-
18th Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Miraç Mucizesi

(Miraç Mucizesinin olmadığını kanıtlayan bir yazı. Kuran’da sadece İsra olayı tasdiklenmektedir)

Hadis ve tarih kitaplarında anlatılan ve geleneksel kültürümüzde yer etmiş şekli ile miraç; Hz. Muhammed(sav)’in göğe yükselip, huzura kabul edilerek Allah’la bizzat görüştüğü sanılan olayın adıdır. Bu görüşmenin şöyle gerçekleştiğine inanılmaktadır:

Hicretten bir yıl ya da on yedi ay önce, Recep ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşen miraç olayının iki aşaması vardır. Birinci aşamada Hz.Peygamber, Mescidü’l -Haram’dan Beytü’l- Makdis’e(Kudüs) götürülür. Kur’an gece yürüyüşü anlamına gelen bu aşamayı İsra suresinin birinci ayetinde şu şekilde anlatmaktadır:

“Eksiklikten uzaktır O(Allah) ki geceleyin kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü, ona ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye.(böyle yaptık). Gerçekten O, işiten, görendir.”

İkinci aşama ise Hz.Muhammed (sav)’in Beytü’l Makdis’ten (Mescid-i Aksa) Allah’a yükselişi oluşturur. Kur’an’da anılmayan ve Miraç denilen bu olay çok sayıda hadisle(!) ayrıntılı biçimde anlatılır.

Hadislerde verilen bilgilerin hepsini buraya almaya gerek görmediğimizden konuyu özetlemeye çalışacağız, isteyen daha detaylı bilgi için hadis kitaplarının konu ile ilgili bölümlerine bakabilir. Buna göre Miraç olayı özetle şöyle gerçekleşmiştir:

Peygamber, Kabe’de uykuda olduğu bir sırada Cebrail gelip göğsünü yarıyor, kalbini zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet dolduruyor. Burak adlı bir binekle Mescid-i Aksaya götürüyor. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Hz.Muhammed(sav), onlara imamlık yaparak namaz kıldırıyor. Daha sonra yanında Cebrail olduğu halde göğe doğru yükselmeye başlıyorlar. Göğün birinci katında Hz.Adem(as), ikinci katında Hz.İsa(as)ve Hz.Yahya (as) üçüncü katında Hz.Yusuf(as), dördüncü katında Hz. İdris(as), beşinci katında Hz.Harun(as), altıncı katında Hz.Musa(as), yedinci katında Hz. İbrahim(as) ile görüşüyor. Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü’l Münteha’ya kadar devam ediyor. Cebrail; “Buradan öteye geçecek olursam yanarım” diyerek orada kalıyor.

Hz.Peygamber(sav) Refref adlı bir binekle yükselişini sürdürerek Allah’ın huzuruna varıyor. Bu yükseliş sırasında kendisine cennet ve cehennem gösteriliyor, ümmetinden Allah’a şirk koşmamış olanın cennete gireceği müjdesi veriliyor önce elli vakit namaz farz kılınıyor; Allah’la yapılan pazarlık neticesinde elli vakit namaz beş vakte indiriliyor.

Allah’la görüşmeyi tamamlayan Hz.Muhammed(sav), dönüşte Musa (as)’a uğruyor. Musa: “Ne ile emrolundun?” diye soruyor. Hz.Muhammed(sav): “Elli vakit namaz” diye cevap veriyor. Bunun üzerine Musa (as): “Hergün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabb’ine söyle bunu azaltsın” diyor. Hz.Muhammed(sav)’de yeniden Allah’a giderek vakit sayısını azaltmasını istiyor, Allah’ta on vakit azaltıyor. Peygamber dönüşte yeniden Hz.Musa(as)’a uğruyor. Hz.Musa “bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha azaltmasını iste” diyor. Hz.Musa(as)’ın bu uyarıları ile namaz beş vakte indirilinceye dek Hz.Muhammed(sav)’in Allah’la görüşmeye gidip gelişi devam ediyor. Peygamber, namaz beş vakte indirildikten sonra yeniden Hz.Musa’ya uğruyor. Musa bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceği uyarısında bulunarak yeniden Allah’a dönmesini ve biraz daha azaltmasını istemesini söylüyor. Ancak bu kez Hz. Peygamber artık isteyecek yüzünün kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğunu söylüyor. Ve miraç olayı böylece tamamlanmış oluyor.

Olayın birinci aşaması ayetle sabittir. Bu konuda hiç kimsenin bir itirazı olamaz. Bizim itirazımız olayın ikinci aşamasıyla, yani miraç kısmı ile ilgilidir. Allah, bir kısım ayetlerini göstermek amacıyla kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya yürüttüğünü söylemektedir. Kur’an bu ayetlerin/belgelerin neler olduğu konusunda herhang bir bilgi vermemektedir. Bu tamamen gaybi bir konu olup, Kur’an bu konuda başka hiçbir şeyden söz etmemektedir.

Şimdi miraç hadisesinin neden uydurma olduğunu izah etmeye çalışalım. Muhaddisinden siyercisine, aliminden cahiline varıncaya kadar, İslam toplumunun büyük bir çoğunluğunca gerçekliği kabul edilen miraç olayı, Kur’an’ın dışında başka kaynaklara dayandırılan bir olaydır. Ve olay tamamen uydurmadır.

Aslında olayı nakleden hadisler üzerinde düşünüldüğünde, olayın uydurma olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Ancak hadislerdeki çelişkilere değinmeden önce, olayı Kur’an açısından değerlendirmeye çalışalım:

1 – Konunun başında da izah etmeye çalıştığımız gibi Kur’an, Hz. Muhammed’e mucize verilmediğini söylemektedir.

2 – Kur’an, gece yürüyüşünün nasıllığı hakkında hiçbir ipucu vermemektedir. Eğer olayın mucize yönü bulunsaydı açık olması gerekirdi. Zira mucizenin açık ve anlaşılır olması şarttır. Oysa olay tamamen peygamberin şahsında gerçekleşmiş bir olay olup mahiyeti bilinmemektedir.

3 – Namazın ilk kez Hz. Muhammed ve ümmetine farz kılınan bir ibadet olmayıp, daha önceki ümmetlere de farz kılınan bir ibadet olduğu Kur’an’da açıkça belirtilmektedir.

“Kitap’ta İsmail’i de an. Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. Halkına namaz kılmayı, zekat vermeyi emrederdi…” (Meryem -54,55)

4 – Kur’an’da namazla ilgili onlarca ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerde namazın vakitleri, şartları ve önemi vurgulanmaktadır. Söz konusu ayetler değişik zaman aralıklarında vahyedilmiş olup, her biri başta namazın rükünleri ve vakitleri olmak üzere birçok değişik boyutunu anlatmaktadır. Şayet namaz Miraçla belirlenmiş olsaydı ayrıca Kur’an’da bu kadar değişik şekilde anlatılmazdı. Özellikle vakitleri bildiren ayetlere bakıldığında her bir vaktin değişik bir ayetle belirtildiği görülmektedir. Miraç hadisesinde namazın vakitleri belirlenseydi Kur’an’ın değişik yerlerinde vakitler konusu tekrar tekrar işlenmezdi.

5 – İsra suresinden önce inen surelerde de hatta ilk indiği konusunda ittifak bulunan sure olan Alak suresinin onuncu ayetinde de namazdan söz edilmektedir. “Gördün mü şu men edeni. Namaz kılarken bir kulu(namazdan)? (Alak -9,10); “Rabb’inin adını anıp namaz kılan.”(Ala – 15). Oysa ki miraç olayının vahyin on ikinci yılında olduğu iddia edilmektedir. İlk inen Vahiy ile İsra suresinin indiği zaman aralığında birçok ayette namazdan detaylı bir şekilde söz edilmektedir. Yani namaz Miraç hadisesinden çok önce farz kılınmış bir ibadettir.

6 – Allah’a mekan izafe edilemez. Oysaki, Peygamber’in yolculuk güzergâhı ve sonu bir mekânda noktalanmaktadır. Bu olgu Kur’an’a ters düşmektedir.

Rivayet edilen hadislere gelince:

1- Günün 24 saat olduğunu bilen Allah, nasıl olur da 50 vakit namazı farz kılar? Uyku için 7-8 saati çıktıktan sonra; 50 vakit namaz geriye kalan l6 saate bölünecek olunursa, yaklaşık her 15 dakikada bir namaz kılınması gerekir. Böyle bir hayatı yaşamak nasıl mümkün olabilir? Mümkün değil diyorsak, mümkün olmayan birşeyi Allah’ın kullarından isteyebileceğini nasıl düşünebiliriz?

2- Nasıl bir Allah ki, kullarının gücünün neye yetip yetmeyeceğini hesaplamadan 50 vakit namazı farz kılıyor? Ve kendisi ile yapılan pazarlık sonucu bunu beş vakte düşürüyor? Ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülebilinilir mi?

3- Hz.Musa ile karşılaşma işi olmasa, bu azaltma işlemi de olmayacaktı. Olayı aktaran hadislere bakılırsa Hz.Musa oldukça akıllı, Peygamberimiz de akılsız bir konuma düşürülmektedir. Demek ki Hz.Musa (dikkat edin, diğer peygamberler değil. Çünkü olay İsrailiyat olduğu için, Hz.Musa da İsrailoğulları’na gönderilen bir peygamber olduğundan olay onun adına uydurulmuştur. Ve bu olayla Hz.Musa, Peygamberimizden daha akıllı ve üstün gösterilmek istenmektedir) olmasaydı deyim yerinde ise “biz happı yutmuş” olacaktık, iyi ki Hz.Musa peygamberimize akıl vermiş(!). Öyle ki; Hz.Musa, Allah’ın ve Hz.Muhammed(sav)’in düşünemediği şeyi düşünmüş(!). Bu anlayış, Allah’ı ve Rasulünü alay konusu ettiğinin farkında olmayacak kadar kör bir anlayış değil mi?

4- Namaz miraçla farz kılındıysa daha miraca çıkılmazdan evvel Hz.Muhammed’in diğer peygamberlere imamlık ederek, namaz kıldırmış olduğunun aynı metinlerde anlatılması büyük bir çelişki değil midir?

5- Elli vakitten beş vakite düşürülünceye kadar Allah’la pazarlık yapılmasının ve bunun ilk gidişte bitirilemeyip, pazarlığın birkaç kez yapıldıktan sonra neticelenmesini izah etmek mümkün mü ?

Gerek Kur’an’dan, gerek bu konuda rivayet edilen hadislerdeki tutarsızlıktan yola çıkarak konuyu izah etmeye çalıştık, kuşkusuz daha birçok şey söylemek mümkün. Ancak biz konunun anlaşıldığına inanıyor konuyu burada bitiriyoruz.

Hangi İslam, Erhan Aktaş, Anlam Yayınları.

posted in İSRA MİRAÇ | 0 Comments

7th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

MESCİD-İ AKSA VE Cİ’RANE

 

Kaynaklar, Mescid-i Aksâ’nın, Süleyman Ma’bedi olduğunu söylüyorlarsa da Peygamber Efendimizin döneminde Süleyman Ma’bedi, bir harabeden ibaret olup adı Mescid-i Aksa değildi. Zaten konu başına yazdığımız İsrâ Sûresi’nin 7. âyeti de Mescid’in düşman tarafından harâbedildiğini belirtmektedir. Gerçi âyette Süleyman Ma’bedi, mescid olarak anılmakta ise de Mescid-i Aksa şeklinde özel bir unvanla anılmamaktadır. Kur’ân’da mescid, ma’bed anlamında kullanılmıştır. Bu bakımdan Süleyman Ma’bedi de elbette mescittir. Fakat bu Ma’bed’in, Hz. Peygamber’in yürütüldüğü Mescid-i Aksa olduğuna dair Kur’ânî bir kanıt yoktur.

Hz. Ömer döneminde Süleyman Ma’bedinin yerine yapılan mescide, Mescid-i Aksa adı verilmiştir. Bu durumda Hz. Peygamber döneminde Mescid-i Aksa olmadığına göre İsrâ Sûresi’nin bu ilk âyetinde sözü edilen Mescid-i Aksâ’nın, Süleyman Ma’bedi’nden ayrı bir mescid olması gerekir.

Alfred Guillaume, bir araştırma yazısında Mescid-i Aksâ’nın yeri hakkında iki kaynaktaki rivayete dikkat çekmektedir. Bu kaynaklardan biri (Tarih araştırmacısı) Vâkıdî’nin Mağâzîsi, diğeri de Ebû’l-Velîd Ahmed ibn Muhammed el-Ezrakî’nin (ö. 212, 217 veya 219 (v. 250/864) )nin, Ahbâru Mekke adıyla basılan kolleksiyonudur.

Vâkıdî (130-201/747-823), Hz. Peygamber’in, Zî’1-Ka’de’nin son beş günün­de, Perşembe günü Ci’râne’ye gelip orada onüç gece kaldıktan sonra, karşı yakada bulunan Mescid-i Aksâ’ya geçip orada ihrama girdiğini, Resullah’ın namazgahının Ci’râne’deki (Cirane’ye Mekke’ye 29 km uzakta) Mescid-i Aksa olduğunu; Mescid-i Ednâ(Yakın Mescid) adını taşıyan Mescidi ise Kureyşli bir adamın yaptığını; Resulullah’ın, Ci’râne Vâdîsini ihrâmsız geçmediğini yazıyor.

Ezrakî ise bu konuda şöyle diyor: “Mücâhid’le birlikte Ci’râne’de Vâdî’nin arka tarafından ihrama girmiş olan Muhammed ibn Târik, Hz. Peygamber’in de buradan ihrama girdiğini söylemiş ve demiştir ki:’Ben, Ci’râne’de birlikte ihrama girdiğim Mücâhid bana dedi ki: Mescid-i Aksa, Vâdî’nin öte yakasında, Peygamber’in namaz kıldığı yerdir. Bu Mescid-i Ednâ(Yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir duvar çevirerek yaptığı namazgahtır. ( Alfred Guillaume, Where vvas al-Masjidd al-Aqsâ, Al-Andalus dergisi, sayı: 18, s. 323-336.)

Bu durumda Mescid-i Aksa, ne Kudüs’teki Süleyman Ma’bedi, ne gökte bir ma’bed’dir. Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı, Ci’râne Vadisinde bir namazgahtır. Ci’râne Vâdîsinin Arafat yakınında bulunan kıyısında, bir Kureyşli tarafından yapılan mescide Mescid-i Ednâ, Hz. Peygamber’in namaz kılıp ihrama girdiği namazgahına da Mescid-i Aksa denmiştir.

Ancak âyette bunun, çevresi mübarek kılınan bir mescid olduğu söyleniyor. Bu bereketlilik sıfatı, Mekke’deki Mescid-i Haram için de kullanılmıştır: “Doğrusu insanlara (ma’bed olarak) ilk kurulan ev, Mekke’de olandır. Âlemlere uğur, bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulmuştur.” (Âl-i İmrân: 96) Aynı kentte ve Hac Vakfesinin yapıldığı Arafat yöresindeki bir mescid için de bu sıfatın kullanılması gayet doğaldır. Çünkü insanların toplanıp duaya durdukları bu yerde aynı zamanda satıcılar çeşitli ürünler satar, ekonomik bir canlanma, bolluk, bereket olur.

Eğer Mescidi Aksa, Ci’râne’de, Hz. Peygamber’in, zaman zaman gidip namaz kıldığı yer ise, İsrâ olayı, Hz. Peygamber’in, bir gece, içine düşen güçlü bir arzu ile kalkıp Ci’râne mescidine bedenen gelmesidir. Bu yürüyüşü, Allah’ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan “Allah, kulunu yürüttü” şeklinde ifade edilmiştir. Çünkü O’nun şevkiyle olmuştur. Nitekim yine Allah’ın ilhâmıyla Bedir Savaşına çıkması da “Allah’ın, kendisini evinden çıkardığı” şeklinde ifade edilmiş.

 

Enfâl 5 de “Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için) Rabbin seni, evinden çıkardı…” buyurulmuştur.

“O, kulunu geceleyin Mescid-i Harâm’dan, Mescid-i Âksâ’ya yürüttü.”söylemiyle, “Rabbin seni evinden çıkardı” söylemi arasında bir fark yoktur.

 

 

Nasıl ikincisi, Peygamber’in, Allah’ın vahiy veya ilhâmıyla evinden çıkıp Bedir’e gittiğini belirtiyorsa, birincisi de Peygamber’in, gecenin bir kısmında Allah’ın ilhamı ve dürtüsüyle Peygamber’in, geceleyin kalkıp Mescid-i Aksa’ya yürüdüğünü belirtiyor.

 

İkincisinde nasıl, havada uçurma, kaçırma yoksa, birincisinde de yoktur. Eğer öyle bir şey olsaydı, “Kulunu uçurdu” denilirdi.

 

Peygamber Efendimiz, Ci’râne’deki Mescid’e vardıktan sonra tıpkı Necm Sûresinin 18. ayetinde “Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü; Sidre-tü’l-Müntehâ(uzak ağaç)ın yanında, ki onun yanında oturulacak bahçe vardır. Sidre’yi kaplayan kaplıyordu. (Muhammed’in) Göz(ü) şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük âyetlerinden bazılarını gördü.” âyetlerinde anlatıldığı üzere Hirâ Dağı yakınındaki Sidret’l-Müntehâ’da olağanüstü olaylara şâhid olduğu gibi, bir gece Allah’ın yönlendirmesiyle geldiği bu Ci’râne’deki Mescid-i Aksâ’da da olağanüstü olaylara şâhid olmuştur.

 

Nasıl Hz. Peygamber, Hirâ’ya gidiyor idiyse mu’tâdı üzere bir gece Mescid-i Aksâ’ya da gitmiş, işte orada Rabbinin olağanüstü olaylarına şâhid olmuştur.

 

Bu durumda Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gelmesi, normal bedensel bir yürümedir. Mescid-i Aksâ’da gördüğü olağanüstü olaylar ise ruhsal vizyondur.

 

Bu Mescid-i Aksa vizyonu, Necm Sûresi’nde belirtilen “Sidretu’l- Müntehâ” vizyonuna çok benzemektedir. Nasıl Hz. Peygamber, Hirâ yöresindeki Sidretu’l-Müntehâ’da “Rabbinin bazı âyetlerini gördü” ise, geceleyin geldiği Mescid-i Aksa’da da “O’nun bazı âyetlerini görmüştür.” Peygamber’in Sidretu’l-Muntehâ’ya ve Mescid-i Aksâ’ya gelişi, bedensel yürümedir, ama oradaki müşahedeleri, ruhsal vizyonlardır. Yani İsrâ ruh ve bedenle yapılan normal yürüme, mi’râc ise ruhsal bir yükselme ve müşahededir. Kur’ân’ın anlattığı bu sade vizyonlar, rivayetlerde efsaneleştirilmiş, aslı olmayan senaryolara temel yapılmıştır.

 

 

 

Başka Dinlerdeki öykülerin Mi’râc Rivayetlerine Etkisi: (Mİ’RAC EFSANESİNİN OLASI DAYANAKLARI)

Şimdi Mi’râc konusunda eski dinlerden bazı örnekler vermek istiyorum:

Paulos’un Vizyonu: Paulos, Kudüs yolunda Jaricho Dağı’nda, çocuk biçiminde görünen ruhsal bir varlık görür. Metinde zaman zaman kutsal rûh olarak da anılan bu melek, Paulos’u alıp göklere çıkarır. Paulos orada îsâ’nın havârîlerini görür. Dördüncü gökte ruhların yargılanmasını, beşinci gökte meleklerin, ruhları mahkemeye götürmelerini görür. Altıncı göğün, yukarıdan gelen bir ışıkla aydınlandığını gören Paulos, yedinci gökte parlayan bir taht üzerinde oturmuş yaşlı birini görür. Ogdoad’da ilerlemesine devam eden Paulos, dokuzuncu ve onuncu gökleri görür. Sonuncu göğe vardığında değişime uğrar ve artık arkadaşları olan havarileri göremez, ruhsal arkadaşlarını (yani ruhları) görür.

Ancak anlatım biçimi 19/3 de üçüncü şahıstan birinci şahsa, 19/18’de yine üçüncü şahsa, nihayet 20/5’den itibaren yine birinci şahsa değişir.

Douglas M. Parrot, THE APOCALYPSE OF PAUL (Paulos’un Vahyi) adlı yazısında, (V, 17,19-24,9) Paulos ‘un özetlediğimiz vizyonunu, kendi sözlerinden aktarmaktadır. İzleyelim:

“Ve o ona şöyle dedi:

 Hangi yolla Kudüs’e gideceğim? Küçük çocuk şöyle yanıt verdi:

Küçük çocuk onun Paulos olduğunu biliyordu. O, onunla konuşa­bilmek için bahane bulmak amacıyla bu sözlerle onunla sohbet etti.

Küçük çocuk şöyle dedi:

Senin Paulos olduğunu biliyorum. Sen annesinin rahmine düşme­sinden itibaren kutsal olansın. Bu nedenle ben senin Kudüs’e, arkadaşlarının yanına gidebilmen için sana geldim. Ve sen, bu nedenle çağırıldın. Ve ben sana eşlik eden Ruhum. Paulos! Zihnini topla… Zira […] bütün […] krallar ve bu otoriteler ve baş melekler ve güçler ve şeytânların bütün soydaşları, vücutlara bir rûh tohumu indiren biri… Ve konuşmayı bitirdikten sonra o küçük çocuk, bana şöyle dedi:

Paulos, zihnini topla ve üzerinde durduğun bu dağın Jericho Dağı olduğunu bil ki görünen şeylerdeki gizleri anlayabilesin. Şimdi sen oniki havariye gideceksin. Zira onlar seçkin ruhlardır. Onlar seni selâmlayacaklar.

Paulos gözlerini kaldırdı ve kendisini selâmlayan(havâri)leri gördü.

Sonra kendisiyle konuşan Kutsal Rûh, onu yükseğe, üçüncü göğe çıkarttı. Ve oradan öteye, dördüncü göğe geçti. Kutsal Rûh ona şöyle dedi.

Bak ve yeryüzündeki benzerlerini gör.

Paulos aşağı baktı da yeryüzündeki 1 eri gördü. O aşağıya uzun uzun baktı ve yeryüzündeki 1 eri gördü… Sonra dikkatle aşağı baktı ve yaratılışta kendisinin solunda ve sağında yer alan oniki havariyi ve onların önünde giden Rûh’u gördü.

Fakat ben sıralamaya göre dördüncü semada gördüm. Ruhu ölüler ülkesinin dışına çıkaran tanrılara benzer melekler gördüm. Onlar o ruhudördüncü göğün kapısına getirdiler. Ve melekler onu kamçılıyorlardı. Rûh şöyle dedi: Ben dünyâda ne günâh işledim?

Dördüncü gökte yaşayan kapıcı (melek) ona şöyle dedi:

Ölüler ülkesindeki bütün yasa dışı işleri işlemek doğru değildi. Rûh şöyle yanıt verdi:

Tanık getir! Onlar hangi bedende yasa dışı işler yaptığımı sana göstersinler (buna tanıklık etsinler).

Ve üç şahit geldi. Birincisi şöyle dedi:

İkinci saat vücutta değil miydim? Sen öfkeye, intikam hırsına ve düşmanlığa düşünceye kadar sana karşı koydum.

Ve ikinci şahit şöyle dedi:

Dünyada değil miydim? Ve ben beşinci saatte (vücuda) girdim ve seni gördüm ve arzu ettim ve o zaman bak! Ben şimdi seni işlediğin cinayetlerle suçluyorum.

Üçüncü tanık şöyle dedi:

Ben sana günün onikinci saatinde, güneş batmak üzereyken gelmedim mi? Günâhlarını tamamlayana kadar sana karanlık verdim.

Rûh bu şeyleri (sözleri) işittiğinde üzüntüyle aşağıya doğru baktı ve sonra yukarıya doğru baktı. Sonra aşağıya atıldı. Aşağıya atılan rûh, kendisi için hazırlanan bir bedene gitti.

Sonra ben yukarı doğru baktım ve bana şöyle diyen Rûh’u gördüm:

Paulos, gel! Bana doğru ilerle.

Sonra ben giderken kapı açıldı ve ben beşinci semaya gittim. Ve ben Rûh bize eşlik ederken, benimle birlikte giden havari arkadaşlarımı gördüm. Ve beşinci gökte, elinde bir demir tutan yüce bir melek gördüm. Onunla birlikte üç melek daha vardı. Ve ben onların yüzlerine dikkatle baktım. Fakat onlar, ellerindeki kamçılarıyla ruhları hesap vermeğe sürerek birbirleriyle yanşıyorlardı. Fakat ben Rûh’la birlikte gittim ve kapı bana açıldı.

Sonra biz altıncı göğe çıktık. Ve ben benimle birlikte giden havari arkadaşlarımı gördüm. Ve Kutsal Rûh onların önünde bana yol gösteri­yordu. Ve ben yükseğe baktım ve altıncı göğe doğru parlayan bir ışık gördüm. Altıncı gökteki kapıcı (meleğe) şöyle dedim:

Bana ve önümdeki Kutsal Rûh ‘a kapıyı aç! O bana (kapıyı) açtı.

Sonra biz yedinci göğe çıktık ve ben elbisesi beyaz olan ve ışıklı ..bir yaşlı adam gördüm. Onun yedinci gökteki tahtı güneşten yedi kat daha parlaktı. Yaşlı adam bana şöyle dedi:

Paulos, ey kutsal kişi ve ey annesinin rahminden ayrılmış olan kişi, nereye gidiyorsun?

Fakat ben ruha baktım ve o bana “Onunla konuş” diyerek başıyla işaret ediyordu. Ve ben yaşlı adama şöyle dedim:

Ben, geldiğim yere gidiyorum. Ve yaşlı adam bana karşılık verdi:

Sen neredensin? Şöyle cevap verdim:

Babil’in tutsaklığında tutsak edilen tutsaklığı, tutsak etmek için ölüler dünyasına gidiyorum.

Yaşlı adam bana şöyle karşılık verdi:

Benden nasıl kurtulacaksın? Bak ve emrimdeki prenslikleri ve otoriteleri gör.

Rûh bana şöyle dedi:

Ona sendeki işareti ver. O senin için kapıyı açacak.

Ve o zaman ben ona işareti verdim. Bunun üzerine o yüzünü aşağıya doğru, kendi yaratıklarına ve kendi otoritesine çevirdi.

Ve sonra yedinci sema açıldı ve biz Ogdoad’a çıktık. Ve ben oniki havariyi gördüm. Onlar beni selâmladılar ve biz dokuzuncu göğe yükseldik. Dokuzuncu gökte bulunanları selâmladım ve biz onuncu göğe çıktık ve ben rûh arkadaşlarımı (havarileri) selâmladım.”

Ahd-i Cedîd’in son eki, Yuhanna’nın Vahyi bölümünde de Aziz Yuhanna’nın göklerdeki acâib olayları içeren vizyonu anlatılmaktadır. İçinde Mi’râc’ın ayrıntılı rivayetlerinde bulunanlara benzer tasvirler ve olaylar vardır. (Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Asiklopedisi, Kuba Yayınları: 13/270-274, İsrâ ve Mi’râc maddesi.)

 

 

 

SORU: MESCİD-İ AKSA NEREDE?


Soru: Bir yazınızda İsra ve Miraç hakkında bilgiler verdikten sonra Mescid-i Aksâ’nın yeri konusunda bir dip notunuz vardı. Mescid-i Aksâ’nın, Cirane’de bulunan küçük bir mescit olduğunu belirtmiştiniz. Ben, bu yer kargaşasından kendimi kurtaramadım. İsra Suresi’nin ilk ayetinde bahsedilen Mescid-i Aksa, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa mı yoksa sizin bahsettiğiniz Arafat’ta Cirane’de bulunan küçük mescit mi? Beni bu konuda aydınlatır mısınız? (Hikmet Coşkun)

Cevap: İsra Suresi’nin başında işaret edilen Mescid-i Aksâ’nın, Cirane’de bulunan bir mescit olduğu kanaatindeyim. Çünkü Kur’ân indiği zaman Kudüs’te Mescid-i Aksa adıyla bir mabet yoktu. Harabe halinde bulunan Süleyman Mabedi, onarılmış olsa da adı Mescid-i Aksa değildi. Hem Yahudiler kendi mabedlerine niçin mescit adını versinler ki? Kur’ân’ın indiği sırada Kudüs’te bu adla bilinen bir mabet bulunmadığına göre İsra Suresi’nin baş tarafında Hz. Peygamber’in yürütüldüğü mescidin, Araplarca bilinen bir mescit olması gerekir. Bu da Kudüs’te değil, Mekke yöresinde bulunan bir mescit olmalıdır. Mescid-i Aksâ’nın Cirane’de, Hz. Peygamber’in ihrama girdiği mescit olduğu rivayetini Vakıdi ve Ezraki kaydetmişlerdir. (Süleyman Ateş-Gazete Vatan-28.01.2006)

posted in İSRA MİRAÇ | 2 Comments

7th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MESCİD-İ AKSA  –DIA (Diyanet Ansiklopedisi)

Müslümanların İlk kıblesi, en kutsal sayılan üç mescîdden biri. Asıl adı Ârâmîce Beth makdeşa, İbrânîce Beth hamikdaş ve Arapça Beytül-makdis olup “mukaddes ev” demektir; ilk kuruluşundan beri taşıdığı bu ad son­radan şehrin tamamını kapsamına almış­tır. Şehir için müslümanların benimsediği Kudüs adı da aynı kökten gelmekte ve aslında şehri değil mabedi ifade etmektedir. Minhâcî mabedin on yedi kadar adı olduğunu söyler.

İslâm âlimleri, Kur’ân-ı Kerîm’de el-Mescidü’l-aksâ adıyla anılan ve çevresi­nin mübarek kılındığı belirtilen yerin Beytülmakdis olduğu konu­sunda ittifak halindedir. Arapça aksa “uzak” anlamındadır ve ma­bedin Mekke’ye uzaklığından dolayı bu ad verilmiştir. Musevîliğe göre mâbed dünya ya­ratılmadan önce de vardı ve gökte idi. Rab dünyayı onun gölgesinin düştüğü yerden yaratmaya başlamış, ardından o nokta­da Hz. Âdem’i yaratmıştır. Bir hadise göre ise burası, Mescid-i Harâm’dan sonra içinde insanla­rın Allah’a ibadet etmeleri amacıyla yapı­lan en eski ikinci mâbeddir. Bugün Kabe’ye çevresiyle birlikte Mescid-i Harâm denildiği gibi Mescid-i Aksâ’ya da çevresiyle birlikte Harem-i şerif denil­mekte ve bununla eski Kudüs’teki kuzeyi 321, güneyi 283, doğusu 474 ve batısı 490 m. uzunlukta olan ve yer yer 30-40 m. yüksekliğe ulaşan surlarla çevrili bu­lunan, içinde Kubbetü’s-sahre”nin de yer aldığı kutsal mekân kastedilmektedir.

Mescid-i Aksâ’nın yerinin tesbiti ve planlanması Hz. Dâvûd ile başlar. Ancak Allah mabedin Hz. Süleyman tarafından yapılacağını bildirir.Bunun üzerine Dâvûd, oğlu Süleyman’a durumu anlatıp mabedi inşa etmesini emreder ve mâbed yapımıyla ilgili bütün malzemeleri ve eleman­ları ona teslim eder. Mâbed için gerekli taş ve kereste Lübnan dağlarından karşılanmış, Sûr Kralı Hiram bunları Hz. Süleyman’ın yolladığı işçilere ve kendi adamlarına inşaatta kullanılacak şekilde hazırlatıp Kudüs’e göndermiştir. Çünkü mabedin yapımı sırasında ne keser ne çekiç sesinin duyulduğu belirtilmek­tedir.

İlk mabedin yeri konusunda farklı gö­rüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre günümüzde Kubbetü’s-sahre’nin bulun­duğu Harem’in en yüksek kısmı, onun Kudsü’l-akdes denilen en iç mekânına ve­ya sunağının (mezbah) bulunduğu kısmı­na tekabül etmektedir. Ahd-i Atîk’e göre inşaat İsrâiloğullarının Mısır’dan çıkışı­nın 480. ve Hz. Süleyman’ın hükümdarlı­ğının dördüncü yılında, yahudi takvimi­nin ikinci ayı olan “ziv” ayında (nisan – ma­yıs] başlamış ve yedi yıl kadar sürmüştür. Ahd-i Atîk mabedin uzunluğunun 60, ge­nişliğinin 20 ve yüksekliğinin 30 arşın (1 yahudi arşını 45 cm.) olduğunu bildir­mektedir. Girişte 20 arşın eninde, 10 ar­şın uzunluğunda bir yer ve iki yanında Sûr Kralı Hiram tarafından döktürülmüş iki tunç sütun yer almaktaydı. Ortada 20 x 40 zira’ boyutlarındaki kutsal ana bölüm (kuds) yer alıyordu; sunak da bu bölüm­deydi. Mabedin en ön kısmında Tevrat levhalarının muhafaza edildiği ahid san­dığı için 20 x 20 arşın boyutlarında bir iç oda (Kudsü’l-akdes) yapılmış ve duvarları sfenks (kerub) kabartmalarıyla süslü al­tın kaplama ahşapla örtülmüştür. Mabe­din diğer iç duvarları da kabartmalarla donatılmıştı. Ana girişte yine kabartmalı altın levhalarla kaplı 2,25 m. eninde çift kanatlı kapı bulunuyordu. Hem mabedin hem de iç odanın etrafı üç katlı yan oda­larla çevrilmişti. Otuzar odanın bulundu­ğu üst katlara burma merdivenlerle çıkı­lıyordu. Odaların kullanım şekilleri, birbir­lerine geçişleri ve mimari amaçları açı­sından cevaplanması gereken birçok soru bulunmaktadır. Genel kabulün aksine bazı bilim adamları bu odaların Hz. Süleyman’­dan sonra yapıya eklendiği görüşündedir. Mabedin iç kısmı yan odaların üstündeki kafesli pencerelerden ışık alıyordu. Kud­sü’l-akdes ise on altın şamdanla aydınla­tılıyordu; mâbeddeki diğer madenî eşya­nın da tamamı altındandı. Mabedin sağı­na güneydoğuya doğru tunçtan büyük bir havuz yapılmıştı. 10 arşın çapında ve 5 ar­şın yüksekliğinde olan havuz üçer üçer dört yöne bakan on İki boğa heykelinin üzerine oturmaktaydı. Ayrıca mâbed gö­revlilerinin ve ziyaretçilerin abdest alması için tunçtan dökme on araba üzerine yer­leştirilen ve her biri 1,5 ton kadar su ala­bilen on kazan yapılmıştı. Kur’an’da Hz. Süleyman’ın emrinde çalışan cinlerin mihraplar, heykeller, ha­vuzlar kadar geniş leğenler ve sabit ka­zanlardan ne dilerse yaptıkları bildirilir. Bu mihraplar mescidin bö­lümleriyle yorumlanmıştır. Ahd-i Atîk’in verdiği bilgiye göre mâbed büyük bir tö­renle açılmış, bu sırada görülen bazı ola­ğan üstü haller karşısında İsrâiloğulları taş zemin üzerinde secdeye kapanmışlar­dır. Yine kitapta Hz. Süleyman’ın 22.000 öküz, 120.000 koyun kurban ettiği ve bir hafta süreyle bayram yapıldığı rivayet edilmektedir. Varlığı belgelere dayanan bu ilk mâbedden gü­nümüze belki sonraları tekrar kullanılan bazı taşları dışında fazla bir şey kalma­mıştır. Ahd-i Atîk’in tasvirlerinden yapı­nın Ortadoğu ve antik Yunanistan’da ge­lişen mâbedlerden etkilendiği anlaşılmak­ta, özellikle Teynet(Tell Tainat) kazılarında ortaya çıkarılan ve milâttan önce IX-VIII. yüzyıllara tarihlenen bir mâbed planının Süleyman Mabedi için yapılan tanımla­malara çok benzediği görülmektedir.

Çok değerli eşya ile dolu olan Beytül-makdis, Hz. Süleyman’dan sonra zaman zaman istilâcıların yağmalama ve yıkım­larına mâruz kalmıştır. En büyük yıkım Bâbil Hükümdarı II. Buhtun-nasr’ın (Nebukadnezzar) Kudüs’ü üçün­cü işgali sırasında olmuş şeh­ri tamamen tahrip eden Buhtunnasr yıkılan mabedin kapı ve duvarlarından söktüğü altın kabartmalarla diğer kıy­metli eşyayı şehirden topladığı ganimet­lerle ve halkın büyük bir kısmıyla beraber Bâbil’e götürmüştür. Bu şekilde başlayan Bâbil esaretinin Bâbil’in Persler tarafın­dan zaptı ile sona ermesinin ardından Kudüs’e dönen yahudi ileri ge­lenlerinden Zerubbabel ve arkadaşları mabedi yeniden inşa etmiş ve bu inşaat yirmi beş yıl kadar sürmüştür. Daha sonra Kudüs birkaç defa daha İstilâya uğramış ve bunlardan Selefki Kralı Antiochos (Antiokhos) IV. Epiphanes’in iş­gali sırasında mabede Grek tanrı heykellerinin konulması üzerine Makkabi isyanları başlamıştır; dört yıl sonra istilâcıları kovan Makkabiler mabedi bunlardan temizlemişlerdir. Ancak milâttan önce 63’te Pompeus’un, ardın­dan Crassus’un emrindeki Roma ordula­rının işgal ve yağmalarına uğramıştır. Kı­sa bir süre Partlar’ın hâkimiyetine giren Kudüs, milâttan önce 37’de Romalılar’ın Yahudiye kralı ilân ettikleri I. Herod (Bü­yük Herod) tarafından yine onların yardı­mıyla ele geçirilince mâbed genişletilerek yeniden yapılmıştır. Bu inşaat Hz. îsâ’nın doğumundan yirmi yıl kadar önce başla­mış ve onun zamanında da sürmüştür.

Günümüzde yahudilerin ilk Süleyman Mâbedi’nin bir bölümü olduğu düşüncesiyle önünde dua ettikleri ağlama duvarı bu mabedin çevre duvarının batıya düşen kısmının kalıntısıdır. Kur’an’da bahsi ge­çen, Hz. Zekeriyyâ’nın ve Meryem’in iba­dete çekildikleri odalar da bu binada olmalı­dır. Ahd-i Cedîd’de verilen bilgilerden Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde yahudilerin ma­bede gereken saygıyı göstermedikleri an­laşılmaktadır; çünkü îsâ Kudüs’e geldiğin­de mabedin pazar yerine çevrilmiş oldu­ğunu görmüş ve bunu engellemeye çalı­şarak insanlara, Ahd-i Atîk’te mabedin yapılış amacının bütün milletler için dua evi olduğuna ve geçmişte “haydut ini”ne çevrildiğine dair yer atan cümleleri hatırlatmıştır. Yine Ahd-i Cedîd’de mevcut bilgilerden Hz. isa’nın orada İn­cil’i öğretmeye çalıştığı, fakat yahudi kâ­hin, yazıcı ve ihtiyarlarının buna karşı çık­tıkları anlaşılmaktadır.

Mi­lâttan sonra 70 yılında Titus kumanda­sındaki Roma ordusunun işgali sırasında hemen hemen tamamen yakılan Kudüs’le birlikte mâbed de yıkılmış, şehir Hadrien zamanında (117-138) yeniden imar edilir­ken Beytülmakdis’in yerine Jüpiter Capitolinus Tapınağı yapılmıştır. Kostantinos’un Hıristiyanlığı kabulünden sonra bu tapınağın yıkıldığı sanılmaktadır.

Hz. Peygamber’in mi’rac yolculuğuna çıkmadan önce müslümanların kıblesi olan Mescid-i Aksâ’ya getirildiği İsrâ sû­resinin ilk âyetinde açıkça belirtilmekte­dir. Hicretin ardından buranın kıble olu­şu on altı-on yedi ay kadar sürmüştür. Bu durum İslâm’da Mescid-i Aksâ’ya verilen değeri göstermekte ve Kudüs’ün ele ge­çirilmesinden yıllar önce Resûl-i Ekrem’in söylediği, ibadet ve ziyaret maksadıyla gidilmesi gereken üç mescidden birinin Mescid-i Aksa (diğerleri Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî) olduğu bu mescidlerde kılınan namazın kişinin evinde tek başına eda edeceği namazdan elli bin kat daha çok faziletinin bulunduğu yolundaki hadisleri bunu pekiş­tirmektedir.

Hz. Ömer, Kudüs’ün anah­tarını teslim aldığında kendisi de bizzat çalışarak Mescid-i Aksâ’nın (Süleyman Mabedi) Hıristiyanlık döneminde moloz­lar altında kalmış olan yerini temizletip Sahre’nin güneyindeki düzlükte cemaate namaz kıldırmış (Taberî, Târih, II, 450) daha sonra da buraya bir mescid yaptır­mıştır. İlk dönem İslâm kaynaklarında bu mescid hakkında fazla bilgi bulunmamak­ta, ancak (670) yılı civarında burayı zi­yaret eden bir hıristiyan hacının anlattıklarından müslümanların haremin doğu duvarına yakın bölümünde yer alan hara­benin üzerini kalaslarla kapatarak 3000 kişinin namaz kılabileceği büyüklükte ba­sit bir mescid yaptıkları öğrenilmekte­dir. Cameron Creswell, söz konusu harabenin Titus’un askerleri tarafından yıkılan mabedin ka­lıntısı olduğu kanaatindedir.

Ya’kubî’ye dayanan bir rivayette, Mescid-i Aksâ’nın ikinci defa Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân tarafından Mısır’ın yedi yıllık ha­racı ile inşa edildiği belirtiliyorsa da 90-96 (709-714) yıllarında Mısır valiliği yapan Kurre b. Şerîk dönemine ait Grekçe divan kayıtlarından binayı yaptıranın I. Velîd ol­duğu anlaşılmaktadır. 130’da (747-48) vuku bulan deprem sırasın­da mescidde büyük hasar meydana gel­miş ve bina ancak Ebû Ca’fer el-Mansûr zamanında (754-775) kapılarındaki altın ve gümüş kaplamalardan para bastırıla­rak tamir edilebilmiştir. 158’de de (775) yine deprem sebebiyle kısmen yıkılmış ve Mehdî-Billâh tarafından yenilenmiştir. Creswell o günden kalan bazı bölümlerin yardımıyla binanın planını çıkarmıştır. Bu­na göre Mescid-i Aksa kıble duvarına dik uzanan ortadaki daha geniş on beş nef-ten oluşuyor ve diğerlerine göre daha yüksek olan ve üst kısmında pencereler bulunan 11.8 m. genişliğindeki ana nefin ucunda çift cidarlı ahşap bir mihrap önü kubbesi, kuzey ucunda da ana giriş yer alıyordu. Kuzey duvarında, 6,S m. enindeki diğer neflere de birer kapı açılmıştı; ayrıca yan duvarlarda da kapılar vardı. Binanın cephesi 102.8, derinliği 69,2 m. idi; yani 2/3 oranında enine geniş mescid planı burada da uygulanmıştı. Abbasî dö­nemine ait ikinci önemli imar Halife Me’-mûn zamanında (813-833) yapılmıştır.

425’te (1034) yine deprem yüzünden harap olan Mescid-i Aksa. Halife Zâhir’in emriyle yeniden yapılırcasına onarılmış, sağ ve sol taraftan dörder nef kaldırıla­rak bina küçültülmüştür. Haçlı istilâsın­dan sonraki Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin ima­rında bu onarım esas alınmıştır. Günü­müzdeki binanın büyük bir bölümü de Zahir döneminden kalmadır. Bu durum, özellikle son büyük onarımı gerçekleşti­ren Mimar Kemâleddin Bey’in, kendisine 1925’te İngiliz Kraliyet Mimarlar Akade­misi üyeliğini kazandıran ve 1922’de baş­layan, titiz çalışmaları sırasında ortaya çık­mıştır. Kemâleddin Bey, kuzey kubbe ke­merinin kuzey kısmındaki sıvaları kaldır­dığı zaman içinde Zâhir’in adı geçen uzun kûfî bir kitabenin yer aldığı sarmal kenger yapraklarından oluşan cam mozaik bir tezyinatla karşılaşmış ve yaptığı ince­leme sonunda kubbe kasnağının da bu dönemden kaldığını anlamıştır. Mescidin bütün kemerleri çift kirişlerle birbirine bağlanmış ve bu kirişler alttan kalem işi süslemeli tahta levhalarla kapatılarak gizlenmiştir. Orta nefin tavanı XX. yüzyıla kadar oyma tezyinatlı levhalarla süslen­mişti; bunların farklı ölçüdeki ikisi (30 90 cm.; 60 x 110 cm.) Creswell tarafından yayımlanmıştır. Creswell, motiflerden ha­reketle levhaların Mehdî-Biilâh zamanına ait olduğu ve Zahir imarından sonra da kullanıldığını ileri sürer. Orta nefin doğusu ile onun doğusundaki nefin 7,1 m. mesafe­sinde bulunan yuvarlak sütunlar dizisi ve kubbeyi taşıyan kemerler ve ana şahınla “T” planı oluşturan doğu ve batı uzantı­ları Zahir dönemine aittir. Tavan yüksekli­ği 12.4 m. olan mescidin üstü önceleri 21 m. yüksekliğindeki kubbe dışında beşik çatılarla kapatılmışken sonradan bunlar düz dama dönüştürülmüştür. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Mescid-i Aksa Maddesi)

posted in İSRA MİRAÇ | 2 Comments

7th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Sözlükte “yukarı çıkmak, yükselmek” anlamındaki urûc kökünden türemiş bir ism-i âlet olanmi’râc kelimesi “yukarı çık­ma vasıtası, merdiven” demektir. Terim olarak Hz. Peygamber’in göğe yükselişini ve Allah katına çıkışını ifade eder. Olay, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gi­diş ve oradan da yükseklere çıkış şeklin­de yorumlandığından kaynaklarda daha çok “isrâ ve mi’rac” şeklinde geçerse de Türkçe’de mi’rac kelimesiyle her ikisi de kastedilir. İslâmî kaynaklarda genellikle ele alındığı şekliyle mi’rac hadisesi iki saf­hada meydana gelmiştir. Resûl-i Ekrem’in bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Ak­sâ’ya yaptığı yolculuğa isrâ, oradan gök­lere yükselmesine mi’rac denilmiştir.

Mi’rac kelimesi Kur’an’da geçmemek­le birlikte çoğul şekli olan meâric “yüksel­me dereceleri” mânasında Allah’a nisbet edilmiştir (el-Meâric 70/3).

Semaya yükseliş tasavvuru eski Hint ve İran mitolojileriyle diğer dinlerde de mev­cuttur. Yahudi geleneğinde İdrîs, İbra­him, Mûsâ ve İşâyâ gibi peygamberlerle bazı tarihî şahsiyetlerin yeryüzünden ilâhî âlemlere çıktığına inanılır. Özellikle me­lek Yahoel tarafından semavî bir vasıtay­la bulut içinde göğe yükseltilen Hz. İbra­him’in rabbinin tahtını müşahede edişiy­le ilgili tasvirlere sonraki yahudi literatü­ründe rastlanmaktadır. Hıristiyanlık inan­cına göre Hz. İsâ çarmıha gerildikten son­ra mezarından çıkıp ilâhî âleme yüksel­miştir (Matta, 28/1-7; Markos, 16/19). Ay­rıca Pavlus’un Kudüs’e doğru giderken melek eşliğinde göğe yolculuk yaptığı ri­vayet edilir (Gündüz v.dğr., s. 59-60).

Hadis kaynakları ile siyer ve delâil kitap­larında isrâ ve mi’racla ilgili birçok riva­yet mevcuttur. Buhârî ve Müslim’de yer alan rivayetlerin ortak noktalarına göre olay şu şekilde cereyan etmiştir: Bir gece Resûlullah, Kabe’de Hicr veya Hatîm de­nilen yerde iken -bazı rivayetlerde uykuda bulunduğu sırada veya uyku ile uyanıklık arası bir halde- Cebrail geldi; göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup kapattı. Burak adlı bineğe bindirip Beytülmakdis’e gö­türdü. Resûl-i Ekrem Mescid-i Aksâ’da iki rek’at namaz kılıp dışarı çıktığında Ceb­rail biri süt, diğeri şarap dolu iki kap ge­tirdi. Resûlullah süt dolu kabı seçince Ceb­rail kendisine “fıtratı seçtin” dedi, ardın­dan onu alıp dünya semasına yükseltti. Semaların her birinde sırasıyla Âdem, îsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ peygamber­lerle görüştü; nihayet Beytülma’mûr’un bulunduğu yedinci semada Hz. İbrahim’le buluştu. Sidretü’l-müntehâ denilen yere vardıklarında yazıcı meleklerin kalem cı­zırtılarını duydu ve Allah’ın huzuruna çık­tı. Burada Cenâb-ı Hak elli vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hz. Mûsâ, elli vakit na­mazın ümmetine ağır geleceğini söyle­yip Allah’tan onu hafifletmesini isteme­sini tavsiye etti. Namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber’in huzûr-i ilâhîye müracaatı ve Mûsâ ile diyalogu de­vam etti.

Mi’racla ilgili rivayetlerde bazı farklılık­lar mevcuttur. Meselâ sahih rivayetlerin bir kısmında doğrudan Mescid-i Harâm’-dan semaya yükseliş anlatılır. Mi’racla ilgili haber­lerde mevcut ayrıntılı tasvirler arasında (meselâ Beyhakî, II, 362, 398) zayıf ri­vayetlerin bulunduğu bildirilmektedir

Mi’rac hadisesinde önemli yer işgal eden Mescid-i Aksâ’nın hangi mescid ol­duğu hususunda âyetlerde açıklama ya­pılmamış, sadece çevresinin mübarek kı­lındığı belirtilmiştir. Mescid-i Aksâ’nın “uzak mescid” anlamına geldiği halbuki Kur’an’da Filistin için “edne’1-arz” (en ya­kın yer) ifadesinin kullanıldığı (er-Rûm 30/ 3) belirtilerek Mescid-i Aksâ’nın semavî bir mescid olması ihtimali üzerinde du­rulmakla birlikte (Muhammed Hamîdul-lah, 1,93), hem tarihî veriler hem de âyet­teki ifadeler dikkate alındığında söz ko­nusu mabedin tarihî bir gerçekliğinin bu­lunduğu anlaşılmaktadır..

İsrâ ve mi’racın mahiyetine yönelik en önemli tartışma onun bedenen mi yoksa ruhen mi gerçekleştiği konusundadırİsrâ ve mi’rac konusunda Hz. Âişe ve Muâvi-ye b. Ebû Süfyân’dan rivayet edilen fark­lı yorumları da değerlendiren âlimler söz konusu rivayetlerin hadis tekniği açısın­dan problemler taşıdığını ileri sürmüştür... İs­lâm filozofları, gök cisimlerinin nüfuz edil­mesi imkânsız kütleler halinde oluşundan hareketle mi’racın bedenen gerçekleş­mesine itiraz etmişlerse de bu itirazları tutarsız bulan kelâmcılar bütün cisimle­rin aynı özellikte ve yapıda olduğunu, bir cisim için geçerli olan durumun diğerleri için de geçerli sayılacağını söyler...

İsrânın ruhen gerçekleştiği görüşünü benimseyen âlimler Hz. Âişe’nin, “Resûlullah’ın bedeni yerinden ayrılmamış, o ruhuyla yolculuk yapmıştır” ve Muâviye’nin, “İsrâ Allah’tan gelen sadık bir rüya­dan ibarettir” şeklindeki beyanları ve Hasan-ı Basrî’nin bu görüşe itiraz etmeme­sini delil kabul etmişlerdir. Bu âlimlere gö­re Buhârî ve Müslim’de yer alan, “uyku ile uyanıklık arası bir halde iken, yatağımda uzanmış yatıyorken, uyurken” şeklindeki ifadeler de bunu göstermektedir (yk. bk.). Âyette geçen “abd” kelimesi de sadece ruhu anlatır, zira insan bedeninin unsur­ları devamlı değiştiği halde değişmeyen ruhturBunların en önemli delili ise İsrâ sûresinin 60. âyetinde geçen “rüya” kelimesidir. Âyet isrâ olayıyla ilişkilendirilerek rüyanın gözle görmeyi de­ğil düşte görmeyi ifade ettiği sonucuna varılmıştır.

İbn Kayyim el-Cevziyye mi’racın rüyada gerçekleşmesiyle ruhen gerçekleşmesi arasındaki farka dikkat çeker. Ona göre Hz. Âişe ve Muâviye bu olayın uykuda de­ğil ruhen vuku bulduğunu söylemişlerdirMi’racı ruhanî olarak yorumlayan Şah Veliyyullah ed-Dihlevî ise ruh alemiyle maddî âlem arasında bağla­yıcı bir âlemin (berzah) bulunduğunu, mi’­racın da bu âlemde bir yolculuk olduğunu belirtmiştir.

Çağdaş birçok müellif de isrâ ve mi’ra-cın ruhen gerçekleştiği kanaatindedir. Mi’racın bedenî olduğunu ileri sürenlerin delillerini zayıf bulan Şiblî Nu’mânî, İsrâ sûresinin ilk âyetinde yer alan “abd” keli­mesinin ruha atfedilebileceğini söyler. Ona göre insan bedeni her an değişikliğe uğramaktadır, kalıcı olan ruhturMuhammed Hamîdullah da rivayetlerde geçen, “Uyku ile uyanıklık arası bir durum­da idim” ifadesinden hareketle bu seya­hatin Hz. Peygamber’in tam şuur halin­de, fakat ruhunun hâkimiyeti altında ger­çekleştiğini söyler

İbn Kayyim el-Cevziyye, ihtilâfın farklı rivayetlerin lafızlarına takılıp kalan zayıf nakilcilerden ileri geldiğini söyle­dikten sonra mi’racın birden fazla vuku bulduğu kabul edilirse her defasında elli vakit namazın farz kılınmasını açıklama­nın mümkün olmadığını kaydeder (Zâ-dü’l-me’âd, III, 42).

Hz. Peygamber’in mi’racda Allah’ı gö­rüp görmediği meselesi, onun sidretü’l-müntehâda “iki yay ucu aralığı kadar” (ka-be kavseyn) Allah’a yaklaştığını ve O’nu gördüğünü bildiren âyetlere dayanır (en-Necm 53/7-14)… Sahabeden Hz. Âişe, Abdullah b. Mes’ûd, Ebû Zer el-Gıfârî, Ebû Hüreyre; tabiînden Mücâhid b. Cebr, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme, Rebî* b. Enes ve müfessirlerin çoğu yaklaşma hadisesinin Hz. Peygamber ile Cebrail arasında ger­çekleştiğini kabul eder… Ancak hafızası zayıf olduğu bilinen Şerîk’in nakledilen metni tam koruyamadı­ğı bilinmektedir... An­cak İslâm âlimleri, Allah ile Resulü ara­sında böyle bir yakınlaşmanın açıkça tecessüme delâlet ettiğini ve ilgili metinle­rin zaptı doğru olsa bile zahirî mânalarıy-la kabul edilemeyeceğini belirtmişlerdirRü’yeti kabul etmeyenlerin başın­da Hz. Âişe ve Abdullah b. Mes’ûd gel­mektedir. Rivayete göre Ebû Zer el-Gıfârî Resûlüllah’a, “Rabbini gördün mü?” diye sormuş, Resûlullah da, “O bir nurdur, na­sıl görebilirim?” demiştir (Müslim, “îmân”, 291-292). Hz.Âişe, Muhammed’in rabbini gördüğünü ileri süren kimsenin Allah’a iftira etmiş olacağını söylemiş, görmeyle ilgili âyetleri de (en-Necm 53/13-14; et-Tekvîr 81/23) Resûlullah’ın, “O görülen sa­dece Cibrîl idi” hadisiyle açıklamıştır

İftitah tekbirinden sonra ku­lun Allah’a hitap etmesiyle başlayan na­maz zahiri şeklinin ötesinde bâtınî konu­muyla müminin ruhî mi’racı sayılmakta­dırBu açıdan namazın müminin mi’racı olduğu şeklindeki değerlendirmenin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. (DIA, İslam Ansiklopedisi, Miraç maddesi)

posted in İSRA MİRAÇ | 3 Comments

7th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DİYANET TEFSİRİ: “17/1. (Bu konudaki hadisler zikredilmiş ve sonra)…Söz konusu hadislerin baş kısmında yer alan ve mi’racın Hz. Peygamber “uy­ku ile uyanıklık arasında” bir durumdayken başladığını, uyandığında kendisini Mescid-i Harâm’da bulduğunu belirten ifadeler dolayısıyla (Buhârî’deki rivayet­lerin birinin sonunda “Peygamber uyandı ki Mescid-i Harâm’dadır” denilmektedir) bu olayın bedenle gerçekleşen bir yolculuk mu olduğu, yoksa bunun bir tür rüyada vuku bulan ruhanî bir durum mu olduğu husu­sunda erken dönemden itibaren tartışmalar yapılmıştır. Biri uykuda diğeri uyanıkken olmak üzere iki mi’racdan bahsedildiği de olmuştur. Miracın uykudayken veya uyanık iken ruhen vuku bulduğunu söyleyenler olmuş­tur. Çünkü genel bir ilke olarak vahiy yollarından birinin de rüya olduğu kabul edilir. Nitekim bu sûrenin 60. âyetinde mi’rac olayı kastedilerek “sana gösterdiğimiz rü­ya …” şeklinde bir ifade yer almaktadır. Buradaki rüya kelimesinin uyanıkken gör­me anlamına gelebileceği gibi bundan uykuda görülen rüyanın kastedilmiş olabi­leceği de belirtilmektedir. Ayrı­ca Hz. İbrahim de oğlu İsmail’i kurban etme emrini rüyasında almıştı…

Öte yandan Muhammed Hamîdullah, âyette geçen “en uzak mes­cid” anlamına gelen Mescid-i Aksâ’nın Kudüs’teki mescid olamayacağını, bunun “semavî bir mescid” olması gerektiğini savunan görüşü tercih eder. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de Filistin’den “en yakın yer” diye söz edilmektedir. Şu halde “en uzak mescid” Kudüs’te olmamalıdır. Öte yandan Kudüs’te eski mabed (Süleyman mabedi) İslâmiyet’ten çok önce ortadan kaldırıl­mış, şimdiki Mescid-i Aksa ise henüz yapılmamıştı. Nitekim müslümanlar hicrî 66-73 yıllan arasında bugünkü Mescid-i Aksâ’yı inşa etmişlerdir.”(Diyanet tefsiri-17/1)

SÜLEYMAN ATEŞ TEFSİRİ: “Mi‘râc hakkındaki rivâyetler, genellikle olayı görmeyen, ancak Peygamber (s.a.v.) Medîne’ye hicret ettikten sonra onun hizmetine girmiş olan Enes ibn Mâlik, Câbir ibn Abdullah ve Medîne döneminin son yıllarında gelip müslüman olan Ebû Hüreyre gibi sahâbîler tarafından aktarılmaktadır. Rivâyetlerin birbirinden farklı yanları çoktur ve Hz. Peygamber’in, başka rü’yâlarındaki olaylar Mi‘râc olayına karıştırılmıştır.”

“Bu hadîslerin tümüne: sahihine, hasenine ve zayıfına vakıf olunca bunların hepsinin, Peygamber(s.a.v.)in Mekke’den Beyt-i-Makdis’e git­tiğinde ve bunun bir kere vukubulduğunda ittifak ettikleri görülür. Gerçi râvîlerin nakilleri birbirini tutmaz; kimi eksik, kimi fazla şeyler söylemiştir. Bu da normaldir, çünkü peygamberlerin dışında insanlar hatâ edebilirler. Bazı kimseler, bu rivayetlerin her birinin ayrı bir olayı anlattığını, böylece birçok isrâ ve mi’râc olduğunu ileri sürmüşlerdir ki bu fevkalâde tuhaf bir görüştür. Bunlar, kaçılmayacak yere kaçmış ve bir yere de varamamış­lardır.”

Kanâatimize göre hem Mi’râc, hem de İsrâ olayları, rûhânî olaylardır. Bunların rûhânî olduğunu söyleyenler azınlıkta kalmasına rağmen bizce onların görüşü, âyetlerin ruhuna ve gerçeğe uygundur. Ancak bizim kanâatimize göre her iki olay da rü’yâ’da değil, Peygamber (s.a.v.) uyanık iken vukubulmuş, ruhsal yükselmedir.”

posted in İSRA MİRAÇ | 0 Comments

4th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İsra suresine giriş

esra” fiilinin mastarı olan “isra” sözcüğünden alan sure Mekke’de 50. sırada inmiştir. Surenin 26’ıncı, 32’inci, 33’üncü, 57’inci ve 73-80. ayetlerinin Medenî olduğu (Razi; el Mefatihu’l Gayb , Kurtubi; elCamiu li Ahkami’l Kur’an) nakledilmesine rağmen biz, tahlillerini yaparken açıklayacağımız gibi 73-77. ayetlerin Mekkî olduğunu düşünüyor ve belirtilen diğer Medenî ayetlerin Mekkî olan bu sure içinde yer almasının sebebini ise, sahabeden mushafı tertip eden heyetin, ayetleri bu şekilde tertip etmesi olarak görüyoruz.

Surenin giriş bölümünde “Beniisrailden (İsrailoğullarından)” bahsedildiği için, bu sureye “Benuisrail” suresi de denmektedir.

Surenin 1. ayetinin tahlilinde açıklanacağı gibi, İsra suresi Kasas suresinin devamı mahiyetindedir. Özellikle de 1. ayet, Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamı olarak okunursa, hem Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin oluşturduğu pasaj hem de İsra suresinin 1. ayeti daha iyi anlaşılmaktadır.

Ayetlerin Tahlili

1 – Kulunu, bir gece, ayetlerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten kişi, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

Mushaf tertip heyeti tarafından İsra suresinin ilk ayeti olarak tertip edilen bu ayet, “giriş” bölümünde söylediğimiz gibi, Kur’an, elçi ve Kur’an-elçi ilişkisi üzerinde duran Kasas suresinin 85-88. ayetlerinin devamıdır:

Kasas; 85-88 ve İsra:1:

Şüphesiz ki Kur’an’ı sana farz kılan kişi (Allah), elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: “Benim Rabbim, kimin hidayetle geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu daha iyi bilendir.”

Ve sen Kitap’ın sana ilka edileceğini (indirileceğini) umuyor değildin. (O) ancak Rabbinden bir rahmet olarak (verildi). Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma (yardımcı olma).

Ve onlar (müşrikler) sana indirildikten sonra, sakın seni Allah’ın ayetlerinden alıkoymasınlar. Ve Rabbine davet et. Ve asla müşriklerden olma!

Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun yüzünden (zatından) başka her şey yok olacaktır. Hüküm (yasa-ilke) yalnızca O’nundur. Siz de ancak O’na döndürüleceksiniz.

Kulunu, bir gece, ayetlerimizden gösterelim diye, Mescid-i Haram’dan bir kenarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten kişi, her türlü noksan sıfatlardan arınıktır. Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

Müslümanlar arasında özel bir yeri olan bu ayet, gerçek ifadelerinden uzaklaştırılmış ve “Mi’raç” diye ortaya konulan bir efsaneye kaynak yapılmıştır.

Biz, ayetin doğru anlaşılabilmesi için, ayetteki ifadelerin değerlendirmesinin topluca değil de, sözcükler bazında yapılmasının daha yararlı olduğunu düşünüyor ve tahlilimizi buna göre sürdürüyoruz.

Bir gece,

Ayette sözü edilen olayın bir gece vakti meydana geldiği tartışmasızdır. Ama bu gecenin hangi gece olduğu ileride, ayette geçen diğer sözcüklerin açıklamaları yapıldıktan sonra belirtilecektir.

Kul

عبدصاحبكموماادراكvema edrake (… sana)” şeklindeki hitabın muhatabının Muhammed olduğunda, dolayısıyla buradaki “kul”un da Muhammed’e yönelik kullanıldığında en başından beri aynı fikirde olmuşlardır.

Mescid-i Haram’dan

Gerek tüm din ve dil bilginlerine, gerek tüm tarih ve coğrafya kaynaklarına ve gerekse hem Arap hem Rum şair ve yazarlarının eserlerinde yer aldığına göre, Mescid-i Haram, Kâbe’dir. Çünkü Kâbe’nin; haram, yani savaşın, kavganın yapılmadığı, yapılmayacağı “güvenli bölge / güvenli mescit” olarak bilinmesi İslâm öncesine dayanmaktadır. Bu sebeple ayette geçen “Mescid-i Haram”, yine tartışmasız olarak “Kâbe”dir.

Mescid-i Aksa’ya

Konumuzu aydınlatacak hususlardan birisi bu olup, peygamberimizin bir gece Mescid-i Haram’dan yürütüldüğü (yürüyerek gittiği) Mescid-i Aksa’nın neresi olduğunun doğru bilinmesi gerekmektedir.

Rivayetlere dayalı yorum yapanlar, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa’nın, bugün Kudüs’te bulunan tapınak olduğunu ileri sürerek kitaplara bu şekilde yazılmasını sağlamışlar ve bu yanlışı âdeta dayatmışlardır. Dolayısıyla bugün Mescid-i Aksa denilince çoğunluğun aklına Kudüs’teki mescit gelmektedir. Bu yanlış bilginin üstüne bir de bu konuda uydurulmuş bir hayli sayıdaki rivayetin etkisi eklenince, Müslümanlar arasında, peygamberimizin Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yürüyerek gittiği, hatta oradan da göklere çıktığı yolunda bir inanç oluşmuştur.

Hâlbuki “Mescid-i Aksa” ismi sadece üç rivayette yer almakta, o rivayetlerde de bu mescidin nerede olduğu hakkında herhangi bir ifade bulunmamaktadır. Diğer taraftan, Kudüs’te bulunan tapınağın kastedildiği rivayetlerde ise, bu tapınak hep Beyt-ül Makdis adıyla anılmaktadır.

Bu rivayetlere geçmeden önce, her Müslüman tarafından mutlaka iyice ve doğru olarak bilinmesi gerektiğine inandığımız aşağıdaki hususları hatırlatmakta yarar görüyoruz:

Uyarı:

Hadis ıstilâhında “sahih” demek, mutlak doğru ve sağlam demek olmayıp, o ilmin konulmuş belli kalıplarına kurallarına uyan demektir. Hadis İlmi’nin de belli kuralları vardır. Bu kurallara göre; adalet ve zabıt sahibi kişilerin birbirinden nakilleriyle meydana gelen, kesintisiz senetle rivayet edilen, şazz olmak ve illetli bulunmaktan uzak hadislere “sahih” denir. Bu kurallar içerisindeki hadislerin sahih olduğu söylenebilir ama bu hadislerin kesinkes doğru olduğu söylenemez. Ayrıca muhaddislerden bazısının sahih gördüğünü, bir başkası sahih görmeyebilir.

Hadisçiler, rivayet ettikleri hadislerin “metin tenkidi”ni hiç yapmamışlardır. Yani hadislerin “akla, bilime, Kur’an’a, fıtrata, mütevatir sünnete ve ümmetin icmaına,” uygun olup olmadığını hiç dikkate almamışlardır. Herkesin duyup bilmesi lâzım gelen olayları, yalnızca tek bir kişinin rivayet etmesi, onların umurunda olmamıştır. Onlar sadece “sahih” tanımı içindeki kriterleri göz önüne almışlar ve rivayetlerin nakil kurallarına uygun olup olmadığına dikkat etmişlerdir.

Bazı mezhepler ise ne yazık ki, Bakara suresinin 143’üncü, Âl-i Imran suresinin 110’uncu, Enfal suresinin 64’üncü, Tövbe suresinin 100’üncü, Fetih suresinin 18’inci, Haşr suresinin 8’inci ayetlerini kendi siyasî görüşleri doğrultusunda çarpıtıp, ayrıca bir çok hadis de uydurarak sahabe sıfatlı kişilerin “yüzde yüz güvenilir olduğuna” karar vermişler, yani sahabenin hatasız, kusursuz, yalansız, yanlışsız, art niyetsiz olduklarını kabul etmişler, onların bir bölümünün münafık olduğu dikkate alınmadan hepsine dokunulmazlık zırhı giydirmişlerdir. Durum böyle olunca da hiç kimse önüne konulan rivayeti sorgulama cesaretini gösterememiştir. Dolayısıyla yalan ve yanlışın üstüne gidilememiş, “Hazretin böyle deyişinde, böyle yapışında vardır bir hikmet ve kesin doğrudur” denilip teslim olunmuştur. Hâlbuki beşerin masumluğu söz konusu olamaz. Ayrıca, İslâm literatüründe “münafık” denilen kesimin, peygamberimizin çevresinde bulunan, bizim de sahabe dediğimiz kimselerden bazılarının oldukları unutulmamalı, bunlar gibi başka “hazret”lerin de o dönemdeki gibi her türlü hainliği, sinsi düşmanlığı yapabilecekleri göz ardı edilmemelidir.

Sonuç olarak bu tarz kabuller, hem bazı kimselerin uydurdukları yalanlarla arı duru İslâm dinini yozlaştırma çabalarına destek olmuştur hem de o kimselerin haksız olarak elde ettikleri saltanatlarını ve gayrimeşru icraatlarını meşrulaştırmıştır. Peygamberimiz döneminde iktidarları ellerinden alınıp sus pus olanlar, hırs ve hınçlarını peygamberimizin ölümünden yıllar sonra bu yolla almışlardır.

Bu safsataları gören muhterem din büyüklerimiz ise “Bu, yalan veya yanlıştır.” deyip geri itmek yerine, yalanları kılıfına sokabilmek için yüzlerce yalan ve yanlışın daha söylenip yapılmasına vesile olmuşlardır.

Bu uyarıdan sonra, konumuz olan ayetteki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğu hakkındaki araştırmamıza rivayetlerle devam edebiliriz.

Rivayetlerdeki Mescid-i Aksa:

.

1. rivayet;

Sahih-i Buharî, 21 kitab, 1. Bab, 1 numaralı hadis: 3.cilt/1130

“…… Ebu Hüreyre’den tahdis etti ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: “İbadet için şu üç mescitten başkasına yolculuk edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Rasülüllah, ve Mescid-i Aksâ.”

2. rivayet;

Sahih-i Buharî 21. Kitab, 8 numaralı hadis:

…Bize Şu’be, Abdulmelik ibn Umeyr’den tahdis etti. O şöyle demiştir: Ben, Ziyâd’ın himayesinde olan Kazaa’dan işittim, o şöyle dedi: ben Ebu Said Hudri’den işittim; o, peygamberden dört şey tahdis ediyordu ki, bu dört şey hem beni hayrete düşürdü, hem de sevindirdi. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Eşi veya bir mahremi kendisiyle beraber bulunmayan kadın, iki günlük mesafeye sefer etmesin. Ramazan bayramının ilk günü ile kurban bayramının dört gününden ibaret olan ramazan ve kurban bayramı günlerinde oruç tutmak yoktur. İki namazdan sonra da namaz yoktur; biri sabah namazından sonra güneş doğup yükselinceye kadar, öbürü ikindi namazından sonra güneş batıncaya kadar. Namaz kılmak için şu üç mescitten başka bir mescide sefer edilmez: Mescidi Haram, Mescid-i Aksâ ve benim mescidim.

Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet, saray beslemelerinden Şihab-ez Zühri tarafından o günkü iktidara yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla peygamberimizin;

“Ancak üç mescit için sefere çıkılır. İbrahim’in mescidi (Kâbe), şu benim mescidim ve Süleyman’ın mescidi.” şeklindeki ifadesinin,

“Ancak üç mescit için ziyaret seferine çıkılabilir. Bunlar, Mescid-i Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa’dır.” şekline sokulması suretiyle tahrif edilmiştir. (Geniş bilgi Ezrakî’de mevcuttur.)

Bu iki rivayet aslında aynı olmasına rağmen ravileri farklıdır; birinci rivayet Ebu Hüreyre menşeli iken, ikincide ara ravi Ebu Said el Hudri olmuştur. Bu konudaki başkalarının farklı rivayetleri de Şihab tarafından tahrif edilmiştir. Bize göre ise, orijinal olarak ileri sürülen rivayet de uydurmadır. Çünkü Kur’an’da bir çok ayette (Âl-i Imran; 137, En’am; 6, 11, Yusuf; 109, Nahl; 36, Hacc; 46, Neml; 69, Ankebut; 20, Rum; 9, 42, Fatır; 44, Mümin; 21, 82, Muhammed; 10) seyrüsefer emredilmektedir ve bu ilâhî emirleri yasaklamak ya da sınırlamak, peygamberimizin asla yapmayacağı bir eylemdir.

3. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği herkesin elinde bulunan Hadis Ansiklopedisi Kütübü Sitte kitabının 8. Cilt; 134. sayfasında görülebilir. (Bu rivayet, Buharî, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbni Mace’de çeşitli konularda mükerreren yer almıştır):

İbrahim İbnü Yezid et-Teymî anlatıyor: Babamdan mescidin avlusunun kenarında Kur’ân öğreniyordum. Bu sırada secde âyeti okumuşsam babam hemen secdeye kapanıyordu. Kendisine: “Babacığım yolda niye secde ediyorsun?” diye sordum. Dedi ki: “Ben Ebu Zerr RA’ın şöyle dediğini işittim: Rasülüllah’a yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: Mescid-i Haram olduğunu söyledi. Ben: Sonra hangisi? dedim, Mescidi Aksâ! diye cevap verdi. Ben İkisi arasında kaç yıl fark var? dedim. Kırk yıl! dedi ve ilave etti: Yeryüzü sana mescittir, öyleyse nerede namaz vaktine ulaşırsan namazını kıl, çünkü fazilet ondadır.”

Bu rivayet, Sahih-i Buharî’nin Kitab ül Enbiya’sında 40 ve 98 numara ile yine Ebu Zerr kaynaklı, ama son ravileri farklı olarak yer almıştır ve oradaki metinlerde de “Mescid-Aksa” adı geçmektedir. Bu üçüncü rivayette dikkat edilmesi gereken nokta; Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa’nın yapımları arasında 40 sene olduğu noktasıdır ki bu, tarihî gerçeklere uymamaktadır. Çünkü milâttan önce 2. bin yılın başlarında yaşamış olan İbrahim peygamberin (Ana Britannica, c:16, s:234) yaptığı Mescid-i Haram’ın (Bakara; 127) inşası ile milâttan önce 1000-962 yıllarında hüküm sürmüş olan Davud peygamber (Ana Britannica, c:9, s:340) ve ondan sonra tahta geçen Süleyman peygamber tarafından yapılmış olan mescidin inşası arasında yaklaşık BİN, BİN İKİ YÜZ sene olması gerekmektedir. Buradan da; rivayetlerde konu edilen Mescid-i Aksa’nın, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından Kudüs’te yapılan mescit olmasının mümkün olmadığı ve ayrıca, üçüncü rivayette ortaya atılmış olan 40 senelik sürenin uydurma olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar rivayetlerdeki bu uydurma -hâşâ- peygamberimize mal edilmişse de, gerçekte uyduranın kim, kimler olduğu ortadadır.

:

1. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 95. sayfası:

… Rasülüllah’ın azatlısı Meymune RA. anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasülü! Bize Beyt-ül Makdis hakkında fetva ver!” demiştim. Şöyle buyurdular: “Orası mahşer ve menşer yeridir. (İnsanların kıyamet gününde toplanacağı ve defterlerin yayılacağı yer.) Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Çünkü orada kılınacak tek namaz kendi dışındaki yerlerde kılacağınız bin namaz gibidir.”

Ben tekrar sordum: “Oraya gitmeye muktedir olamazsam ne yapmalıyım?” Şu cevabı verdi: “Ona kandil yağı bağışlarsın, aydınlatılmasında kullanılır. Böyle yapan da oraya varan gibidir.”

Not: Bu rivayetin birçok ta’n noktası vardır. Ama biz bu rivayeti sadece konumuz sadedinde yani “Beyt-ül Makdis” konusunda ele aldığımız için diğer hususlara değinmiyoruz, onları siz değerlendirebilirsiniz.

2. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 96. sayfası:

…Abdullah İbnü Amr RA. anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Hz.Davut’un oğlu Süleyman, Beyt-ül Makdis’in inşaatını tamamlayınca Allah’tan üç şey talep etti: Allah’ın hükmüne uygun düşecek şekilde hüküm vermek, kendinden sonra kimseye nasip olmayacak bir saltanat, bu mescide sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin günahlarından temizlenerek annelerinden doğdukları gündeki gibi olmaları.”

Sonra dedi ki: “İlk ikisi verilmiştir, üçüncünün de verildiğini ümit ediyorum.”

Yukarıdaki rivayetlerde görüldüğü gibi, Kudüs’teki mescidin adı o dönemde “Mescid-i Aksa” değil, “Beyt-ül Makdis”dir.

Kudüs’teki Beyt-ül Makdis’in İslâm tarihinde önemli bir yeri vardır. Zira peygamberimiz Medine hicretinde Beyt-ül Makdis’i kıble edinmiş ve bu durum uzun süre devam etmiştir.

Tarih ve rivayet kitaplarında yer aldığına göre peygamberimiz, kendisine vahy gelmemiş olan birçok konuda Ehlikitap’ı esas almış, yani Ehlikitap’ı müşriklerden üstün tutmuştur. Hatta müşriklere muhalefet olsun diye saçlarının şeklini bile Ehlikitap’ınkine benzetmiştir. Hakkında herhangi bir vahy bulunmayan kıble konusunda da peygamberimiz, Medine’ye gelince Ehlikitap’a uymuş ve onların kıblesi olan Beyt-ül Makdis’i kıble edinmiştir. Peygamberimizin fayda umarak ederek, kendisinin yaptığı bir tercih ve bir “içtihat” olan bu uygulama, rivayetlere göre 16-18 ay kadar sürmüştür. Ama bu süre zarfında peygamberimizin kendi tercihi ile yaptığı bu uygulamadan beklenen fayda sağlanamamış ve peygamberimiz bu konuda Allah’tan vahy beklemeye başlamıştır. Nitekim çok geçmeden vahy gelmiş ve Mescid-i Haram kıble olarak belirlenmiştir. Bazıları, peygamberimizin Beyt-ül Makdis’i kıble olarak seçmesinin de vahy ile olduğunu ve sonradan bu vahyin neshedildiğini ileri sürmüşlerse de bu saçma bir iddiadır.

Mekke dönemindeki kıble ile ilgili olan iki farklı rivayet vardır. Konunun aslı Bakara suresinin 142-145. ayetlerde yer almakta olup oradan tetkik edilmesi daha uygundur.

Beyt-ül Makdis’in kıble olması ile ilgili rivayetler:

1. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın hazırladığı Kütübü Sitte kitabının 17. Cilt, 26, 27. sayfası:

el-Berâ anlatıyor: Rasülüllah ile birlikte Beyt-ül Makdis’e doğru on sekiz ay namaz kıldık. Medineye girişinden iki ay sonra kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi. Rasülüllah Beyt-ül Makdis’e müteveccihen namaz kılarken yüzünü çokça semaya çeviriyordu. Allah Teala hazretleri, peygamberinin kalbinden geçeni, yani, Kâ’be’ye yönelme arzusunu bildi. Bir gün Cebrail aleyhisselam yükseldi. Rasülüllah, o, yerle gök arasında yükselirken onu gözüyle takip etmeye başladı, onun nasıl bir vahy getireceğini gözetliyordu. Derken Aziz ve Celil olan Allah “Biz senin yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz…..” (Bakara suresi 144. âyet) âyetini indirdi. Biz, Beyt-ül Makdis’e doğru farzın iki rekatını kılmış tam rükuda iken, bir adam gelip: “Kıble, Kâ’be’ye doğru çevrilmiştir!” haberini getirdi. Derhal yönlerimizi çevirdik. Namazımızı yenilemeyip kıldığımız kısmın devamını tamamladık. Rasülüllah: “Ey Cibril! Beyt-ül Makdis’e doğru kıldığımız namazların hali ne olacak?” diye sordu. Bunun üzerine de Allah teala hazretleri: “Allah sizin imanınızı ( daha önce Beyt-ül Makdis’e doğru kıldığınız namazları) zayi etmeyecektir.” âyetini (Bakara suresi 143. âyet) inzal buyurdu.

2. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 154. sayfası (Bu hadis Buhari’de dört kez, Müslim’de bir kez, Tirmizi’de üç kez, Nesaî’de dört kez yer almıştır):

…el-Berâ İbn-ül Âzib buyurdular ki: Rasülüllah Medine’ye gelince, önce Ensar’dan olan ecdadının- veya dayılarının- yanına indi: O zaman namazlarını on altı veya on yedi ay boyunca Beyt-ül Makdis’e doğru kıldı. Ancak kıblenin Kâ’be’ye doğru olmasını arzuluyordu. Kâ’be’ye doğru kıldığı ilk namaz da ikindi namazı idi. Bu namazı Rasülüllah ile beraber ashaptan bir grup kimse kılmıştı. Bu namazı kılanlardan biri, oradan ayrılınca bir mescide rastladı. Cemaati namaz kılıyordu ve tam rükû halinde idiler. Adam onlara: “Şehâdet ederim ki Hz. Peygamber’le Kâ’be’ye doğru namaz kıldık.” dedi. Cemaat oldukları yerde Kâ’be’ye yöneldiler. Müslümanların Beyt-ül Makdis’e doğru namaz kılmaları Yahudileri memnun ediyordu. Yüzler Kâ’be’ye doğru yönelince Yahudiler bundan hiç memnun kalmadılar. Beyinsiz Yahudiler dedikoduya başladılar. Arkadan hemen şu âyet nazil oldu: “İnsanlar içinden bazı beyinsizler…” (Bakara suresi âyet 142- 145)

3. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 157. sayfası:

Müslim ve Ebu Dâvud’un Enes’ten rivâyet ettikleri bir diğer hadis şöyledir: Onlar Beyt-ül Makdis’e doğru yönelmiş halde, sabah namazının rükûunda iken, Benî Seleme’den bir adam kendilerine uğradı ve “Kıble istikameti Kâ’be’ye çevrildi” dedi. Bu sözünü iki kere tekrar etti. Cemaat rükûda iken KÂ’be’ye yöneldiler.

4. rivayet;

Prof. İbrahim Canan’ın tercüme ettiği Kütübü Sitte kitabının 2. Cilt, 157. sayfası (Bu rivayet Ebu Davut ve Tirmizî’de yer alır):

İbnü Abbas anlatıyor: Âyeti kerimenin emriyle Rasülüllah kıbleyi Kâ’be’ye yöneltince Müslümanlar sordular: “Ey Allah’ın rasülü, Beytül Makdis’e yönelerek namaz kılmış ve şimdi ölmüş olan kardeşlerimizin namazları ne olacak?” Bunun üzerine Cenabı Hakk şu âyeti indirdi: “ Senin yöneldiğin istikameti, peygamberlere uyanları, cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık…” (Bakara suresi 143. âyet.)

Görüldüğü gibi Kudüs’teki mescidin adı bütün rivayetlerde Beyt-ül Makdis olarak geçmiş, birinde bile Mescid-i Aksa adı anılmamıştır. Zaten konumuz olan 1. ayette geçen Mescid-i Aksa, gerçekten Kudüs’teki mescit olsaydı, ayete teberrüken başta peygamberimiz bütün Müslümanlar Kudüs’teki mescit için “Mescid-i Aksa” ifadesini kullanırlar, Beyt-ül Makdis adını ağızlarına bile almazlardı.

Beyt-ül Makdis’e Mescid-i Aksa adını kim verdi?

لاقصامُقدّسمَقدِسmakdis” sözcükleri arasında anlam ve yapı yönünden bir bağ ve yakınlık yoktur.

Çoğunluk tarafından yanlış olarak Mescid-i Aksa diye bilinen Kudüs’teki mescit, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılmış olan mescidin (Kudüs Tapınağı) M.S. 70 yıllarında Romalılar tarafından yıkılmasından sonra yıkıntıların hemen yanına yapılmıştır. Yapılışından itibaren de adına, uzun yıllarca Yahudiler tarafından “İlya Mescidi”, Araplar tarafından ise “Mescid-i Mukaddes” veya “Beyt-ül Makdis” denilmiştir:

Kudüs Tapınağı, … Birinci tapınak, Hz. Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında inşa edilerek İÖ 957’de tamamlandı. … Babil kralı II. Nabukadnezar İÖ 586’da … yapıyı tümüyle yıktırdı. … Babil fatihi II. Kyros (Büyük), İÖ 538’de … Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine ve tapınağı yeniden inşa etmelerine izin verdi. Çalışmalar İÖ 515’te tamamlandı. Özgün yapının gösterişsiz bir benzeri olarak yapılan İkinci Tapınak’ın ayrıntılı plânı günümüze ulaşamadı. … İS 66’da Roma’ya karşı çıkan ayaklanma kısa sürede tapınak üzerinde odaklaştı ve İS 70’de … Romalıların tapınağı yıkmasıyla sonuçlandı. İkinci Tapınak’tan geriye yalnızca batı duvarının bir parçası, bugün Ağlama Duvarı diye anılan bölüm kaldı. … (Ana Britannica, c:19, s:420)

Görüldüğü gibi, Davud ve Süleyman peygamberler tarafından yapılan tapınak 70 yılında yerle bir olmuş ve bugüne de sadece bir duvarı kalmıştır. Ama bugün, bu duvardan başka, tapınağın yıkıntılarının bir bölümü üzerinde, 6. ve 7. yüzyıllarda inşa edilmiş iki yapı da mevcuttur. Bunlardan biri, 527-565 yılları arasında hüküm sürmüş olan Bizans imparatoru I. İustinianos tarafından yaptırılan bir bazilikadır ki, bu yapı 638 yılında halife Ömer’in Kudüs’ü almasından sonra camiye çevrilmiştir (Ana Britannica, c:22, s:304, 305). Diğer bina ise 691 yılında Emevî halifesi Abdülmelik bin Mervan tarafından ve halife Ömer’in camiye çevirttiği yapının hemen kuzeyinde yaptırılan Kubbetü’s Sahra’dır (Ana Britannica, c:19, s:411).

. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişler ve bunun aksini söylemek, açıklamak hatta düşünmek bile imkânsız hâle gelmiştir.

tahlilden sonra, 1. ayetteki ifadelerle ilgili değerlendirmemize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

حولhavl” kelimesinin gerçek anlamı “bir yan, bir kenar, kıyı” demek olup, çevre demek değildir. Önemine binaen, “havl” sözcüğü ile ilgili olarak Meryem suresinde verdiğimiz detayı burada da veriyoruz:

Havl

“Havl” sözcüğünün esas anlamı; “bir şeyin değişmesi, değişime uğrayıp başkasından ayırt edilmesi” demektir. “Hâl (durum, vaziyet)” sözcüğü de “havl” sözcüğünün farklı bir ifadesidir ki bu sözcük; insan ve başka bir şeyin iç ve dış dünyası, bedeni, kazancı gibi değişken işlerin ve şeylerin durumunu ifade eder (“hâl” sözcüğü aynen bu anlamıyla Türkçeleşmiştir). Ama bu sözcük genellikle “sene” anlamında kullanılır. Bunun sebebi, Dünya üzerindeki sabit bir noktadan bakıldığında Güneş’in ufuktaki aynı noktadan iki defa doğması veya batması arasında geçen zamanın bir sene olmasındandır. Başka bir ifade ile söylenecek olursa, Dünya üzerindeki sabit bir noktaya göre her gün değişik noktadan doğan ve batan Güneş, bu değişik noktaları kapsayan turunu bir senede tamamlayıp, değişimin başladığı noktaya bir sene sonra döndüğü için, değişimlerin bittiği süre olan bir yıla “havl” denir. Meselâ Araplar “Halet id dar (ev / yurt değişti)” şeklindeki deyimle; “evin üzerinden bir sene geçtiğini” ifade etmek isterler. Klâsik Arap dilinde bunların birçok örneği mevcuttur.

Çoğulu “ahval” ve “huvul” olarak söylenen “havl” sözcüğü, Kur’an’da da birçok ayette “sene” anlamında kullanılmıştır:

Bakara; 233: Ve anneler, çocuklarını, emzirmenin tamamlanmasını isteyenler için tam iki yıl emzirirler. Çocuk kendisine ait olan babaya da emzirenlerin yiyecekleri ve giyecekleri maruf ile (geleneklere uygun olarak) bir borçtur. Her nefis (her kişi) ancak gücüne göre mükellef olur. -Çocuğu sebebiyle bir anne de, çocuğu sebebiyle bir baba da zarara sokulmasın.- Vârise düşen de bunun aynıdır. Eğer ana ve baba birbirleriyle istişare edip, her ikişinin de rızasıyla çocuğu memeden ayırmak isterlerse kendilerine bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı başkalarına emzirtmek isterseniz vereceğinizi maruf ile (geleneklere, günün şartlarına uygun olarak) verdikten sonra bunda da size bir günah yoktur. Ve Allah’a takvalı davranın ve bilin ki, Allah yaptığınız şeyleri görendir.

Bakara; 240: Ve sizden eşler bırakarak vefat edecek olanlar, eşleri için senesine kadar evlerinden çıkarılmaksızın kendilerine yetecek bir malı vasiyet ederler. …

Bizim kaynak olarak seçtiğimiz sözlüklerde, sözcük hakkında şu açıklamalar yer almaktadır: Bir şeyin havli, üzerine dönebilecek, çevrilebilecek tarafıdır. Yani bir şeyin değiştiğini gösteren, belli eden tarafı (dış yüzü, dış kenarı) o şeyin havlidir. “Hile” sözcüğü de “havl” sözcüğünden gelir. (Tac ül Arus; c:14 s:179–186, Lisan ül Arab; c:2 s:664–673, Müfredat; s:137, 138)

“Havl” sözcüğü Kur’an’da 17 kez geçmektedir. Bunlardan ikişi (Bakara; 233, 240) “sene” anlamında 15 tanesi de (Meryem; 68, Zümer; 75, Âl-i Imran; 159, Tövbe; 101, 120, Ahkaf; 27, Bakara; 17, İsra; 1, Şuara; 25, 34, Mümin; 7, En’âm; 92, Ankebut; 67, Neml; 8, Şura; 7) “bir şeyin dış kenarlarından birisi” anlamında kullanılmıştır. “Havl” sözcüğü Türkçemize “havlu (Avlu; yapının yanı başında duvarla çevrili yer)” olarak geçmiştir.

Bir kenarını mübarek kıldığımız

. Bu durumda yapılması gereken, önce mübarek yerin neresi olduğunu bulmak, sonra da bu yerin kenarının neresi olduğunu tespit etmektir.

Mübarek yerin neresi olduğu Kur’an’da bildirilmiştir:

Âl-i Imran; 96: İnsanlar için konulan ilk ev, Bekke (Mekke)’deki mübarek ve âlemlere rahmet olan evdir.

Yani, mübarek yer Kâbe’dir, diğer adıyla Mescid-i Haram’dır. Mescid-i Haram; “Haram bölgenin mescidi” demek olduğuna göre, merkezinde Kâbe’nin bulunduğu haram/ mübarek/ bereketli bölgenin sınırları belirlenmelidir ki, bu bölgenin kenarlarının nereleri olduğu da tespit edilebilsin.

Mekke ve Kâbe’yi konu alan tüm belgelerde haram/ mübarek/ bereketli bölgenin sınırları şöyle belirlenmiştir:

– Kâbe’den Medine yolu istikametine dört mil,

– Kâbe’den Yemen yolu istikametine altı mil,

– Kâbe’den Taif yolu istikametine on bir mil,

– Kâbe’den Irak yolu istikametine yedi mil,

– Kâbe’den Ci’rane vadisi istikametine dokuz mil,

– Kâbe’den Cidde yolu istikametine on mil.

.

Tarihî kaynaklardaki Mescid-i Aksa:

“Mescid-i Aksa”; “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin, merkeze, diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dil bilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.

.

VAKIDİ FOTOKOPİLER

Uyarı:

O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da namaz, secde, rükû ve hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, namazın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, namaz kılmak ya da toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan oranın yapısı değil kullanım şeklidir.

Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında artık, ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi anlaşılmakta ve Mescid-i Aksa’nın, haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu bilinmektedir. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa, Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/ mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakikî Mescid-i Aksa, Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, İlk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.

Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh, haşiye yazanların, rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için yaptıkları hokkabazlıkları, tevilleri görmek ve gülmek için metinlerin ister orijinaline ister tercümesine bakılabilir.

Kur’an’daki Mescid-i Aksa’nın neresi olduğunun tespitini böylece yaptıktan sonra, ayetin tahliline kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Peygamberin yürütülüş nedeni: Ayetlerimizden gösterelim diye …

Ayette bildirildiğine göre; Allah’ın kulu (Muhammed), kendisine bir takım ayetler gösterilmek üzere, Mescid-i Haram’dan, mübarek kılınmış yerin kenarındaki Mescid-i Aksa’ya bir gece yürütülmüştür.

Rabbimiz hem bu gösteriyi hem de ayetlerini “nerede” ve “nasıl” gösterdiğini Necm suresinde açıkladığı için, oradaki tahlilimizi burada aynen tekrarlıyoruz:

Necm suresinin 5-18. ayetleri:

5, 6. Ayetler: Ona onu, müthiş kuvvetleri olan öğretti. Üstün akıl sahibi. Ki O istiva etti (doğrulup dikildi, egemenlik kurdu, yerleşti).

Peygamberimizi göğe, Allah`ın yanına çıkarmaya karar vermiş olan zihniyet, bu ayetleri de çarpıtmış ve Allah`a ait olan nitelikleri maalesef Cebrail`e yakıştırmıştır. Gördüğünüz gibi 5 ile 6. ayetlerde Kur`an`ı yani vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. İşte rivayetçiler bu sıfatları Cebrail`e vermişler, ama 10. ayette, Muhammed`in Cebrail`e kul olması anlamı ortaya çıkınca işin içinden çıkamamışlar, bin bir safsata uydurmuşlar, yorum yapacağız derken bataklıkta çırpınarak boğulmuşlardır.

İlk olarak, Peygamberimize Kur`an`ı öğretenin kim olduğu konusunda tereddütsüz, kuşkusuz söyleyebiliriz ki, Kur`an`ı öğreten Cebrail değil, Rahman`dır, yani Allah`tır:

Rahman; 1, 2:

Rahman/ çok merhametli olan kur`anı öğretti.

Görülmektedir ki Kur`an`ı öğretenin Cebrail olduğunu söylemek, Kur`an`a tamamen terstir.

İkinci olarak da ayetlerde bahsedilen sıfatları açıklamakta yarar vardır:

شديدالقوىقديرقوىّ Kaviyyün” olarak söylenir. “Kaviyyün” sözcüğü de zaten Allah`ın sıfatlarından birisidir. Kur`an`da dokuz kez yer alır:

Enfal; 52:

… Muhakkak ki Allah Kavî`dir (çok güçlüdür, azabı çok şiddetli yapandır).

Diğer ayetler ise şunlardır: Hud; 66, Hacc; 40, 74, Mümin; 22, Şûra; 19, Hadid; 25, Mücadele; 21, Ahzab; 25.

ذومرّة zümirre (üstün akıl sahibi)” ifadesi de Allah`ın Rabb ve mukaddir (her şeyin en inceden inceye hesabını yapan) olduğunun beyanıdır. Bu sözcük bu ayetten başka hiç bir yerde yer almaz.

استوى istiva eden” ifadesi ile kastedilen de Allah`tır. Çünkü, “İstiva” Allah`ın sıfatlarındandır, meleğin veya kulların sıfatı değildir. “İstiva”, mecazen, “egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı” demektir. Ayette müteşabih bir kavram, mecaz olarak kullanılmıştır. “İstiva” sözcüğü, aşağıdaki ayetlerden başka, Yunus suresinin 3., Ra`d suresinin 2., Furkan suresinin 59. ve Secde suresinin 4. ayetlerinde de bu şekilde geçmektedir.

Ta Ha; 5:

Rahman, Arş üzerine istiva etmiştir (egemenlik kurmuştur).

A`râf; 54:

Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra da Arş üzerine istiva eden (egemenlik kuran), gündüzü durmadan kovalayan gece ile bürüyen, Güneş, Ay, yıldızları emrine boyun eğdirmiş olarak var eden Allah`tır. Gözünüzü açın; yaratış da onundur, buyruk da. -Âlemlerin Rabbi olan Allah çok yücedir.-

Bakara; 29:

O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra semaya istiva edip (egemenlik kurup) onları yedi gök olarak düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilicidir.

استوى istiva” sözcüğü ile müteşabih anlatımla Allah`ın gücü ve kuvveti tanıtılmaktadır. “İstiva etti”den başka, “Gökte olan”, “Tahtta oturan”, “Tahtını sekiz meleğin çektiği kral” gibi ifadeler de müteşabih olup, Kur`an`da Allah`ın gücünü ve kuvvetini anlatmak için kullanılmıştır. Bu müteşabih ifadelerin çoğu, o günkü Araplar arasında yerleşmiş kabuller olup, anlatılmak istenen kavramlar, onların kendi anlayışlarına uygun olan şekilde ifade edilmiştir.

Kur`an`da müteşabih ayetlerin varlığını bildiren Âl-i Imran suresinin 7. ve Zümer suresinin 23. ayetlerinin uyarıları göz ardı edilip her ayet, her ifade, zahirî, lâfzî ve hakikat anlamlarıyla dikkate alınırsa, bu, Kur`an`ın ruhuna aykırı bir davranış olur. Meselâ Allah`ın; gelmesi, inmesi, yaklaşması, Arş üzerine istiva etmesi, gökte olması, eli olması, yüksek-açık ufukta olması, Âdem ve İblis ile bire bir diyalog kurması, görmesi, işitmesi… müteşabih ifadeler olup, bu ifadeler ehil kişilerce tevil edilirler.

Müteşabih ifadelerin anlaşılmasını zamana ve ehline bırakmak daha doğru bir davranış olacaktır. Zaman içinde ilimde rasih olacaklar yani yetişecek uzmanlar o ayetleri tevil edeceklerdir.

7-10. Ayetler: Ve O, en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaştı, ve hemen sarktı. İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu. Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti.

Bu ayetlerle Allah`ın Muhammed`e ilk kez nasıl vahyettiğinin (Alak suresinin inişinin) kompozisyonu çizilerek, heyecanlı bir sahne sergilenmiştir. Buradaki ayetlerin özneleri, müteşabih ayetleri ve mecazları anlamayan zihniyet tarafından çarpıtılarak Cebrail yapılmıştır. Yani bu zihniyet sahiplerine göre, orada peygamberimiz Cebrail ile karşılaşmış, birbirlerine yaklaşmışlar, peygamberimiz Cebrail`e KUL olmuş, Cebrail de ona vahyedeceğini vahyetmiştir. (Haşa)!

Meselenin iyi kavranabilmesi için vahy ile ilgili kısa bir açıklama sunmakta yarar görüyoruz:

Vahy

وحى vahy” sözcüğünün “vaz`ı (ilk konuş, türetiliş)” anlamı; kendinden başkasına ilka ettiğin şey; gizlice bilgilendirmek” (Lisanü’l Arab, c.9, s. 243-245 ) demektir. Zaman içinde bu anlam çerçevesinde “Gizli konuşma, işaret etme, emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme” anlamlarında da kullanılır olmuştur.

القاء ilka” sözcüğü ile anlamdaş olarak kullanılır. Bakara; 37, Neml; 6 ve Mümin; 15`e bakabilirsiniz.

“Vahy” kelimesinin Kur`an`da sözcük anlamıyla kullanıldığı ayetler; “Allah ile ilgili olan” ve “Allah ile ilgili olmayan” olmak üzere iki grupta toplanabilir:

1- Allah ile ilgili olarak kullanıldığı ayetlerde “vahy” sözcüğü şu değişik anlamlara gelmektedir:

a) “Emir ve bir iş yaptırma”:

Fusılet; 12:

… ve her göğün işini kendisine vahyetti….

Zilzal; 4-5:

İşte o gün yerküre tüm haberlerini; Rabbin kendisine vahyettiklerini bir bir söyler.

Nahl; 68:

Ve Rabbin bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve kovanlarda evler (yuvalar) edinmesini vahyetti.

Enfal; 12:

Ve Rabbin meleklere vahyediyordu (emrediyordu); “Ben sizinle birlikteyim inananları destekleyin. …”

b) “İma etme, ilham”:

Maide; 111: Ve hani havarilere: “Bana ve elçime inanın” diye vahyetmiştim de onlar, “inandık, ve bizim gerçekten teslim olduğumuza tanık ol” demişlerdi.

c) “İlham ve rüya”:

Kasas; 7:

2 – Allah ile ilgili olmadan kullanıldığı ayetlerde de “vahy” sözcüğü yine değişik anlamlar ifade eder:

a) “İma etmek, işaret etmek”:

Meryem; 11:

O (Zekeriyya), bunun üzerine mihraptan kavminin (halkının) karşısına çıkıp sabah akşam Rablerini tesbih etmelerini vahyetti (işaret etti).

b) “Fısıldama, gizli konuşma”:

En`âm; 112:

Böylece Biz her peygamber için ins ve cin şeytanlarını (her kötü kişiyi) düşman yaptık. Onlar aldatmak için birbirlerine süslü ve yaldızlı sözler Vahyederler (fısıldarlar). …

c) “Teşvik etme, telkin etme, söyleme”:

En`âm; 121:

… Ve gerçekten şeytanlar dostlarına sizinle mücadele etmeleri için vahyederler (telkinde bulunurlar)…

“Vahy” sözcüğü, terim anlamı olarak ise Kur`an`da 68 yerde geçmekte olup, bu ayetlerin tümünde sadece Allah`a özgülenmiştir. Bunun anlamı; terim anlamındaki vahyin Allah`ın işi olduğu, ne melek, ne peygamber, ne de herhangi bir insanın bu anlamda vahyetmesinin mümkün olmadığıdır.

Sonuç olarak 10. ayette geçen “vahy” sözcüğü de terim anlamında kullanıldığına göre, burada kuluna vahyeden Allah`tır, ve Cebrail`in vahyi getirmesi söz konusu olamaz.

9. Ayette geçen “yay boyu”, o zamanlarda kullanılan ve o günkü insanların bildiği bir uzunluk ölçüsüdür. O dönemlerde “metre” gibi uluslar arası kabul görmüş ölçülerin henüz icat edilmediği için yöresel ölçüler kullanılmaktaydı. İşte “yay boyu” da, o zamanlarda kullanılan rumh (mızrak), sevt (deynek), arşın, kulaç, boy, isbi` (parmak), hatve (adım), şibr (karış), zira (kol), ok atımı, gibi bir ölçü birimiydi. Bu ölçü mantığı o günkü Batı ülkelerinde de geçerli olup, bu ülkelerde de insan ayağının uzunluğunu temel alan “feet”, insan elinin baş parmağının tırnak dibindeki genişliğini temel alan “inch” gibi ölçüler kullanılmakta idi. Dolayısıyla Yüce Allah mesajında, muhatap aldığı toplumun anlayabileceği bir ölçü kullanmıştır.

Bu açıklamalardan sonra, Allah`ın peygamberimize nasıl vahyettiğini anlatan sahneye geri dönecek olursak, bu kompozisyonun çizildiği 7-10. ayetler hakkında tefekkür ederken peygamberimize gelen vahyden söz eden Tekvir suresinin 19-25. ayetlerindeki açıklamaları hatırlamakta yarar görüyor ve yapılacak değerlendirmelerde, hem Musa peygamberin hem de Muhammed peygamberin ilk vahylerini anlatan ayetlerdeki “ağaç” ögesinin dikkate alınması gerektiğini düşünüyoruz.

Tekvir; 19-25:

Kuşkusuz bu, değerli bir elçi sözüdür; güçlü, Arş`ın Sahibi`nin yanında çok itibarlı, itaat edilir, güvenilir. Arkadaşınızı cin çarpmış değildir. Ant olsun o, O`nu açık ufukta gördü. O gayb hakkında cimri de değildir. Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.

7-10. ayetlerde, vahy anında neler olduğu hakkında bize açık bir bilgi verilmemiştir. Ama sanki bir cismin (helikopter gibi) gökten aşağıya doğru inişini çağrıştıran bir ifade kullanılmıştır. Bu konuyu araştıranlar, Allah izin verdiği takdirde, o gün olanların izahını tartışma şeklinde yapacaklar ve en büyük mucizelerden birini veya bir kaçını daha açıklayarak insanlığa büyük bir hizmet yapmış olacaklardır.

11-13. Ayetler: Gönlü, gördüğünü yalanlamadı. Siz onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? (onun gördüğü şey hakkında onunla mücadele mi ediyordunuz?) Ant olsun onu, başka bir inişte de gördü.

اقرأ ikra” ile başlayan 1. ve 2. ayetlerin gelişinde, ikincisi de yine “ikra” ile başlayan 3. ve 5. ayetlerin gelişinde olmuştur.

14-15. Ayetler: Son sidrenin yanında, Ki onun yanında oturmaya değer bahçe/ mesire yeri vardır.

Bu ayetlerde vahy mahalli açıklanarak âdeta adres belirtilmektedir. Bu ayetlere göre, 7-10. ayetlerde anlatılan kompozisyon (Allah`ın sarkması, yaklaşması ve kuluna vahyetmesi), yanında oturmaya değer bahçe olan son sidre ağacının yanında vuku bulmuştur.

جمطعندعند ınde” mekân zarfının pasajdaki tüm olaylara bağlanması, en doğru olanıdır. Buna gramer açısından hiçbir sakınca yoktur.

Sidretül münteha, cennet-ül me`va (Vadide bir mesire yeri.): Ayette bahsedilen sidre ağacı, o vadide yetişen bir ağaç türü olup, “sedr ağacı” veya “Arabistan kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınır aralarında, sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç, kırsalda yaşayan çobanlar, çiftçiler, dağcılar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi noktası olarak kabul edilirdi.

Ayette geçen “cennet” ile ilgili olarak da, rivayet tefsircileri, bu cenneti yedi kat gökten birine, adamına göre farklı farklı katlarına yerleştirmişlerdir. Bu olay nedeniyle peygamberimizi Allah`ın yanına çıkaran bazıları da ayette sözü edilen cennetin, Kur`an`ın bütününü dikkate almadan, ahiretteki cennet olduğunu söylemişlerdir.

“Cennet” sözcüğü, “cinn” sözcüğü gibi “cenn” kökünden türemiş bir isim olup, sözcüğün esas anlamı; “gizlenmek, karanlıkta kaybolmak” demektir. Bitkilerin dal ve yapraklarıyla örttükleri toprak parçalarına cennet/ bostan denir ve çoğul hâli olan “cennat” ve “cinan” şekilleriyle kullanılır.

Dinî terim olarak ise cennet; peygamberlerin davetine uyarak, Allah`tan gelen Hakk Din`e inanan, salih ameller işleyen, Allah`tan sakınan kullar için ahirette hazırlanmış olan mutluluk ve mükâfat yurdudur. Bu cennetin farklı nitelikleri; hoş kokulu yiyecekler, gönlün hoşlandığı her türlü yiyeceğin varlığı, içinden nehirlerin akışı, bal ve sütten ırmaklar, emre amade kişiye özel hizmetçiler, ipek atlas giyecekler, altın ve gümüşten kaplar, sınırsız genişlik vs. ile birlikte, bunları kimlerin hak ettiği ve bunlara kimlerin kavuşacağı Kur`an`da hep açıklanmıştır. Ancak Kur`an`da, yukarıda sayılan niteliklerin birer sembol, örnek olduğu vurgulanır ve asıllarının daha muhteşem olduğu ima edilir (Ra`d; 35, Muhammed; 15, İnsan; 12-22). Ahiretteki mutluluk yurduna “cennet” adı verilmesinin nedeni, ağaçlarının ve gölgelerinin çokluğundan ötürü olsa gerektir.

“Cennet” kavramı ve inancının, Arapça`dan başka dillerde de, İslâm`dan başka dinlerde de yeri vardır. Ama biz konuyu, Kur`an`dan öğrenerek açıklığa kavuşturmak durumundayız.

“Cennet” sözcüğü, Kur`an`da sadece dinî terim olarak değil, sözcük anlamıyla da kullanılmıştır. Meselâ Âdem peygamberin kıssasındaki cennet, sözcük anlamındaki cennettir. Yani Âdem peygamber bu dünyadaki yeşili, bitkisi, ağacı bol bir yerde yaratılmış, orada iken Allah`ın emrine aykırı davranmış ve oradan çıkartılarak çöle indirilmiştir. Çünkü Kur`an`dan öğrendiğimize göre ahiretteki cennet bir ikram ve lütuf yurdudur, orada yasak olan ve günaha sokacak bir şey yoktur, o cennet süreklidir, ebedîdir:

Vakıa; 25:

Ne boş bir lâf işitirler orada (cennette) ne de günaha sokacak bir şey.

Vakıa; 32, 33:

Birçok meyveler arasındadırlar. Ne tükenir, ne yasaklanır.

Zühruf; 71:

Çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır. -Ve siz orada sürekli kalacaksınız.-

Duhan; 56:

Orada ilk ölüm dışında ölüm tatmazlar…

Hâlbuki Âdem peygamber ve eşinin yaşadığı cennette yasak ağaç vardır, kötülük eden ve vesvese veren şeytan (İblis) vardır ve bu cennet ebedî değildir. Nitekim İblis, yasak ağaca yaklaşma konusundaki vesveseyi ölümsüzlük vaadiyle vermiştir.

Kur`an`da, “cennet” sözcüğü, sözcük anlamıyla sadece Âdem peygamber ile ilgili ayetlerde değil, başka ayetlerde de kullanılmıştır.

Bakara; 265:

Allah`ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için infakta bulunanların (mallarını bağışlayanların) durumu kendisine bol yağmur isabet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir cennetin (bahçenin) durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti, bir nem bile yetişir. Allah yapmakta olduklarınızı tam bir biçimde görmektedir.

Kalem; 17:

Haberiniz olsun ki, Biz onlara belâ vermişizdir (kesinlikle belâ vereceğiz), (tıpkı) o cennet (çiftlik, bahçe) sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar, sabah olunca mutlaka onu devşireceklerine yemin etmişlerdi.

جنّةالمأوى cennet-ül me`va (bahçe konak)”nın da ahirette vadedilen cennet olmadığı, yeryüzündeki belli bir coğrafî nokta olduğu anlaşılmaktadır. Yani bu ayetteki “cennet” sözcüğü, dinî anlamıyla değil, sözcük anlamıyla kullanılmıştır. Yüzyıllardır rivayetçilerin etkisinde kalmış “bilgin etiketliler” ise, cesaret gösterip işin gerçeğini haykıramamışlar, bu ayetteki cenneti ahirete, göğün katlarına hatta Allah`ın yanına yerleştiren rivayetlerin karanlık gölgesinde kalmışlardır. Özetle ifade edecek olursak; 7-10. ayetlerdeki olaylar, yani Allah`ın yeryüzüne inmesi, yaklaşması ve kuluna vahyetmesi, yanında cennet-ül me`va (bahçe konak) bulunan son sidre ağacının yanında olmuştur. 14, 15. ayetlerde, bu olayın vuku bulduğu, yani ilk vahyin vuku bulduğu mahallin adresi verilmektedir.

O günün Mekkelileri, bu bahçe konağı, oradaki sidre ağaçlarını ve en sondaki sidre ağacını biliyor olmalılardı ki, içlerinden hiçbirisi bu yerin neresi olduğuna dair bir soru sormamış ve bu olayın peygamberimizin göğe çıkıp Allah veya Cebrail ile sohbet ettiğini anlatan bir olay olduğuna dair de bir iddia ileri sürmemişlerdir. Peygamberimizin göğe çıktığı yolundaki çarpık anlayış, peygamberimizden 90-100 yıl sonra yaşayan rivayetçilerin, o günün iktidarına yaranmak için, art niyetli davranışlarından kaynaklanmıştır.

16. Ayet: O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.

Mevcut meal ve tefsirlerin büyük çoğunluğunda, ayetin başındaki “iz” edatı (zaman edatı) ihmal edilmiş, ekleme ve parantezlerle yazarların kendi inanç ve kabulleri doğrultusunda çeviriler yapılmıştır. Oysa bu edat, ayette çok önemli bir noktayı aydınlatmakta; vahy anını belirtmektedir: “O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.” Yani, ilk vahyin indiği yeri 14 ve 15. ayetlerde belirten Yüce Allah, bu ayette de, vahyin “sidreyi kaplayanın kapladığı zaman” indirildiğini bildirmektedir.

Sidre ağacında nelerin olduğu bize ayrıntılı olarak aktarılmamıştır. Belki de bizlerin hafsalasının almayacağı, dilimizle de ifade edemeyeceğimiz tecelliler gerçekleşmiştir. Bu gibi durumlarda bizlere düşen, hakkında bilgi verilmeyen şeylerin arkasına düşmemek ve “Allah`ım senin verdiğin bilginin dışında bilgimiz yok.” demektir. Rivayet kitaplarında yer alan; sidreyi (kiraz ağacını) ateş, nur, altın-gümüş-mücevher, kelebek, arı, melek gibi şeylerin kapladığı ve ağacın yapraklarının fil kulağı, meyvelerinin de küp gibi olduğu, ağacın da Arş-ı A`lâ`da, cennette bulunduğu yolundaki iddialar, Kur`an dışı, hayalî, ciddiyetten uzak ve art niyetli söylentilerdir. Bu konuda bizim göz önünde bulunduracağımız tek husus, Allah`ın kulları ile nasıl konuşacağını bildiren Kur`an ayetidir:

Şûra; 51:

Bir beşer için, bir vahy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini vahyetmesi dışında Allah`ın kendisiyle konuşması olmaz. Muhakkak O, Aliyy`dir Hakîm`dir.

Bu ayetin ışığında “sidre ağacını kaplayan kaplıyordu” ifadesinden, bir perde oluştuğunu ve Allah`ın o perdenin arkasından konuştuğunu/ vahyettiğini anlamak mümkündür. Ancak Musa peygamberin ilk vahyinde “ağaç” ve “ateş” olarak belirtilen bu perdenin mahiyeti, Muhammed peygamberin vahyinde açıkça belirtilmemiş, “ma-i mevsul (şey)” olarak kalmıştır.

Necm suresinin ilk vahyi anlatan ayetleri ile, Musa peygamberin ilk vahyini anlatan ayetler birlikte incelendiğinde, her iki peygamberin de ilk vahylerinin birbirine benzediği görülmektedir:

Kasas; 30:

Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vadinin Sağ tarafından, bir ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Musa! Âlemlerin Rabbi Allah Benim, Ben!”

Ta Ha; 9-15:

Ulaştı mı sana Musa`nın haberi? Hani bir ateş görmüştü de ailesine, “Bekleyin! Gözüme bir ateş ilişti. Olabilir ki, ondan size bir kor parçası getiririm yahut onun üzerinde bir kılavuz bulurum.” demişti. Onun yanına geldiğinde kendisine “Musa! “Benim Ben, senin Rabbin. Hadi pabuçlarını çıkar, sen kutsal vadide, Tuva`dasın. Ve Ben seni seçtim; o hâlde vahyedilecek olanı dinle. Hiç kuşkulanma ki, Ben Allah`ım. İlâh yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl. Kuşku duyma ki o saat gelecektir. Onu neredeyse gizleyeceğim ki, her kimse gayretinin karşılığını elde etsin.” diye seslenildi.

Bu sahneler, Kitab-ı Mukaddes`te ise şöyle yer alır:

Çıkış, 3. Bab, 1-6. cümleler:

“Ve Musa, kaynatası Midyan kâhini Yetro`nun sürüsünü güdüyordu ve Allah`ın dağına Horeb`e geldi. Ve Rabbin meleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü ve gördü ve işte çalı ateşle yanıyor ve çalı tükenmiyordu. Ve Musa dedi: Şimdi döneyim, ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor. Ve görmek için döndüğünü Rab görünce, Allah ona çalının ortasından çağırıp dedi: Musa, Musa! Ve O: İşte ben, dedi. Ve dedi: Buraya yaklaşma; çarıklarını ayaklarından çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer mukaddes topraktır. Ve dedi: Ben babanın Allah`ı, İbrahim`in Allah`ı, İshak`ın Allah`ı ve Yakup`un Allah`ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah`a bakmaya korkuyordu.”

17. Ayet: Göz şaşmadı ve azmadı.

“Göz şaşmadı ve azmadı” ifadesiyle, fiziksel ve psikolojik olarak bir yanılgı olmadığı, peygamberimizin her şeyi sağlıklı bir biçimde algıladığı anlatılmaktadır.

18. Ayet: Ant olsun. Rabbinin ayetlerinin en büyüğünü gördü.

Ayetin ifadesine göre, İsra suresinin 1. ayetinde “gece yürüyüşü” olarak adlandırılan yolculuk, peygamberimize ayet gösterilmek için yaptırılmış ve amaçlanan gerçekleştirilmiştir.

الكبرى el Kübrâ” ism-i tafdilinin anlamını doğru bir şekilde vermeyen bir çeviri ile; “Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü” veya “Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden gördü” şeklinde yer almaktadır. Oysa bizim yaptığımız çeviri, Allah`ın izniyle ayetin cümle yapısını tam tamına ifade etmektedir. Ancak ayetlerin en büyüğünün ne olduğu hakkında bize bilgi verilmemiştir Biz bunu peygamberimizin şahsına münhasır (kişiliğine özel) bir gösteri olduğunu düşünüyoruz ve ne olduğu ile ilgilenmiyoruz. Ama rivayet kitapları, ne yazık ki bu konuda da itibar edilmemesi gereken ve tamamen uydurulmuş hikâyelerle doldurulmuştur.

Necm Suresinin bu ilk 18 ayetinde Muhammed’in ve ona indirilen vahyin durumu ve vahyin nasıl indiği Tekvir suresinde de açıklanmaktadır:

Tekvir; 19-25:

Ki o, çok değerli bir elçinin sözüdür. Çok güçlüdür. Arş sahibinin katında saygındır. İtaat edilir orada kendisine, emindir. Ve arkadaşınızı bir cin çarpmış değildir. Andolsun ki o, onu apaçık ufukta gördü. O, gayb konusunda cimri değildir. Ve o, kovulmuş şeytanın sözü değildir. ”

Kulun (Muhammed’in) yürümesi ve mucizelerden en büyüğünü görmesi gece olmuştur…

Yürüyüşün gece vakti vuku bulduğu, hem “leylen (geceleyin)” zarfından hem de “esra” fiilinin “gece yolculuğu” anlamına gelmesinden te’kitli olarak anlaşılmaktadır.

Bu gecenin nasıl bir gece olduğu hakkında Kur’an’da şu bilgiler verilmiştir:

– Bu gece mübarek bir gecedir:

Duhan; 1-3:

Hâ Mîm. O ayan-beyan gösteren Kitap’a yemin olsun ki, Biz onu mübarek/ kutlu/ bereketli bir gecede indirdik. Hiç kuşkusuz biz uyarıcılarız.

– Bu gece Kadir gecesidir:

Kadir; 1: Biz o Kur’an’ı Kadir gecesinde indirdik.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, İsra suresinin 1’inci, Duhan suresinin 4’üncü ve Kadir suresinin 1’inci ayetlerinde geçen “gece” aynı gecedir.

Bakara suresinin 185. ayetine göre de Ramazan ayında olduğu belli olan bu gecenin, hangi yıldaki Ramazan ayının kaçıncı gecesi olduğu hakkında bilgi ise Kur’an’da verilmemiştir. Rabbimizin hakkında bilgi vermediği her konuda olduğu gibi bu konuda da birçok rivayet nakledilmiş, bunların en sağlam kabul edilenlerinin birinde “Hicretten bir sene evvel oldu.” denmiş (Mükatil), diğerinde ise, Enes ve Hüseyin’den naklen Sahib-ül- Keşşaf; “Muhammed henüz peygamber olmazdan evvel.” demiştir. Pek tabiîdir ki bu olay, peygamberimizin elçilik görevi almasından 1-2 saat önce gerçekleşmiştir. Çünkü ayette bildirildiğine göre peygamberimiz, Mescid-i Haram’dam Mescid-i Aksa’ya, kendisine bir takım ayetler gösterilmek, yani peygamber yapılmak, vahyedilmek için yürütülmüştür. Nitekim Necm suresinden öğrendiğimize göre de peygamberimiz, bu yürüyüşün sonunda, Mescid-i Aksa’daki son sidre ağacının yanında ilk vahyi almış ve kul Muhammed olarak geldiği “Cennet-ül Meva”dan elçi Muhammed olarak ayrılmıştır.

Şüphesiz O, en iyi işitenin, en iyi görenin ta kendisidir.

السّميعبصيرbasıyr” sıfatlarıyla yer almasının sebebi bize göre; Allah’ın, toplumun cehaletinden ileri gelen sıkıntılarını görmesi ve mevcut düzenlerdeki zulümden kaynaklanan feryatları duymasıdır. Yüce Allah, bu sıkıntıları ve feryatları görmezlikten, duymazlıktan gelmemiş, toplumu aydınlatacak, insanları mutlu kılacak, onların Allah’ın rahmetine kavuşmalarını sağlayacak bir elçi görevlendirmek için o kişiyi Mescid’i Haram’dan Mescid’i Aksa’ya yürütmüştür.

Yüce Allah’ın elçi göndermesindeki bu gerekçeler, Musa peygamberin elçi yapılması ile ilgili olarak Kitab-ı Mukaddes’te de varittir:

Çıkış, 3. Bab; 7-12:

7 RAB, “Halkımın Mısır`da çektiği sıkıntıyı çok iyi biliyorum” dedi, “Angaryacılar yüzünden ettikleri feryadı duydum. Acılarını biliyorum.

8 Bu yüzden aşağıya indim. Onları Mısırlılar`ın elinden kurtaracağım, o ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal ülkesine, Kenanlılar`ın, Hititler`in, Amorlular`ın, Perizliler`in, Hivliler`in, Yevuslular`ın topraklarına götüreceğim.

9 İsrailliler`in feryadı bana erişti. Mısırlılar`ın onlara yapmakta olduğu baskıyı görüyorum.

10 Gel, halkım İsrail`i Mısır`dan çıkarmak için seni Firavun`a göndereyim.”

11 Musa, “Ben kimim ki Firavun`a gidip İsrailliler`i Mısır`dan çıkarayım?” diye karşılık verdi.

12 Tanrı, “Kuşkun olmasın, ben seninle olacağım” dedi, “Seni benim gönderdiğimin kanıtı şu olacak: Halkı Mısır`dan çıkardığın zaman bu dağda bana tapacaksınız.”

2, 3 – Musa’ya da kitap verdik ve Benim astlarımdan “vekil” edinmeyiniz diye onu (Kitap’ı), İsrail oğulları; Nuh`la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar için kılavuz kıldık. Şüphesiz o (Nuh) çok şükredici bir kuldu.

Surenin 2-8. ayetlerinden oluşan bu bölümünde, peygamberimizin çağdaşı olan İsrailoğullarına, hem çok eski hem de yakın geçmişlerine değinilmek suretiyle başlarına gelenler hatırlatılmakta, yani İsrailoğulları tarihî geçmişleriyle özel olarak uyarılmaktadır.

Konumuz olan 2, 3. ayetlerdeki uyarılarda; Allah’ın astlarından “vekil” edinmesinler diye onlara kılavuz olarak kitap yollandığı bildirilmekte, ayrıca Nuh peygamber gibi çok şükreden bir atanın soyu olmaları sebebiyle, onların da ataları Nuh gibi çok şükreden ve “vekil” olarak sadece Allah’ı tanıyan kullar olmaları istenmektedir.

“Vekil” sözcüğü, “Rabb” sözcüğüyle eş anlamlı olup; “var eden, varlığı sürdüren gelişim ve evrimi programlayan, rızk veren ve koruyan” demektir. Bu sözcüğün anlamı ile ilgili ayrıntı, Furkan suresinin sonunda bulunan “Vekâlet – Vekil – Tevekkül” başlıklı yazımızda mevcuttur. ((Tebyinü’l Kur’an; c. 3. s. ………)

Nuh peygamber, tarih öncesi çağda yaşadığı için, aslında tüm insanların atası durumundadır. Burada İsrailoğullarının atası olarak nitelenmesi, İsrailoğullarına verilen özel mesaj sebebiyledir. Bu nitelemeyle sanki onlara; “Sizin dedeniz olan Nuh çok şükreden bir kuldu. Kendisine verilen her nimeti Rabbinden bilir ve karşılığını Allah için öderdi. Siz, onun zürriyetisiniz. Öyleyse atanız gibi yapın.” denilmiştir. Hakkı Yılmaz

http://www.istekuran.com/index.php?page=176dc03baec48a336496710a029fcef2&id=62

Cİ’RANE  –DIA (Diyanet Ansiklopedisi)

Huneyn Gazvesi’nde elde edilen ganimetlerin dağıtıldığı yer.  Mekke ile Tâif arasında. Mekke’ye 9 mil uzaklıktadır. Burada aynı adla anılan bir su kuyusu vardı. Ke­lime ilk dönem hadis âlimlerinin çoğu tarafından Cirrâne, tarihçiler ve dilciler tarafından Ci’râne şeklinde okunmuştur.

Ci’râne İslâm tarihinde Hz. Peygamber’in ganimetleri dağıtması sırasında çıkan olaylar sebebiyle meşhur olmuştur. Huneyn’de Hevâzin ve Sakîf kabile­lerine bağlı kuvvetler büyük bir hezime­te uğramış, bir kısmı Evtâs mevkiine çe­kilirken bir kısmı da Tâif Kalesi’ne sığın­mıştı. Hz. Peygamber düşmanı takip için Evtâs’a bir seriyye göndermiş, kendisi de elde edilen ganimetleri Ci’râne mev­kiinde bırakarak Taife hareket edip bu­rayı muhasara altına almıştı (8/630).

Tâif muhasarasının kaldırılmasından sonra ganimetlerin muhafaza edildiği Ci’râne bölgesine dönen Hz. Peygamber, sayıları büyük bir yekün tutan esirleri ve bol miktardaki ganimeti askerler ara­sında dağıtmadan bir süre bekledi. Ni­yeti, müslüman olarak kendisine başvuracak Hevâzinliler’e bu ganimetleri iade etmekti. Fakat Hevâzin heyeti geç ka­lınca bazı münafıklarla İslâmî bir şuura sahip olmayan yeni müslüman olmuş bir kısım bedeviler, ganimetleri hemen da­ğıtması için Hz. Peygamber’i incitecek şekilde ısrarda bulundular.

Beytülmâl hissesi olarak beşte biri ay­rılıp geri kalan esir ve ganimetlerin tak­sim edilmesinden sonra Hevâzin’den ge­len heyet Hz. Peygamber’e müslüman olduklarını söyleyerek esirlerin ve mal­larının iadesini istediler. Hz. Peygamber sadece esirleri ashabının rızâsını alıp He-vâzin’e geri vermek isteyince bazı kişi­ler yine mesele çıkardılar. Ancak kaza­nılacak ilk zaferde kendilerine bunu faz­lasıyla telâfi edecek ganimet vaad edi­lince muhalefet etmekten vazgeçtiler.

Hz. Peygamber Huneyn’de ele geçiri­len ganimetlerden müellefe-i kulûb’a daha fazla pay verdi. Onun bu tasarru­funun, ganimetin beytülmâl hissesi ola­rak ayrılan ve harcama yetkisi Hz. Pey­gamber’e ait olan beşte birden mi (hu­mus), yoksa ganimetin tamamından mı olduğu hususunda âlimler farklı görüş­ler ileri sürmüşlerdir. Ebû Ubeyd. fazla­lığın onlara humustan verilmiş olduğu­nu söyler.

Hz. Peygamberin ganimetten müelle­fe-i kulûba fazla pay vermesi üzerine ba­zı müslümanlar sert itirazlarda bulundu­lar. Bu arada ensardan bazı kimseler de Hz. Peygamberin bu tasarrufundan mem­nun olmadıklarını belirten sözler sarfederek kendi aralarında dedikodu yaptılar. Durumdan rahatsız olan ensardan Sa’d b. Ubâde, bu sözleri Hz. Peygamber’e nak­lederek ganimetten kendilerine hiç pay verilmediğini söyledi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem ensarı toplayarak müellefe-i kulûba ganimetten niçin fazlaca hisse verdiğini kendilerine anlattı; bu arada ensarın faziletini dile getirerek kendisi­nin daima onlarla beraber olacağını söyledi, onlara ve çocuklarına dua etti. Yap­tıkları dedikodudan dolayı pişman olan ensar üzüntülerini ifade edip Hz. Peygamber’den razı olduklarını söylediler.

Ganimetlerin taksiminden sonra Hz. Peygamber Ci’râne’de ihrama girerek umre için Mekke’ye gitti. Daha sonra tek­rar Ci’râne’ye gelip buradan Medine’ye hareket etti.

Ci’râne’de bu olayların hâtıralarını yâ-detmek üzere inşa edilmiş bir mescid vardır.

Hil bölgesinde yer alan Ci’râne, Harem bölgesinde bulunan kimselerin umre için ihrama girdikleri yerlerden biri olarak da önem taşımaktadır. Harem’de bulu­nanların umre için diğer mîkât yerleri ise Hudeybiye ve Ten’îm’dir. Şâfıîler’e ve Mâliki ile Hanbelî mezheplerinden ba­zı âlimlere göre bu üç yerin içinde en fa­ziletli mîkât Ci’râne’dir. Daha sonra sı­rasıyla Tenim ve Hudeybiye gelir. Hanefîler, Hanbelîlerin çoğunluğu ve bazı Şâfiîler’e göre ise Ten’îm’den ihrama gir­mek daha faziletlidir. Mâliki” âlimlerin ekseriyeti ise Ci’râne ile Hudeybiye arasında fazilet bakımından fark bulunma­dığı görüşünü benimsemiştir. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Ci’rane Maddesi)

posted in İSRA MİRAÇ | 8 Comments