KUTSÎ HADİSLER’İN KUR’AN’A ARZI

HADİS-İ KUDSİ (VAHY OLUP DA KUR`AN`DA OLMAYAN (!)

KUTSÎ HADİSLER

Sürekli tartışılmış olan bu konu burada, tartışmalara konu olan boyutları ile değil, itiyadımız olduğu üzere Kur’an ışığı altında aklen değerlendirilmiştir.
Hadis-i kutsî; “Ahad yolla (bir-iki kişinin anlatımıyla) peygamberimiz tarafından nakledilmiş, manası yine peygamberimiz tarafından Allah’a nispetle ifade edilmiş hadislerdir.” diye tanımlanır.

Bu tanıma göre “hadis-i kutsî”lerin sözleri peygamberimize, manaları ise Allah’a ait olmaktadır. Ama bu hadislerin, hem manalarının hem de sözlerinin Allah’tan olduğu da iddia edenler ve öyle olduğuna inananlar da vardır. Böyle kabul edilmesine rağmen neyse ki Kur’an gibi mucize özellikleri olduğuna dair bir yakıştırma yapılmamış olan bu hadisler, “namazda okunamaz” olarak benimsenmiş ve bu hadisleri inkâr edenlere “kâfir” denmesi uygun görülmemiştir.

Bilindiği gibi Rabbimiz rahmeti gereği insanlara peygamberler göndermiş ve bu peygamberlere, insanlara tebliğ ve tebyin etmeleri için vahyler indirmiştir. Peygamberler, kendilerine gelen vahyleri saklamadan, değiştirmeden, olduğu gibi insanlara aktarmak zorunda olduklarından, elçilik görevlerini gerektiği gibi yerine getirmişler ve Yüce Allah’ın mesajlarını insanlığa ulaştırmışlardır. Peygamberimiz de bu ilâhî sistem içinde yer alan elçilerden biridir ve o da Allah’tan aldığı vahyleri saklamadan, değiştirmeden, olduğu gibi insanlara aktarmıştır.

Peygamberimizin, Yüce Allah’tan aldığı vahyleri eksiksiz ve doğru olarak aktardığı ve bu vahylerin, hem vahyedilme aşamasında hem tebliğden sonra Rabbimiz tarafından korunma altına alındığı, Kur’an’da bir çok yerde bildirmiştir:
Maide; 67: Ey Rasül! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun verdiği elçilik görevini iletmemiş (yerine getirmemiş) olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.

İsra; 73-75: Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi (sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı). İşte o takdirde seni Halil (izdaş, yoldaş, dost) edinirlerdi.

Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin.

O durumda sana hayatın da ölümün de iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.

Hakka; 44-47: Eğer o (elçi; Muhammed) bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, Kesinlikle ondan sağ elini koparırdık (tüm gücünü alırdık). Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız.

Yunus; 15-16: Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir.” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.” De ki: “Allah dileseydi, ben onu size okumazdım, onu size bildirmemiş de olurdu. Ben ondan önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”

Hicr; 9: Zikr’i Biz indirdik ve Muhakkak onun koruyucuları da Biziz.

Yukarıdaki ayetlerden kolayca anlaşılmaktadır ki, Kur’an’ı Allah indirmiştir ve onu kaybolmaktan, tahriften (ilâve ya da eksiltilme yapılmasından, tağyirden, tebdilden), kısaca her türlü beşerî saldırıdan da Allah koruyacaktır. Nitekim Kur’an, başka hiçbir eserin, kitabın korunmadığı bir şekilde korunmuş olarak, orijinal ifadeleri ile bugüne gelmiştir.

Yine yukarıdaki ayetlerden anlaşılmaktadır ki peygamberimizin, Allah’ın vahyettiklerine (dine) herhangi bir şey ilâve etmesi veya eksiltmesi söz konusu olamaz. Yani Yüce Allah’ın peygamberimize vahyettiklerinin tümü, hiçbir değişikliğe uğramadan, olduğu gibi sadece Kur’an’da mevcuttur. Bunun aksini iddia etmek, peygamberimizin elçilik görevini tam yapmadığını ve Rabbimizin de bize bildirdiğinin aksine, vahyettiklerinin Kur’an’da yer almamasına göz yumduğunu, yani Kur’an’ı korumadığını kabul etmek demektir.

Bütün bu gerçeklere rağmen, peygamberimizin ölümünden iki yüz sene sonra, peygamberimize atfedilen sözler “hadis” adı altında toplanmaya başlamıştır. Kur’an’daki ilkeleri yaşamakla yükümlü ve din adına sadece Kur’an’ı tebliğ etmekle görevli olan, yani dine kendisinden bir şey ilâve etmesi veya eksiltmesi söz konusu olmayan peygamberimiz, bu konuda bir takım saptırma girişimlerinin vaki olabileceğini düşünmüş olmalı ki, sağlığında, Kur’an’dan olduğunu bildirdikleri dışında kendisinden bir söz veya davranış yazılmasına izin vermemiştir. Aslında, elde Kur’an gibi mucizeleri sürekli olan (hiç bitmeyen) bir hakikî delil kaynağı dururken böyle bir teşebbüste bulunmanın hiçbir anlamı yoktur. Ama ne yazık ki, bu anlamsız teşebbüs sürdürülmüş ve sonuçta günümüze, değil yaşanması okunması bile peygamberimizin 23 yıllık elçilik hayatına sığmayacak genişlikte ve uydurmalarla dolu olan bir biyografi intikal etmiştir.

Peygamberimizin davranış ve sözlerinden oluşan bu biyografinin uydurmalarla dolu oluşunun en belirgin örneği, peygamberimizin on binlerce insanın önünde yaptığı “Veda Hutbesi”dir. Veda Hutbesi, büyük bir insan kitlesinin şahit olması sebebiyle en sağlam, üzerinde tartışılamayan bir hadis olması gerekirken, günümüze değişik metinler hâlinde ulaşmıştır. Peygamberimiz bu söylevinde, ölümünden sonra sapmamaları için Müslümanlara;

– bazı rivayetlere göre, KUR’AN, SÜNNET ve EHLİ BEYT’i
– bazı rivayetlere göre, KUR’AN ve SÜNNET’i
– bazı rivayetlere göre de sadece KUR’AN’ı bıraktığını bildirmiştir.

Görüldüğü gibi, en sağlam olması gereken hadis bile günümüze doğru olarak gelmemiş, peygamberimizin on binlerce kişi önünde söylediği sözleri çarpıtılmıştır. Bu demektir ki, peygamberimizin sözleri Kur’an gibi Allah’ın koruması altında değildir, ilâve ve eksiltmelere uğrayabilir ve uğramıştır da.

Koruma garantisini sadece Kur’an için veren Rabbimiz, eğer peygamberimize elimizdeki Kur’an ayetlerinden başka herhangi bir vahy indirseydi, peygamberimiz onların da tebliğ ve tebyini ile birlikte yazdırılmasını ve ezberletilmesini sağlar, böylece de o vahyler “haber-i ahad (bir kaç kişi söylentisi)” düzeyinde kalmaz, Kur’an içinde yerini alır ve Rabbimizin koruması altına girmiş olurdu. Ya da bu vahyler Kur’an’da yer almamışsa, vahyin tebliğ ve muhafazası engellenmiş, yani peygamberimiz görevini ihmal etmiş olurdu.

Bu durumda peygamberimizin, değil tüm söz ve davranışlarının, sadece “hadis-i kutsî”lerde olanların bile vahy olduğunu iddia etmek, bu vahylerin peygamberimiz tarafından tebliğ edilmediğini ve böylece de vahyin korunmadığını, değiştirildiğini kabul etmektir. Bu kabul ise aynı zamanda peygamberimizin görevini yapmadığı anlamına gelmektedir. Çünkü, tüm topluma tevatür derecesinde bildirilmeyen, vahy kâtiplerine yazdırtılmayan, ezberletilmeyen vahylerin tebliğ edilmiş sayılmaları mümkün değildir. Yani peygamberimiz, Kur’an’da yer almayan vahylerin bulunduğunu kabul eden bu zihniyet tarafından, tebliğ görevini yerine getirmemiş durumuna düşürülmüş olmaktadır. Ama sonuçları itibariyle de çok ağır bir suç olduğunu yukarıdaki ayetlerden anladığımız bu davranış, asla peygamberimize uygun düşen bir davranış değildir. Zaten yukarıdaki ayetlere dikkat edilirse, peygamberimize sadece Kur’an’ın vahyedildiği görülmekte ve Mekkeli müşrikler ile peygamberimiz arasındaki tartışmaların da, peygamberimizin kendi sözleri ve davranışları ile ilgili olmayıp, Kur’an ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla vahy olduğu hâlde peygamberimizin Kur’an’a yansıtmadığı herhangi bir söz veya davranışının bulunması söz konusu değildir. Onun vahy olan söz ve davranışlarının tümü Kur’an’da mevcut olup, peygamberimizin bu sözleri ve davranışları da Müslümanlar tarafından baş tacı yapılmıştır.

Allah tarafından peygamberimize vahyedilmiş olup da Kur’an’da yer almayan bir söz veya sözcüğün mevcut olamayacağının anlaşılması, aşağıdaki bakış açısı ile mantıken de mümkündür.

Bilindiği gibi Kur’an’da, sadece peygamberimizi ilgilendiren, onun aile mahremiyetini içeren, aile sırlarını konu alan ve şahsî hatalarını ortaya döken ayetler vardır. Bu ayetler, peygamberimizin dışında kimseyi ilgilendirmemekte hatta başkaları tarafından bilinmemesi peygamberimiz açısından belki daha iyi olacak ayetlerdir. Ama peygamberimizin bazı aile sırlarını ve kendisinin yanlış davranışlarını ifşa eden, daha doğrusu kıyamete kadar ilân eden bu ayetler Kur’an’da yer almıştır (örneğin; Enfal; 67, 68, Tövbe; 43, Tahrim; 1, Ahzab; 37, Abese; 1-10. ayetler).

Acaba peygamberimiz, kendi aleyhine olan, aile sırlarını ifşa eden, kişiye özel bu vahyleri tebliğ etmiş, yazmış, yazdırtmış ve Kur’an’da yer almasını sağlamıştır (zaten başka türlüsü de düşünülemez) da, tüm insanları ilgilendiren, onların hidayetine sebep olacak olan bazı vahyleri (hadis-i kutsî denilen sözleri) neden Kur’an’ın içine dahil etmemiştir? Buradaki “neden” sorusuna mantıklı bir sebep bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla, eğer gerçekten “hadis-i kutsî”lerin anlam ve sözlerini ihtiva eden bir veya bir kaç vahy olsa idi, mutlaka onlar da tebliğ edilir ve Kur’an’da yer alması sağlanırdı. Yani, ne Kur’an’da yer almayan bir vahy vardır, ne de Kur’an’da vahy olmayan bir söz vardır!

“Hadis-i kutsî”lerin sayıları yüz civarında olmasına rağmen, bu konudaki eser sahipleri hep “KIRK KUDSİ HADİS” başlığı ile kırk tanesini ele almışlardır. Bunlara bir örnek olarak, İmam-ı Gazalî’nin de yer verdiği, kırk “kutsî hadis”in 22 numarada yer alanını dikkatlerinize sunuyoruz.

“Allah teâla şöyle buyuruyor :

Ey insanoğlu! Bir kendine, bir de bütün yarattıklarıma bir bak. Eğer kendinden daha üstün birini bulursan, iyiliği ona yap.Yoksa tevbe ederek ve sâlih amel işleyerek kendine iyilik yap. Nefsin kendine göre aziz olunca, günahlarla onu kötüleme ve cehennem azabına onu hazırlama.

Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve bir de sizinle sözleşme yaptığı mîsâkını hatırlayın. Hani siz, “işittik ve itaat ettik” demiştiniz.
Şu günler gelip çatmadan önce Allah’tan korkun: kıyamet gününden önce, Aldanma gününden önce, azap gününden önce, miktarı ellibin yıl olan bir günden önce, İnsanların konuşamayacağı günden önce, ma’zaret dilemek için insanların izin alamadıkları günden önce, felaket gününden önce, kıyametin korkunç sesinden önce, çirkin yüzlü ve çatık suratlı bir günün dehşetinden önce, hiç kimsenin hiçbir kimseye bir şeyle sahip olamadığı ve işlerin ancak Allah’a ait olduğu günden önce, kasıp kavurucu günden önce, zelzele gününden önce, yine dağların düşüşü dehşetinden, ibret örneği uzun bir azaptan, azabın çabuklaştırılmasından ve dehşetinden çocukların ihtiyarlayacağı bir günün vuku bulmasından dolayı Allah’tan korkun. İşittik deyip de söz kabul etmeyen kimseler gibi olmayın.”

“Hadis-i kutsî” denilen bu metin, bazı Kur’an ayetlerinin parça parça edilmesi ve bu parçalardan bazılarının tekrar bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. Bu metnin oluşturulduğu ayetler aşağıda olup, bu ayetlere Kur’an’dan bakıldığı takdirde, “hadis-i kutsî” metninin, ayetlerin parçalanmasından oluştuğu kolayca görülecektir: Maide; 7, Mümin; 3, 18, Teğâbün; 9, Mearic; 4, Mürselât; 35-38, Naziat; 34, Abese; 33, Kaf; 42, İnsan; 10, İnfitar; 13-19, Şems; 14, Tur; 10, Secde; 21, Müzzemmil; 17-18, Enfal; 21, Hakka suresi ve Zilzal suresi.

Aslında çok güzel bir va’z olan ve çok güzel nasihatler içeren bu metin, açık ve net olan Kur’an ayetlerinin, Tevrat’taki “Süleymanın meselleri”ne ya da Zebur’daki mezmurlara benzetilmeye çalışılmasıyla oluşturulmuş bir aşure çorbasıdır. Gerçekten de mevcut kitaplardaki “hadis-i kutsî” diye ortaya atılan rivayetler tek tek incelendiğinde görülmektedir ki bu metinler, ya üç beş Kur’an ayetinden parçalar alınıp birleştirilmesinden ya da Tevrat, İncil veya Zebur bozmalarından oluşmaktadır. Hatta bu kitaplardaki bazı metinler “hadis-i kutsî”lerin içinde kelimesi kelimesine aynen yer almaktadır.

Sonuç olarak:

“Hadis-i kutsî” inancı, İslâm dışı güçlerin Müslümanları fesada uğratabilmek için geliştirdikleri bir formüldür. Bu formül, fesat kapısını aralayıp, İslâm’ı yozlaştırmak amacına yöneliktir. Müslümanlar arasındaki tüm sapık inanç ve kabuller de, işte bu şekilde açılan deliklerden girmiştir. (Hakkı Yılmaz)

http://www.istekuran.net/hadisikutsi.html

posted in KUTSİ HADİS | 2 Comments

19th Temmuz 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kutsi Hadisler

Kutsi Hadisler Üzerine Bir Değerlendirme

Genel kabul gören yaklaşıma göre Hz. Peygamber’in insanlığa sundukları üç gruba ayrılmaktadır:

1- Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’e inzal ettiği ve tilavetiyle ibadet edilen vahiy. Bu vahiy her hangi bir harfinde bile değişiklik olmaksızın mütevatiren korunarak gelmiştir. Hem lafız hem de mana yönüyle mucizedir. Bu nedenle manayla rivayet edilmesi caiz değildir. Bir insanın buna eşit düzeyde bir metin oluşturabilmesi imkânsızdır.

2- Nebevî hadis: Lafız ve manası Hz. Peygambere ait olanlar.

3- Kudsî hadis: Allah Teâlâ tarafından vahiy, ilham, rüya gibi değişik bilgi edinme yollarıyla anlamı Hz. Peygamber’e bildirilen, Allah Rasûlü’nün de kendi ifadeleriyle Allah’a nispet ederek aktardığı hadislerdir. Bunlara “rabbânî hadisler” keza “ilâhî hadisler” de denmektedir. Bu hadislerin lafızları Kur’an gibi mu’ciz değildir. Bu tür hadislere Kur’an’dakine benzer bir ilahîlik vasfı kazandırmak, Allah ile bağıntısı olduğunu göstermek amacıyla kudsiyet atfedilmiş ve bunu ifade etmek için de “kudsî” ifadesi kullanılmıştır. Manası Allah’a ait olduğu için kutsallık boyutu vurgulanmış, Rasûlullah ifade ettiği için de hadis denmiştir. Zira Allah’a izafe edilmek, Hz. Peygamber’in diğer hadislerinde olmayan bir özelliktir. Bu açıdan ne Kur’an mertebesi kadar yüksek bir konumdadır. Ne de hadîs-i şerif mertebesindedir. İkisinin arası bir konumdadır.

I-Kudsî hadislerin temel özellikleri:

Kudsî hadisleri diğer hadislerden ayırarak ayrı bir kategoride değerlendiren yaklaşım söz konusu hadislerin muhtevalarına bakarak ayırt edici bazı özellikleri olduğunu tespit etmişlerdir. Bunlardan birkaçı şunlardır:

1- Bu tür hadislerin metninin başında Hz. Peygamber’e nispetle “kâle Rasulullah fî mâ yervî an rabbih”, “kâlellâhu Teâlâ fi mâ ravâhu anhu Rasûlullah”, “ani’n-Nebiyyi fî mâ yervî an rabbih” gibi ifadeler yer alır. Dolayısıyla diğer hadislerde sözün isnadı Hz. Peygamber’de son bulurken bu hadislerde söz Allah’a izafe edilir. Hz. Peygamber bir anlamda ravi konumundadır.

2- Bu hadislerde birinci şahıs zamiri yer alır. Muhataplar da genellikle Hz. Peygamber, insanlar ve meleklerdir. Örneğin: “Ey kullarım! Ben zulmü kendime yasakladım.” (Muslim, Birr, h. no: 55). “Kullarımdan bir kısmı, bana inanıp yıldızları inkâr ederek sabahladı.” (Buhârî, Megâzî, bab: 35).

3- Bu hadislerde ahkâm konuları yer almaz. Bunun yerine güzel ahlak, Allah’ın rahmetinin genişliği ve bazı ibadetlerin fazileti gibi hususlar işlenir. Bir bütün olarak mütalaa edildiklerinde, insanın ibadet dünyasını güzelleştirmeye, ahlakını tekâmül ettirmeye, daha geniş bir ifadeyle iyi bir kul olmasını sağlamaya yönelik oldukları görülür.

II-Kudsî hadis örnekleri:

Kudsî hadislerin neliği hususunun zihinlerde netleşmesi amacıyla halk arasında da meşhur olan ve en muteber hadis kitapları kabul edilen Buhârî ile Muslim‘den birkaç örnek vermek istiyoruz:

1- “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Salih kullarım için ben cennette, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin gönlünden geçirmediği nimetler hazırladım.” (Buhârî, Bed’u’l-halk, bab: 7).

2- “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Âdemoğlunun her ameli kendisi içindir. Fakat oruç böyle değildir. O, sırf benim (rızam) için yapılan ibadettir. Onun (sayısız) mükâfatını bizzat ben vereceğim.” (Buhârî, Savm, bab: 9).

3- “Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Rahmetim gadabımı geçmiştir.” (Muslim, Tevbe, h. no: 15)

III-Kudsî hadis tanımının ortaya çıkışı:

Kudsî hadis ilk dönem hadis çalışmalarının konusu değildir. Her bir hadis, kitabın hazırlanma tekniğine uygun olarak ilgili yere konuyordu. Konularına göre olan çalışmalarda, dâhil oldukları bahislerde; ravi esaslı çalışmalarda da ravisinin adının altında yer alıyordu. Dolayısıyla ilk dönem hadis kitaplarının bu tür hadislere özel bir konum biçtiğini söylemek zordur. Bu nedenle, hadis musannifleri için hadisin her türlüsünün aynı kabul edildiğini söylemek gerçekçi bir tespit olacaktır.

Nitekim kudsî hadis ifadesi terim olarak hicrî VI. yüzyıldan sonra bu alanda yazılan derleme çalışmalarından sonra ortaya çıkmıştır. Söz konusu hadisin ilk tanımı ise VIII. hicrî asırda Hüseyin bin Abdullah et-Tîbî (ö. 743/1342) tarafından yapılmıştır. Daha sonraki süreçte de diğer tarifler yapılagelmiştir. Dolayısıyla VI. asra kadar İslam ümmetinin zihin dünyasında kudsî hadisin ve onun neliği hususunda düşünsel anlamda bir sorgulama olmadığı anlaşılmaktadır. Bu da önceki dönemlerde hadislerin bir ayrıma tabi tutulmadan bir bütün olarak tek potada değerlendirildiği anlamına gelmektedir.

IV-Kudsî hadislerin sıhhat durumu:

“Kudsî hadis” ifadesindeki kudsiyet ifadesi veya bunların manalarının Allah’a ait olduğu yaklaşımı, söz konusu hadislerin mutlak olarak sahih oldukları veya Kur’an gibi değerlendirilecekleri sonucunu doğurmaz. Sonuçta bunlar birer ahad rivayetlerdir ve hadisçilerin uygulayageldikleri her türlü kriter bu hadisler için de geçerlidir. Kaldı ki, sahih kabul edilen kudsî hadislerin sayısının 100-550 arasında olduğu ifade edilmektedir. Verilen rakamlarlar ise yapılan derleme çalışmalarına bakılarak ifade edilen sayılardır. Ayrıca, kaç tanesi sahih kabul edilirse edilsin, bu hiç önemli değildir. Zira sahih kabul etme izafî bir eylemdir. Dolayısıyla rivayetler hadis tenkidine açıktır. Birilerinin onları sahih kabul etmiş olmasının veya herhangi güvenilir bir kitapta yer alıyor olmasının fazlaca önemi yoktur.

Netice itibarıyla, kudsî hadisleri ele aldığımızda büyük çoğunluğunun sıhhat açısından problemli olduğunu söylemek durumundayız. Zaten bunların bir kısmı tasavvuf ehli arasında şöhret bulmuştur ve (keşf gibi) hadisçilerin kabul etmediği yöntemlerle sahih oldukları iddia edilmişlerdir. Dolayısıyla kudsî olarak değerlendirilen rivayetlerin bir bölümünün tasavvuf eserlerini süsleyen rivayetler olduğunu söylemek mümkündür. Sûfilerin eserlerine aldıkları veya aralarında birbirlerine aktardıkları rivayetlerin sıhhat açısından problem taşıyabileceği zaten herkesin malumudur. İki örnek verecek olursak:

1- “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeyi murad ettim. Bilineyim diye mahlûkatı yarattım.” İsmail Hakkı Bursevî’nin şerh etmek maksadıyla Kenz-i Mahfî diye bir eser yazdığı bu hadis, bütün hadis bilginlerince mevzu kabul edilmiştir. Öyle ki, mevzu hadislere mevzu olduklarını söylemekten çekinen Suyûtî bile buna mevzu diyebilmiştir.

2- “Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım.” Mevzu hadislere dair yazılmış olan çalışmaların tamamı bu rivayeti mevzu olarak kabul etmiştir.

Sıhhat açısından problemli olan kudsî hadislerin sayısal olarak fazla olmasının en büyük nedenlerinden birisi, sözün Allah’a nispet ederek insanlara tesir etme çabasıdır. Bir takım gayeleri olan kişiler, kendi amaçları doğrultusunda Kur’an’a bir şey ilave ederek Allah’ın kitabını davalarına direkt olarak alet edemediklerinden dolayı hadislere yönelmişlerdir. İnanç, hukuk vb. alanlarda kendi görüşlerini destekleyen pek çok hadis uydurmaları yanında Allah’ı da eylemin içine dâhil ederek kudsî hadisler uydurmuşlardır.

Esasında bu hadislerin genelde ahlakî boyutla sınırlı kalması söz konusu hadisleri kimlerin uydurabileceği hususunda bir ipucu vermektedir. Bazı tasavvuf çevrelerinin, insanların ahlakî bozulmuşluğunu durdurmak ve İslamî değerler etrafında kalan bir yaşam sürmelerini sağlamak amacıyla bu tür hadisleri uydurmaya yöneldiklerini söylemek kabul edilebilir bir yorum olarak durmaktadır. Lakin kudsî hadislerin büyük kısmındaki sıhhat sorununa rağmen tamamının problemli olduğunu söylemek haksızlık olur. Nitekim söz konusu hadislerin önemli bir bölümü Kütüb-i Sitte hadisidir ve klasik hadis tenkit yöntemlerine göre her hangi bir problem de içermemektedir.

V-Kudsî hadislerle ilgili iki problem:

Bütün hadis külliyatı için söz konusu olan iki temel problem vardır ve bunların üzerinde ciddi çalışmalar bugüne kadar yapılmış değildir.

1- Merfu olarak gözüken bazı hadisler başka yerlerde sahabi kavli olarak nakledilmektedir. Bu nedenle hadislerin tüm varyantlarını toplayacak ve bunlardan ortak bir metin oluşturacak ve de kimin sözü olduğunu ortaya çıkaracak çalışmalara ihtiyaç vardır. Zira sözün gerçekte kime ait olduğunun tespiti onun delil olarak değerlendirilmesi noktasında farklı bir yere konumlandırılmasına sebep olabilmektedir. Zira merfu hadisin mevkufla aynı olmadığı ehlince malumdur. Buna benzer durum kudsî hadislerde söz konusudur. Kudsî olarak tanımlanan hadisin normal merfu hadis olarak da geçtiğine şahit olabilmekteyiz. Dolayısıyla raviler açısından bir kusurun varlığından söz etmek mümkün gözükmektedir.

2- Hadislerin Kitab-ı Mukaddes‘e arz edilmesi bugüne kadar ihmal edilmiş olan çok önemli bir konudur. Özellikle tefsir kitaplarında yer alan ve İsrâîliyyât olarak adlandırılan rivayetlerin ayıklanması hususunda oldukça titiz çalışmalar yapılmıştır ancak hadis metinlerinin birebir Eski Ahit ve Yeni Ahit‘te bulunup bulunmadıkları konusu ciddi anlamda tetkik edilmemiştir. Oysa bugün bizler bazı hadislerin metin olarak aynı ifadelerle Kitab-ı Mukaddes‘de yer aldığını biliyoruz. Eşleşen rivayetlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği hususu da ayrı bir araştırma konusudur. Bu problem kudsî hadisler için de söz konusudur.

Durumu netleştirmek için örnekler vermek uygun olacaktır:

1- “Rabbinden naklettiği şeyler meyanında Rasûlullah şöyle buyurdu: “Her kim bir iyilik yapmaya niyet eder de yapmazsa Allah ona bir sevap yazar. Niyet eder de aynı zamanda yaparsa, Allah ona on ile yediyüz arasında sevap yazar. Kim de bir kötülük yapmaya niyet eder, sonra onu yapmaktan vazgeçerse Allah ona bir sevap yazar. Niyet eder de yaparsa, bu takdirde bir kötülük yazar.” (Muslim, İman, h. no: 207; Buhârî, Rikâk, bab: 31)

Bu rivayet Rasûlullah’ın kendi sözü olarak da nakledilmiştir. Şöyle ki: “Kim bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapmazsa ona bir sevap yazılır. Kim bir iyilik yapmaya niyetlenir de o iyiliği yaparsa, o zaman ona on ile yediyüz arasında sevap yazılır. Kim bir kötülük işlemeye niyet eder, ama onu yapmazsa, ona kötülük yazılmaz, şayet yaparsa bir kötülük yazılır.” (Muslim, İman, h. no: 206)

2-a) Muslim‘de şöyle bir hadis yer almaktadır: “Allah Teâlâ kıyamet günü buyurur: ‘Ey Âdemoğlu! Hastalandım beni ziyaret etmedin.’ Âdemoğlu ‘Ya rab! Seni nasıl ziyaret edebilirim. Sen âlemlerin rabbisin.’ diyecek. Allah ona ‘Bilmiyor muydun, filan kulum hasta oldu, sen ise onu ziyaret etmedin. Bilmiyor muydun, onu ziyaret etmiş olsaydın, beni onun yanında bulurdun. Ey Âdemoğlu! Senden yiyecek istedim ama beni doyurmadın.’ buyuracak. Âdemoğlu ise ‘Ya rabbi! Seni nasıl doyurabilirdim ki? Sen âlemlerin rabbisin?’ diyecek. Allah şöyle buyuracak: ‘Bilmiyor musun, falan kulum senden yiyecek istedi de onu doyurmadın. Bilmiyor muydun ki, onu doyurmuş olsaydın, onu benim nezdimde bulacaktın. Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, bana su ikram etmedin?’ Âdemoğlu ‘Ya rabbi! Sana nasıl su ikram edebilirdim ki? Sen âlemlerin rabbisin?’ cevabını verir. Allah da ona şöyle buyurur: ‘Falan kulum senden su istedi. Ancak sen ona su vermedin. Ona su ikram etmiş olsaydın, bunu benim nezdimde bulacaktın.” (Muslim, Birr, h. no: 43).

Buna benzer bir metin İncil‘de yer almaktadır: “O zaman Kral sağındakilere diyecektir: Ey, sizler! Babamın mübarekleri, gelin dünya kurulduğundan beri sizin için hazırlanmış olan melekûtu miras alın. Zira aç idim, bana yiyecek verdiniz; yabancı idim, beni içeri aldınız. Çıplak idim, beni giydirdiniz; hasta idim, beni aradınız; zindanda idim, yanıma geldiniz.’ O zaman salihler ona cevap verip diyecekler: ‘Ya Rab! Biz seni ne zaman aç görüp yedirdik veya susamış görüp içirdik? Ve ne zaman seni yabancı görüp içeri aldık veya çıplak görüp giydirdik? Ve ne zaman seni hasta veya zindanda görüp yanına geldik?’ Kral cevap verip onlara diyecek: ‘Size doğrusunu söyleyeyim, bu en basit kardeşlerimden biri için yaptığınızı, benim için yapmış oldunuz.’ Sonra solundakilere şöyle diyecek: ‘Ey lanetliler! Çekilin önümden! İblis ile onun meleklerine hazırlanmış ebedi ateşe yollanın. Çünkü acıkmıştım, bana yiyecek vermediniz; susamıştım, bana yiyecek vermediniz; yabancıydım, beni içeri almadınız; çıplaktım, beni giydirmediniz; hastaydım, zindandaydım, benimle ilgilenmediniz.’ O vakit onlar da şöyle karşılık verecekler: ‘Ya Rab! Seni ne zaman aç, susamış, yabancı, çıplak, hasta ya da zindanda gördük de sana hizmet etmedik?’ Kral da onlara şu cevabı verecek: ‘Size, doğrusunu söyleyeyim: ‘Mademki bu en basit kardeşlerimden biri için bunu yapmadınız, benim için de yapmamış oldunuz. Bunlar, ebedi azaba uğrayacak, salihler ise ebedi hayata kavuşacaklardır.” (Matta, 25/36-46).

2-b) Buhârî‘nin rivayet ettiği hadiste şöyle geçer: “Önceki ümmetlere göre sizlerin ömrü ikindi namazıyla güneşin batışına kadar ki süre gibidir. Sizlerin durumu ile yahudilerin ve hıristiyanların hali şuna benzer: Bir adam işçiler tutar. ‘Gün ortasına kadar bir kîrât karşılığında kim çalışır?’ diye sorar. Yahudiler bir kîrât karşılığında öğlene kadar çalışırlar. Sonra ‘Öğlenden ikindi namazına kadar bir kîrât karşılığında kim çalışır?’ diye sorar. Hıristiyanlar öğlenden ikindi namazına kadar bir kîrât karşılığında çalışırlar. Daha sonra ‘İkindi namazından güneş batana kadar iki kîrât karşılığında kim çalışır?’ diye sorar. İşte sizler ikindi namazından güneş batana kadar iki kîrât karşılığında çalışanlarsınız. Sizin ecriniz iki kattır. Yahudiler ve hıristiyanlar buna kızarlar ve ‘Çok çalışan biz, az ücret alan yine biz!’ derler. Allah da onlara şöyle buyurur: ‘Ben sizin hakkınızdan kısaltarak sizlere zulmettim mi?’ Onlar ‘Hayır.’ derler. Allah da şöyle buyurur: ‘Bu benim lütfumdur, dilediğime veririm.” (Buhârî, İcâre, bab no: 8; Ehâdîsu’l-Enbiyâ, bab no: 50).

İncil‘de buna yakın bir metin yer almaktadır: “Göklerin egemenliği, bağında çalışacak işçi tutmak için sabah erkenden dışarı çıkan toprak sahibine benzer. Adam, işçilerle günlüğü bir dinara anlaşıp onları bağına göndermiş. Saat dokuza doğru tekrar dışarı çıkmış, çarşı meydanında boş duran başka adamlar görmüş. Onlara ‘Siz de bağa gidip çalışın. Hakkınız ne ise veririm.’ demiş. Onlar da bağa gitmişler. Öğleyin ve saat üçe doğru yine çıkıp aynı şeyi yapmış. Saat beşe doğru çıkınca, orada duran daha başkalarını görmüş. Onlara, ‘Neden bütün gün burada boş duruyorsunuz?’ diye sormuş. ‘Kimse bize iş vermedi ki!’ demişler. Onlara ‘Siz de bağa gidin, çalışın.’ demiş. Akşam olunca, bağın sahibi kâhyasına, ‘İşçileri çağır!’ demiş. ‘Sonunculardan başlayarak, birincilere kadar, hepsine ücretlerini ver.’ Saat beşe doğru işe başlamış olanlar gelip kâhyadan birer dinar almışlar. Birinciler gelince daha çok alacaklarını sanmışlar, ama onlara da birer dinar verilmiş. Paralarını alınca bağın sahibine karşı söylenmeye başlamışlar. ‘Bu sonuncular yalnız bir saat çalıştılar.’ demişler. ‘Ama sen onları, günün yükünü ve sıcağını çeken bizlerle bir tuttun.’ Bağın sahibi onlardan birine şöyle karşılık vermiş: ‘Arkadaş! Sana haksızlık ettiğim yok! Seninle bir dinara anlaşmadık mı? Hakkını al, git! Sana verdiğimi bu sonuncuya da vermek istiyorum. Kendi paramla istediğimi yapmaya hakkım yok mu? Yoksa elim açık diye kıskanıyor musun?’ İşte böylece sonuncular birinci, birinciler de sonuncu olacak.” (Matta, 20/1-16).

VI-Sonuç:

Kudsî hadislerin sıhhat durumlarını klasik tenkit yöntemleriyle belirleyip, mevzu olanları ayırıp, sahih olarak kabul edilebilecekleri bir yana koyduğumuzu farz ettiğimizde problem hallolmamaktadır.

Gerçi, sünnetin tamamını vahiy mahsulü olarak kabul eden yaklaşıma göre, vahy-i gayr-i metluv olan kudsî hadislere yönelik çözüm son derece pratiktir. Bu kabule göre, Hz. Peygamber’in sünneti vahyin bir çeşididir. Zira bunlar Hz. Peygamber’in kendi bireysel tercihiyle, ilahî bir yönlendirme olmadan yapılacak şeyler değildir. Onun müslümanlara rehberlik yapan sünneti nasıl kaynak itibarıyla ilahî ise hadisleri de böyledir. Kudsî hadislerin diğer hadislerden ayrılan yönü ise Allah’a doğrudan nispet edilmeleri, dikkati daha fazla çekmeyi ve insanları ahlakî kurallara yönlendirmeyi hedeflemiş olmalarıdır. Peygamber yalan yere sözünün başında Allah’ın adını anmayacağına göre, bunlar mutlak suretle ilahî menşelidir. Ancak bu yaklaşımın ihmal ettiği bir husus vardır. O da şudur: Mademki sünnetin tamamı ilahî menşelidir, Hz. Peygamber neden her hadisinin başında Allah adını anmamıştır?

Bizim kanaatimize göre, söz konusu hadisler iki kısımdan birinde mütalaa edilmelidir:

1- Hz. Peygamber’in bu buyruklarının bir kısmı yaşamış olduğu coğrafyanın kültüründe gezinen temsiller ve veciz sözlerdir. Gerek hıristiyanların ve gerekse yahudilerin yaşadığı bir bölgede hayat sürmüş olan Allah Rasûlü’nün bu kültürlerden intikal etmiş ve anonim halini almış sözler ile anekdotları kendi sözlerinde kullanmış olması bizce tabiidir. Hatta çevresindekilerin de bunları bilmiş olmasını göz önünde bulundurarak daha etkili olacağını düşünmüş olabilir. Bunları anlatmasını “sizin de bildiğiniz gibi” bağlamında değerlendirmek makul gözükmektedir. Hatta Hz. Peygamber’in Kitab-ı Mukaddes‘te geçen ve bölgenin ortak değeri olan hususları bilmemesi garipsenecek bir durumdur. Bu nedenle Hz. Muhammed’in söylemlerinde bunlardan yararlanmış olması anlaşılabilir bir durum arz etmektedir. Bunu kabul ettiğimizde, Hz. Peygamber’in semavî de olsa başka dinlerin değerlerini ve mirasını İslam ümmeti içine taşımış olacağı şeklinde bir endişe zihinlerimize gelebilir. Ancak unutmamak gerekir ki, bunu Kur’an da yapmaktadır. Kutsal kitabımızla Kitab-ı Mukaddes arasında pek çok ortak anlatım vardır. Sonuçta tahrif edilmiş olsalar da yine de ilahî bir pırıltıyı içlerinde taşımaktadırlar. Kur’an Kitab-ı Mukaddes‘te geçen bir hususu yinelemekte bir beis görmemişse, Hz. Peygamber de aynı şeyi düşünmüş olabilir. Dolayısıyla söz konusu rivayetlerin en azından bir kısmının o coğrafyanın ortak değerleri olduğunu kabul edebiliriz. Hz: Peygamber’in yaptığı, bunları tekrarlamak olmuştur.

2- Kudsî olarak tanımlanan hadislerin büyük çoğunluğu Hz. Peygamber’in temsil kabilinden zikrettiği hadislerdir. Allah Rasûlü, Yüce Yaratıcı’nın nasıl bir kul istediğini, nelerden hoşnut olduğunu/olmadığını ifade etmek amacıyla sözünü Allah’a nispet etmiştir. Bir nevi Kur’an vasıtasıyla hazmettiği Allah’ın muradına kendi ifadeleriyle tercümanlık yapmıştır. Dolayısıyla gerçek anlamda Allah’tan gelen bir ilham vs. söz konusu değildir. Kur’an eksenli İslam ümmetini oluşturma çabasını sergileyen Hz. Muhammed’in Allah’ın beklentilerini kullarına yakın etmesidir. Kabaca söyleyecek olursak, “Allah şöyle bir kul ister, şöyle bir ibadet arzular…” anlamında “Allah diyor ki” sözünü kelamının başında kullanmıştır.

Notlar:

1- Üzücü olan şudur ki, hadis külliyatı içerisinde çok önemli bir yekûn tutan ve Allah Teâlâ’ya izafe edilmeleri nedeniyle farklılık arz eden kudsî hadislerle ilgili olarak bugüne kadar doyurucu bir çalışma yapılmamıştır. Dolayısıyla bunların bir bütün olarak ele alınmasına ve nasıl bir yaklaşım sergilenmesi gerektiğine dair doktora düzeyinde bir çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.

2- Konumuzla ilgili olarak Aliyyu’l-Kârî ve Yusuf Ali Bedevî gibi zevat kudsî hadisleri; Muhammed Avvâme, Mustafa el-Adevî gibi zevat ile Mısır Evkaf Bakanlığı sahih kudsî hadisleri derleyen çalışmalar yapmışlardır. İsâmuddîn es-Sabâbitî’nin sıhhatlerini açıklayarak yaptığı üç ciltlik Câmiu’l-Ehâdîsi’l-Kudsiyye adlı eseri bulunmaktadır.

3- Konunun tartışması için şuralara bakılabilir: Hayati Yılmaz, “Kudsî Hadis”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, XXVI/318-20; Muhammed Ebû Zehv, el-Hadis ve’l-Muhaddisûn, s. 16-8; Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, s. 98-99, 121-2; M. Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Sünnet, s. 304-21. (Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)

http://www.islamhukukusayfasi.com/?page_id=3298

http://www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/kutsi-hadisler-uzerine-bir-degerlendirme.html

posted in KUTSİ HADİS | 0 Comments