-
26th Haziran 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Başörtüsünün farziyyeti (1) (Sami HOCAOĞLU)

Önce Kur’an’ın hatırlattığı ilkeleri hatırlayalım:

1. “Bilmediğin şeyi savunma! Şüphe yok ki kulak, göz ve gönül; bunların hepsi elbet savunduklarından dolayı sorumludur.”

2. “Bilmiyorsanız zikir/Kur’an ehline sorunuz.”

3. “Allah’a kulları içinde gereği gibi saygı duyanlar bilenlerdir.”

Bu köşede yazdığım Kur’an eksenli yazılara gelen tepkileri üçe ayırabiliriz.

1. Bilenlerin tepkileri.

2. Bilmediğini bilenlerin tepkileri.

3. Bildiğini zannedenlerin tepkileri.

Bu üçüncüsünü de kendi içinde üçe ayırabiliriz:

1. Bildiğini zanneden samimi tipler.

2. Tüm cehaleti cesaretinden kaynaklanan bilgiç tipler.

3. Haddini bilmez tipler.

Son ikisine hiç cevap vermedim. Zira cevap soru sorana, bilmediğini bilene, haddini bilene verilir, bir. Cevap bilginin kıymetini takdir edene, öğrenmek isteyene, verilir, iki. Cevap, üretildiği kökün de delalet ettiği gibi (cevb “kesmek” demektir), doğrusunu öğrenince sesini kesecek olana verilir.

Bildiğini zanneden ama bilmeyen, bildiğini de yanlış bilen samimi tiplere cevap vermeye çalıştım. Samimiyeti kendi başına bir değer bildim. “Din samimiyettir” diyen Hz. Peygamber idi.

Bugünkü köşeme bildiğini zanneden ama yanlış bilen bir okurumun, bir önceki yazıma ilişkin yazısını alacağım. Yer darlığından dolayı yazının doğrudan yazımı ilgilendiren kısımlarına yer vereceğim. Okur bu yazısını internette yayımlamış ve bana da bir giriş ekleyerek yollamış. Virgülüne dokunmadan aldım. İmla hataları okura aittir:

“Sayın Hocaoğlu, önce Allah’ın selamı üzerinize olsun diyerek sözlerime başlamak istiyorum. Ben 50 yaşında bir emekli bir vatandaşım. Amacım yanlız ve yanlız Rabbim in gerçek yolunu Kuran’dan bulmaya çalışmaktır. Yaradan’ın ayetleri sonunda söyledikleri şu sözler beni gerçekten düşünmeye ve araştırmaya yönlendirdi.

/…/ Ayette kapatılacak yerin yaka açığı olduğu söylenir, baştan bahsedilmez. “Arapçada kadınların başlarına örttükleri şeyin özel adı “hımar” değil “mikna” ve “nasıyf”tır. Hangi Arapça sözlüğe bakılırsa bakılsın “mikna(çoğulu mekani)” ve “nasıyfın” hanımların başlarını örttükleri kumaşın adı olduğu yazılıdır.” Allah eğer “hımar” kelimesi ile başın örtülmesini isteseydi “hımarürres” gibi bir vurgulama ile başörtüsü diyebilirdi: Böylece “res” kelimesi ile baş bölgesi vurgulanır ve örtü kelimesi olan “hımar” ile beraber başörtüsü net bir şekilde anlaşılırdı. Nitekim abdest alınmasıyla ilgili ayette başın sıvazlanması söylenirken, baş kelimesi Arapça karşılığı ‘res’ ile vurgulanır. Gelelim ayette anlatılmak istenen asıl konuya. Ayette kapatılacak yerin yaka açığı olduğu geçer. Yani hımarın başı kapatması değil, ayette açıkça yaka dekoltesini örtmesi istenir. (Yaka açığı manasına gelen ‘cuub’ kelimesi hem bu ayette kapanılacak bölgeyi belirtmek için, hem Hz. Musa’nın yaka açığına elini soktuğunu belirten ayetlerde geçer.) /…/

Sami Hocaoğlu beyefendi hımar kelimesine birden fazla anlamlar vererek hem başörtüsü hem de örtü anlamının olduğunu yazmış. Bu fikri düşündüğünüzde Yaradan ın ayetlerini açık ve anlaşılır gönderdim sözlerine uymuyor. Nedeni her isteyen istediği anlama çekecektir de ondan günümüzde olduğu gibi. Bu görüşü konuşmaya devam edelim. Bu ayette anlatmak istenen şey başın örtülme emri değil peki neresi? Göğüs kısmını örtünüz diyor Rabbim. O zaman koskoca Kuran da Allah kadınlar başını örtmelidir diye bir tek ayet yazmayacak da bu ayette göğsünü örtmelidir ayetindeki bir kelimeye başörtüsü ismi takarak İşte bakınnnnn Allah kadının başını örtmelidir demek istiyor aslında bu ayette diyeceksiniz öylemi kardeşlerim. Yaradan eğer kadın başının örtülmesini isteseydi hiç kuşkusuz kadın başını örtmelidir derdi dostlarım, Çünkü Kuran ben böyle açıkça yazarım diyor dolaylı ima etmem diyor birçok ayetinde. Yukarıda yazdığım onca ayetin hiç mi hükmü yok sizce. Hiç ama hiç başını örtmeli kelimesi dahi geçmediği halde. Peki, ayetlerinde hani Rabbim yemin ederek; Yemin olsun ki, biz bu Kuran’da insanlar için her türlü örneği verdik. Diyordu. Ama kadın saçını göstermesin örtsün diyen ayetler nerede? Hani Rabbim; Biz bu Kitap’ta, herhangi bir şeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Diyerek bizlere açıklık getiriyordu. Hani öğüt alınması için kolaylaştırdık sözleri unutuldu mu dostlar. Ben isterseniz bir ayeti daha hatırlatayım sizlere; Zühruf Suresi 44 Gerçek şu: Bu Kuran sana ve toplumuna elbette ki bir hatırlatıcı/bir düşündürücü/bir şeref/bir öğüttür. Bundan sorumlu tutulacaksınız. Bakın ne diyor Yaradan bu kitaptan sorumlusunuz. Bu kitaptan sorumlusunuz diyen Rabbim bizlerin birbirine düşmesi için mi acaba kadın başını örtmelidir namehremdir demeyi açıkca yazmamıştır dersiniz (HAŞA).”

Sahibi samimi görünüyor. Fakat samimiyetin tek başına yetmediğini de biliyorum.

“Aleyküm selam” sevgili okurum. Sabırla cevaplayacağım. Bu kadar karışık kafa sağlığa zararlıdır. Kafaları karıştırmak için akla atılan taşı çıkarmak, kör kuyuya atılan taşı çıkarmaktan bin kat daha zordur, bilirim. Umarım “kitabına uydurmak isteyen” biriyle değil de “kitaba uymak isteyen” biriyle karşı karşıyayımdır.

Başörtüsünün farziyyeti (2)

“Amacım yalnızca rabbimin gerçek yolunu Kur’an’dan bulmaktır” diyen bir okurunuz varsa, ciddiye alırsınız değil mi? Ben de, o dinini ciddiye aldığı için onu ciddiye aldım. Bu okur şöyle diyor:

“Ayette kapatılacak yerin yaka açığı olduğu söylenir, baştan bahsedilmez. “Arapçada kadınların başlarına örttükleri şeyin özel adı “hımar” değil “mikna” (doğrusu mikne’a SH) ve “nasıyf”tır. Hangi Arapça sözlüğe bakılırsa bakılsın “mikna(çoğulu mekani)” ve “nasıyfın” hanımların başlarını örttükleri kumaşın adı olduğu yazılıdır.” Allah eğer “hımar” kelimesi ile başın örtülmesini isteseydi “hımarürres” gibi bir vurgulama ile başörtüsü diyebilirdi”

Bunlar, başkalarının kesesinden harcanan yalan-yanlış paketi sevgili okur. Kimin kesesinden almışsanız dolmuşa binmişsiniz. Buna, Kur’an’a uymak yerine Kur’an’ı kendinize uydurma sonucunda düştüğünüz çelişkiler de eklenince, iş içinden çıkılmaz olmuş.

Dert şu: Hımar ile başın örtülmesi kastedilseydi, içinde “baş” kelimesi geçerdi!

Peki, bu durumda bir önceki cümlede hanımların başlarına örttüğü şeyin adının “mikne’a” ve “nasif” olduğunu nasıl söyleyebiliyorsunuz? Nerede bunların içinde baş?

Kişi hiçbir şey bilmese de haddini bilecek. “Hangi sözlüğe bakılırsa bakılsın” iddiası yapacak bir kişinin, asgariden sözlüklere bakması lazım. Baksaydı ne görürdü?

Tabi ki, Arapça’da kadınların kullandığı örtü mikna (doğrusu mikne’a) ve nasif’ten ibaret olmadığını. Şöyle ortalama bir Kur’an talebesi olsaydı, sözlükte şunları görürdü:

1. Burka’ (veya burku’): Bütün yüzü örter. (Erkeğin kullandığına kına’ denir).

2. Nikab: Bütün yüzü örtmeyip iki gözden birini açarak bağlanan başörtüsüdür.

3. Lifâm: Her iki gözü de burun üstünden itibaren açık bırakan başörtüsüdür.

4. Lisâm: Burun açıkta kalacak şekilde ağız üstünden örtülen örtüdür.

5. Hımar: Yüz hariç başın ve boynun tamamını örten ve Kur’an’da emredilen örtüdür.

6. Nasîf: Hımar’ın daha büyüğü, Anadolu’daki “atkı”ya benzer başörtüsüdür.

7. Mikne’a: Nasif’ten daha büyük olup bel altına kadar uzanan başörtüsüdür.

8. Cilbab: Yüz hariç baştan ayağa her tarafı örten örtüdür.

Hımar, lugat olarak tereddütsüz başla ilgilidir. İçki’ye de aklı örttüğü için aynı kökten “hamr” denilmiştir. İkisi arasındaki ortak nokta “baş” ile ilgili olmasıdır. Mesela küfr de “örtmek” demektir. Ama başa veya akla değil, kalbe nisbet edildiği için farklı kökten kullanılmıştır.

“Hani bunun içinde baş?” sorusu kasıtlı bir tahrif ve saptırma amacı taşımıyorsa, cehaletin daniskasıdır. Yukarıda Arapçada kullanılan tüm başörtüsü isimleri sıralanmıştır. Hiçbirinin içinde “baş” yoktur. Olmasına gerek de yoktur. Türkçede de bu böyledir: Yazma, yaşmak, atkı, bürgü, bürümcek, çarşaf, çar, yağlık, eşarp, tülbent… Bunların tümü de bacağı değil başı örter ve içinde “baş” geçmez. Hoş Arapçada na’leyn, huffeteyn, cevrabeyn de ayağa giyilirler, ama içinde “ayak” geçmez. “Hani bunun ayağı?” diyerek bunların ayağa giyilmediğini söylemek ne kadar ciddi ise, “Hani bunun başı?” sorusu da o kadar ciddidir.

Okurumun cebinden harcadığı “kitabına uyduranlar” takımı ne diyor: “Hımar başı örtmez, göğüsleri örter?”

Yani? Yanisi şu: Hımar başörtüsü değil, göğüs örtüsüdür.

Peki, aynı mantıkla sormak gerekmez mi: Bir: Nerede bunun içinde göğüs? İki: Sen, örtü ayeti inmeden kadınların göğsü açık gezdiğini söylemiş oluyorsun, haberin var mı?

Bir alıntı daha yapalım “tüm maksadım Kur’an’ı anlamak” diyen okurumuzdan: Ayette kapatılacak yerin yaka açığı olduğu geçer. Yani hımarın başı kapatması değil, ayette açıkça yaka dekoltesini örtmesi istenir. (Yaka açığı manasına gelen ‘cuub’ (doğrusu “cuyub” SH) kelimesi hem bu ayette kapanılacak..”

Ey sevgili okur! Kur’an tüm âşıklarına önce haddini bilmeyi öğretir. Çünkü Kur’an haddini bilmezliği “cahiliye” olarak adlandırır ve ebediyen mahkûm eder. Zaten başörtüsü emrini de “haddini bilmezlik çağı” ile “Allah’a kayıtsız şartsız teslim olan insan” anlamındaki “Müslüman” kadına bir kişilik ve kimlik kazandırmak için emreder. Aynı zamanda O’nun “Rabbimin emri başım gözüm üstüne!” deyip demeyeceğini imtihan için emreder.

Ceyb; “aralık, açıklık, yırtık, yırtmaç, kesik, kopuk” anlamlarının tamamını kapsar. Başta aynı kökten türetilmiş olan “cep” olmak üzere, “açık yerler, göğüs yırtmacı, yaka açığı, kol açığı, elbise yırtığı”, hülasa elbisenin tek parmağın içine gireceği tüm açık yerlerine denir. Hatta Kur’an, Semud kavminin kayaları yararak vadi oymasını da aynı kökten (cabu’s-sahr) bir kelimeyle ifade eder. Soruyu zihinden “kesip” attığı için “cevab” da aynı köktendir.

Nur 31. ayetin başörtüsünü emreden cümlesi aslında neyi emretmektedir?

Açık ve net olarak şunu: Cahiliye döneminde bir aksesuar olarak başın üzerinden sırta atılan örtüyü bütün bir boynu ve gerdanı da kapatacak şekilde mazbutça örtmeyi.

Tabiî ki bu emir Allah’ın kitabına uyacaklar içindir. Kitaba uymak yerine kitabına uydurmaya ne gerek var? Yalan yanlış türrehatı yayıp vebale girmeye ne gerek var?

Unutmayalım İslam “teslim almak” değil “teslim olmak” manasına gelir. Konu bitmedi, yer bitti. Devamı gelecek yazıya.

Başörtüsünün farziyyeti (3)

Bektaşi hikâyesini herkes bilir: Hocanın biri Bektaşi’ye “Niçin namaz kılmıyorsun?” der ve “Kur’an öyle emrediyor” cevabını alır. “Allah Allah, nerede emrediyor?” deyince, Bektaşi pişkin pişkin cevabı yapıştırır: “Lâ takrabu’s-salat” (namaza yaklaşmayın) demiyor mu?” Hoca itiraz eder: “Devamını da okusana?” Maksadı kitaba değil kitabına uydurmak olan Bektaşi kaçamak yapar: “Ben hafız değilim.”

Bu fıkrada dile gelen gerçek şu: İnsanın derdi hakikate uymak değil de hakikati kendisine uydurmaksa, Kur’an’ı bile buna alet eder. Bu yeni bir şey değil. Bazen kasıtsız, bazen kasıtlı yapılır bu. Daha sahabe döneminden bunun örneklerini biliyoruz.

Hz. Ömer’in hilafeti döneminde iki kafadar kafayı çekmiş, hesabını soranlara da Maide 93’ü göstermişti. Yine aynı dönemde bir kadın erkek kölesiyle zina yapmış, bunu nasıl yaptığını soranlara Mearic 30’u delil göstermişti.

Hariciler siyasi muhaliflerinin bebelerini öldürüyorlar, bunun delilini soranlara Kehf suresinin 74. ayetini okuyorlardı. Yine aynı zümre Hz. Ali’yi dinden dönmekle suçlayıp katlederken, Yusuf suresinin 40. ayetini delil getirdiler.

Bir zamanlar biriyle karşılaştım. Kıldığımız namazların Kur’an’ın emrettiği namaz olmadığını söylüyordu. Kur’an’ın emrettiği namazın nasıl kılınacağını sordum. Ayağa kalktı, kıbleye döndü, Fatiha’yı okudu, “İşte bu kadar” dedi. Yine bir zamanlar da bir grup esrarkeş münakaşa etmişler. Ellerine Mushaf’ı alıp “Esrar’ı haram kılan ayeti bize göster” diye yanıma gelmişlerdi.

Görüyorsunuz, iş çığırından çıkınca ortalık çamurdan geçilmez oluyor.

Başörtüsünün farziyyeti konusunda da mesele işte bu düzeyde ele alınıyor. Dini bir meseleyi konuşmanın bir usulü, üslubu ve adabı olduğu hatırlanmıyor. İnsanlar bozulan musluklarını tamir ettirmek için berbere gitmezken, iş dine gelince ilme ve ihtisasa hürmeti kimse hatırlamıyor. “Bilmiyorsanız Kur’an’ı (zikr) bilenlere sorun?” diyen Kur’an değilmiş gibi davranılıyor.

Kur’an’ın ortaya koyduğu bir hüküm yalnız lafızdan yola çıkılarak anlaşılamaz. Ona mana ve maksadı da eklemek şarttır. Maksadı öğrenmek için ise: 1) O konudaki tüm ayetleri iç ve dış bağlamlarından koparmadan tümevarım yöntemiyle okumaya tâbi tutmak; 2) Ahlakı Kur’an olan Hz. Peygamber’in o Kur’anî hükmü hayata nasıl tatbik ettiğini bilmek; 3) O hükmün tatbik edildiği nüzul ortamını bilmek şarttır.

Kur’an başı gökte ayakları yerde olan ilahi bir hitaptır. Başı manayı, ayakları lafzı, bastığı yer dış bağlamı/olguyu, baktığı yer teşri yönünü gösterir.

Geçen haddini bilmez bir tv programcısı, resmen Nur 31’den önce kadınların göğüsleri açık, hatta çıplak gezdiklerini söylüyordu. Buna da delil olarak Kâbe’yi çıplak tavaf etme geleneğini gösteriyordu.

Birincisi bu nadir bir haldi, yaygın bir uygulama değildi. İkincisi, hiçbir Mekkeli Kâbe’yi hiçbir zaman çıplak tavaf etmedi. Onlar Fil olayından sonra kendilerini “Allah’ın halkı” ilan ettiler ve “hums” adını verdiler. Dışardan gelmiş insanlara “hılli” adını verdiler. Bir hılli Kâbe’yi kendi elbisesiyle değil, “hums”tan birinin elbisesiyle tavaf etmeliydi. Böylece bir elbise kiralama sektörü doğdu. Çıplak tavaf, yalnızca elbise kiralayacak gücü olmayanlarla sınırlı nadir bir uygulamaydı. Buradan örtüsüzlüğe ne çıkar? Hiç!

Nur 31’de emredilen başörtüsü değil de ğöğüs ya da omuz örtüsü diyenler, bu ayet geldiğinde mümin hanımların göğüsleri açıkta gezdiğini söylemiş oluyorlar. Bu ayet zaten var olan örtünün doğru kullanılmasını emrediyor. Onları yanıltan, ayet geldiğinde kadınların başörtüsünü hiç tanımadıkları ön kabulüdür.

Oysa ki nüzul ortamında örtü yaygın olarak kullanılıyordu. Örtü hürriyet ve saygınlık alametiydi. Hz. Hatice Hz. Peygamber ile evlendiğinde örtülüydü. Örtünün o kadar saygın bir yeri vardı ki, bir kadının başörtüsüyle kesilen savaşlardan söz eder kaynaklar. Muhabbar sahibi şöyle bir olay anlatır: Ümmü Kırfe bt. Rebi’a b. Bedr, Malik oğullarından saygın bir kadındı. Ğatafan’dan iki ordu savaş için karşı karşıya geldi. Tam savaş başlayacaktı ki, bu kadın başörtüsünü iki ordu arasına astırarak savaşı önledi (be’aset hımârahâ fe’ullika beynehum fe’stalehû).

Kur’an “elbise”yi tıpkı ayet gibi Ademoğlu’na “inzal edilen” bir nimet olarak takdim eder (7:26). Giyinmekten maksadın cinselliği örtmek olduğunu, cinselliğin özel bir alan olduğunu dile getirir (7:25). Örtünmenin temelinde cinselliğin kamuya açılmaması ilkesi yatar. Örtünme emri, kadın-erkek ilişkisinin cinsiyet değil şahsiyet üzerinden gerçekleşmesi içindir. İlişkinin zehirlenmemesi içindir.

Örtünmenin sınırlarını koyan, kadını da erkeği de yaratandır. O yarattığını bilir. Mesele O’na güven meselesidir. Zaten imanın ahlaki tanımı “Allah’a güven” değil midir?

Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur. Peki, o sınırı kim koyacak? İslam bu soruya “Allah” diyor. Müslüman, buna iman edip Allah’ın hükmüne teslim olan demektir. Gerisi mi? Gerisi, Kur’an’ın (49:16) ifadesiyle “Allah’a din öğretmeye kalkmaktır”. Neden kadın? Neden saç? Modern zihin nerede yanılıyor?

Maksada gelelim

Kur’ani bir talimatı anlamanın yolu, o talimatın maksadını anlamaktan geçiyor. Maksadı anlamadan yapılacak her tartışma, körün taşı körün gözüne tartışmasıdır. Hiç kimseyi hiçbir yere götürmez.

İslami tesettürün mütemmim cüzü olan başörtüsü tartışmaları için de geçerli bu kural.

Maksadı anlamak için sorulacak esas soru şudur: Bu beden kimin?

Şimdi çok duyuyoruz: “Beden senin değil mi ayol, istediğin gibi kullan!” Veya: “Beden benim değil mi efe’m, istediğim gibi kullanırım.”

Aslında “Bu beden kimin?” sualine verdiği cevaba bakarak insanların Kur’an’a ve İslam’a göre nerede konuşlandıklarını anlayabilirsiniz.

Bu suale, bedeni, sahibinin mutlak mülkiyeti görerek; “Beden sahibinin malıdır, istediğini yapar” türünden cevap veren hiç kimsenin, Kur’an’ın tesettür emrini anlamasını bekleyemeyiz.

İp orada kopmuştur. Gerisi “üstü kalsın” durumudur.

Esasen bu soru sadece tesettür meselesiyle de sınırlı değildir. Aynı şey servet, hayat, evlat, tabiat, can, hava, su, toprak vs. için de geçerlidir.

İslam’a göre bu sualin cevabı açık ve nettir: Beden sahibine emanettir, tıpkı servetin, hayatın, canın, evladın, malın emanet olduğu gibi. Bedeni sahibinin mülkü zannedene tesettür emrini anlatmanız boşuna bir uğraştır. Servet sahibini mutlak malik sanan birine, “İsraf haramdır” hükmünü sittin sene çenenizi yorsanız izah edemezsiniz.

“Beden benim değil mi, istediğimi yaparım!” diyene İslam “Hayır, senin değildir, sana zimmetli bir emanettir!” der. Ruh asli sahibine vefa gösterip “teveffi” ettiğinde, beden de geldiği yere dönecektir. Sen emanete ihanet edip etmediğinin hesabını vermek üzere ilahi mahkemeye çıkarılacaksın.

İslam intiharı bunun için yasaklar. İntihar haramdır. Sadece intihar değil, insanın kendi bedenine zarar vermesi de haramdır. Yine zehir içmek haramdır, kendine işkence haramdır.

Kimse “Beden benim değil mi, ister asarım ister keserim” diyemez. “Hayır senin değildir” der İslam. Eğer kişi Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuşsa, yani Müslüman’sa, bu cevaba boyun eğmek durumundadır. Tutarlılık bunu gerektirir. Zira İslam, Allah’ın hakkını teslim etmek için O’na kayıtsız şartsız teslim olmaktır.

“Beden senindir, istediğin gibi kullan!” diyen modern tasavvur zinanın haramlığını da anlayamaz. İçkinin haramlığını da anlayamaz. Hülasa İslami sınırlara ikna olmaz. Ortada paradigma sorunu vardır. İki farklı dünya söz konusudur. Sözün özü: Allah’ın gör dediği yerden bakmayan, Allah’ın gösterdiğini göremez.

Tüm vahiylerin maksadını oluşturan can, akıl, din, nesil ve mal emniyetlerinin korunması, bütün bunlara “emanet” olarak bakmayı gerektirir. Bütün bunlara emanet olarak bakan ise, emanetin sahibinin koyduğu sınırlara riayet eder.

Sınırlar… Kim koyacak sınırları? Teoride herkes koyabilir. Ağzı olan konuşur, gücü olan yaptırım uygular, yetkisi olan kullanır. İyi de, vicdanda yankı bulmayan kurallar uygulayıcıları zorba, uygulananları ikiyüzlü yapar.

İnsanda bir vicdan inşa etme işi, daha doğru ifadesiyle zaten var olan vicdanı aktif ve aktüel hale getirme işi ideolojilerin, yasaların, kolluk güçlerinin, kamuoyu oluşturma araçlarının değil, inanç sistemlerinin işidir. Bir sınır yoksa hiç sınır yoktur. İşte Kur’an’ın tesettür düzenlemesi, bu alandaki sınırları gösterir.

Biri çıkıp sosyolojik, kültürel, siyasal ve hatta ekonomik açıdan dini bir meseleyi değerlendirebilir. Bu meyanda başörtüsünü, insan hak ve özgürlükleri çerçevesinde algılayabilir veya algılamaz. Bütün bu tartışmaların alanı dînî değil “profan” alandır.

Fakat başörtüsünün İslam’daki ve Kur’an’daki yerini konuşacaksanız, işte orada tartışma zemin değiştirmiş demektir. Böyle bir tartışma yapacak kişi, önce bastığı zemine bir bakmalıdır. Profan, hatta seküler zeminde ayak diretip de, bir konunun dindeki yeri hakkında ahkam kesmek sahibini gülünç duruma düşürür.

Bir köşe yazarı çıkıyor, düpedüz laikçi bir zeminden konuşuyor. Militan laik, hatta ateist olduğu biliniyor. Fakat başörtüsünün İslam’daki yeri hakkında “fetva” veriyor. Evet, yanlış duymadınız; fetva veriyor. Avrupa’da hiç kavram olarak “laik papaz” kullanıldı mı bilmiyorum, ama bu durum da en az o kadar çelişkili; bir o kadar da traji-komik.

Bu yazıları yazmama sebep olan değerli okuruma son olarak bir çift sözüm var.

“Allah’ın bu meselede gerçek muradı nedir?” diye yola çıkan bir Kur’an aşığı, vara vara öyle bir noktaya gelmiş ki, orada kendini Rasulullah’ın, sahabenin, Hz. Aişe’nin, Hz. Fatıma’nın, müçtehid imamların uygulama ve tasdiklerinin karşısında, ama İlhan Selçuk’un, Fransız Masonlarının Üstad-ı Azamının, Bekir Coşkun’un, Türkan Saylan’ın, Özdemir İnce’nin ve bilumum İslam’a ve Kur’an’a mesafeli laikçilerin uygulama ve iddialarının yanında bulmuş. Sahi, ben şaşırmakta haksız mıyım?

Enes b. Malik’in beni hep titreten bir sözü vardır: “Nice Kur’an okuyan var ki, Kur’an ona lanet eder!” (Sami Hocaoğlu)

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=9115&y=SamiHocaoglu (01.02.2008)

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=9233&y=SamiHocaoglu (08.02.2008)

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/default.aspx?i=9348&y=SamiHocaoglu (15.02.2008)

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/default.aspx?i=9467&y=SamiHocaoglu  (22.02.2008)

KONUYLA İLGİLİ TARTIŞMA HAKKINDA BAKINIZ:

http://www.erdemyolu.com/giyim/basortusu-polemigi.html

posted in GİYİM | 1 Comment

27th Mayıs 2011

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Peçe İslami Bir Giysi midir?

Adetler ve İbadetler Arasında Peçe Sorunu

Giriş

Peçe sorunu tarihi süreç içerisinde meşruiyeti tartışıla gelen önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Peçe, kadınların sokakta gezerken yüzlerine örttükleri seyrek dokunmuş örtü, nikab; kovandan bal alırken yüze geçirilen ince tel kafes anlamına gelmektedir. Peçe kelimesi İtalyanca “pezzeto”dan alınmıştır. Peçelemek, bir şeyi belli olmaması, seçilmemesi için örterek gizlemek demektir. Günümüzde ülkemizin bazı yörelerinde ve diğer bazı İslâm ülkelerinde özellikle genç kadınların sokakta yabancı erkeklere karşı yüzlerine baş örtülerinden ayrı olarak, yüzü göstermeyen fakat bunu takanın dışarıyı görebileceği bir tül taktıkları görülür. Kimi zaman da baş örtüsünün bir bölümü ile iki göz veya bir gözün dışında kalan yüz kısmı örtülür.[2]

Tarihi süreçte Müslüman ülkelerde görülen peçe gerçekten adet, gelenek ve örften mi kaynaklanmaktadır? Yoksa meşruiyetini Kur’an ve Sahih Sünnetten alan şer’î bir hüküm müdür? Bu durumda konunun iki boyutu söz konusudur. Birisi, eğer peçe (yüz örtüsü) adet ise bunun adet olduğunu gösteren dayanaklarını ortaya koymak gerekir. İkincisi, eğer ibadet ise, bunun Kur’an ve Sahih Sünnetten dayanaklarını belirlemek gerekir. Bizim burada yapmak istediğimiz husus, peçenin meşruiyet temelini teşkil edecek Kur’an ve Sahih Sünnetten bir delilin bulunup bulunmadığını, özellikle Hz.Peygamber döneminde kadınların yüz ve ellerini sosyal yaşantıda ne derece kullandıklarını ve bu konuda herhangi bir engelle karşılaşıp karşılaşmadıkları irdelemeye çalışmaktır. Peçenin daha ziyade dînî boyutu üzerinde durmakla birlikte bir nebze de olsa tarihi uygulamaları tetkik edilerek sosyolojik boyutuna da vurgu yapılacaktır. Bunun için Gerek İslam öncesi dönemde gerekse Müslümanların başka din ve kültürlerle ihtilatı neticesinde hakim olan adet ve geleneklerin etkisiyle çeşitli devirlerde peçenin bazı Müslüman toplumlarda nasıl değişmez norm olarak kabul edildiğini irdelemek zorunludur.

Üzerinde durulması gereken diğer bir husus da adetler ve ibadetler arasında ciddi bir ayırımın yapılması gerektiğidir. Adetler, toplumların nesilden nesile aktardıkları ve her neslin benimsediği ve takip ettiği ve sosyal davranış türleridir. Başka bir deyişle insanların aklın şehadetiyle üzerinde birleştikleri ve tabiatlarının kendiliğinden (doğru) kabul ettiği davranışlardır.[3] Adetler sorgulanmaz, nedeni niçini araştırılmaz ve olduğu gibi alınıp benimsenir ve uygulamaya konulur. Kısacası adetler toplumun yüzyıllar boyu takip ettiği ve miras olarak aldığı ananevî alışkanlıkların tümüdür. İbadet ise Allah katındandır. Şari’ tarafından belirlenir. Nassla sabit hale gelir. Kur’an ve sahih hadislerde varlığına delalet edecek açık bir nassla gerçekleşir. Peçenin bu anlamda tetkikini yapabilmek için öncelikle İslam öncesi dönemdeki uygulama alanını irdelemekte yarar vardır.

 

1. İslam Öncesi Arabistan’da Peçe

İslam öncesinde Araplarda peçenin kullanıldığını gösteren bilgilere rastlamak mümkündür. Tetkik edildiğinde, bu dönemde peçe yerine geçecek çok sayıda kelimenin kullanıldığına şahit olunmaktadır. Kaynaklara bakıldığında bunların Burku’, nikab, lisam, lifam gibi kelimeler olduğu görülecektir. Bunların gerek sözlüklerde gerekse İslam öncesi Arapları anlatan kaynaklarda geçmiş olması, Arapların hem İslam öncesi hem de İslâm’ın yayılması aşamasında kullandıklarını gösteren ipuçları olarak kabul edilebilir. Şimdi bu kelimelerin ne anlama geldiğini ve Araplarda uygulamasının ne olduğunu tespit etmeye çalışalım.

Arap dilinde peçe (yüz örtüsü) ile ilgili terimler görülmektedir. “el-Burku”: Berkaa’ fiil kökünden gelmekte olup “berkaa’ el-mer’e” demek, peçe bürgü giydirmek, kadın peçe veya bürgü ile yüzünü örtmek anlamına gelmektedir. “el-Burku” ise, kadının yüzünü örttüğü siyah örtü, peçe, bürgü anlamındadır. Çoğulu “berâkî”dir. İbn Manzur Arap kadınlarının taktığı bir peçe olduğunu ve göz için iki deliğinin bulunduğunu belirtmektedir. Tevbe b. el-Humeyyir (85/704) bir beytinde şöyle der:

Leylanın yanına geldiğim zaman peçe takmıştı (teberkaat).

Sabah peçesini açması (süfür) beni şüpheye düşürdü.[4]

Nikâb: Kadının burun yumuşağına kadar uzayan ve yüzünü örten bir örtü, peçe (kına’) çoğulu, Nukûb’dur.[5] İbn Manzur eserinde “nikab”ı burun yumuşağına kadar örtülen bir örtü olarak tanımlamaktadır. O, nikab’ın değişik tanımlarının olduğunu söyler ve el-Ferra ((207/822)’nın şöyle dediğini belirtmektedir: “Kadın örtüsünü gözüne daha da yaklaştırır, kirpikler görünmez bir hale gelirse buna “vasvas”denir. Bu örtü göz çukurlarına gelecek şekilde örtülürse, buna “nikab” denir. Aynı örtü, şayet burun ucuna düşürülecek olursa buna “lifam” denir. Örtü dudaklar üzerine indirilirse ve burun tamamen açık bırakılırsa buna da “lisam”denir. Çoğulu Lusum’dur.[6] Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere Arap toplumunun bazı kesimlerinde gerek ağzın örtülmesi, gerekse burun yumuşağından itibaren örtülmesi, gerekse göz çukurlarına varıncaya kadar örtünün uzatılması, hatta bazen bir gözün görünüp diğerinin kapatılması şeklindeki örtünme biçiminin mevcut olduğu görülmektedir.

Peçenin geleneksel olarak kadınlarla birlikte erkeklerin de bazı durumlarda kullandığını gösteren uygulamalar da vardır.[7]Bunun ilginç örneği şöyledir: Mekke’deki hac esnasında kurulan panayırlara Araplar içinde asil olanlar hepsi tacir sıfatıyla gelirlerdi. Her mahallin asilleri kendi bölgelerinin panayırlarına iştirak ederlerdi. Fakat Ukaz panayırına bütün bölgelerden gelinirdi. Buraya gelen asiller tanınmamak için yüzlerine peçe örterlerdi. Bu tedbir, bir gün gelip de haydutluğu meslek ittihaz etmiş kimseler tarafından yakalanıp esir edilmek ve ağır fidye-i necat talebi ile karşılaşmak korkusundan doğuyordu. Bu anlamda söz konusu örfü ilk terkedip peçesini ilk atan kimse Enbarlı Tureyf’tir.[8]

İslam öncesi dönemde Arap kadını ne tamamen kapalı ne de bütünüyle açıktı. Açık kadınlar olduğu gibi, örtülü kadınlar da vardı.[9] İslam öncesi Arabistan’ında toplumun zengin ve güçlü kabilelerine mensup kadınlar bir korunma belirtisi veya sosyal statü gereği yabancı erkekler karşısında yüzlerini peçe ile örterlerdı.[10] Çağdaş yazarlardan Yahya el-Cubburî, cahiliye kadınlarının yüzlerini örtmediklerini, gelen misafirleri yüzleri açık olarak karşıladıklarını, onlarla bu şekilde sohbet ettiklerini ve dışarıda da yüzleri açık gezdiklerini ifade etmektedir.[11] Ancak bazı şiirlerden de kimi kadınların o dönemde yüzlerini peçe ile örttükleri anlaşılmaktadır.[12] Örneğin, şair Şenferâ hanımının peçesini şöyle tasvir etmektedir:

Hoşuma gidiyor yürüdüğünde peçesinin (kınâuha) düşmemesi;

(Utangaçlığından dolayı da) sağa sola dönmemesi.[13]

Ayrıca Ebu Mansur es-Seâlebî (428/1039), kadının o dönemde başını ve yüzünü kapattığı sekiz çeşit baş ve yüz örtüsünün ismini vermektedir.[14]Bazı şiirlerden baş ve yüz örtüsünün hürleri cariyelerden ayırt eden bir özellik olduğu, acı, hüzün ve ağıt yakma gibi durumlarda yüzlerin ve başların açıldığı ifade edilmektedir.[15] Bu yüzden, savaşta yenilebileceklerini ve esir düşeceklerini anlayan hür kadınlar, kendilerine tenezzül edilmez düşüncesiyle cariyelere benzemek için yüzlerini açarlar ve bu şekilde kaçmaya hazırlanırlardı.[16] Zira o günkü toplumda kadınların hür ve cariye olmak üzere iki sınıfa ayrıldığı ve bu iki sınıf arasında statü açısından önemli farkların bulunduğu bilinen bir gerçektir. Cariye için doğal görülen hatta teşvik edilen bir davranış, hür kadın için bir utanç vesilesi veya cezalandırılmasını gerektiren bir neden sayılabilirdi.[17] Bu bağlamda baş ve yüz örtüsünün hür kadınları cariyelerden ayırmak maksadıyla kullanıldığını gösteren ve İslâmî dönemde yaşanmış çarpıcı bir örnek de şudur: Reyhane Medineli bir Yahudi kabilesi olan Kurayza’ya mensup bir Yahudi hanımıdır. Hicrî 5. yılda bu kabile ile yapılan savaşın sonunda o, Hz.Peygamberin hissesine ganimet olarak düşmüştü. Bir müddet tereddüt geçirdikten sonra İslam’a girmiştir. Bunun üzerine Hz.Peygamber ona nikahlanma teklifinde bulunmuş ve böylece hürriyetine kavuşacağını ifade etmişti. Ancak o şu cevabı vermişti: “Beni nikahlamaktansa cariyen olarak muhafaza et! Ben bir cariye kadın olarak kalmak isterim. Zira hür Müslüman kadınlar gibi başıma örtü ve yüzüme peçe takınmak istemiyorum.” Belazurî (279/892) de geçen bu olay nakledilirken bir diğer anlatıma da yer verilmiştir: Buna göre Rasulullah onu kölelikten azad etmiş ve arkasından nikahlamıştır. Bu anlatıma göre o, hiçbir zaman cariyelik hayatı sürmemiştir.[18]İbn Hişam’ın rivayetine göre de Hz.Peygamber ona evlenme teklifinde bulunmuş ve onun örtünmesini istemiştir. Reyhane Ona : “Ey Allah’ın Rasulü! Beni kendi mülkiyetinde bırak. bu benim için de senin için de daha iyi olur.”demiş, Hz.Peygamber de öyle yapmıştır.[19] Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Reyhane Müslüman bir cariye olarak kalmak istemiş ve hür kadınlar statüsüne geçerek başını ve yüzünü örtmeyi arzu etmemiştir.

İslâm öncesi dönemde kadınların yüz örtüsü (peçe) kullandıklarına dair bir başka haber de şudur: Ukaz çarşısında Kureyş ve Kinane oğullarından bazı gençlerin Amir b. Sa’saa kabilesine mensup bir kadından yüzünü açmasını istemeleri, kadının da bunu reddedip kabilesinden yardım talep etmesi, Birinci Ficar Harbinin sebeplerinden birisi olarak gösterilmektedir.[20]İlerde de belirteceğimiz gibi, aynı durum, yani Müslüman bir kadının yüzünün açılması, İslâmî dönemde Benî Kaynuka savaşının sebeplerinden birisi olarak kabul edilecektir. Bu, her iki dönemde de kadının peçesinin adet olarak kadının statüsü açısından ne kadar güçlü olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.

Abdullah b. Alkame, karısı Hubeyş’e rüzgarda yeşil tülbentinin savrulmasıyla açığa çıkan yüzünü ve ellerini gördükten sonra aşık olmuştur.[21] Ummu Amr bt. Vıkdân, Kavmini öç almaya teşvik ederken şöyle diyor: “Eğer intikam almayacaksanız, silahı bırakmanız ve kadınlar gibi sürme sürüp yüzünüzü örtmeniz gerekir.”[22] Bu söz, hiçbir yoruma mahal olmaksızın o dönemde kullanılan peçenin adet olduğunu göstermektedir.

Bu uygulamalarla birlikte İslam öncesi Arap toplumunda yüz örtüsü (peçe) kullanmak adeti, umumî değildir.[23] İslam öncesi Arap toplumunun içerisinde bazı kesimlerdeki kadınların yabancı erkekler karşısında adeten yüzlerini peçe ile örtmelerine karşılık bazı kadınların da yüzlerini ve hatta boyunlarını, kulaklarını, göğüslerini ve göğüs çevresini başörtülerini arkaya sarkıtmak suretiyle açık halde bıraktıkları ve bu şekilde çarşıda pazarda gezdikleri bazı kaynaklarda bildirilmektedir. Zemahşerî’nin şu ifadeleri bunu açıkça ortaya koymaktadır: Arap kadınlarının göğüslerini gösteren yaka dekoltesi (ceyb) genişti. Aradan boyunları, göğüsleri ve göğüslerinin çevresi görünürdü. Başörtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat önleri açık kalırdı. Boyun ve göğüs kısmındaki açıklıkların kapanması için örtülerini göğüs dekoltelerini örtmeleri Allah tarafından emredilmiştir.”[24]

Bu değerlendirmelerden İslâm öncesi dönemde cariyelerin dışında gerek adet gereği, gerekse hür, zengin ve güçlü kabilelere mensup kadınların bir korunma belirtisi veya toplumdaki statüsünü korumak amacıyla peçe takan kadınlar olduğu gibi, başörtülerini arkaya bağlamak suretiyle boyunlarını ve göğüs çevresini açık bırakan kadınların da olduğu anlaşılmaktadır.

2. Kur’ân’da, Hadislerde ve  Hz.Peygamber Döneminde Peçe

İslam toplumunda aileyi güçlendirmek ve kadının statüsünü geliştirmek için en önemli ve radikal yenilikler Kur’an tarafından yapılmıştır. Kur’an, evlilik, boşanma ve miras konularında kadınlar lehine bir takım yenilikler getirdiği gibi, temelde bir değişiklik olmamakla birlikte onların örtünmeleri konusunda da bazı düzenlemeler yapmıştır. Bu yeni düzenlemelerin içinde Cilbab (dış elbise) giyimi ve başörtüsünün göğüs kısmının görülmesini önlemek amacıyla yaka dekoltesinin kapatılması da vardır. Bunlar içerisinde kadının yüzünün örtülmesini zorunlu kılacak ifadelere rastlamak mümkün değildir. Bu konuyla ilgili iki ayet karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan birisi, 33 Ahzab suresinin 59. ayetidir. “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve (öteki) bütün mü’min kadınlara (toplum içine çıktıklarında) dış kıyafetlerini üzerlerine almalarını söyle: bu, onların (temiz kadınlar olarak) tanınmalarını rahatsız edilmemelerini temin eder.” Ayette geçen cilbab kelimesi, başörtüsünden (hımar) daha büyük bir elbise veya bütün bedeni örten bir elbise olarak tanımlanmaktadır.[25] Bu dış kıyafetten yüzün örtülmesi gerektiği çıkarılamaz. “Cilbab” Arapça’da gömlek, elbise gibi üste giyilen giysileri ifade eden bir kelimedir. Fakat hiçbir şekilde cilbab; belli bir yerden belli bir yere kadar örten giysi manasına gelmez. Bunun dışında tefsirlerde yapılan yorumlar, tamamıyla dönemin adet ve geleneğiyle ilgilidir. el-Kurtubî (671/1272), cilbabın sarkıtma şekli konusunda ihtilaf bulunduğunu ifade eder. Onun nakline göre bazıları kadının cilbabını sadece tek bir gözü görünecek şekilde örtmesi şeklinde yorumlarken, bazıları da kadın alnının üzerinden örter, sonra da burnuna kadar örtüyü çekerek bağlar. İki gözü açıkta kalır, fakat göğsü ve yüzünün büyük bir kısmını örter şeklinde izah etmeye çalışmışlardır.[26] el-Kutubî’nin naklettiği bu yorumların evrensel bir yönü olmayıp gerek Arap kültür ve adetlerinin tesiri, gerekse müfessirlerin yaşadıkları çağın adetlerinin tesiriyle meydana gelmiş tarihsel yorumlardan ibarettir. Cilbab giyimin emredilmesinin nedeni de -ayette işaret edildiği gibi- hür kadınlar ile cariyelerin ayırdedilmesi esasına dayanmaktadır. Nitekim ayetin iniş nedenine bakıldığı zaman da bu gerçeği görmek mümkündür.[27]Ayette cilbab (elbise) giyiminin kesin hatları olmayan esnek bir ölçünün olduğu görülmektedir. Ayette üzere alınan elbiseyle kadının tanınabileceğini, böylece kendisine sarkıntılık yapılmayacağı anlaşılmaktadır. Kadın namuslu olarak tanınırsa, tanınmamadan dolayı bir sarkıntılığa maruz kalmaz. Bazı insanlar namussuz sandıkları kadınlara takılıp onları incitebilir. Ayet kadının üzerine elbise alıp bunu önlemesini sağlıyor. Bu açıdan cilbab (elbise), ayetin bu amacına uygun olmalıdır. Kadın cilbabını (elbisesini) öyle giymelidir ki; çıplaklığıyla fuhşiyat mesajı verenlerden ayrılmalı, giydiği elbise sayesinde iffetiyle tanınmalı ve böylece tacizden korunup, daha uygun bir hareket tarzında bulunmalıdır.

Bir diğer ayet de Nur sûresinin 31. ayetidir. “İnanan kadınlara söyle, onlar da gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler; iffetlerini korusunlar; (örfen) görünmesinde sakınca olmayan yerleri dışında cazibe ve güzelliklerini açığa vurmasınlar; ve bunun için, başörtüleriyle yaka dekoltesini kapatsınlar.” Bu ayette yüzün kapatılması gerektiğine dair herhangi bir ifade mevcut değildir. Aksine burada geçen (illa ma zahara minha) yani “görünmesinde sakınca olmayan yerleri dışında” ifadesinin yüz ve eller olduğu söylenmiştir. Nitekim el-Kurtubî, çoğunlukla yüz ve eller hem adeten hem de ibadet olarak -ki namazda ve hacda böyledir- açık olduğu için, istisnanın bu iki organa râci olmasının doğru olduğunu savunmaktadır.[28] ez-Zemahşerî ise şu açıklamayı getirir: kadın bir iş yapmak için muhakkak ellerini kullanır. Özellikle şahitlik yaparken, mahkemelerde ve nikah esnasında yüzünü açmak durumundadır. Yollarda yürürken ayaklarının görünmesi kaçınılmazdır. Ona göre görünmesinde sakınca olmayan yerler adeten ve yaratılış bakımından açık olması cari olan kısımlardır. El, yüz ve ayaklarda asıl olan açıklıktır. Zira onların örtülmesinde zorluk vardır.[29] Elmalı Hamdi Yazır, Kadın iş yaparken, gerekli eşyayı tutarken ve hatta örtüsünü örterken bile ellerini açmaya muhtaç olduğu gibi, çevresini görme, nefes alıp verme bakımından yüzünü örtmesinde güçlük olduğunu belirtir. O, diğer yandan şahitlikte, mahkemede ve nikâh gibi muamelelerde yüzün açılmasına ihtiyaç olduğunu, bu yüzden “zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur” kaidesince bunların açılmasında bir sakınca olmadığını ifade etmektedir.[30]

Yine bu ayette geçen “başörtüleriyle yaka dekoltelerini kapatsınlar” ifadesinden de yüzün kapatılması gerekmediği anlaşılmaktadır. Eğer böyle bir zorunluluk olmuş olsaydı, başörtüsünü yaka dekoltelerini örtmek yerine, yüzleri üzerine örtsün demesi gerekirdi. Ayetten bunu çıkarmak da mümkün görünmemektedir. Netice itibariyle bazı yorumlara bakarak kıyafetle ilgili nazil olan ayetlerden peçenin (yüz örtüsü) takılması emrinin çıkarılması kanaatimizce mümkün değildir.[31] Görüldüğü üzere bu ayetlerin amacı, kadının özgürlüğünü sınırlandırmak olmadığı gibi asırlar boyunca peçe adetine dini bir otorite ve onay vererek onu meşru hale getirmek hiç değildir.

Bir başka önemli husus Ahzab suresinin 52. ayetinde Hz.Peygamber’e hitaben “ Bundan sonra artık sana (başka) kadınlar (la evlenmek) güzellikleri hoşuna giden kadınlar olsa da bunları başka eşlerle değiştirmek helal değildir” buyurulmaktadır. Bu ayetten anlaşıldığına göre Hz.Peygamber’in döneminde kadınların kıyafetleri kimin ne kadar güzel olduğunu bilmeyi engellememektedir. Buradan en azından kadınların güzelliklerinin göstergesi olan yüzlerinin açık olduğu çok rahatlıkla ifade edilebilir.

Görüldüğü gibi kıyafetlerle ilgili düzenlemelerde yüzün örtülmesi (peçe) ile ilgili gizli veya açık bir nass söz konusu değildir. Keza aşağıda ele alacağımız gibi Hz.Peygamber’e isnad edilen rivayetlerde onun açık bir ifadesi mevcut değildir. Öyle anlaşılıyor ki yüzün örtülmesi Müslüman toplumda İslâm öncesinden süregelen bir adetin devamı niteliğindedir. İslâm’ın gelişiyle birlikte peçe takınma adeti toplumun bazı kesimlerinde İslam öncesinde olduğu gibi kullanılmaya devam etmiştir. O dönemde kadınlar, genellikle üzerlerine bir kaftan yahut yeldirme şeklinde bir üstlük (Pardesü) almak suretiyle uzun entariler giymişlerdir. Sokağa çıktıklarında ise yüzlerini ayrı bir örtü, peçe ile kapatmışlar veyahut da sadece yeldirmelerinin geniş yakalarını başlarının üzerinden atmışlardır.[32] Kadınlar şehir ve pazarlardaki işlerini görmek üzere sokağa çıkmışlar, kıyafet ayeti nazil olduktan sonra bile kadınlar, bu örtüleriyle de olsa dışarı çıkma geleneklerini sürdürmüşlerdir.[33]

Bunu tarihi bir takım bilgilerden ve hadis malzemesinde görmek mümkündür. Peçe adetinin bir örneğini İbn Hişam’da geçen şu olaydan anlıyoruz: İbn Hişam’ın Abdullah b. Cafer b. el-Misver b. Mahreme’den onun da Ebu Avn’dan rivayeti şöyledir: “Bir Müslüman Arap kadını bazı şeyler satmak üzere Kaynuka oğulları pazarına geldi ve satacağını sattı ve bir kuyumcunun dükkanına oturdu. Orada bulunan Yahudiler, kadının yüzünü açmaya çalıştılar, fakat kadın direndi. Kuyumcu, kadının eteğini sırtına iliştirdi. kadın kalktığında avret yerleri göründü. Orada bulunan Yahudiler gülüşmeye başladılar. Kadın bir çığlık attı. O sırada orada bulunan Müslümanlardan birisi, Yahudi kuyumcunun önüne atılıp onu öldürdü. Yahudilerde toplanıp Müslümanı öldürdüler.[34]

Bu olayda kadının yüzünü açmaya çalışmaları, kadının yüzünün kapalı olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu da tesettür ayetlerinden önce vuku bulan bir hâdise olduğu için, -yaklaşık h. 2. yılda- yüz örtüsünün zaten İslâm öncesi dönemden gelen bir adet ve gelenek olarak Müslümanlar arasında devam ettiğini göstermektedir. Dolaysısıyla toplumdaki bu uygulamadan hareketle kadının peçe takmasının zorunlu olduğu sonucunun çıkarılması doğru değildir. Çağımızda yaşayan bazı yazarlar bu olayı kadının yüzünün örtülmesi gerektiğine delil olarak  sunmaktadırlar. [35] Oysa ki toplumun bir kısmının adet ve gelenek olarak yaptıkları bir uygulamanın din olarak algılanması söz konusu olamaz. Eğer adet değil de din olarak algılanmış olsaydı, İslâm toplumundaki bütün kadınların bunu uygulaması gerekirdi. Kaldı ki hadis kaynakları bunun aksine işaret etmektedir.

Meselenin hadisler açısından tetkikine bakıldığı zaman, yüzün örtülmesine dair dolaylı veya dolaysız olarak Hz.Peygamber’den bir emir ya da tavsiye niteliğinde herhangi bir ifade görülmemektedir. Hadis kaynaklarında isim olarak Burku’ kelimesi geçmemektedir. Sadece el-Buharî’de Hz.Aişe’ye ait hac esnasında peçe takılamayacağına (la teberka’a) ilişkin bir ifade mevcuttur.[36] Nikab kelimesi, yine hac esnasında peçe (nikab) ve eldiven takılamayacağına ilişkin bir hadis de geçmektedir. Bunun dışında bir peçeli (muntekıbe) kadının savaşta ölen oğlunu sorduğu ile ilgili başka bir hadis zikredilmektedir.[37] Yine el-Buharî, bab başlığında Semura b. Cundub’un peçeli (muntekıbe) bir kadının şehadetini caiz kıldığı şeklinde bir habere yer vermektedir.[38] Yüz örtüsü anlamında lifam ve lisam kelimelerinin hadislerde geçtiğine dair bir bilgi mevcut değildir.

Görüldüğü gibi kadınların yüzlerini örtmesine ilişkin bizzat Hz.Peygamber’den sarih bir emir olmamakla beraber, Hz.Aişe de dahil olmak üzere bazı kadınların zaman zaman başörtüleriyle yüzlerini örttükleri bir kaç rivayette belirtilmektedir. Kaldı ki o dönemde sonradan geliştirildiği şekliyle ve bugün anladığımız anlamda müstakil bir yüz örtüsü (peçe) de mevcut değildir. Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla kadınlar başlarındaki örtüyü sürekli olarak yüzlerine örtmemekte yabancı bir erkek veya erkekler topluluğuyla karşılaştığında başörtüsüyle yüzünü gizlemektedir. Bazı çağdaş yazarlar bu rivayetleri delil olarak getirerek yüzün de örtülmesi gerektiğini, açılmasının caiz olmadığını ifade etmektedirler. Bunlar Afzalurrahman, Muhammed Hamidullah, Muhammed Ali es-Sabunî, Ramazan el-Bûtî ve Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî’dir. Bu yazarlar, Kur’an’daki örtünme ayetlerinden ve bazı hadislerden yola çıkarak kadınların yüzlerinin de örtülmesi gerektiğini savunmaktadır.[39] İslâm dünyasında azımsanamayacak sayıda pek çok Müslüman da söz konusu hadisleri bu şekilde yorumlayarak yüzün mahrem olduğuna inanmakta ve uygulamaktadırlar. Oysa ki ne örtünme ayetlerinin ne de ilgili hadislerin bu şekilde yorumlanması mümkün görünmektedir. Şimdi bu rivayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği konusundaki değerlendirmelerimize geçebiliriz.

Hadisler tetkik edildiğinde Hz.Peygamber döneminde peçe takan kadınlara rastlanıldığı gibi, peçe takmayıp yüzü açık gezen kadınların bulunduğunu görmek de mümkündür. Hz.Peygamber’in hanımlarından Hz.Aişe’nin de duruma göre yüz örtüsü kullandığı bazı rivayetlerden anlaşılmaktadır. Hadislerden anlaşıldığı kadarıyla peçeli kadınlardan bahseden hadislerin sayısı bir kaçı geçmemektedir. Hz.Aişe’nin yabancı erkekler karşısında yüzünü örttüğünü gösteren iki rivayetle karşılaşmaktayız. Bunlardan birisi ifk hadisesinde yaşanan ve bizzat Hz.Aişe’nin kendi ifadelerinden oluşan bir rivayettir. Bu rivayetin konumuzla ilgili kısmı şöyledir: “Hz.Aişe kafileden geri kaldığı zaman Safvan İbnu’l-Muattal es-Sülemî onun uyuduğu yerde karaltısını görmüş ve onu tanımıştır. Hz.Aişe diyor ki: Zaten o hicab (perdelenme) emrinin inmesinden önce beni görmüştü. Ben onun beni tanıdığı sırada söylediği istirca sözleriyle uyandım. Uyanınca da hemen dış elbisemi (cilbab) bürünüp yüzümü örttüm.[40] İfk Hadisesi, Benî Mustalık gazvesi sırasında hicretin 6. yılında gerçekleşmiştir. Bu olayın örtünme ayetlerinden sonra meydana geldiği anlaşılmaktadır. Burada Hz. Aişe’nin yüzünü örtmesi, Kur’anî bir emir veya Hz.Peygamberin sarih bir emri neticesinde meydana gelmiş bir uygulama olmayıp, o toplumda İslâm öncesi dönemde devam edegelen ananevî uygulamanın bir sonucudur. Yukarıda kıyafetle ilgili iki ayetin tetkikinde de belirttiğimiz gibi yüzün örtülmesine ilişkin bir karine mevcut değildir. Bu uygulama, aşağıda da örneklerini göreceğimiz gibi, yaygın, umumî bir uygulama olmayıp, toplumun bazı kesimlerinde uygulanan bir örtünme biçimidir. Bu bağlayıcı bir emir olsaydı, o dönemde bütün kadınların yüzlerini kapatmaları gerekirdi ki tetkik ettiğimiz hadislerde bunun tam aksine kadınların çoğunlukla yüzlerinin açık olduğu anlaşılmaktadır.

Hz.Aişe’den gelen bir başka rivayet de şudur: “Biz Hz.Peygamberle beraber ihramlı iken binekli insanlar kafilesi yanımızdan geçiyordu. Bize yaklaştıkları zaman, herbirimiz başındaki örtüleri yüzlerine salıveriyordu. Geçip gittiklerinde açıyordu.[41] Öncelikle el-Azîmâbâdî (1273/1857)’nin nakline göre bu hadisin isnadında inkıta’nın olduğunu söylemek gerekir. Yahya b. el-Kattân ve Yahya b. Maîn, hadisin isnadında geçen Mucahid’in Hz.Aişe’den bu hadisi işitmediğini ifade etmektedirler. Ebu Hatim er-Râzî ise Mucahid‘in Aişe’den işitmediğini ve el-Buharî ve Muslim’in Sahih’lerinde Mücahid’in Aişe’den naklettiği hadislerin, bizzat Mücahid’in ondan işitmediğini söylemektedir.[42] İsnad açısından zayıf olan bu rivayeti metin itibariyle Hz.Aişe’nin bu davranışını şer’î bir hüküm olmaktan ziyade adet ve gelenek olarak yorumlamak daha doğru olur. Hz. Aişe’nin yabancı erkekleri gördüğünde yüzünü kapatması, yukarıda da belirttiğimiz gibi, tamamıyla dönemin adet, gelenek ve sosyal statü endişesinden kaynaklanmış olmalıdır. Zira gerek yukarıda ele aldığımız örtünme ayetlerinde, gerekse Ahzab süresinin 53. ayetindeki “Peygamber eşlerinden bir şey isteyeceğiniz vakit perde arkasından isteyin. Bu hem sizin kalplerinizin, hem de onlarınkinin temizliğini pekiştirir” buyruğunda yüzün örtüleceğine dair dolaylı veya dolaysız bir emirden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Bu son zikrettiğimiz ayette geçen hicab yüze peçe takılması, yüzün örtülmesi değil, kapının örtülmesi veya perde çekilmesidir. Bir şey isteyecekleri zaman perde arkasından istemeleri ise, ayetin öngördüğü ahlaka uygun olarak izin almadan ya da davet edilmeden Hz.Peygamber’in evlerine girmemeleridir.[43]

Peçenin Hz.Peygamber döneminde adet olduğunu gösteren önemli örneklerden birisi de şu olaydır: Hz.Peygamber’e Ummu Hallâd denilen peçeli (mutenekkıbetun) bir kadın, savaşta öldürülmüş olan oğlunu sormak için geldi. Ashabdan birisi ona “peçeli olduğun halde oğlunu sormaya mı geldin? “ dedi. O da “oğlumu kaybettim diye hayamdan da mı vazgeçeyim” dedi.[44]Burada ilginç olan husus, bir sahabînin, çok üzüntülü bir durumda olan kadının peçeli olmasını garip karşılamasıdır.[45] Sahabînin bunu sorması ve peçeli olmasını garip karşılaması normaldir. Çünkü İslâm öncesi dönemden devam edegelen bir adet gereği, kadınların yakınlarını kaybettiklerinde acı, hüzün ve ağıt yakma gibi durumlarda yüzlerini ve başlarını açtıkları vâkîdir.[46] Ummu Hallâd, son derece üzüntülü bir anında başını ve peçesini açarak, elbiselerini yırtarcasına taşkınlık yaparak iffet sınırlarını aşmayacağını dile getirmektedir. Buradan peçenin İslâmî bir zorunluluk olduğu çıkarılamaz. Adet gereği yapılan bir örtünme biçimidir. Muhammed Gazalî’nin şu tespitini burada ifade etmek gerekir: “Gerek İslâm öncesi Arap toplumunda, gerekse İslâm’ın ilk yıllarında bazı kadınların gözlerini kapamaksızın zaman zaman yüzlerini örttüklerinde şüphe yoktur. Ancak bu amel, ibadet olmayıp adetten idi. Zira ibadet sadece nasla sabit olur.”[47]

Şimdi Hz.Peygamber döneminde toplumda yüzü açık bir vaziyette dolaşan ve çeşitli faaliyetler içerisinde bulunan kadınlardan bazı örnekler verelim. Bu konuda Hz.Aişe ile ilgili bir örnekle başlayalım.

Hz.Aişe’den farklı varyantlarla gelen bu rivayet şudur: Bir bayram günü siyahîler kalkanlar ve mızraklarla oynuyorlardı. Ya ben Hz.Peygamber’den istedim, ya da o, seyretmek istiyor musun? dedi. Ben “evet” dedim. Hemen beni arkasında yanağım yanağınagelecek şekilde ayak üstü dikeltti ve : “haydin Erfide oğulları” dedi. Nihayet bakmaktan usandığımda “artık yeter mi?” dedi Ben: “evet” dedim. Öyleyse “git.” buyurdu.[48] Başka bir varyantta Hz.Aişe diyor ki: “Ben oynayan Habeşlilere bakarken Hz.Peygamberin elbisesiyle beni örttüğünü gördüm. o zaman henüz genç bir kadın idim.”[49] Diğer bir varyantta şöyle geçmektedir: “Bir bayram günü bir takım Habeşliler gelerek mescitte raksetmeye başladılar. Bunun üzerine Peygamber beni çağırdı. Bende gelip başımı onun omzuna koydum. Onların oyununa bakmaya başladım.”[50] Başka bir varyantta da şöyledir: “Ben onları seyretmek istedim. bunun üzerine Hz.Peygamber ayağa kalktı. Ben de kapıda ayakta durdum. Onun kulakları ile omuzu arasından bakıyordum.”[51] Bu farklı varyantların sadece birinde oynayan Habeşlileri seyrederken Hz.Peygamber’in Aişe’yi (r.a) elbisesiyle örttüğü belirtilmektedir. Fakat yüzünü örttüğüne dair bir ifade bulunmamaktadır. Diğerlerinde ise Hz.Aişe’nin yüz örtüsü kullanmaksızın Hz.Peygamberin kendisini arkasına alarak yanağı yanağına gelecekşekilde oynayan Habeşlileri seyrettirdiği haber verilmektedir. Bu haberde Hz.Aişe’nin henüz çok genç iken yüz örtüsü kullanmadan kadınlı erkekli halk oyunları topluluğunu izlemesi ve izlerken de onun yanağının Hz.Peygamberin yanağına gelecek şekilde durması yüzünün açık olduğunu göstermektedir.

Hz.Peygamber döneminde kadınların yüzünün açık olduğuna dair bir örnek de şudur: Cabir b. Abdillah’ın rivayetine göre bir bayram günü namazda Rasulullah bir hutbe îrad etmişti ki kendisini dinleyen hanım sahabîyelerden biri, belli bir konuda aydınlanmak istediğini ifade etmişti. Hadisi rivayet eden ravi kadınla ilgili şu bilgileri vermektedir: Bu hanım alt tabakadan (sefiletu’n-nisa) bir sahabiye idi. (bazı varyantlarda sitetu’n-nisa, yani vasat tabakadan biri olarak ifade edilir) Yine bu kadın sahabiye al yanaklı (sef’âu’l-haddeyn) idi.[52] Bu rivayette ravinin kadının al yanaklı olduğunu nakletmesi, kadınların mescitte yüzlerinin açık olduğunu göstermektedir.

Abdullah İbn Ömer, Hz.Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: İhramlı kadın yüzünü örtemez ve eldiven takamaz.”[53] Bu buyruğun sebebi öyle anlaşılıyor ki, hac esnasında Mekke’nin belli mahallelerinde büyük bir insan kalabalığı toplandığında şayet bir hanım, Arafat, Müzdelife, Mina veyahut da Beytullah gibi bölgelerde yolunu kaybederse, velisi veya kocası kendisini aradığında yüz örtüsünün onun tanınıp bulunmasına mani olmamasıdır.[54] Eğer yüzün açılması dinen yasaklanmış, başka bir deyişle avret olmuş olsaydı, bırakın normal zamanlar da açmayı ibadet esnasında hiç açılmaması emrolunurdu. Çünkü avret mahallinin örtülmesi zorunludur. Oysa ki burada tam tersine ihramlı iken bir ihtiyaca mebnî olarak toplumda adet olan peçenin ve eldivenin takılmaması öngörülmektedir. Bu da peçenin (yüzü kapatmanın) dinen bir zorunluluk olmayıp, adet olduğunu göstermektedir.

Sehl b. Sa’d’dan rivayet edildiğine göre bir kadın Rasulullah’a geldi ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasulü! Sana kendimi hibe etmeye geldim.” Rasulullah kadına baktı. Gözlerini yukarıya kaldırıp doğrulttu, sonra başını aşağıya eğdi. Kadın da Peygamberin bir şey demediğini görünce oturdu. Orada bulunan bir adam Hz.Peygamber’e: “O kadınla evlenmek istemiyorsan, onunla beni evlendir.” dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber, kadını o sahabî ile evlendirdi.”[55] Bu hadisten Hz.Peygamber’in huzuruna gelen kadının yüzünün açık olduğu anlaşılmaktadır. Zira bu olayı nakleden ravinin yaptığı “Rasulullah kadına baktı. Gözlerini yukarıya kaldırıp doğrulttu, sonra başını aşağıya eğdi.” şeklindeki tasvir, bunun bir karinesi olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla kadın gerek sosyal hayatta, gerekse evlilik sırasında belli ölçüler içerisinde kadının yüzüne bakmasında hiçbir sakınca olmasa gerektir. Hatta bu rivayetlerin bir varyantında kadının o halde uzun süre Hz.Peygamber ve sahabîlerinin bulunduğu bu ortamda kaldığı da belirtilmektedir.[56]

İbn Abbas’ın rivayetine göre Fadl b. Abbas Hz.Peygamber’in terkisinde idi. Has’am kabilesinden bir kadın geldi. Fadl ona bakmaya başladı. Kadın da ona bakıyordu. Hz.Peygamber, Fadl’ın yüzünü diğer tarafa çevirdi. Kadın “Ey Allah’ın Rasulü! Hac Allah’ın kullarına farzdır. Babam da binek üzerinde duramayacak kadar yaşlı. Onun yerine ben haccedebilir miyim? dedi. Hz.Peygamber “evet” dedi. bu hâdise veda haccında gerçekleşti.[57] Nesâî’de geçen başka bir varyantta “Fadl kadına bakmaya başladı. O, güzel bir kadındı. (kanet imraeten hasnâe) Rasulullah Fadl’ın yüzünü başka yöne çevirdi.” şeklinde geçmektedir.[58] Kastallânî’nin açıklamasına göre Fadl b. Abbas yakışıklı bir erkekti. Has’am kabilesinden güzel bir kadınla karşılaşınca, Fadl ona bakmaya başladı ve onun güzelliği hoşuna gitti.[59] Bu hâdise de söz konusu kadının, güzelliğinden bahsedilmesi, onun yüzünün açık olduğunun bir göstergesidir. Bu, kadınların peçe veya perde arkasına girmeden sosyal yaşamda her türlü bilgi, dini fetva ve nasihat alabileceklerine, bugünkü anlamda eğitim ve öğretime katılabileceklerine bir işaret olarak kabul edilebilir.

Ellerin ve yüzün açık olması gerektiğini savunan alimlerin cumhuru, en fazla delil olarak Hz.Aişe’nin rivayet ettiği hadisi delil getirmektedir ki Ebu Davud ve Ebu Hatim er-Râzî, bu hadisin mursel olduğunu ve Halid b. Dureyk’in Hz.Aişe ile görüşmediğini (onun döneminde yaşamadığını) belirtmektedir.[60] Dolayısıyla bu hadis zayıf hükmündedir. Hz.Aişe şöyle rivayet etmiştir: Esma bnt. Ebî Bekr üzerinde ince bir elbise ile Rasulullah’ın huzuruna geldiği zaman, Rasulullah başını çevirmiş ve şöyle buyurmuştur: “Ey Esma! kadın buluğa erdikten sonra -yüz ve ellerine işaret ederek- şu ve şundan başka bir yerinin görülmesi doğru olmaz.” Bu hadis her ne kadar zayıf olarak görülse bile en azından bunun Kur’an’a ve Hz.Peygamber’in uygulamalarına aykırı bir durum olmadığı ve Aişe hadisinin burada zikrettiğimiz diğer rivayetler tarafından desteklendiği söylenebilir. Alimlerin çoğunluğunun anlayışında el ve yüzün açık olması gerektiği hususu bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.[61]

Başka bir rivayette ise Hz.Aişe şöyle haber vermektedir: “Mü’min kadınlar peştemalleriyle örtülü bir halde sabah namazında bulunuyorlardı. Namaz sona erdiği zaman evlerine dönüyorlardı. Hiçbir kimse, onları sabahın alaca karanlığı nedeniyle tanımıyordu.”[62] Eğer sabahın alaca karanlığı olmasaydı, yüzlerinin açık olmasından dolayı onların kim oldukları bilinecekti. Ama alaca karanlık olduğu için onların tanınma imkanları yoktu.[63]

Subey’a bt Hâris benî Amir b. Luey kabilesinden Sa’d b. Havle ile evliydi. Bu zat Bedir gazvesine iştirak edenlerdendi. Bilahare karısı hamile iken veda haccında kocası vefat etti. onun vefatından sonra çok geçmeden karısı doğurdu. Nifasından temizlendiği vakit evlenmek için süslendi (tecemmelet). Sahabîlerden biri olan Ebu’s-Senabil b. Ba’kek (Abduddar oğullarından) onun yanına girerek şöyle dedi: “seni süslenmiş (güzelleşmiş) görüyorum, galiba evlenmek istiyorsun, vallahi üzerinden dört ay on gün geçmedikçe sen evlenemezsin.” Subey’a diyor ki: O zât bunu bana söyleyince, akşam vakti elbisemi giyindim. Sonra Rasulullah’a gelerek bu meseleyi ona sordum. Bana doğurduğum anda helal olduğum fetvasını verdi ve şayet biri çıkarsa evlenmemi emretti.[64] Subey’a’nın süslenmesinden kasıt gözünün sürmeli ve elinin de kınalı olmasıdır. Eğer Subey’a’nın yüzü kapalı olmuş olsaydı, Ebu’s-Senabil b. Ba’kek onun süslendiğini veya güzelleştiğini (tecemmelet) nasıl görebilecekti? Tabii ki görmesi mümkün değildi. Burada Subey’a’nın yüzünün açık olduğu ve mahremi olmayan sahabî Ebu’s-Senabil’in onun yüzünü gördüğü izahtan varestedir.

İmam Ahmed, Ebu Davud ve et-Tirmizî’nin Berîre’den rivayetine göre Rasulullah Hz. Ali’ye şöyle buyurdu: Ey Ali! Bir bakıştan sonra tekrar bakma. Zira birinci bakış senin için caiz ise de, ikincisi değildir.[65] Eğer Hz.Peygamber döneminde toplumda bütün kadınların yüzü kapalı olmuş olsaydı, Hz.Peygamber’in Hz.Ali için böyle bir uyarıda bulunmasının bir anlamı olmazdı.

Bir başka örnek de Hz.Peygamber’in huzurunda Hind b. Utbe’nin başından geçen bir hadisedir. İbn Abbas’ın rivayetine göre Kadınlar toplu olarak Hz.Peygamber’e bey’at etmek amacıyla geldikleri zaman, onların içinde Bedir savaşında Hz.Hamza’nın karnını yaran ve (bundan utanç duyduğu için) peçe ile yüzünü gizlemiş olan Hind bnt. Utbe vardı. Hind dedi ki eğer konuşursam Peygamber beni tanır ve tanırsa bana bir kötülük edebilir. Ben Rasullullah’tan korkarak yüzümü gizledim. (mutenekkira)’ Hind’in yanında olan kadınlar da sustular ve konuşmaktan çekindiler. Bey’atla ilgili şartlar konuşulduktan sonra Hz.Peygamber onu (Hind) tanıdı ve çağırdı. Hind Hz.Peygamber’in elinden tuttu ve bey’at etti.[66] Burada dikkat çekilmesi gereken nokta şudur: Hind’in yüzünü kapatmasının illetinin Hz.Hamza’nın karnını yardığı için utanması ve yüzünü gizlemesidir. Metinden anlaşıldığına göre kadınlar içinde onun peçeli olduğu ifade edilmektedir. Onun peçeli olmasından amaç, ibadet olduğu için değil, utancı sebebiyle Hz.Peygamber’e tanınmamaktır. İbadet olmuş olsaydı, onun kadınlar içinde peçeli olmasını ayrıca zikretmesinin bir anlamı olmazdı. Ayrıca metinde olmamakla beraber buradan Hz.Peygamber onu tanıdığında muhtemelen yüzünü açmış olabileceği yorumunu da çıkarmak mümkündür.

Mekke’nin fethinden sonra Ensar ve Muhacirlerin beraberce oturdukları bir yere, bir grup Mekkeli kadın uğrar. Ensar’dan olan Sa’d b. Ubade: “Kureyş kadınlarının iyi ve güzel oldukları anlatılırdı, halbuki öyle değilmiş” deyince mecliste bulunan Muhacirlerden Abdurrahman b. Avf çok sinirlenir. Bunun üzerine Sa’d toplantıyı terk eder. Hz.Peygamber’e gelip olayı anlatır. Hz.Peygamber onun haksız olduğunu ifade eder. [67] Burada Sa’d, Kureyş kadınlarının güzelliklerini nasıl görmüştür? Kadınların yüzü kapalı olsaydı Kureyş kadınlarıyla ilgili bu yorumu yapabilmesi mümkün değildi.

Sosyal ilişkilerde gerek haremlik-selamlık gerekse peçenin kullanılmadığını göstermesi açısından şu rivayetin de önemli olduğunu belirtmek gerekir: Hz.Peygamber Selman el-Farisî ile Ebu’d-Derdâ’yı kardeş yapınca, Selman, Ebu’d-Derdâ’yı ziyarete gitti. Onu evde bulamadı ve karısı Ummu’d-Derdâ’yı eski bir elbise içinde perişan bir halde gördü, ve bu halin nedir? diye sordu. Kadın, Ebu’d-Derdâ’nın dünya ile bir ilgisi ve ihtiyacının olmadığını söyledi. Neden sonra Ebu’d-Derdâ geldi de karısı Selman için yemek hazırladı ve önlerine koydu…[68]

Bu rivayetlerin dışında Hz.Peygamber döneminde bazı kadınlar fiilen savaşa katılmışlardır. Ummu Süleym’in savaşa bir hançer edinerek çıktığı ve Müşriklerden biri karşısına çıkarsa karnını yaracağını söylediği nakledilmektedir.[69] Nesibe b. Ka’b b. Amr el-Maziniyye Uhud savaşında Amr b. Kamie ile karşılaşır ve ona kılıcıyla vurur, fakat Amr zırhlı olduğu için yara almaz. Bu karşılaşmada Nesibe omuzundan yaralanır.[70] Bazı rivayetler ise kadınların Hz.Peygamber’le savaşa katıldıkları, geri hizmetler dediğimiz arka planda eşyaların yanında durup yemek yaptıkları, yaralıları tedavi ettikleri ve hastalara baktıkları görülmektedir.[71]O dönemde bazı kadınların satıcılık yaptığı bilinmektedir. Kayle el-Enmariyye, Hz.Peygamber’e satmak istediği fiyatın üzerinde bir fiyat söyleyip uzun pazarlıklarla o fiyata indiği ve bunun caiz olup olmadığını sormasını [72] buna örnek olarak verilebilir. Hz.Peygamber döneminde kadınların iplik eğirme, örgücülük, dikiş, boyama işleri, çobanlık, zabıta görevi, koku imali ve satımı, sünnetçilik, emziricilik, satıcılık, ebelik, süsleme v.b.[73] pek çok meslekle meşgul oldukları bilinmektedir. Bu meslekleri icra eden kadınların toplumla iç içe olması nedeniyle yüzlerini kapatarak (peçe takarak) yapmış olmaları makul görünmemektedir. Bu tür işlerin yapılabilmesi için yüzün açık olması gerektiği bilinen bir husustur.

Buraya kadar nakledilen hadislerden anlaşıldığına göre toplumsal hayatta bazı kadınlar adet gereği yüzlerini kapatırken bazılarının ise gerek Hz.Peygamber’in bulunduğu ortamlarda gerekse bulunmadığı yerlerde mesleklerini icra ederken yüzlerinin açık olduğu ve bu şekilde sosyal ilişkilerini devam ettirdikleri ortaya çıkmaktadır. Yüzün kapatılmasıyla ilgili veya açılmasının yasak olduğuna ilişkin Hz.Peygamber’den sarih bir emir veya yasaklama söz konusu değildir. Aksine bazı rivayetlerde el ve yüzün açık olabileceğine ilişkin ona isnad edilen ifadeler vardır. Kadının sosyal, siyasal ve ekonomik hayata katılabilmesi ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için bu bir zorunluluktur. Bundan dolayı Hz.Peygamber’in el ve yüzün açılmasını yasaklamış olması düşünülemez.

3. Dört Halife Döneminde Peçe Uygulaması

Hz.Peygamberin vefatından sonraki dört halife döneminde de bazı kadınların özellikle Hz.Ömer döneminde hisbe (zabıta) görevinde bulundukları kaynaklarımızda nakledilmektedir. İbn Abdilber, Hz.Ömer’in Şifa bt. Abdillah adındaki bir sahabiye kadının görüşüne değer verip onu tafdil ettiğini belirmekte ve onu çarşıda zabıta işiyle görevlendirdiğini nakletmektedir.[74]Hz.Peygamber’i idrak etmiş olan Semra bt. Nuheyk el-Esediyye ise çarşılarda dolaşır insanların iyiyi ve güzeli işlemesini emreder, kötülüklerden de alıkordu. (emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-munker) Aksi hareket edenlere elindeki sopasıyla vururdu.[75]Onun bu şeklî tatbikat içinde bulunması resmen bu çeşit işlerle görevlendirilmiş olmasından ileri gelse gerektir. Semra bt. Nuheyk ile ilgili anlatımın Hz.Peygamber devrinde mi yoksa Hz. Ömer devrinde mi cereyan ettiği kaynakta belirtilmemektedir.[76] Bu sahabiye kadınların görevlerini ifa ederken yüzlerini kapatarak yapmaları pratik açıdan mümkün görünmemektedir.

Kaynaklara bakıldığında Hz.Peygamber sonrası dönemlerde bazı kadınların yüzlerini örtmedikleri görüyoruz. Bu dönemde söz konusu kadınların toplumsal faaliyetlere katıldıkları şiir, edebiyat, tarih ve tabiat bilimleriyle ilgili konulara ilgi duydukları müşahede edilmektedir. Bunlardan da bazı örnekler verebiliriz.

Meşhur sahabî Talha b. Ubeydullah’ın kızı Aişe (ö:101) dört halife döneminde yaşamış meşhur kadınlardandır. Annesi Hz.Ebu Bekir’in kızı Ummu Kulsûm’dür. Akıllı, dirayetli, eski Arap tarihini ve olaylarını ve astronomi bilgisine sahip bir kadın olan Aişe, Medine’de yaşıyordu. Kendi nefsinde büyük bir mevki ve ihtirama sahip olduğundan erkeklere karşı yüzünü örtmezdi. Pek çok defa Aişe evinde otururken marifetli kişiler onun huzurunda müsabakalar icra ederler ve izhar ettiği takdir ve tahsin ile iftihar ederlerdi. Aişe, Hacca geldiği zaman kadın şairler yanına gelirdi. Şairler huzuruna girerek kendisinden büyük hediyeler alırdı.[77]Kocası meşhur sahabî Zübeyr b. el-Avvam’ın oğlu Mus’ab, (ö.157) hiç kimseye karşı yüzünü örtmediği için onu azarlayınca, ona şu cevabı vermiştir: “Allah beni güzel yarattı. İnsanların bunu görmesini ve kendilerine olan üstünlüğümü bilmelerini istiyorum. Allah’a yemin olsun ki, hiç kimsenin bana hatırlatması gereken bir ayıp yoktur.”[78]

Hz.Huseyn b. Ali’nin kızı Sükeyne (ö.117) devrinin en meşhur kadınlarındandı. O da yüzünü örtmezdi.[79] Çok saklanmaz ve erkeklerle aynı mecliste sohbet ederdi. Huzuruna gelen şairleri kabul ederdi. Halka kapısını açık bulundurur, evi misafir ile dolunca sofralar kurdurarak onları doyururdu. Daha sonra şairlere şiir ve edebiyatla ilgili birçok sualler tevcih ettikten sonra şiirlerini tenkit eder ve kendilerine hediye ihsan ederdi.[80]Hamidullah, Hz.Huseyin’in kızı Sükeyne’nin yüz örtüsü kullanmayıp açık yüzle dışarda dolaştığından dolayı o günün Müslümanları tarafından hoş karşılanmadığını belirtmektedir.[81] Bu dini bir saikle mi hoş görülmemiştir, yoksa adeten toplumda kısmen yaygın olan bu yüz örtüsü adet olduğu için mi hoş karşılanmamıştır. Biz bunun adet dolayısıyla böyle olduğu kanaatini taşıyoruz. Zira dînî bir saik olsaydı Sukeyne ‘nin bu kadar rahat tavırlarına şahit olmak mümkün olmazdı.

Yine dört halife döneminde Leyla el-AhyeliyyeHansa veFaria el-Murriyye gibi hayli büyük şairler de yetişmiştir. Bunların dışında kemal-i iffet ile erkeklerle karşılıklı şiir okuyan ve fikir teatisinde bulunan bir kaç Arap kadını meşhurdur ki bu kadınlar erkeklerden az bir münasebetsizlik görseler onu derhal sohbet halkalarından men ederlerdi. Nitekim Benî Cemh kabilesinden Ebu Dehbel Cemhî ile yine aynı kabileden Amra el-Cemhiye isimli bir kadın arasında öyle bir durum vuku bulmuştu. Amra akıllı, metin ve asil bir kadın idi. Münaşed-i işar için meclisine bir çok erkekler devam ederdi. Ebu Dehbel onun sohbetinden ayrılmazdı. Amra, Ebu Dehbel’e özel bir meyl ve tevcih gösteriyor, bu meylin gizli tutulmasını kendisine tavsiye ediyordu. Bir gün Amra bir takım kadınların ziyaretini kabul ettiği bir sırada Ebu Dehbel’in kendisi için “benim aşıkımdır” dediğini ziyaretçilerin ifadelerinden anladığından o tarihten itibaren erkekler ile ihtilattan kaçınarak udeba ve şuara ile perde arkasında görüşmeye başladı.[82] Dört halife döneminde sosyal alanda son derece aktif olan bu kadınların varlığını tabii ki genelleştirmek doğru olmaz. O dönemdeki bütün kadınların durumu böyle değildi. Ama Talha b. Ubeydullah’ın kızı Aişe ve Hz. Hüseyin’in kızı Sukeyne gibi toplumun elit tabakasındaki kadınların yüzlerini açmaları ve kadın olarak sosyal alanda ve şiir ve edebiyat alanında son derece aktif rol oynamaları yüz örtüsünün değeri konusunda bize bir fikir vermektedir.

4. Kadının Statüsünde Gerileme ve Peçenin İbadet Haline Getirilmesi

İslam’ın ilk asırlarında Kur’an tarafından kadınlara verilen haklar ve özgürlükler sonraki asırlarda sosyal adet ve geleneklerin ağır baskısı altında yavaş yavaş bir kısıtlanmayla karşı karşıya kalmıştır. Kur’an’ın kadınla ilgili getirdiği yenilikler ve Hz.Peygamber’in onlarla ilgili uygulaması, Hz.Peygamber ve belli oranda da dört halife döneminde uygulama alanı bulmuştur. Emevilerden başlamak üzere daha sonraki dönemlerde kadınlara verilmiş bu haklar, yozlaştırılmış ve büyük oranda yanlış yorumlarla inhirafa yol açmıştır. Daha da ötesi kadın İslâm öncesinde bulunduğu aşamadan daha da geriye gitmiştir. Kur’an, kadına evlilik, boşanma, miras v.b alanlarda pek çok haklar vermiş, onu bir insan olarak ve bir anne olarak yüceltmiştir. Fakat Kur’an’ın sosyal adet ve geleneklerin tesiri altında tefsir edilmesinden dolayı İslâm’ın doğmasından bir asır sonra kadın İslam toplumundan çek(tiri)ilip evine kapanmıştır. Kadınlarla ilgili Kur’an ayetleri bahsedilen güçlü sosyal adet ve geleneklerin ve gerileme süreciyle birlikte İslam düşüncesinin donuklaşmasının etkisi altında yorumlanmaya başlamıştır. Bundan dolayı Kur’an tarafından kadınlara verilen eşitlik ve özgürlükle ilgili haklar, hakim olan adet ve geleneğe kurban edilmiştir. Hanbelî alimlerden İbnu’l-Cevzî, (597/1200) kadınlara ve erkeklere edep kurallarını öğreten Nur suresinin 31. ayetindeki “süs ve güzelliğin” sadece ibadet için açılması zorunlu olan kadının yüzü ve elleri olduğu inancındadır. bu ayeti şöyle yorumlamaktadır: Bu ayet yabancı kadınlara özürsüz olarak bakmanın haram olduğunu ifade eder. Eğer bir zaruret varsa, örneğin, evlilik veyahut da aleyhinde şehadette bulunma gibi, kadının yüzüne bakabilir. Bunun dışında her ne suretle olursa olsun ne şehvet amacıyla ne de başka bir amaçla yabancı kadına bakmak caiz olmaz. Bu konuda el, yüz ve kadının bütün bedeni aynı hükümdedir.”[83] Nitekim Şafiî alimlerden el-Beydavî (685/1286) şöyle der: “Buradaki istisna el ve yüzdür. Doğru olan el ve yüzün sadece namazda avret olmamasıdır. Yoksa (sosyal hayattaki) bakmada değil. Buna binaen hür kadının bütün bedeni avret olarak kabul edilmelidir ve onun bedeninin hiç bir yeri tıbbî muayene veya şahit olarak kabul edilmesi gibi ihtiyaç durumu hariç kocası ve yakın akrabasının dışında şer’i olarak hiç kimse tarafından görülmesi helâl değildir.”[84] Bu her iki yoruma göre kadının bütün bedeni avrettir. Dolayısıyla onun yüzü de namaz dışında avret olup tıbbî muayene, şahitlik ve evlilik yapmak dışında yabancı erkekler tarafından görülmesi helâl değildir. Gerek el-Beydavî’nin gerekse İbnu’l-Cevzî’nin bu yorumlarıyaşadıkları çevrenin sosyal adet ve geleneklerinin bir yansıması olarak kabul edilmelidir.

Ahzab sûresinin 59. ayetini yorumlayan müfessirler, söz konusu ayette yüzün örtülmesine ilişkin hiçbir kayıt olmadığı halde gerek yaşadıkları asırda gerekse İslam öncesi döneme ait hakim olan adet ve geleneklerin etkisiyle yüzün de örtülmesi gerektiği yorumunu yapmışlardır. el-Cessas (370/980) söz konusu ayetin, genç kadınların yabancı erkeklere karşı yüzlerini örtmeleri gerektiğine delalet ettiği yorumunu yapmaktadır.[85] Ebu Hayyan el-Endelûsî (745/1245), cilbabın yüzü de dahil bütün vücudu kapsadığını ifade etmektedir.[86] Ebu’s-Suûd (982/1574)’a göre ise cilbabdan maksat, çok geniş ve uzun bir örtü olup kadın bununla başını örttüğü gibi yüzünü ve göğsünü de örterek ayaklarına kadar salar. Bu durumda ayetin manası ‘kadınlar dışarıya veya yabancı bir erkeğin karşısına çıkacakları zaman bu örtüyle yüzlerini ve bütün vücutlarını örtsünler’ demek olur. es-Suddî de ayetin tefsirinde “Kadın alnını ve yüzünü örter, yalnız bir tek gözü açık kalır” demiştir.[87] Bu alimler zarurî durumlar hariç kadının bütün bedeninin avret olduğunu ve özürsüz yabancı erkeklere gösterilemeyeceğini savunmaktadır. Bu tür tarihsel yorumlar kadına Kur’an tarafından verilen özgürlüklerin nasıl kısıtlandığını ve onun toplumdan nasıl soyutladığını göstermektedir. Bu sonuçta kadının statüsünün Hz.Peygamber dönemine oranla gerilediğinin açık bir göstergesidir.

Oysa ki Kur’an, kadın hakkında getirdiği yeniliklerle de yetinmeyip zaman içerisinde daha ileri adımlar atmalarını emretmiştir. Ne var ki Müslümanlar tarih içinde Kur’an’ın ortaya koyduğu bu yenilikleri gereği gibi değerlendirememiş ve İslâm öncesi örf ve adetler İslam toplumlarında hayatiyetini, hem de İslam görüntüsü altında, devam ettirmiştir. Kadim din ve kültürlerin İslam kültürüne tesiri, yeni Müslüman olan toplumların yerleşik kültür ve geleneklerinin dine baskın çıkması, dinin ve dini nasların yanlış anlaşılması ve yanlış yorumlanması bu tür düşüncelerin yaşamasına ve kökleşmesine zemin hazırlamıştır. Netice de bütün bu unsurlar İslam toplumunda kadının statüsünün gerilemesine neden olmuştur.[88] Müslüman Arapların Rumlarla, Farslılarla ve Habeşlilerle ihtilatı, giyim ve kuşam konusunda bu milletlerin pek çok geleneklerini almalarına yol açmıştır. Onlardan etkilenmişler ve istifade etmişlerdir.[89] Hindistan eski başkanı Cevahir-i Lâl Nehru (1889-1964) “Dünya Tarihine Bakış” adlı kitabında örtünme ve perde adetinin Müslüman Arap kadınları arasında yaygın olmadığını, onların erkeklerden ayrı ve gizli yaşamadıklarını, bilakis umumi yerlerde hitabet ve şiir meclislerinde bulunduklarını ve hatta kendileri va’az edip şiirler okuduklarını belirtmektedir. Nehru, Arapların başarının tesirinde kalarak yavaş yavaş komşuları olan Doğu Roma İmparatorluğu ve İran İmparatorluğunun adetlerini iktibas ettiklerini, özellikle her iki imparatorluktaki adetlerin nüfuz etmesiyle kadınların erkeklerden ayrılması (haremlik-selamlık) ve kadınların örtünmeleri adetinin Araplar arasında yayılmaya başladığını ifade ederek harem sisteminin bu şekilde Müslüman Araplar içerisine girdiğini ileri sürmektedir.[90] Anlaşıldığı kadarıyla Nehru’nun buradaki örtünmeden kastı, kadının peçe takmak suretiyle bütün vücudunu örtmesi anlamındadır. Yoksa Müslüman Arap kadınının hiç örtünmediği anlamında olmasa gerektir. Müslümanlar fetihler yoluyla değişik kültürlerle tanıştıklarında, bu kültürlerdeki örtünme adetlerinin etkisiyle kadınların örtünmelerinin eskisinden daha katı kurallara bağlandığı, sonraki asırlarda bu katı kuralların İslâmî adetler haline sokulduğu tarihi bir gerçektir. Esposito da bu tarihi gerçeği şu nakillerle ifade etmektedir: “Müslümanlar Suriye, Mezopotamya, İran ve Mısır şehirlerine girdikleri zaman, Müslüman kadınlar, örtünmeyen hafifmeşrep karakterdeki kadınlardan ayrılması için yaygın adete nazaran bir ayrıcalık olarak peçeyi benimsemişlerdir. Keza, başlangıç itibariyle Bizans’ta ve İran’da uygulanan harem veya kadınların perde arkasında durması adeti, Bağdat’ın İranlaşmış sarayının bir tarzı haline gelmiş ve neticede İslam beldelerinde yaygın bir kabul görmüştür.” [91] Sosyal bir adet olan peçe, dini bir buyruk olması yerine, gerek Arap şehirlerindeki Hıristiyan kadınların ve gerekse XIX. asır Mısır’ındaki Yahudi ve Kıbtî kadınların yüzlerini peçeyle örttükleri gerçeğinden gelmektedir.[92] Esposito, asırlar boyunca haremlik-selamlık ve peçe adetine dini bir otorite ve onay vererek ve böylece onların İslam’a dayandırılarak meşru hale getirildiğini belirtmektedir.[93]Muhammed Abduh’un öğrencilerinden olan Kasım Emin (1865/1908) de aynı gerçeğe işaret ederek İslâm anlayışımızdaki bozulmanın İslâm’a sonradan ihtida eden ve kendi adet ve geleneklerini İslâm’a din olarak sokmuş olan insanlarla birlikte dışarıdan geldiğini ifade etmektedir. Ona göre kadının yüzünü açması hakkında hiçbir genel ve kesin bir yasaklama yoktur. Kur’an’da Hz.Peygamber’in eşleri hariç, perde arkasına çekilme hakkında açık bir nas yoktur. Bu, adete ve toplumun gidişatına bırakılmış bir durumdur. Konu hakkında sosyal maslahata uygun karar vermek gerekir. Ona göre, kadınların peçenin arkasından anlaşma yapma ve hukuki işlerini takip edebilme gibi, haklarını korumaları ve toplumdaki görevlerini yerine getirmeleri mümkün değildir.[94]

Müslümanların gerileme ve taklit sürecine girmeleriyle birlikte kadınların peçe içerisine sokulması ve haremlik-selamlık gibi bir takım uygulamalarla toplumdan tecrit edilmesinin önemli faktörlerinden birisi de hiçbir ciddi gerekçeye dayanmayan fitne olgusudur. Bu anlayışa göre kadının yüzünün açık olması fitneye davetiye çıkarmaktır. Hatta yüze bakmaktaki fitne, dizden aşağıya bakmaktaki fitneden daha büyüktür. Yüz, güzelliğin aslı ve fitnenin kaynağıdır.[95] Bu anlayışa sahip olan alimler, kadının sosyal, siyasal, ekonomik v.b. her alandaki faaliyetlerini kısıtlayıp, hatta ihtiyaç olmadıkça evinden dışarı çıkmamasını ve kocası ve çocuklarıyla meşgul olması gerektiğini ifade etmişlerdir. Hz.Peygamber döneminde her türlü meslekle iştigal eden, beş vakit namaz, cuma ve bayram namazlarında mescitlere giden kadınlar,[96] sonraki asırlarda fitnenin zuhuru, kadının evi, çocukları ve kocası ile meşgul olması gibi hayali gerekçelerle kadını mescitlere gitmekten men ettikleri gibi belirttiğimiz sosyal, siyasî ve ekonomik alanlardan da el etek çek(tiril)mişlerdir. Yüzün fitne olarak kabul edilmesinin hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Ne Kur’anî verilerde ne de Hz.Peygamber’in hadislerinde yüzün avret olması veya peçe ile kapatılması gerektiğine dair açık veya gizli ve hatta ima yollu da olsa bir emir veya karine söz konusudur. Yüzü açmanın haramlığı ile ilgili herhangi bir halde ve durumda bir tahsis yapılmadığına göre, yüzü ve elleri açık bulundurmanın haram olduğunu söylemek, Allah’ın helal kıldığı bir hususu haram, vacip kılmadığı bir hususu da vacip kılmak sayılır. Üstelik bu görüş, şer’i hüküm olarak sayılmamasının yanında, açık nassla sabit olan şer’i hükümlerin iptal edilmesi anlamına da gelir.

Burada şu gerçeği açıkça ifade edelim ki kadının yüzünü fitne olarak kabul eden zihniyet, kadına bir insan olarak değil, bir dişi veya cinsel bir obje olarak bakmaktadır. Bu anlayış, Kadını erkeklerin cinsel arzularını karşılayan bir nesne olarak kabul etmektedir. Bu bakış açısında patolojik bir durum söz konusudur. Kadına bir insan olarak bakılmadığı sürece, kadının mescitte, çarşıda, okulda, sokakta, alış-veriş yerlerinde, bilimsel toplantılarda v.b. yerlerde bulunması bir fitne unsuru olarak görülmeye devam edecektir. Ayrıcaİslam, yüzüne bakılan kimsenin yüzünü kapatmasını değil, şehvetle bakan kimsenin bakmasını haram kılmıştır. Bakılan yüzün erkek veya kadın yüzü olması önemli değildir. İster kadın isterse erkek olsun önemli olan hangi amaç ve niyetle bakıldığı olup bunun doğuracağı olumsuz sonuçtur. Dindar erkekleri fitneden korumak için kadınların yüzünü kapatarak sosyal yaşamdan uzaklaştırmanın ve bütün haklarından mahrum bırakmanın hiçbir haklı gerekçesi olamaz.

5. Sonuç

Buraya kadar yapmış olduğumuz değerlendirmeler ışığında İslâm’ın kadınları perde arkasına soktuğu, peçe takmalarını emrettiği ve kadınlara hiç bir hak vermeyip, bilakis onları büsbütün erkeklerin boyunduruğu altına soktuğu gibi gerçekle hiçbir ilgisi olmayan düşüncelerin, Kur’ânî realiteden ve ilk dönem İslam tarihinde ortaya çıkan tablodan çok uzak olduğunu söyleyebiliriz. Kur’an ve onun açıklaması niteliğinde olan sahih rivayetler, İslam öncesi toplumlarda kadının düşük düzeydeki konumunu geliştirmek için pek çok yenilik getirmiş olmasına rağmen, kadının elde etmiş olduğu bu kazanımlar daha sonraki asırlarda yavaş yavaş kaybolmaya yüz tutmuştur. Kadının statüsünün düşüklüğünü devam ettiren pek çok sosyal ve hukuki uygulamalar, hakikatte eski ve ortaçağ döneminde yaygın olan sosyal geleneklerin (adetlerin) etkisiyle gelişmiştir. Bir defa bu adetler İslâm kültürüne sızmış ve daha sonra da normlar (kurallar) olarak kabul edilir hale gelmiş, doğal olarak da onlar İslâm ile özdeşleştirilmişlerdir. İslâm ile özdeşleştirilince de çok kutsal sosyal ölçüler olmasa bile değişmez olarak değerlendirilmişlerdir.[97]

Yukarıdaki değerlendirmelerden anlaşıldığına göre, genel olarak Kur’an’da ve hadiste ihtiyacını giderip, değişik alanlarda ilim elde etmesi, okul ve camilere gitmesi, sosyal faaliyetlerde bulunması, ticaret yaparak para kazanmak için çalışması, resmi görevlerde yer alması, doğanın nimetlerinden istifade etmesi ve Kur’an’ın kendisine tayin ettiği siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal çerçevedeki faaliyetleri yerine getirebilmesi için kadının elleri ve yüzü açık bir şekilde dışarı çıkmasını engelleyici bir durum söz konusu değildir. yukarıdaki faaliyetlerin yanı sıra kadın eli ve yüzü açık bir halde iyiliği emredip kötülükten sakındırma faaliyetine katılıp, hayra davet, yardımlaşma ve dayanışma alanlarında çalışabilir.[98] Zira İslâm, kadın erkek her Müslümana ilim öğrenmenin farz olduğunu bildirmiş,[99] Hz.Peygamber erkeklerin bilgi seviyelerinin yükseltilmesine önem verdiği kadar kadınların da bilgi dağarcıklarının geliştirilmesi konusunda haftada bir gün ayırmak suretiyle gereken gayreti ve önemi göstermiştir.[100] O dönemde Müslüman kadınlar her türlü problemlerini, en mahrem konuları bile hiç çekinmeden Hz.Peygambere sorup öğrenmişlerdir. Öyle ki Hz. Aişe, Ensar kadınlarını överek “haya duygusunun onları dinlerini öğrenmekten alıkoymadığını”[101] söylemiştir. Hz.Peygamber devrinde yaşayan kadınlar iffet sınırları içerisinde kalmak şartıyla erkeklerle birlikte İslam’ın yayılmasında büyük rolleri olmuş, evlerini, yurtlarını bırakarak hicret sıkıntısına katlanmış, Bedir, Uhud ve Hendek v.b harplere katılarak savaşta hem fiilî olarak hem de geri hizmetlerde ve yaralıların tedavisinde bulunmuş, ibadet, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatın her aşamasında erkeklerle aynı işlevi görmüşlerdir. Bütün bu faaliyetler yapılırken onların ellerinin, yüzlerini kapatmanın şer’î bir hüküm olduğunu söylemek makul değildir. İstisnalar olmakla birlikte pratikte böyle bir şeyin uygulanmasının da mümkün olmayacağı açıktır. Dolayısıyla kadınlar açısından el, yüz ve ayakların açık tutulmasında gerek yukarıda irdelenen ayetlerde, gerekse hadislerde bunları yasaklayıcı hiç bir emrin veya karinenin mevcut olmadığı söylenebilir. (Prof.H.Musa BAĞCI Dicle Ünv. İlahiyat Fakültesi)


[1] Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Hadis Anabilim Dalı, [email protected]. Bu makale D.Ü.İlahiyat Fak. Dergisi, c.VIII, sayı: 2’de yayınlanmıştır.

[2] Hamdi Döndüren, İslam Ansiklöpedisi, Peçe Mad. www.sorularlaislamiyet.com.

[3] Adetin tanımı için bkz: Hayrettin Karaman, Adet mad. DİA, İst, 1988, I, 369-370; Halil İnalcık, Örf mad. MEB. İ.A, İst, 1988, IX, 480.

[4] İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Daru İhyâi’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut, 1995, I, 386.

[5] İbrahim Musatafa ve Arkadaşları, el-Mucemu’l-Vasît, s. 943.

[6] Ebu Mansur İsmail es-Sa’lebî, Fıkhu’l-Luğa ve Sırru’l-Arabiyye, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, Tarihsiz, s. 195. İbn Manzur,Lisanu’l-Arab, XIV, 251, XII, 235; Benzer bilgi için bkz. ez-Zurkânî, Şerhu’z-Zurkânî el-Muvatta’ elİimam Malik, II, 313

[7] İbn Abdirabbih, el-Ikdu‘l-Ferîd, (b.y.y, 1954), VI, 43.

[8] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, (Çev: Salih Tuğ) İrfan yay, İst, 1980, II, 950.

[9] Ahmed Muhammed el-Hûfî, el-Mer’e fi’ş-Şi’ri’l-Câhilî, Kahire, 1977, s. 369; Krş: İsmail Hakkı Ünal, Hadislere Göre Kadının Örtünmesi, İslamiyat, c. 4 sayı: 2 (2001) s. 54.

[10] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 1065; Amine Vedud Muhsin, Kur’an ve Kadın, (çev: Nazife Şişman) İz Yay. İst, 1997, s. 35.

[11] Yahya Cubburî, eş-Şi’ru’l-Cahilî, Beyrut, 1986, s. 72 ; Krş: Kadri Yıldırım, Kadın Şairler ve Şiirleri (Cahiliye Dönemi), Diyarbakır, 2001, s. 49.

[12] İbn Abdirabbih, a.g.e, VI, 88.

[13] el-Mufaddal ed-Dabbî, el-Mufaddaliyât, Dâru’l-Meârif, Kahire, Tarihsiz, s. 108-112 ; Yıldırm, a.g.e, s. 49

[14] Ebu Mansur Abdilmelik b. Muhammed, es-Seâlebî, Fıkhu’l-Luğa ve Esraru’l-Arabiyye, Beyrut, 1999, s. 273.

[15] el-Hûfî, a.g.e, s. 372-373.

[16] el-Hûfî, a.g.e, s. s. 373.

[17] Yıldırım, a.g.e, s. 43.

[18] Belazuri, I, Ha. No: 920; M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 690.

[19] İbn Hişam,es-Siretu’n-Nebeviyye, Daru İbn Kesîr, Tarihsiz, II, 245.

[20] Ebu’l-Ferec el-Isfahânî, el-Ağânî, Mısır, 1992, XXII, 55-56 ; Ayrıca bkz: Ebu Ubeyde, Eyyâmu’l-Arab Kable’l-İslâm, Beyrut, 1987, II, 504-5; Krş: Yıldırm, a.g.e, s. 50.

[21] el-Hûfî, a.g.e, s. s. 375.

[22] el-Hûfî, a.g.e, s. s. 376.

[23] M.J. de Goeje, Arabistan (Etnografya) mad. M.E.B. İ.A. I, 485.

[24] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, III, 225; el-Kurtubî, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, XII, 153.

[25] el-Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, XIV, 156.

[26] el-Kurtubî, a.g. e, XIV, 156.

[27] el-Kurtubî, a.g.e, XIV, 156.

[28] el-Kurtubî, a.g.e, XII, 152; Benzer görüşler için bkz: el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988, II, 121.

[29] ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, III, 236.

[30] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1960, V, 3505, 3506.

[31] Hamidullah’ın değerlendirmeleri için bkz: Muıhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, II, 1064-72; Muhammed Ali Sâbûnî, Revâiu’l-BeyânTefsîru Ayâti’l-Ahkâm mine’l-Kur’ân, Dersaadet, Tarihsiz, II, 155-7; Said Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre,Peygamberimizin Uygulamasıyla İslam, Gonca Yay. İst, 1986, s. 240.

[32] Hamidullah, a.g.e, II, 1062.

[33] Hamidullah, a.g.e, II, 1050.

[34] İbn Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, Daru İbn Kesîr, (Thk: Mustafa es-Sika, İbrahim el-Ebyârî, Abdulhafiz Şilebî) Yer yok, Tarihsiz. II, 48.

[35] Muhammed Ali Sâbûnî, Revâiu’l-Beyân, II, 155-157 ; Said Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, Peygamberimizin Uygulamasıyla İslam, Gonca Yay. İst, 1986, s. 240.

[36] el-Buhârî, 25 Hac 23, (II, 146).

[37] Ebu Davud, Cihad 8, Hn: 2488, (III, 5).

[38] el-Buhârî, 52 Şehadât 11, (III, 152).

[39] Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, (Çev: Hasan Güneş yönetiminde komisyon) İnkılap yay, İst, 1996, II, 110-111; Muıhammed Hamidullah, a.g.e, II, 1064-1072; Muhammed Ali Sâbûnî, a.g.e, II, 155-157; Said Ramazan el-Bûtî, a.g.e, s. 240; Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî, Hicab, (Çev: Ali Gencel), Hilal yay, s. 433-449.

[40] İbn Hişam, es-Sîre, II, 298; el-Buhârî, 64 Mağazî 34, (V, 54) ; Muslim, 49 Tevbe 10, Hn: 56, (IV, 2130) ; Ahmed, el-Musned, VI, 195.

[41] Ebu Davud, Menâsik 33, Hn: 1833, (II, 167) ; Ahmed, el-Musned, VI, 30.

[42] el-Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd Şerhu Sunen-i Ebî Davud, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, V, 201.

[43] İzzet Derveze, Nüzül Sırasına Göre Kur’an Tefsiri, Ekin, İst, 1998, (VI, 44).

[44] Ebu Davud, Cihad 8, Hn: 2488, (III, 5) ; el-Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, IX, 175.

[45] Muhammed Gazalî, es-Sunnetu’n-Nebeviyye beyne Ehli’l-Fıkh ve Ehli’l-Hadîs, s. 40.

[46] el-Hûfî, a.g.e, s. 372-373.

[47] Muhammed Gazalî, a.g.e, s. 39.

[48] el-Buhârî, 13 îdeyn 2, (II, 2); Muslim, 8 Salâtu’l-îdeyn 4 Hn: 19 (II, 609).

[49] Muslim, 8 Salâtu’l-îdeyn 4 Hn. 17-18, (II, 608).

[50] Muslim, 8 Salâtu’l-îdeyn 4 hn: 20, (II, 609).

[51] Muslim, 8 Salâtu’l-îdeyn 4 Hn: 21, (II, 610).

[52] Muslim, 8 Salâtu’l-îdeyn Hn: 4 (II, 603) ; Nesâî, 19 Salâtu’l-îdeyn 19, Hn: 1575, (III, 186) ; Ahmed, el-Musned, III, 318.

[53] Malik b. Enes, el-Muvatta’, 20 Hac 6 Hn: 17, s. 207 ; el-Buhârî, 28 Sayd 13, (II, 214-5) ; et-Tirmizî, 7 Hac 18 Hn: 833, (III, 194-5) ; en-Nesaî, 24 Menasik 33, Hn: 2673, (V, 133) ; Ebu Davud, Menâsik 31, Hn: 1823, 1825, 1826, 1827, (II, 165-6) ; Ahmed, II, 22, 32.

[54] Hamidullah, a.g.e, II, 1067.

[55] el-Buhârî, 66 Fadâilu’l-Kur’ân 22 (VI, 109) ; 67 Nikâh 35, 37, (VI, 131) ; 77 Libâs 49, (VII, 52).

[56] el-Buhârî, 77 Libâs 49, (VII, 52). Buradaki ifade şudur: “felemmâ tâle mukamuha fekâle raculun zevvicnîhâ in lem yekun leke bihâ hâcetun.” O uzun süre kaldığı zaman, (Hz.Peygamberin huzurunda bulunan) bir adam “eğer senin ihtiyacın yoksa onu benimle evlendir” dedi.

[57] el-Buhârî, 25 Hac 1 (II, 140) ; Ebu Davud, Menâsik 12, 25, 56 Hn: 1809, (II, 162) ; en-Nesâî, 49 Adâbu’l-Kudât 9 Hn: 5391, (VIII, 227).

[58] en-Nesâî, 49 Adâbu’l-Kudât 9, Hn: 5392, (VIII, 228) ; Malik b. Enes, el-Muvatta’, Hac 30 Hn: 100, s. 229.

[59] el-Kastallânî, İrşadu’s-Sârî li Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Mısır, h. 1307, III, 90.

[60] Ebu Davud, Libâs 31, Hn: 4104 (IV, 62) ; Daha fazla bilgi için Nureddin el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, V, 137 ; İbn Kesîr,Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Daru Kahraman, İst, 1985, VI, 48.

[61] İbn Kesîr, a.g.e, VI, 47.

[62] Malik b. Enes, el-Muvatta’, 1 Vukûtu’s-Salât 1 Hn: 4, s. 10 ; Ahmed, el-Musned, VI, 33, 36, 179, 248, 259 ; el-Buhârî, 9 Mevâkît 27, (I, 144); 8 Salât 13, (I, 98) ; 10 Ezân 162, (I, 210) ; Muslim, 5 Mesâcid 40, Hn: 230-31-32,(I, 445-6) ; Ebu Davud, Salât 8, Hn: 423, (I, 115) ; en-Nesâî, 6 Mevâkît 25, Hn: 545-546, (I, 271) ; 13 Sehv 101 Hn: 1362, (III, 82) ; ed-Darimî, Salât 20, (I, 277).

[63] Muıhammed el-Gazalî, es-Sunnetu’n-Nebebiyye, s. 39.

[64] Muslim, 18 Talâk 8 Hn: 56, (II, 1122) ; Ebu Davud, Talâk 47, Hn: 2306, (II, 293) ; en-Nesâî, 27 Talâk 56, Hn: 3506, 3507,3508, (VI, 190).

[65] Ebu Davud, Nikâh 43, Hn: 2149, (II, 246) ; et-Tirmizî, 44 Edeb 28, Hn: 2777, (V, 94) ; ed-Dârimî, Rikâk 3 (II, 298) ; Ahmed, a.g.e, V, 351, 353, 357.

[66] İbn Kesîr, Tefsir, VIII, 125 ; et-Taberî, Camiu’l-Beyân, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, XIV, 99

[67] el-Vâkidî, Kitabuu’l-Meğâzî, Beyrut, 1965, II, 867.

[68] el-Buharî, 30 Savm 51 (II, 243) ; 78 Edep 86, (VII, 104) ; et-Tirmizî, 37 Zuhd 63; Hn: 2413, (IV, 526).

[69] Muslim, 32 Cihad 47, Hn: 134 (III, 1442).

[70] İbn Sa’d, Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebîr, Daru Sadr, Beyrut, Tarihsiz, VIII, 412-6.

[71] Muslim, 32 Cihad 48, Hn: 127, (III, 1444). Kadınların erkeklerle birlikte savaşa katıldıklarına dair bkz: Muslim, 32 Cihad 47-48, Hn: 134-142, (III, 1442-1447) ; Ebu Davud, Cihad 12, Hn: 2496, (III,  ; İbn Mace, 24 Cihad 37, Hn: 2856, (II, 952) ; Ayrıca bkz: İbn Sa’d, a.g.e, VIII, 455-6, 413; el-Buhârî, Cihad 65 (III, 221-2).

[72] İbn Sa’d, Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebîr, VIII, 311; İbn Hacer, el-İsabe fî Temyîzi’s-Sahabe, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, VIII, 291.

[73] Faruk Beşer, Kadının Çalışması Sosyal Güvenliği ve İslam, Seha yay, İst, 1991, s. 112-119; Rıza Savaş, Hz.Peygamber Devrinde Kadın, Ravza yay, İst, 1991, s. 223-235.

[74] İbn Abdilber, el-İstî’âb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, IV, 424.

[75] İbn Abdilber, a.g.e, IV, 419.

[76] İbn Abdilber, a.g.e, IV, 419.

[77] Corci Zeydan, Medeniyet-i İslâmiye Tarihi, (Çev: Zeki Mağamiz) Dersaadet, 1330, V, 92.

[78] Ebu’l-Ferec el-Isfahânî, el-Eğânî, XI, 176 Ayrıca biyografisi bkz: İbn Sa’d, Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebîr, VIII, 467 ; K.V. Zettersteen, Aişe mad. MEB. İ.A, I, 230.

[79] el-Isfahânî, a.g.e, XVI, 143.

[80] el-Isfahânî, a.g.e, XIV, 173.

[81] Hamidullah, a.g,e, II, 1067.

[82] Corci Zeydan, a.g.e, V, 95.

[83] İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr fî İlmi’tTefsîr, VI, 31.

[84] el-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Daru’l-Kutubi’l-İlmiye, Beyrut, 1988, II, 121

[85] el-Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, III, 372.

[86] Ebû Hayyan el-Endelûsî, el-Bahru’l-Muhît, VII, 250.

[87] Ebu’s-Suûd, İrşâdu Akli’s-Selîm, Daru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1990, VII, 115.

[88] Muhammed M. Pickthall, Culturel Side of İslam, Lahor, sh. Muhammed Ashraf, 1966, ss. 146-147.

[89] Dr. Abdulaziz Salim, Târihu’l-Arab fî Asri’l-Cahiliyye, Daru’n-Nehdati’l-Arabiyye, Beyrut, Tarihsiz, s. 438.

[90] Murtaza Mutahharî, İslam’da Tesettür, (Çev: Y. Muhacır), 1987, Tahran, s. 19-20 (Cevahir-i Lâl Nehru, Dünya Tarihine Bakış, I, 328’den naklen); Gerçekten de ne Hz.Peygamber devrinde ne de daha sonraki fetihlere kadarki devre kadar Araplarda haremlik-selamlık mevcut değildir. Hz.Peygamber devrinde olmadığına ilişkin örnek için bkz: el-Buharî, 30 Savm 51, (II, 243).

[91] John L. Esposito, Women’s Rıghts ın Islam, Islamıc Studies, Pakistan, Vol: XIV, 1975, s. 106. Muhammed M. Pickthall,Cultural Side of İslam, Lahor, 1966, s. 147 ; R. Levy, The Social Structure of İslam, Cambridge, Cambridge Üniversity Press, 1955, s. 127.

[92] Esposito, a.g.e, s. 107. (Gabriel Baer, Population and Society in the Arab East, Londra, Routledge and Kegan Paul, 1963, s. 42’den naklen).

[93] Esposito, a.g.e, s. 106.

[94] Albert Haurani, Çağdaş Arap Düşüncesi, (Çev: Latif Boyacı), İnsan yay, İst, 2000, s. 178-9.

[95] es-Sâbûnî, a.g.e, II, 156.

[96] el-Buharî, 10 Ezan 162, 164, (I, 209-210) ; Ahmed b. Hanbel, el-Musned, II, 76.

[97] Esposito, a.g.e, s. 1

[98] İzzet Derveze, a.g.e, VI, 342.

[99] İbn Mace, Mukaddime 17, Hn: 224, I, 81.

[100] Ahmed, el-Musned, III, 34; el-Buhârî, 3 İlim 36 (I, 34) ; Muslim, 45 Birr ve Sıla 47, Hn: 152 (IV, 2028).

[101] Ahmed, VI, 148; Muslim, 3 Hayz 13, Hn: 61, (I, 261) ; İbn Mace, 1 Tahâre 124, Hn: 642, (I, 211).

http://www.musabagci.tr.gg/Pe%E7e-%26%23304%3Bslami-Bir-Giysi-midir-f-.htm

posted in GİYİM | 0 Comments

18th Ağustos 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

BAŞÖRTÜLÜ YARI ÇIPLAKLAR

Etraf başörtülü yarı çıplaklardan geçilmiyor.

Tesettürle başkaları değil ama başörtülüler fena halde dalga geçmekte.

Arkadaş zor geliyorsa çıkar kafandaki örtüyü.

Sana zorla taktıran mı var?

Bir salaşlık, bir derbederlik.

Sanki kafasındaki iki kılı kapatınca hatun kişi, bütün vazifelerini tamamlamış gibi vücudunu orta yere saçıveriyor.

Acaba Müslüman kadının sadece saçı kıymetli, en mahrem vücut azaları çok mu değersiz diye düşünmekte insanlar. Göbekler, göğüsler, kalçalar orta yerde.

Kadıncağız adeta amazon gibi sokağa fırlamış.

Önceki gün ziyaretime gelen üç bayan yazarla oturup konuştuk. Örtülerini bayağı modernleştirmişlerdi. Belli ki bana akıl vermeye gelmişlerdi. “Biz de zamanında bu tesettürü amma abartmışız” deyince bayağı şaşırdım. Arkadaşlarım iyi eğitimli ve sevilen kalem sahipleri idi ama değil pardösü, ceket bile giymeyerek incecik elbiselerle ne büyük devrim yaptıklarını anlatmaya uğramışlardı.

En baştakilerdeki bozulma bütün toplumu etkilemekte. VIP kadınlardan başlayan bir dezenformasyon.

“Özür dileriz cumhurbaşkanlığı sitesinde hanımefendinin bir düğünde çekilmiş resmi çıkmış, düzelteceğiz”.

“E evladımın düğününde bile, şöyle etrafa endamlı bir kadın nasıl olurmuş göstermeyeyim mi? Hem bizi zevksizlikle, demodelikle suçlayan laiklere biraz zarafet dersi vermeyelim mi?” iyi niyetinizi yüzünüzden okuyorum da.

Düğünlere katılan binlerce erkeğin meraklı bakışlarını bir kalemde yok saymanız da size ilahi bir artı getiriyor mu acaba?

Ya da dinin şöyle bir kuralı mı var? Düğünlere katılan erkekler namahrem sayılmaz. Zaruret miktarıdır. Gecelik gibi elbiselerle göbeği göğsü etrafa dağıtıp salon sahibeliği yapmanız da bir mahzurat yok mudur?

Büyük başlarımız böyle yapınca; halk çocukları da nereden bulsunlar cici salonları, şık avizeleri, pahalı kostümleri; onlar da sokaklarda soyunmaya başladılar.

Tamam, bizim kızlar yeni örtünüyor biraz hoşgörü de, altmış yaşındaki büyük hanımlarda da mendil kadar başa yapışan örtüler ve göbek göğüs hatları olabildiğince belli eden dar kostümler.

Acaba Müslüman modacılar ellerindeki makasın hakkını nasıl verecekler? Pardösü değil de atletizm mayosu biçiyorlar sanki. Bütün vücut azaları ortada.

Tanıdığım pek çok başı açık laik bayan; bizim başı örtülü pek çok kadınımızdan daha kapalı giyinmekteler. Yaz sıcağında diz altı eteği üzerine ceketini ya da hırkasını giymeden dışarı çıkmayan, neneden atadan görgülü, terbiyeli çok insan tanıyorum.

Lakin bizim cephede bir amazonluk, bir yarı çıplaklık almış başını gidiyor. Arkadaşlar zor geliyorsa takmayıverirsiniz şu örtüyü olur biter.

Ama Rabbimizin Müslüman kadınlara hediye ettiği tesettür tacını, toza kire bulayıp ayağa düşürmeyin lütfen.

Allah sonumuzu hayreyleye ama durum hiç iç açıcı değil. Aşağılık kompleksleri ile acınacak durumdayız.

Hem bu konuda sadece kadını suçlamam da yersiz.

En büyük suçlu insanın erkek cinsi yine.

Geçen gün baktım anlı şanlı delikanlı, kolundaki eşi yarı çıplak. Dapdar bir pantolon, neredeyse bağırsaklarının başlangıç ve bitiş yeri ortada. Üzerinde uzun bir ceket yok. Derisine yapışmış bir mini bluz. Ve bu trajik tabloya arsızca bir de baş bağlamış. Bu görüntüyü veren kadından çok erkeğe baktım. Acaba oğlan kör mü diye. Aval aval ağzını açmış etrafı seyreden delikanlı, yanındaki kadının yarı çıplaklığını göremeyecek kadar aptaldı.

Tesettürün bozulmasında en büyük suçlu erkekler.

Onlar açık bayanlara, televizyonun edepsiz çıplaklarına hayranlıkla bakarken, hanımları da; o aptal beylerini ellerinde tutabilmek için açılma yarışına girdiler. Bizim pek çok kadınımız niçin kapanmıyor sanıyorsunuz, ya da böyle yarı çıplak dolaşıyor derseniz; kocaları yüzlerine bakmaz diye.

Rabbimiz setr olma hususunda cümlemizin kalbine güzel ilhamlar versin.

19 EKİM 2007 Mine Alpay Gün

http://www.milligazete.com.tr/makale/basortulu-yari-ciplaklar-99021.htm

 

 

posted in GİYİM | 0 Comments

18th Ağustos 2010

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK



ÇEYREK TESETTÜR GERÇEK TESETTÜRE KARŞI YA DA BAŞÖRTÜLÜ ÇIPLAKLAR

Biraz da etki-tepki meselesi olsa gerek. Egemen güçlerin bunca saldırısı ve zulmün

e rağmen çarşılara, pazarlara baktığımızda başörtülü kızlardan geçilmiyor. Bardağın neresine bakalım? Hiç yoktan başı örtülü bayanların sayısı hâlâ çok sayıda diye sevinelim mi; yoksa, başörtüsü, rûhundan giderek soyutlandı, çarşılar başörtülü mankenlerin boy gösterdiği podyuma döndü, örtü sokağa (ayağa) düştü diye üzülelim mi?

Sürpriz olan hangisi? Azçok kültürlü kızların başörtülü olabilmesi mi, yoksa her yönden gayrı İslâmî yaşama biçiminin kuşattığı ve modern Batı standartlarını içselleştirmiş, özgürlük putunun kurbanı ve sosyal hayatın, sokak ve çarşının tutsağı olmuş başörtülü kızların her aklı başında müslümana “bu kadar da yozlaşma olmaz!” dedirtecek anormallikleri mi? Okullarda karma eğitimin tezgâhından geçmiş, televizyon dizileriyle büyümüş, kadın-erkek eşitliğini ve kadın özgürlüğünü bayraklaştırmış, dünyevileşmiş, İslâm’ı yeterince bilmeyen, bildiklerini tümüyle yaşamanın getirdiği bedellere hazır olmayan kızların çeyrek tesettürü mü?…

Müslüman bayan, erkeklerin de bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Kahkaha gibi aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar, kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslümanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Müslüman hanımın bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir.

Bugün çarşıda, pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü bayanların “örtülü çıplak” diye tanımlanabilecek başörtülü yozlaşmanın görüntülerini de şöyle özetleyelim: Çarşaf ya da bol ve uzun pardösü benzeri bir dış giysinin tamamlamadığı bir kıyâfet. Dış giysi cinsinden bir şey olmaksızın sadece başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne bluz, elbise cinsinden bir şey giyerek çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle yabancı erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…) gözükmek.

Yasak savma cinsinden bile kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok kısa ya da çok dar pardösümsü bir dış giysi.

Başörtünün altından sırıtan çirkinlik: Yüzde makyaj, dudaklarda ruj, yanaklarda allık, gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens, kaşlarda inceltme ve vücutta ağır parfüm kokusu gibi acâyiplikler.

Yani, başörtülü sekreter ve başörtülü tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu başta olmak üzere ev hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya çalışarak entel takılan  genç bayanların da önemli bir kesiminin çarşıda, okulda, işte… başörtülü mankenlere benzeme gayreti. Üstü kapalı altı havalı, uygunsuz etek üstü türban, altta dar kot pantolon üstte başörtüsü, bacakları açık ama başı kapalı tipler; Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dedirtecek şekilde, altı kaval üstü şişhane görüntüsü…

Süslü kubbesi olan bir câminin alt katının tapınak olarak kullanıma açılması gibi bir şey. Başında sarık, ayağında mayo olan imam kıyâfeti ne ise onun gibi. Ne var bunda demeyin, sarıklı imamın giydiği mayonun HaŞeMa yani, Hakiki Şeriat Mayosu değil; Batılıların giydiği cinsten iki parmaklık mayo olduğunu düşünün. Sakallı ve başında sarığı olan genç bir imamın sosyete plajında bakınarak gezinmesi ne ise, aynı ve belki daha ağır değil midir, çarşı ve pazarda (hal diliyle “şişşt, baksana bana!” diye konuşan giysi içinde) kendine baktırarak gezinen başörtülü kız.

İkişer kelimelik kısa tanımlarla özetlersek: “Başörtülü açıklık”; “örtülü çıplaklık”; “tesettürsüz örtü.” Şunlar da üçer kelimelik: “Cilâlı baş devri”; “cennetle cehennem koalisyonu”; “sulandırılmış İslâm’ın görüntüsü”; “zakkum aşılanmış çiçek”; “zehir karıştırılmış bal.”

Konserlerde alkış ve ıslıkla da yetinmeyip dans eder gibi hareketlerle tempo tutup sanatçının ezgisine/şarkısına koro elemanı gibi katılan başörtülü kızlar kimse tarafından yadırganmıyor artık. Çarşılarda özgürce gezmekle tatmin olmayan başörtülü bayanların bir kısmı, deniz kenarlarında, park ve pastanelerde özgür takılıyorlar, herkesin içinde şuh kahkahalar atabiliyor, çarşıda (şimdilik) kız arkadaşlarıyla öpüşebiliyor, çok rahat tavır ve cıvık cinsellik kokan davranışlardan, bazen kol kola bir yabancı erkekle fingirdeşmekten bile çekinmiyorlar.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in “giyinik olduğu halde çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden” saymasının (Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128) sebebi üzerinde düşünülüyor mu dersiniz? Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Kimdir bu örtülü çıplaklar? Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani ince, dar ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Bilinmelidir ki, “sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.”

Hasan Basri gibi: “Siz sahâbeyi görseydiniz deli (öcü) derdiniz, onlar da sizi görseydi müslüman (tesettürlü) demezdi” demeyeceğim; daha hafifini tercih edeceğim: Günümüz Mekke ve Medine’sinde, hatta Tahran’ında, Afrika’nın nice ülkesinde, Malezya’da… erkek ve hanım müslümanlar, bu giysi ve davranış sahiplerine hiç duraksamadan kötü kadın damgası vurabilirler, kendilerinden saymayacakları gibi, hicaplı/tesettürlü sınıfı küçük düşürdükleri için ajan muâmelesi yaparlar. Ama Batı ülkelerinde bu kıyafet ve tavrın, tepki almadan kabul göreceğinden emin olabilirsiniz. Başörtüsü dışındaki bu giysi ve davranışı kendi standartlarında gördüklerinden, “herhalde başı keldir de kapatma ihtiyacı duyuyordur veya başına bir bez bağlamaktan zevk alıyordur, imaj anlayışıdır, bu tür değişiklikle dikkat çekmek istiyordur” şeklinde değerlendirmeler yaparlar…

Bunlar (iki inanç, iki grup) arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanıyorlar, benziyorlar) ne bunlara. Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.” (4/Nisâ, 143). Hem Allah’ı, hem şeytanı râzı etmeye çalışmak, sadece şeytanı râzı edecek gülünç tavırlara, aldatış ve aldanışlara götürür insanı. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı ancak dünya hayatında rezillik, rüsvaylıktır; Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85) “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri şeriat (dinî kaide) kılan şirk koştukları ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21). Hakla bâtılın koalisyonu, güzel bir içeceğin zehirle karıştırılmışı gibidir. Altısı içinden, altısı dışından tavırlar dinle alay etme gibi değerlendirilebilir. Müslümanlığı çok kötü temsil eden kimselerin zararları, müslüman olmayanlarınkinden daha büyük olur çoğu zaman; akılsız dost ve akıllı düşman misali. İslâm’a en büyük zarar, tarih boyunca hep içeridekilerden gelmiştir. Dini yanlış temsil ile “müslümanlar işte böyle!” dedirtecek tavizci anlayışa ve kötü örnek olarak dini de küçük düşüren tavırlara kimsenin hakkı yoktur.

Bütün bunların yanında saçının tekinin bile gözükmemesine ciddi özen gösterilerek takınılan ve çoğunlukla “bone”li başörtüsü; rengârenk, bin bir desen, cıvıl cıvıl. Anadolu’daki fazla kültürlü olmayan bayanların kıyafetinin diğer bölümlerinde bu denli yozlaşma olmamasına rağmen, başörtü bağlama konusunda biraz ihmalkârlık biraz alışkanlık gereği, yer yer saçlarından bir kısmının bazen veya devamlı gözükebilecek şekilde başörtüsünde gevşek davranmalarına tam ters bir uygulamayı andırıyor, büyük şehirlerdeki bu fotoğraf. Çok kültürlü olmayan halk sınıfından geleneksel örtünmeyi sürdüren bayanlar, başörtü örtme biçimine kadar örfleştirip âdetleştirdikleri şuursuzca örtünme görüntüsü sergilerken, onlardan ayrıldığını gösterme ihtiyacı duyan ve kültürlü olduğunu düşünen modern örtülü bayanlar da, saçlarını örtme konusunda gösterdikleri titizliği; başörtüsünün süslü câzibiyetinden kaçınma hususunda, başörtüsü dışındaki giysi ve tavır konusunda (sanki bilinçli ve kasıtlı bir tavırla) göstermekten kaçınıyorlar.

Renkrenk, moda moda başörtüler, atlası, ipeği, yerlisi, ithali, bin bir çeşit… Ama, farklı etiketlere, değişik firma isimlerine aldanmayın; hepsinin markası tek: “Bak bana!” marka

http://mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1270&k=50

 

Gazinoda, pavyon veya plajda, yani en azından gözlerin haramlarla meşgul olduğu bir mekânda başında “imam sarığı” ile dolaşmanın durumuna benziyor; çarşı pazardaki dikkat çekici tavırlarıyla başörtülü kızın tavrı. İmamın sarığı beyaz olduğundan, en küçük bir leke kaldırmadığı ve hemen göze battığı gibi, taç gibi başlara yerleşen ve sarık kadar simgesel ve ulvî değeri olan başörtüsü de, takılan başı baştan aşağı güzelleştirmeli. Yoksa, sarığı ve başörtüsünü kirletenler, farkında olmadan da olsa “din”e düşman kazandırmanın vebâlini taşımış olurlar başlarında örtü yerine İslâm’ı yanlış tanıtıp kötü örnek olarak bu modern başörtülü kızlar, bilmeden ve istemeden de olsa İslâm’a zarar veriyorlar. Buna rağmen, Ne biçim “müslüman kız” bunlar, müslüman “kız bunlara!” diyemiyoruz. Kendimiz kız(a)mıyoruz, acıyoruz, bu kızlarımıza. Bunların konumu, müslümanlığın bu ülkede ne hale getirildiğini gösteriyor. Câhil bağlılarının ya da kendini bağlı zanneden mensuplarının dine bakışını ele veriyor. Yozlaştırılmış, sulandırılmış, ılımlılaştırılmış dinin başörtü versiyonu da böyle oluyor demek ki. Amerikancı müslümanlığın, düzene uygun demokrat müslümanlığın, fri takılmanın, özgürleşmenin yansıması bunlar. Dine karşı din, başörtüsüne karşı başörtüsü. İçi boşaltılmış tesettür. Vitrinci, slogancı tavrın neticesi. Modern muharref müslümanlığın göstergesi, hakla bâtılın giysideki koalisyonu.

Çeyrek tesettür anlayışı, çeyrek din anlayışı demektir. Aslında, kadınıyla erkeğiyle günümüz Türkiye müslümanı, çoğunlukla diğer dinî algılayış ve yaşayış konularında da benzer tavır içinde. Başörtüsü, başların üstünde olduğu ve sokakta çarşıda (sevinemiyoruz maalesef) çokça başörtülü boşta gezen (ya da görücüye çıkıp bir şeyler arayan) kız olduğu için göze batıyor da ondan. Hani bir zamanlar yetkili bir Türk büyüğü(!), öyle diyordu ya: “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz.” Bu sözdeki komünizm kelimesini başörtüsüyle değiştirerek aynı sözü söylüyor şimdiki etkili ve yetkililer. Ve getirdikleri başörtüsü de bu. “Olmaz olsun böyle başörtüsü!” dedirtmek istiyorlar topluma. Önceleri sosyete çıplakları şöyle diyordu: “Biz ne çarşaflılar gördük, ne haltlar ediyorlar…”  Bu cümleden sonraki ifadeleriyle % 99,9 yalan söylüyorlardı. Ama, şimdi artık sadece sosyeteler değil, halkıyla elitiyle, her kesimden insan hem de nice gerçek olaylar ve gerçek görüntülerle delillendirerek “biz ne başörtülüler gördük, ne haltlar ediyor…” diyebiliyor, hiçbir müslümanın onaylayamayacağı cinsten aşırı özgür tavırları, yanındaki erkekle fingirdeşen başörtülüleri ve cıvık davranış ve başörtüsüyle taban tabana zıt giysi veya giysisizlikleri, makyajlı rujlu, allıklı pudralı, manken yürüyüşlü başörtülüleri gösteriyor.

Güler misiniz, ağlar mısınız? Ben ağlanılması gerektiğini, ama ağlamaya bile vaktimizin olmadığını, bunların bizim insanımız, en azından bizim mesajımıza düşman olmayan, bize yakın insanlar olduğunu değerlendirmekten yanayım. Bütün bu yanlış/çirkin tavırlar gösteriyor ki, şuurlu müslümanlara, hepimize çok iş düşüyor. Eğer biz yeterince İslâm’ı, tevhidi, Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarını, bütüncül olarak doğru bir şekilde anlatabilseydik, söylediklerimizi yaşayabilseydik, çevremizdeki çirkinlikleri nehy edebilseydik bu anormal manzaralarla kesinlikle karşılaşmazdık. Nitekim, din eğitimi yönüyle temeli sağlam atılmış olan köklü ve sahih din/tevhid öğretimi ve eğitimi/terbiyesi alan kızlarda savrulma daha az olmakta.

İçinde bulunulan mekânın inanca ve yaşayışa büyük tesiri vardır. Câhilî eğitim veren kurumlara, câhiliyye köle pazarlarını andıran çarşı ve pazarlara salıverilen insanların da bulunduğu ortamdan etkilenmemesi için çok ama çok sağlam bir tevhidî şuura, her bedelini ödemeye hazır güçlü bir imana ihtiyaçları vardır. Meyve veren her bitkinin her toprakta yetişmediğini, bazı yerlerin ayrık otlarına, kaktüs ve zehirli bitkilere çok müsait olduğunu hatırlayalım. Başında güzel meyve cinsinden başörtüsü bulunduran kızlarımız birer fidandır. O fidanın her bir yanını ahtapot kollarıyla zehirli sarmaşıklar sarıyor ve meyve verecek özünü vampir dişleriyle emmeye çalışıyorsa, öyle bir genç ağaçtan güzel bir meyve bekleme şansımız pek olmayacaktır. Balık için su ne ise, tesettür de müslüman hanım için odur. Su, balığın, içinde yaşayamayacağı oranda pislenmiş, zehirli atıklarla bulanmış ise balığın hali ne olur?…

Uzun da olmayan etekleriyle diz altlarını, hele yırtmaçlı etekleriyle bacaklarını, kot ve benzeri pantolonla vücut hatlarını, bluz veya tişörtle göğüs çıkıntılarını, üstünde hâlâ duruyorsa pardösü demeye bin şâhit isteyen mont türünden ve daracık dış giysisiyle belinin inceliğini göstermekten çekinmeyen başörtülü kızlarımız, başı açıklara geç de olsa uyarak düşük pantolon ve açık göbek modasına da uyar ve teşhirciliğin bu kadar rezilcesine de atılırsa şaşmamak lâzım. Başında başörtüsü var ya yeter, o kendini kapalı sayıyor. Zaten yozlaşma ve dejenerasyon yavaş yavaş büyüdüğünden toplum şaşmıyor, yadırgamıyor, doğal karşılıyor bütün bunları

İfrat ve tefrit hemen bütün insanımızı kuşatmış. Herkes başörtüsünün bir tarafını çekiştirdi. Başörtüsünün abartılı düşmanlarına karşı, bizim mahallede bazıları onu teferruat sayarken, bazıları da onu fazla abarttı ve sloganlarının başına çıkardı. Giderek başörtüsü putlaştırılmadan da yakasını kurtaramadı. Sanki başka zulüm yokmuş, daha önemli başka farzlara baskı yokmuş gibi bir tavırla, başörtüsüne gereğinden fazla vurgu yapıldı. Üniversitelerden istenilen tek istek o idi. Altyapıya önem vermeden, iman ve tevhid vurgusu yapılmadan, takvânın gereği olarak hayâ ve edebe atıfta bulunulmadan; tam tersine “demokratik hak”, “insan hak ve özgürlüğü”, “anayasanın verdiği onay”, “Zübeyde Hanım’ın da yaptığı/taktığı gibi” referanslarla ve onu doğuran temel değerden yalıtılmış şekilde ve sloganlaştırılarak yalnızlaştırılan “başörtüsü” evet, itiraf edilip dillendirilmesi zor olsa da putlaştırmış oldu. Allah’tan bağımsız peygamber sevgisi dâhil, her çeşit aşırılık putlaştırma olur da başörtüsü gibi baş tâcı putlaştırılmaz mı? Varsa yoksa başörtüsü diyen ve başka hiçbir talebi olmayanlara cevap da hak ettikleri cinsten oldu: Öyleyse alın size başörtüsü; sosyal alanlardaki sulandırılmış şekliyle alın başınıza çalın!

Parçacı yaklaşım, uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü asla aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle bağlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi değildir sadece; dinin de yitirilmesine giden yoldur aynı zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün değerlerini kaybeder. Ağaçtan koparılan bir dal, bitkiden koparılan bir çiçek, insandan koparılan bir el, göz, kulak veya baş kısa zamanda ne duruma düşerse, tesettür ve takvâ örtüsünden, ona alt yapı olan iman ve Allah korkusundan koparılan başörtüsü de o duruma düşer/düştü…

Hakları kalmasın, bu manzarada yeşil sermayenin, “başörtülü tezgâhtar aranıyor” diye kapısına yazı yazan yeşil holdingden hacı amca tuhafiyecisine kadar esnafın, manken tipli başörtülü eleman arayanların, başörtülüleri plajlara alıştıran Kapris Oteli ve benzerlerinin, tesettür mayolarının, bu sektörden geçinen çeşitli alandaki iş piyasasının, özellikle tekstil firmalarının, ha bir de Tekbir(!) giyim ve benzerlerin, onların icadı başörtü defilelerinin büyük rolü var…

Giysisiyle kültürlü olduğunu göstermek istiyor kızlarımız; tabii bu kültürün İslâmî bir kültür olmadığını önemsemeden. Kimlere benzemeye çalışıyorsa onlardan sayılacağını unutuyor. Genç ve özellikle güzel gözükmek istiyor sokaktaki ve iş hayatındaki bayanlar. “Örtülü isek, bizim de güzel gözükme hakkımız yok mu?” diyorlar; müslüman hanımın cehenneme gitme (erkekleri de itme) hakkı araması gibi bir şey bu. Şeytânî düzenlerin oyununa geldi insanımız. “Başörtülü bayanlar yeter ki çarşıya pazara dökülsünler, zarûret olmaksızın ve uygun ortam aranmaksızın çalışma hayatına girsinler, lisesi üniversitesi ve diğer kurumlarıyla düzenin çarkları arasına sıkışsınlar, moda oltasına takılsınlar… gerisi kendiliğinden gelir” hesabıyla tuzaklar kuruldu ve kolay avlandı kızlarımız. Cennetin bedelini unuttular, Mekke’ye gidecekken Paris’in yolunu tuttular…

Mesajdır giysi, çağrıdır, ya da korunmadır. Giysinin temel olarak üç özelliği vardır: Tesettür/örtme, koruma ve süs. Bunlar içinde en önemlisi, giysinin insanı örtme özelliğidir, yani tesettür. Giysiden mahrum kalmak, çıplaklık, insanı cennetten çıkaran isyanın görüntüsü olduğu gibi, şeytanın bu yolla insanı belâya uğratıp cennete girmesine engel olmasına fırsat vermektir. Şeytan Cennette Hz. Âdem ve eşinin çıplak olması için bütün planlarını kurmuş ve onların cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştu. Onlar da birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulundular, örtündüler ve Allah da onları affetti. “Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana ve babanızı (Âdem ve Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları kıldık.” (7/A’râf, 27). Hz. Âdem ve Havvâ’da isyanın sonucu, Cennetten çıkarılmanın alâmeti  olarak ortaya çıkan çıplaklık, bu kişilerin nesillerinde Cennete girmeye engel sebeplerden biri, isyanın görüntüsü, şeytana uymanın özelliğidir.

Bir başörtüsü sektörü oluştu; kapitalizmin örtülü versiyonu olarak türban rantı ortaya çıktı. Bin bir çeşit desen ve renk cümbüşüyle. Doğu zevkine hitap edip başörtüsü üreten yüzlerce yerli ve yabancı firma, ithâlatçılar, sadece başörtüsü satan mağazalar, başörtü modaları, başörtü defileleri, başörtülüler için özel mayolar… İçinde müslümanların da yaşadığı kapitalist düzenlerde finans kurumları nasıl bir görüntüyle, hangi görevi yerine getirmek için kurulmuş ve düzen açısından nasıl sakıncasız (hatta faydalı) görülmüşse; başörtülü kızlar da o amaç için “Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler olan” (Müslim, Mesâcid 288) çarşı ve pazarlara  çıkarılmıştır. Kapitalizmin nimetlerinden(!) mahrum olmadan fâizden kaçmak isteyen kimselerin paralarını piyasaya, dolayısıyla kendi kasalarına çekmek isteyenlerin finans kurumları aracılığıyla bu işi yaptıkları gibi; açık saçıklardan biraz rahatsız olanların paralarını ve ilgisini çekmenin kapitalistçe yolu oldu başörtülü tezgâhtarlar, başörtülü sekreterler. Bunca işsiz erkek varken, bu kızlar, hangi özellikleriyle tercih ediliyor dersiniz? Ya da ille bayan gerekiyorsa, niye özürlü bir bayan, yaşlı bir bayan değil de; manken ölçülerine uygun yapıda genç bayanlar isteniyor? Telefona bakmak, ya da müşteriyle ilgilenmek için manken gibi olmanın avantajını  insanî akıl ve İslâmî kültür mü, yoksa şeytânî düzen ve sömürücü görüş mü söylüyor? Kime ve neye hizmet ettiğini, neyi âlet edip sömürdüğünü para denilen câzip şeytan haydi işverene düşündürtmüyor; ya siz başörtülü kızlar, bunların sizi sömürüp kullanmasına, bundan da kötüsü sizin örtünüzü istismar etmesine, güzelim örtüyü sizin elinizle katran kazanına koymalarına, dünyada izzetinizin, âhirette cennetinizin çalınmasına nasıl rızâ gösteriyorsunuz? Değer mi üç kuruş para veya meymenetsiz insanların keyfi/beğenisi için bunlar? Özgürlük mü zannediyorsunuz bu köleliği, bu kullanılmayı, bu metâ ve nesne haline getirilmeyi; hâlâ akletmiyor musunuz? Başörtüsünü başınıza aldığınız gibi aklınızı da başınıza alın, şeytanın ve şeytanlaşanların oyuncağı, kölesi olmayın.

Düşünebiliyor musunuz, İslâm’ın cihad bayrağını dalgalandırma şerefi gibi hanımlara üstünlük verdiren o başların tâcı, kapitalizmin hizmetinde, daha kötüsü (söylemesi zor da olsa söyleyelim:) cinselliğin, göz zinâsının hizmetinde.
Kapitalist ve materyalist dünya her şeyi o denge(sizlik)de tutuyor: Arz talep. Üretim ve tüketim için bu böyle olduğu gibi, çeyrek tesettürlü bayanlar konusunda da bu böyle: Çıplaklardan hoşlanmayan, hele onlarla asla evlenmek istemeyen çok sayıda muhâfazakâr genç erkek var; bunlar için de çarşıda pazarda delikanlıların ilgisini kendisine çekmeye çalışan ve bu erkeklerin zevkle bakıp (tabii iyi niyetle canım, ona ne şüphe!) hoşlanacağı tipler gerekli. Piyasa şartları böyle oluşacak, bir taraftan fitne kazanı kaynarken, bir taraftan başörtüsü sektörü piyasaları canlandıracak, her çeşidiyle sömürü artmış olacak. “Günün hatta akşamın her saatinde bunca başörtülü kızın çarşıda sokakta ne işi var?” diyen bile artık yok. Evi hapishane gibi gören kızlar ve genç kadınlar artık sokaklarda göz hapsinde yaşadıklarını, özgürlük adına erkeklerin göz zevklerine gönüllü kölelik yaptıklarını ya düşünmüyor, ya da bundan şeytânî şekilde zevk alıyorlar. İslâmî ahlâkın sokaklara hâkim olmadığı bugünkü çarşı ve pazarlar, hanımıyla erkeğiyle müslümanların, özellikle gençlerin ancak çok zarûrî bir işleri varsa, zarûret miktarı çıkıp dönecekleri mekânlardır…

http://mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1297&k=51

Makyajın rengine uygun başörtüsü ya da başörtüsüne uygun renk ve biçimde kıyafet; başörtüsü modası denilen yeni moda türedi. Her dışarıya çıkmadan ütüden geçirilen, ayna karşısında yarım saat uğraşılarak takılan, kendisine verilen para ile Afrika’da bir kadının hayat boyu kendini tümüyle örtecek giysi alabileceği bir aksesuar.

Bu tavırlara bakarak “bu hanımlar kapanmak, Allah için örtünmek istediklerinden, nâmahrem bakışlara dur demek için başörtüsü takıyorlar” diyenler beri gelsin; Allah sorarsa bunlara olumlu şâhitlik yapabilecek kaç kişi çıkar dersiniz? Cinsel çekiciliği/câzibeyi kitabına/eşarba uydurup gözü açık safları kandırmak isteyen şeytan, insana sağdan yaklaşırken başörtüsü şeklinde flama kullanıyor olmasın? Yoksa bu yozlaşmış acınası başörtülüler, erkeklerin dikkatini bu şekilde daha çok çekmek için başörtüsünü yem ve istismar aracı mı görüyorlar?

Hayır, bin kere hayır! Medine’de Kaynuka Oğullarından Yahûdilerin, yüzünü açmak istedikleri ve onu savunan müslümanın bu zulmü yapanı öldürüp sonra şehid edilmesine sebep olan ve Rasûlullah’ın bu olay akabinde uğrunda savaş verdiği hanımın örtüsü böyle değildi.

Maraş’ta savaş pahasına savunulan başörtüsü bu tip başörtüsü değildi.
Nur sûresi 31. âyette mü’min hanımlarının yakalarının üstüne örtmeleri emredilen ‘humurhımâr’ bu başörtüsü değildir. Ahzâb sûresi, 59. âyette mü’min hanımlara emredilen cilbâb; üstlerine giymeleri gereken dış elbise bu değildir, hayır!…

Elbisenin sadece dinle, dinin emirlerine teslimiyetle değil; aynı zamanda dinin özü olan takvâ ile de yakın irtibatı vardır. İnsan, takvâ adlı elbiseye bürünmemiş ise, her tarafını çok kalın giysilerle tümüyle örtse bile bu giysi ona yeterli gelmeyecek, kendisini ve muhâtaplarını haramlardan korumaya yetmeyecektir. Edeb, hayâ, iffet gibi kelimelerle de ifâde edilen bu durum, Arapça’da hicab kelimesiyle ifâde edilir. Bu özellik, giyinmenin arka planını ortaya koyduğu için, “giysili çıplak” olmaya giden yolu tıkayacak, sözgelimi kadının cinsel tahrik unsuru olarak ayakkabı veya terliklerini kadınsı bir edâ ile tahrik edecek şekilde ses çıkararak kullanmasına, tahrik edici parfümler kullanmasına engel olacaktır. Haramlara dâvet edici şuh kahkahalar, kadınsı cilve, kırıtma ve aşırı rahat/özgür tavırlar ile sadece dış giysinin kapatamadığı çirkinlikleri ancak takvâ giysisi kapatır.

Takvâ giysisi, edeb, iffet ve hayâ günümüzün gençlerine doğal ortamda, evde, çevrede çocukluğundan beri verilemediği için çeyrek tesettürlüler, yani “örtülü ama tesettürsüz” kimseler ortalığı kaplamaya başladı. Takvâ giysisinin önemsenmemesine, biraz da diğer tamamlayıcı unsurlardan yalıtılmış şekilde, sadece “başörtüsü” vurgusunun sebep olduğu değerlendirilmelidir. İş, bırakın takvâ giysisini, fetvâ boyutunu bile hiçe sayan, sanki İslâm’ın tesettür ve hicap emriyle dalgasını geçen bir tuhaflığa, hatta maskaralığa bile dönüşebilmektedir. İşin sadece fıkhî/şekilsel boyutunu ele alan, ama takvâ giysisinden soyunmuş bir bayan sözgelimi parmağını göstermenin câiz olduğundan yola çıkarak yabancı bir erkeğe parmağıyla işaret ederek parmağına “haydi gel!” dedirtebilir, gözünü göstermenin câizliğinden yola çıkarak göz kırpabilir. Bu tür problemlerin ne kadar yaygın olduğunu belki sokağıcaddeyi, okulu, gezinti yerlerini tanımayan kişiler bilmeyebilir, ama iş gerçekten çığırından çıkmış vaziyettedir. Sadece başörtülü olan, diğer giysileri ve tavırlarıyla takvâ giysisine hatta düşman olan, ya da şeklen tesettürlü olduğu halde İslâmî edebe, hayâ ve iffete yeterli derecede sahip olmadığı hemen belli olan kişinin kapalı kıyâfeti de artık yadırganmamakta, her iki farklı, hatta birbirine düşman tavır normal görülebilmektedir.

Elbise de konuşur. Evet, kişi, dili aracılığıyla konuştuğu gibi, elbisesi aracılığıyla da konuşur. “Bana, benim dişiliğime bakma, ben Allah’tan korkan bir müslümanım. Toplumun ve/veya kendimin ihtiyacından dolayı bulunduğum sosyal hayatta şu anda ben bir dişi olarak değil, kişi olarak varım. Sahip olduğumu düşündüğüm her şey gibi kendi vücudum da bana emânettir, Allah’ın emâneti. Onu nasıl kullanmam, nasıl örtmem gerektiğini de Sahibi bilir. Yanlış kıyafetim ve hatalı davranışım yüzünden de başka erkekleri günaha dâvet ederek mülkün sahibine ihânet edemem! Kıyâfet tercihimle ilân ediyorum ki, yabancı erkeklerin bana bakmasını istemiyorum” şeklinde kibarca mesaj vermesi gereken başörtüsü, bugün göz alıcı renk ve desenleri, diğer tamamlayıcı giysi ve tavırlarıyla cıyak cıyak bağırıyor: “Hey erkekler, ben buradayım, baksanıza! Sizin dikkatinizi ve ilginizi çekip kendime baktırmak için ben ne paralar sarfettim, kaç mağaza gezdim, ne uğraşlar verdim. Nasıl, yakışmış mı başörtüm, uyum sağlamış değil mi diğer giysilerimle. Karar veremedinse tekrar bak, bir daha bak! Ha, nasıl olmuşum, güzel miyim, bu giysilerimle daha güzelleşmiş miyim? Cevabını şimdilik gözlerinle veriyim mi?”

Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşrû olmayan cinsel isteklerden sakınmaktır. Erkeklerin gözlerini sakınması, kadınların iffetini korumak içindir. Bir şey maksadından soyutlanarak algılanırsa işte böyle sulandırılır, yozlaştırılır.

Tesettür, kadının kimliğini öne çıkaran bir onurdur. Müslüman hanımın, toplumda dişiliğiyle değil, kişiliğiyle yer edinmesini sağlayan, kadının sömürülmesine ve eziyet edilmesine karşı koruyucu bir kalkandır. Kadının teniyle, derisiyle değil, insanî özellikleriyle topluma katılmasıdır. Bir bilinçtir, bir cihaddır, bir ibâdettir tesettür. İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar…

Materyalist modern insan; imajı, vitrini, kaportayı, yani madde cinsinden ve göz boyayacak şeylerin özün yerine koydu. Bunun kadın açısından durumu da şu: Fark edilip beğenilmek isteyen bir kadın, teniyle, çekici kıyâfetiyle, dişiliğiyle bunu gerçekleştirecek, toplumda bu özelliklerle yer edinecektir. İnsanî erdemlerle, hizmet ve hayırlı çalışmalarla kendini ispatlamak, ancak kulluk şuuruyla ve İslâm kimliğiyle sözkonusu olabilir. Kadın edilgenlikten, sömürüden, metâlaşmaktan, nesneleşmekten, kendi nefsine veya kendine nefsine köle olanlara kölelikten kurtulmak ve erkek egemen dünyada hak ettiği saygın yeri almak istiyorsa, bunun yolunun kesinlikle tesettürden, hicaptan, Allah korkusuna dayalı bir yaşayıştan, İslâmî bir aileden geçtiğini unutmamalıdır. Kadının huzur ve mutluluğu sokaktan geçmemektedir. Sokakta bulunanlar veya bulunduğu sanılanlar yine bir sokakta kaybedilecek şeylerdir…

Sağduyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi, İslâm’ın istediği gibi örtünmemek ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmek bir eziyettir. Bayanlara yönelik cinsel tâciz elbette bir eziyettir, zulümdür; ama buna sebep olan cinsel tahrik de erkeklere yönelik bir eziyet ve zulümdür. İslâm’ın istediği gibi tesettüre, hayâ ve edebe, takvâ giysisine özen göstermeden toplum içine çıkan bayanlar, özellikle nâmuslu müslüman erkeklere yönelik bir eziyet yapmakta, onların vebalini almakta, günahlarına vesile olmaktadır. Gereği gibi tesettür ve edep içinde olmayan bayanlar, kendilerini ister istemez gören erkeklerin haklarını gasp etmektedirler; en doğal hakları olan namuslu olma, Allah’a kulluk yapma, haram işlemeden yaşama hakkını çiğnemektedirler. O yüzden tesettüre ve hayâya tam dikkat etmeyen bayan, kendisine gözüktüğü tüm erkekleri taciz ederek kul hakkı suçu işlemektedir.

Örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları perdeliyor. Karşı tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü bir kadın böylece çok yönlü bir eziyetten de kurtuluyor. Tâciz gibi eziyetlerden, çirkin bakış ve düşüncelerden, teklif ve sataşmalardan korunmak isteyen bir bayanın şöyle düşünmesi gerekir: “Başkasının bana cinsî tâcizde bulunmasını istemiyorsam, bana ait güzellikleri allayıp pullayarak teşhir etmemeliyim. Tahrik ederek başkalarının bana cinsî tâciz yapmasına sebep olacak duygularını kabartmamalıyım.”

Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır. Görüntü ile harekete geçen söz dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz. Tabii dolayısıyla erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kadın kendini de koruyor. Örtü, erkeğe İlâhî sınırları hatırlatma ve onun günaha girmesine engel olma fonksiyonunu yerine getirir. Erkeğin içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz kalıp tahrik olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden korurken, kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur.

Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü” farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişörtlü etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü bile yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik özelliklerini kuşanmak, tavır/yürüyüş/ konuşma/gülme/aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı; o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik vb. amaçlar için çıkarılabilecek; pazarlık ve tâviz konusu olabilecek; türbanla, şapkayla, perukla… değiştirilebilecek bir ucuzluğa düştü. “Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri yapılıyor’ deyin, gerisini onlar anlar” diyecek Bekri Mustafa’lara kaldı iş. Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması kabilinden, boyalı basın buna “çeyrek tesettür” adını taktı. “Tesettür ya vardır, ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmek arası olur mu?” demeyin, uygulamaya bakarsanız oluyormuş…

Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliğini yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda gibi düşünülüyor. “Tesettür(!) defilesi” denilen ucûbeler, bir taraftan talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor… Akşam olunca da evinde, Filistin’li kızların dramını, Irak’taki kadınlara yapılan zulmü gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.

Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayrı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haramhelâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tespit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecektir. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara kızmaktan, hatta acımaktan da öte, kadın ve erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız gerekiyor.

Eğer başörtülüler, gerçekten Allah rızâsı için ve O’nun emri olduğundan dolayı başörtüsü örtüyorlarsa, Peygamber ihtarları; modadan, yabancı erkekler tarafından beğenilme arzusundan ve hevâya uymaktan, şeytanı ve şeytanlaşanları da râzı etme çabasından daha etkili olacaktır. O yüzden insanımıza, özellikle başörtülü tesettürsüzlere şu hadisi şerifleri hatırlatalım:

“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü çıplak) ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.” (Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128)

“Ümmetimin son zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır. Başlarındaki saçlarının kıvrımları develerin hörgücü gibi olacaktır. Siz onları lânetleyin. Çünkü onlar mel’un kadınlardır.” Başka bir rivâyette aynı hadise şu ibâre de ilâve edilmiştir: “Onlar cennete giremezler. Cennetin kokusunu alamazlar. Onlara cennet kokusu şu kadar şu kadar fersah mesafeden ulaşır.” (Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr; Müslim)

“Rasûlullah (s.a.s.), hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını örtmeyen elbiseler giyen kadınlara “Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar” buyurmuştur (Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s.103)…

Ve bir âyeti kerime: “Ey Âdem oğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi (takvâ ile kuşanıp donanmak) ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).” (7/A’râf, 26). Daha hayırlı olan “takvâ elbisesi” nedir? Takvâ (din örtüsü) ile kişi, kendini korumaya, dinî hayatına zarar verecek şeylerden sakınmaya çalışır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikelerden saklayan nöbetçiler gibidir. İşte takvâ elbisesi budur. İnsanın rûhunu giydiren ve doyuran elbise. İnsanın mânevî dünyasını kollayan, yüzünü kızartacak bütün yanlış hareketlerden koruyan bir mânevî giysi, bir örtünüş ve davranış biçimi. Mü’minin onuruna, kişiliğine, inancı, ahlâkı ve namusuna zarar verecek davranışlardan onu koruyan bir giysidir takvâ elbisesi.

Takvâ elbisesi, sırf Allah rızâsı için ve emredildiği gibi, şuurla sevgi dolu teslimiyetle örtünmektir. Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile giyim, yani hayâ duygusu ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah’ın izniyle maddîmânevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha güzeldir, sırf faydadır. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan kurtulamazlar. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur.

Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacası çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir (63/Münâfıkun, 8).

Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer etmesi, erkekleri tahrik edecek veya onların dikkatlerini üzerine çekecek kıyafet, davranış ve tavırlarda bulunmaması gereklidir. Bazı müslüman kadın ve kızların gayri müslim bayanlardan toplum içinde sadece başörtüsüyle ayrıldığı, onun dışında davranış ve hatta giysi yönüyle pek farklı olmadıkları görülen bir vâkıadır. Şuh kahkahalar, yabancı bir erkekle samimi tavırlar, aşırı serbest hareketler, müslüman bir hanıma yakışmayacak basitlikler içinde toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir şahsiyet problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan “çeyrek tesettürlü” bayanlar gittikçe daha artmaktadır. Ama, bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şamil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan tümüyle uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.

Tesettür, hanımlar için Allah’ın emirlerine uygun olarak örtünme demektir, iman alâmetidir, İslâm şiarıdır. Ruhumuz gibi, vücudumuz üzerinde de Allah’ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir tesettür…

Sağlam bir iman olmadan, başta duran başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; nefis, şeytan veya onların dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgârda uçup gidecek veya başörtülü ama çıplak denilecek tip oluşacaktır…

Modernizm, günümüzde faşist bir din halini almıştır. Global dünya dini olarak dayatılan bu emperyalist dünya görüşü, insanı tek tip haline getirip sürüleştirmekte, onu her yönüyle köleleştirmektedir. Batılılaşan bayan, niye giysisini, giysisiyle dikkat çekmek istediği vücudunu teşhir etme ihtiyacı duymaktadır? Modernizm şeklinde ortaya çıkan çağdaş Batı yaşama biçimi ve ideolojisi olan materyalizm, insanın rûhunu, mânevî dinamiklerini hiçe saymakta, kişiyi sadece sahip olduğu giysiden, arabadan, paradan, maldan ibâret kabul etmektedir. Bayanları da etten, deriden ibâret, giysiden, kozmetik ürünlerden, süslenmeden ibâret görmektedir. Batılı(laşmış) insan da kendine biçilen rolden memnundur. Zinâya yaklaşma ve yaklaştırma olacakmış, toplum ifsâd edilecekmiş, erkekler tahrik edilip günahlara dâvetiye çıkarılacakmış, böylece kendisinin yolunu tuttuğu Cehenneme nice erkekleri de sürüklüyor olacakmış, çağdaş bayanın umurunda değildir. Nasıl olsa, memlekette demokrasi var; canı ne isterse onu giyer, vücut onun değil mi, istediği gibi yapar

Kraliçe Çıplak: Andersen’in meşhur masalındaki çıplak kralın çıplaklığını göre göre kabullenip dile getirmekten çekinenler gibi oldu insanımız. Başlarındaki taç kabul ettiğimiz başörtüsü ile kral değilse bile bizim mahallenin kraliçeleri durumundaki başörtülülerin örtüyü istismar edip yozlaştırmasından dolayı “kraliçe çıplak!” diye bağırmayı göze alanlar olmazsa bu çıplaklık tüm toplumu mahvedecektir. “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkese yayılır ve hepinizi perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25)…

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1315&k=52

 

 

posted in GİYİM | 3 Comments

20th Eylül 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

DİNLERDE VE İSLAM’DA ÖRTÜNME

Örtünme konusu, fıkıh ve İlm-ü Hâl kitaplarında “setr-ü avret” başlığı altında ele alınmış ve namazın haricî şartlarından birisi olarak zikredilmiştir. Halbuki, halk arasında ayıp yerlerin örtülmesi olarak bilinen “setr-ü avret” hakkındaki talimatlar ile ziynet sayılan yerlerin örtülmesi hakkındaki talimatlar sadece namaz için verilmemiş, hayatın her anı için verilmiştir. Yani bu talimatlar, Müslümanların yaşadıkları her saatte, her dakikada ve her saniyede uymak durumunda oldukları, hayatlarının her anını ilgilendiren talimatlardır. Ayrıca, bu konunun dinî kitaplarda “setr-ü avret” konusu olarak değil de, Kur’an’ın konuya yaklaşımını kapsayacak şekilde “avret ve ziynetleri açığa vurmama” adıyla ele alınması daha uygun olacaktır.

 

Örtünmenin tarihi

Örtünmenin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü örtünme Rabbimizin buyurduğu gibi, tabiat şartlarına ve her türlü dış etkilere karşı korunmak için yapılmaktadır:

Nahl; 80, 81: Allah size, evlerinizden huzur ve sükûn yeri yaptı. Hayvan derilerinden de size, gerek göç gününüzde gerek konduğunuz sırada rahatça taşıyacağınız evler de yaptı. Ayrıca hayvanların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından belli bir süreye kadar kullanabileceğiniz giyimlikler, döşemelikler ve kullanım eşyası verdi.

Allah yarattıklarından sizin için gölgeler oluşturdu. Dağlardan sizin için sığınak evler yaptı. Sizin için sıcaktan koruyacak elbiselerle savaşta koruyacak elbiseler de yaptı. İşte nimetini üzerinizde böyle tamamlıyor ki, O’na teslim olup esenliğe ulaşabilesiniz.

Örtünmenin zaman içerisinde gösterdiği gelişme ise sadece korunmaya yönelik olarak; bulunulan bölgeye, iklim şartlarına göre olmamış, meslek, statü, yaş gibi sosyal yaşam içindeki farklılıklar da örtünmeyi değişik şekillerde etkilemiştir. Bazı kıyafetler belirli işleri yapanlara özgü kılınmış ve kıyafet farklılıkları yasal müeyyidelerle korunmuştur. Meselâ, Osmanlı imparatorluğunda halkın ancak tek sorguçlu sarık sarmasına izin verilmiş, iki sorguçlu sarık sadrazama, üç sorguçlu sarık da padişaha özgü kılınmıştır. Halkın içinde ayrı dinlere mensup erkek ve kadınlar, saraya mensup kimseler, esnaf… da, hep bu özelliklerini belli eden kıyafetler giymek zorunda bırakılmıştır. Kişilerin özelliklerini belli eden kıyafetler giymeleri, tüm dünya ülkelerinde günümüze kadar sürdürülmüş bir uygulamadır. Nitekim bugün mesleği askerlik, polislik, doktorluk, hemşirelik, hâkimlik, avukatlık, itfaiyecilik… olan kimseler, bu özelliklerini tanıtan kıyafetler giymektedirler.

Kıyafet şekillerinde belirleyici olan bir başka sosyal olgu da kölelik müessesesidir. Kölelik, Kur’an’ın indiği dönemde, dünyanın hemen her tarafında olduğu gibi Araplar arasında da yaygın bir uygulama olup, bu statüdeki insanların diğer insanlardan hemen ayırt edilmesi için kıyafetlerine bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Meselâ hür erkeklerin sarık sarmaları ve hür kadınların başlarına örtü almalarına karşılık kölelerin başlarını örtmelerine izin verilmemiştir. Araplar arasındaki başın örtülmesi ile ilgili kıyafet düzeni ise onlara geçmiş kültürlerden intikal etmiştir. Sümer tabletlerinin okunmasıyla Sümer tapınaklarında kadınların örtündükleri ortaya çıkmış, Asur kanunları da evli ve dul kadınları başlarını örtmeye mecbur etmiş, kızların, cariyelerin ve sokak fahişelerinin ise örtünmesini yasaklamış, bu yasağa uymayanlara da ceza verileceğini hükme bağlamıştır (Prof. Mebrure Tosun – Doç. Dr. Kadriye Yalvaç, Sümer, Babil, Asur kanunları ve Ammi-Aduqa Fermanı, Ankara, 1975, s.252, madde 40). Yani, Araplar arasındaki, kadınların başlarını örtmesi şeklindeki yerleşik alışkanlık, aslında bölgede çok eskiden beri uygulanmakta olan bir kıyafet şeklidir.

Yahudilikte ise “peçe” şekline dönüşmüş bir örtünme söz konusudur. Ama Yahudilikteki uygulama mahiyet itibariyle Sümer ve Asur’dan gelip Araplar arasında devam eden örtünmeden önemli bir farklılık arz eder. O zamanın örfüne, törelerine göre, toplum içindeki kötü kadınların, fahişelerin örtündükleri anlaşılmaktadır:

Tekvin 38. Bab’dan:

“………Ve işte, kaynatan sürüsünü kırkmak için Timnat’a çıkıyor, diye Tamar’a bildirildi. Ve üzerinden dulluk esvabını çıkardı, peçesiyle örtündü, ve Timnat yolu üzerinde olan Enaim kapısında sarınıp oturdu; çünkü Şelanın büyüyüp kendisinin ona karı olarak verilmediğini gördü. Ve Yahuda onu görünce, kendisini kötü kadın sandı; çünkü yüzünü kapatmıştı. Ve yolda onun yanına inip dedi. Rica ederim, gel senin yanına gireyim. Çünkü onun kendi gelini olduğunu bilmedi. Ve dedi: Yanına girmek için bana ne verirsin? ….”

Tekvin 24. Bab, 65. cümle:

“Ve köleye dedi: bizi karşılamak için tarlada yürüyen bu adam kimdir? Ve köle: Efendimdir, dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.”

Kitab-ı Mukaddes’in, Tesniye bölümünün, 23. Bab’ında da, İbranilerin içinde kendini fuhuşa vakfetmiş kadınların bulunduğu, İsrailoğullarından böylelerinin bulunmaması ve fuhuştan kazanılan paranın Allah için harcanmaması istenmektedir.

Hıristiyanlıkta da örtünme konusu İncil’e girmiştir.

İncil, Korintoslulara 1. mektup, 11. Bab, 4-6. cümleler:

Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak duâ eden, yahut peygamberlik eden kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir nevi aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek Allah’ın sureti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir. Fakat kadın erkeğin izzetidir.”

Özetlemek gerekirse örtünme, İslâm öncesi devirlerde, o günün yaşamındaki sosyal farklılığın bir nişanesi olarak kanunlara konmuş ve üniforma niteliği kazanmış bir uygulamadır. Kur’an’ın indiği dönemdeki Arap toplumunda da örtünme, evli ve hür kadınlar ile hür olmayan kadınları ayırt etmektedir.

Arapların, örtünmeyi gelenekleri doğrultusunda uyguladıkları başka kaynaklarda da yer almaktadır. Meselâ, Sahib-ül Keşşâf; Zemahşerî, o dönemi şu sözlerle anlatmaktadır:

“Arap kadınlarının yaka yırtmaçları genişti. Aradan gerdanları, göğüsleri ve göğüslerinin çevreleri görünürdü. Baş örtülerini arkalarına sarkıtırlar, fakat önlerini açık tutarlardı. Boyun, göğüs kısmındaki açıklıkların kapanması için örtülerini yaka yırtmaçlarının üzerinden örtmeleri emredilmiştir.”

Bu ifadeler, Araplarda geleneksel olarak baş örtüsünün var olduğunu göstermektedir. Zaten ayette de “hımarlarını yaka yırtmaçlarının üzerine salsınlar.” denilerek “hımarın/ başörtüsünün” Araplar arasında kullanılan bir örtü olduğu vurgulanmıştır.

Yine, eserlerinde Arapların İslâmiyetten evvel başörtüsü kullandıklarına yönelik bir çok açıklama bulunan İbn-i Kesir şöyle demiştir:

“Başörtülerini, gerdanlarını gizleyecek biçimde göğüslerinin üstüne koymaları emredilmiştir ki cahiliye kadınları gibi yapmasınlar. Çünkü o dönemde kadın, gerdanı açık şekilde erkekler arasında dolaşırdı. Hatta boynunu, saçının örüklerini, kulağının küpelerini gösterirdi. Allah, inanan kadınlara, heyetlerini ve hâllerini örtmelerini emretti”

İbn-ül Esir’in, Usd’ul ğâbe fi Ma’rifetisahabe adlı eserinde (1/321, el-Mektebetül İslamiyye) yer alan şu tarihî olay da, daha Nur suresi inmeden, o günkü kıyafet hakkında dikkat çekici bilgiler vermektedir:

“Henüz Müslüman olmazdan evvel, babasıyla birlikte Mekke’ye gelip orada insanların, bir zatın başına toplandıklarını gören Hâris el Ğâmidî şöyle demiş. Babama:

– Şu topluluk nedir? dedim. Babam:

– Onlar, içlerinde bir Sâbiî’nin başına toplanan kimseler, dedi.

Yaklaştık, bir de gördük ki: Allah’ın elçisi, halkı Allah’a kulluğa ve inanmaya çağırıyor, onlar da ona eziyet ediyorlar. Nihâyet güneş yükseldi, halk onun başından dağıldı. Elinde bir su kabı ve mendil bulunan bir kadın geldi. Ağladığı için gerdanı açıldı. Allah’ın elçisi kabı aldı, içti, abdest aldı, sonra başını kaldırıp kadına:

Kızım, başındaki örtüyle gerdanını kapat, babanın yenilip ezileceğinden korkma! dedi.

Bu kadın kimdir? dedim.

– Bu, kızı Zeynep’tir, dediler.”

Ahkâm-ül Kur’an’da da (3/1575), Ömer’in çarşıda örtüsüz bir kadını tartakladığı, konu peygamberimize intikal edince peygamberimizin Ömer’in bu davranışını onaylamadığı, Ömer’in de “Ben onu örtüsüz görünce cariye sandım” diyerek kendini savunduğu ve yine Ömer’in hür kadınlar gibi örtünen bir cariyeyi “örtünmemesi, hürlere benzemeye çalışmaması için” azarladığı bildirilir. Bütün bu tarihî olaylar Arap toplumunda hür kadınların başlarına örtü aldıklarını, bunun çok eski bir gelenek olduğunu kanıtlar. Çünkü Ömer, yukarıda anlatılan davranışlarını, o zamanlar örtünmeyle ilgili, kılık kıyafetle ilgili herhangi bir ilâhî hüküm olmaması sebebiyle sırf toplumun geleneklerine aykırı bulduğu için yapmıştır.

Kısacası başörtüsü, hür kadınlar ile hür olmayan kadınları birbirinden ayırt eden ve iffetle hiç alâkası olmayan bir cahiliye dönemi simgesidir. Yani o dönemde yaşayan bütün hür kadınların (iffetli veya iffetsiz) mutlaka başlarını örtmeleri söz konusudur. Hür olmayan kadınların ise (iffetli veya iffetsiz, Müslim veya gayrimüslim) başlarını örtmeleri kesinlikle mümkün değildir. Kadınlara ait bu ayırt edici özelliğin zaman içinde çarpıtılarak değişik kurgulara alet edilmesine karşılık erkekler için aynı ayırt edici özellik olan sarık üzerinde herhangi bir kurgulama yapılmamıştır.

 

İslâm’daki örtünme ve amacı

Erkek ve kadın arasındaki karşılıklı cinsel eğilim yaratılıştan mevcuttur. Yüce Allah bu eğilimi, yeryüzünde hayatın devam etmesi ve insanoğlunun yeryüzünde halifeliğini gerçekleştirmesi için bir sebep yapmıştır. Dolayısıyla bu fıtrî eğilim, fizikî fonksiyonlar tamamen tükenene kadar sürmektedir. Ancak dinimiz, iki cins arasındaki bu fıtrî arzunun yapay yollarla kışkırtılmadan, doğal mecrasında, yani güvenli ve temiz konumda gelişmesini ve tatminini düzenlemiş, bireylerin bu arzuların esiri olmak suretiyle alt yapısı aile olan toplum düzenini çökertecek davranışlardan uzak durmasını istemiştir. Dolayısıyla da, karşı cinsler arasındaki davetkâr arzularla doğrudan ilişkili olan kıyafet konusunda bir takım düzenlemeler yapmıştır.

Demek oluyor ki getirilen esasların amacı, ilkel kanunlar ve kültürlerde olduğu gibi, toplum bireyleri arasındaki sosyal farklılığın gösterilmesi değil, toplumda barış ve mutluluk içerisinde bir hayat tarzı sağlamak üzere fitne ve fesadın önlenmesidir. Çünkü bu arzuların toplum yaşamının her anında çeşitli yöntemlerle uyarılması hâlinde şehvete dönüşmesi, toplumun çekirdeği olan aile düzenini bozacak iffetsiz davranışlara, taciz, tecavüz ve kıskançlık kaynaklı huzursuzluklara yol açması hiç de zor değildir. Oysa İslâm dini, şehvetin her an uyarılmadığı, bu gibi tahriklerin et tutkusuna dönüşüp kan dökme tepkileri oluşturmadığı, temiz bir toplum amaçlamaktadır. Devamlı tahrik edilen arzular, sönmeyen ve doyulmayan bir şehvet azgınlığını meydana getirecek, toplumda fitne ve fesat çığ gibi büyüyecektir. Tarihte fuhşiyat bataklığına düşen, buhranlar içinde yok olan bir çok toplumun varlığı bilindiği gibi, günümüzde de bu yolda olan toplumlar dünyanın her tarafında görülmektedir.

İslâm’ın insanlar için seçtiği yol, yöntem ise bellidir: İnsan, gücünü hayatın zorluklarıyla uğraşmaya yöneltmeli, fıtratındaki gerek cinsel gerekse diğer bencil arzularını şehvete dönüştürmeden terbiye etmelidir. Yukarıda Nahl suresinin 80 ve 81. ayetlerinde görüldüğü gibi, örtünmenin, giyinmenin asıl amacının, sıcak-soğuk gibi tabiat şartlarına ve herhangi bir fiilî müdahaleye karşı bedenin korunması olduğunu bildiren Kur’an, giyinip kuşanırken nelere dikkat edilip toplumdaki nezahetin sağlanması gerektiğini de bildirmiştir.

 

Giyim kuşamı belirleyen ayetler

Bu konudaki ayetler Ahzab ve Nur sureleri içinde yer almakta olup, her iki sure de Medine’de inmiştir.

O günün şartlarında evlerin içinde tuvalet olmadığı için herkes def’i hacet için yerleşim yerlerinden biraz uzakta, tenha bir yerde ihtiyacını giderirdi. Bu durum ise Medine’nin berduşlarını, zamparalarını harekete geçirir ve bunlar evli olmayan cariyelere veya fahişe görünümlü kadınlara (cariyeler de fahişeler de örtüsüz olurdu) sarkıntılık ederlerdi. Kadının evli ve sahipli olduğu belli ise tacizde bulunamazlardı. Yani özellikle, başlarını örtmeleri yasak olan cariyeler ile fahişe görünümlü kadınlar, bu saldırıların hedefi durumundaydılar.

İşte böyle bir ortamda peygamberimizin eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, “cilbab”larını üzerlerine almalarını söyleyen ayet inmiş ve tanınıp sataşılmaması için böyle yapmalarının uygun olacağı bildirilmiştir:

Ahzab; 59: Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini üzerlerine alsınlar. Tanınıp incitilmemeleri için bu daha uygun bir yoldur. Allah Gafur’dur, Rahîm’dir.

Ayette açık ve net olarak “cilbab”larını/ ev dışı elbiselerini giyen kadınların tanınacağı, bilineceği, dolayısıyla da incitilmeyeceği söylenmektedir. Yani bu ayete göre kadınların örtünmelerinin gerekçesi incinmemektir, yoksa daha dindar, daha namuslu ve daha takvalı olacakları değil.

Bu ayetin iyi ve doğru anlaşılması için öncelikle “cilbab”ın ne olduğunun bilinmesi ve sonra da “cilbab” giymenin gerekçesinin, Kur’an’da bildirilenin dışına çıkarılmaması gerekmektedir.

Bazıları “cilbab”ı Arapların bugün “abâye” dedikleri; baştan aşağı salınan, dış giysiyi önden ve arkadan kapatan bir örtü olarak, bazıları da sadece gözleri açık bırakmak suretiyle yüzü ve bütün vücudu tepeden tırnağa kapatan bir örtü olarak tanımlarlar. Bu tanımlar örtünme konusunda ifrata kaçan kesimler tarafından ortaya atılmış görüşler olup, aslında Kur’an ile bağdaşmayan tanımlardır. Çünkü aşağıda görüleceği gibi kılık kıtafet konusunu belirleyen diğer ayette (Nur; 31), “… örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar/ salsınlar.” denilmektedir. Eğer “cilbab”, bazılarının dediği gibi baştan aşağı vücudu örten bir elbise olsaydı, o elbise göğüslerdeki yırtmaçları da kapatır ve Rabbimizin Nur suresinin 31. ayetindeki emrine gerek kalmazdı. Soğuk, sıcak ve diğer haricî etkilerden korunmak amacı dışında iffet gerekçesiyle üst üste iki örtünün giyilmesi anlamsız olacağına göre, “cilbab” Kur’an’a göre de vücudu baştan aşağı örten bir örtü olarak kabul edilmemektedir.

“Cilbab”, Ragıb’ın ifadesi ile; “Gömlek ve örtünün adı”, Ikrime’nin tarifine göre de; “Boyundan aşağı salınan, dış giysileri kapatan örtüdür.

Bu durumda “cilbab”, o günün Araplarının gelenekleri gereği giymiş oldukları -başlardan aşağı değil, boyunlardan, omuzlardan aşağıyı örten- bir elbise çeşidi olup, bu günkü ceket, pardösü, manto gibi giysilerin yerini tutmaktadır. Ayetten anlaşıldığına göre “cilbab” (pardösü, ceket) giyenler göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklardan da göğüsleri, gerdanları gözükebilir. Yani, “cilbab”ın mutlaka tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması lâzım diye bir kayıt yoktur. Zaten o günün Arap kadınlarının bir kısmının çıplaklığa yakın, göğüsleri açıkta dolaştığı da bilinmektedir. Hatta İslâm’ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Kâbe’yi çırılçıplak olarak tavaf ettikleri hem Kur’an’da hem de tarihî kaynaklarda yer almaktadır. (Geniş bilgi için: Kurtubî, el-Cami lil-Ahkâm-il Kur’an 7/189)

Her ikisi de Medenî olan Ahzab ve Nur sureleri arasındaki iniş sıralaması farkını ileri sürerek, Nur suresinin 31. ayetinin daha evvel inmiş olduğunu ve bu ayetin daha sonra inen Ahzab suresinin 59. ayeti ile neshedilmiş olduğunu iddia etmek ve bu iddiaya dayandırmak suretiyle “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu savunmak, ayetin tümünün ahkâmını göz ardı etmek demektir. Hele bu iddia, ayetleri bir takım yanlış inançlara uydurmaya çalışmak için yapılıyorsa çok korkunç bir cinayettir.

Sonuç olarak Ahzab suresinin 59. ayetinin amacı, mümin kadınların cariyelere veya fahişelere benzetilmesini ve incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri en aza indirmektir.

Konumuz ile ilgili olan diğer ayetler Nur suresinin 30 ve 31. ayetleridir:

Nur; 30, 31: Mümin erkeklere söyle:

bakışlarının bir kısmını kıssınlar.

Irzlarını/ bellerini korusunlar.

Bu onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan haberdardır.

Mümin kadınlara da söyle:

Bakışlarının bir kısmını kıssınlar.

Irzlarını/ eteklerini korusunlar.

Ziynetlerini -görünenler hariç- açmasınlar.

Örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.

Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler:

Kocaları,

Yahut babaları,

Yahut kocalarının babaları,

Oğulları, yahut kocalarının oğulları,

yahut kardeşleri,

yahut kardeşlerinin oğulları,

yahut kadınlar,

yahut ellerinin altında bulunanlar,

yahut kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar,

yahut kadınların avretlerini/ cinsel organlarını henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar.

Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar.

Ey Müminler, hepiniz topluca Allah’a tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz.

Görüldüğü gibi bu ayetlerde iffet kuralları, kapsamı ve istisnaları ile açıklanmıştır. Ancak, bu konu kapsamında değerlendirilmesi gereken bir istisna daha mevcut olup, bu istisna da yine Nur suresinde yer almaktadır. Bu istisnanın baştan açıklanmasında, Nur suresinin 30 ve 31. ayetlerinin bütünlüğünü bozmaması bakımından yarar vardır:

Nur; 60: Artık nikâh arzuları kalmamış, hayızdan ve evlâttan kesilen kadınların, süslerini göstermek için ortalıkta dolaşmamaları şartıyla örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmak için titiz davranmaları, onlar için daha hayırlıdır. Allah, her şeyi işitir, her şeyi bilir.

Bu ayette, ziynetlerini açığa vurmama talimatından müstesna kılınan kimseler bildirilmiştir. Gerçekten de yaşlı, menopoza girmiş kadınların sağlık yönünden (kemik erimesi) Güneş ışını almaya başkalarına nazaran daha fazla ihtiyaçları vardır ve ayet, müstesna kılmak suretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama ne yazık ve ne gariptir ki kendilerine bu imkân sağlanmış olan kadınların çoğu, Yüce Allah’ın verdiği bu ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler.

Yukarıdaki istisna dışında kalan mümin kadınların örtünmelerine ilişkin hükümleri içeren Nur suresinin 31. ayetini cümle madde madde tahlil etmekte yarar vardır:

Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarından bir kısmını kıssınlar.

30. ayette mümin erkeklere de aynı talimat verilmiştir. Dikkat edilirse, yasaklanan bakışların tamamı değil, bir kısmıdır, bazılarıdır. Ayetin sadedinden, bu bakışların, davetkâr, tahrik edici, şehvet uyandırıcı bakışlar olduğu anlaşılmaktadır. Yani, hem kadının hem erkeğin, fıtratlarında var olan arzuları uyandırarak şehvete dönüştürecek tarzda birbirlerine bakmamaları, iffetlerini korumaları gerekmektedir. Bu arzuları uyandırmadan birbirlerini görmelerinde ise sakınca yoktur. Fakat Âl-i Imran suresinin 14. ayetinde bildirildiği gibi erkek ile kadın arasındaki çekim, her ikisinin de fıtratlarında olduğu için, sürekli bakışların bu arzuları uyandırması kuvvetle muhtemeldir.

Irzlarını/ eteklerini korusunlar.

Yani, zina ve zinaya uzanan hareketlerden kaçınsınlar.

Ziynetlerini -görünenler hariç- açmasınlar.

Ziynet; Kur’an dilinde, güzelleştirmeye, güzel ve çekici göstermeye, hoşlanacak hâle getirmeye yarayan süs demektir. Nitekim dinimizde de bir takım süs eşyalarına “ziynet eşyası” denilmektedir. Sözcük Kur’an’da hem olumlu hem de olumsuz olarak bu anlamda kullanılmıştır.

Şeytanın, inkârcılara, kendi kötü amellerini güzel-hoş gösterdiğini bildiren En’âm suresinin 43. ve Enfal suresinin 48. ayetleri ile Karun’un, kavminin karşısına ziyneti ile çıktığını bildiren Kasas suresinin 79. ayeti, sözcüğün olumsuz anlamda kullanılışına birer örnek teşkil etmektedir. Olumlu anlamda kullanıma örnek ayetler ise; Allah’ın imanı müminlere sevdirerek kalplerini süslediğini bildiren Hucurat suresinin 7. ayeti, gökyüzünün kandillerle süslendiğini bildiren Fussılet suresinin 12. ayeti ile Mülk suresinin 5. ayeti ve Musa peygamberin, Firavun’un büyücüleriyle buluşma gününün -kendi zaferinden emin olduğu için- “ziynet günü” olmasını istediğini bildirdiği Ta Ha suresinin 59. ayetidir.

“Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür.” (Kehf; 46) ayeti de, hem ziynet sözcüğünün kapsamını belirtmekte ve hem de Arapların ziynet sözcüğüne nasıl bir anlam yüklediğini en iyi şekilde anlatmaktadır.

Ancak, konumuz olan ayette, kadınlardan namahrem olanlara göstermemeleri emredilen ve ayaklarını yere vurmak suretiyle belli etmemeleri istenen ziynetler, hiç şüphesiz, bilezik, kolye, küpe, halhal, hızma, pazubent ve gerdanlık gibi takılar değildir. Bu ayetteki ziynetin bu çeşit takılar olduğunu düşünmek, ayetin hedefi açısından son derece isabetsiz olur ve ayet hiç anlaşılamaz. Çünkü, bir an için ziynet sözcüğü ile takıların kastedildiği düşünülecek olursa, Allah’ın bu ifadeyle kadınların takı takmalarını esasında uygun görmüş olduğu zımnen kabul edilmiş olur. Bu takdirde ise hem takı takmanın sakıncasız görülmesi hem de takıların saklanmasının istenmesi gibi bir durum ortaya çıkmaktadır ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira takı, göstermek için takılır. Görünmemesi gereken takının herhangi bir anlamı olmaz.

Bu ayetteki “ziynet” sözcüğünden, takı türü eşyaların anlaşılması, ayetin bütünselliği açısından da mümkün değildir. Şöyle ki: Kadınların taktıkları süs eşyaları, cinsel tahrik unsuru olmaktan çok gururlanmak, büyüklenmek, argo tabiri ile hava basmak amacı ile takılan eşyalardır. Eğer bu ayet ile böbürlenmenin, hava basmanın önüne geçilmek istenseydi, ziynetlerin herkesten saklanması talimatı verilmesi gerekirdi. Oysa ayette kadınların ziynetlerini diğer kadınların yanında açabilecekleri ifade edilmektedir. Şu halde bu ayette konu edilen “ziynet”, gösterişe yönelik takılar değil, erkeklerin yanında açığa vurulmaması gereken, bu sebeple de cinsel arzu uyandırdığının düşünülmesi gereken başka “ziynet”lerdir. Ayrıca da Rabbimiz, A’râf suresinin 31 ve 32. ayetlerinde “Ey Âdemoğulları! Tüm mescitlerde süslü, güzel giysilerinizi kuşanın. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı süsü, güzel ve tatlı rızıkları kim haram etmiş? …” demek suretiyle, takı türünden olan ziynetlerini, kadın-erkek herkesin mescit gibi en kalabalık yerlerde teşhir etmelerini istemiş, hem de buna altın veya gümüş gibi bir istisna getirmemiş, kısıtlamamıştır. Demek oluyor ki, bu ayetteki “ziynet” sözcüğü süs eşyası değil, sözlük anlamına uygun olan bir mecazî anlamla; “kadının, erkekler tarafından cazibeli görülen, çekici bulunan, cinsel arzuların uyanmasına vesile olacak olan vücut organları” anlamındadır. Ancak, ziynet olan bu organlardan sadece belli organlar anlaşılmamalı, kadının hemen hemen bütün vücudunun ziynet olduğu unutulmamalıdır.

Rivayet dayanaklı tefsirlere (!) bakılacak olursa, bir kısmında ayette geçen “ziynet”in “takılar” demek olduğu, diğer kısmında da “ziynet” sözcüğü ile takılardan çok, bu takıların takıldığı ziynet yerlerinin kastedildiği şeklinde açıklamalar görülmektedir. Bu tefsircilere (!) göre ziynetin gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi de haram olmaktadır. Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve gerdanlıktan ibaret bu ziynetlerin kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik dışındakilerinin gösterilmesi haramdır.

Rivayetlere dayandırılarak ortaya atılmış olan bu gibi görüşler, rivayet sayısı ile doğru orantılı olarak bir hayli fazla sayıdadır. Kur’an’dan ayrılmamak için, zaten Müslümanlar tarafından bir çoğu bilinen bu görüşlere burada daha fazla girilmemiştir.

Sonuç olarak Nur suresinin 31. ayetindeki “ziynet” sözcüğü, ayetin devamından da kolayca anlaşılacağı gibi; “kadınların cazip yerleri, yani erkekler için cinsel tahrik unsuru olan, kadınların da erkeğe kendisini beğendirebilmek için kullanabileceği organlardır.

 

Kadının saçları ziynet midir?

Saçlar doğal hâlleriyle ziynet değildir. Ama erkeklerin dikkatini çekmek üzere boyanıp şekillendirilen saçlar, ziynet özelliği kazanır. Böyle saçlar, erkeklerin karşı cinse olan arzularını uyandıracağından, bu ayet kapsamında gizli tutulmalıdır. Zaten, kadınların başlarını örtmelerinin, ziynetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli olduğu, ayetin bu kısmından çıkartılır. Yoksa aşağıda yer alan “örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.” bölümünden değil.

 

Kadının sesi ziynet midir?

Yine saçlar gibi doğal olan, konuşmada ve okumada kullanılan normal sesin ziynetliği konu edilemez. Ama sesin, çeşitli gayretlerle (meselâ, kısık ses çıkartılarak) sahibini şuh, istekli, işveli göstermesi mümkündür ve karşı cinse âdeta mesaj veren bu tip sesler ziynet sınıfına girer.

….. -görünenler hariç- ……

Bu istisna cümlesi ile ilgili olarak bugüne kadar bütün yazılanlar, anlatılanlar ayetin lâfzî manasını ifade etmekten uzak kalmıştır. Çünkü bu ayetin meal ve tefsirlerini (!) yazanlar, rivayetler ve hikâyeler arasında ayetin lâfzî manası ile birlikte kaybolup gitmişler, sonuçta da hiç kimseyi ikna ve tatmin edememişlerdir.

Meselâ, Abdullah ibn Abbas, bu ifade ile yüz ve iki avuç ile yüzüğün kastedildiğini söylemiştir. Çünkü dayandığı rivayette peygamberimizin öyle söylediği yazmaktadır:

“Hz. Ebu Bekr’in kızı Esma (Peygamber efendimizin baldızı) Peygamber efendimizin yanına ince bir elbise ile varmış, Peygamber efendimiz yüzünü öteye çevirmiş:

– Ey Esma, kadın ergenliğe erince şundan, şundan başkasını göstermesi doğru değildir, diyerek yüzünü ve avuçlarını göstermiş.”

Yüz ve eller dışında kadın vücudunun her tarafının avret, yasak mıntıka sayılacağına dair yüzlerce farklı rivayet, binlerce farklı görüş vardır. Bu konuda mezhepler de farklı yaklaşımlar sergilemişler, hatta “görünenler hariç” ifadesiyle, kadınların giydiği elbisenin renginin, deseninin murat edildiği görüşünü ileri sürüp, kadının gözleri dahil tüm bedenini dışarı çıkarttırmayanlar bile olmuştur. Ama bu görüşlerin hiçbirisi kaynağını Kur’an’dan almamaktadır. Bu görüşlerin sahipleri, Kur’an’ın açıkça bildirimde bulunduğu bir konuda, Kur’an anlaşılmıyormuş gibi Allah’ın maksadını açıklamaya çalışmak görüntüsü altında, aslında Kur’an’ı Arapların cahiliye kültürüne kurban etmeye uğraşmaktadırlar. Halbuki ayetin anlaşılmaz bir ifadesi yoktur, ne kastettiği açıktır.

Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu ziynettir. Erkek için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu ziynet kadının kendisi için de, karşı cinsi cezbetmeye yarayan bir silâh gibidir. Fakat, Rabbimizin bizlere sunduğu hayat ev dışına, dünyaya çıkmayı ve sürekli çalışmayı gerektirmektedir. Yani herkes toplum içinde bir yer edinmelidir. İnsan; ayaklarıyla yürüyecek; elleriyle çeşitli işler yapacak, yazacak; gözleriyle görecek, okuyacak; dudaklarıyla konuşacak, gülecektir ki, toplum içinde yer alabilsin, tanınsın. Yani insanın toplum içinde yaşayabilmesi için ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev görür vaziyette; açık ve serbest olması lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların ziynet olduğu şüphesizdir. Çünkü onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, yanaklarındaki gamzelere binlerce, şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte açıkta olan ziynetler bunlardır; eller, ayaklar ve yüz. Tabiî ki yüzde olan kaşlar, gözler, dudaklar, yanaklar da. Ama bu ziynetler açıkta olmalıdırlar, olmazlarsa işlev göremezler. Ayrıca, bu uzuvlar, yani yüz ve yüzdeki uzuvlar, kişilerin kimliklerinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden ayırt edilirler ve bu tefrik, yani kimin kim olduğunun bilinmesi sosyal hayatın en önemli gereğidir. Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması anlamına gelir. Yüzü örtülü bir hırsız, bir cani, bir zâni tespit edilemez ve böyle bir duruma da toplum yaşamında hiçbir işlem için izin verilemez. Dolayısıyla bu organlar ziynet olmalarına rağmen açıkta tutulmalıdır. Bir kadının göğüsleri, kalçası, karnı, kasığı açıkta olmazsa, onun toplum içindeki yaşamında bir aksama meydana gelmez. Ama yüz ile normal işleve engel olmayacak şekilde ellerin ve ayakların açıkta bulunmaması, kişinin çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını olumsuz yönde etkiler. Bunlar dışındaki organlar ise, mümin kadınlar tarafından açığa vurulmamalı, böylece erkekler için tahriklere ve kendileri için de tacizlere yol açılmamalıdır.

Temel kaynaklardan öğrendiğimize göre asr-ı saadet denilen dönemde peygamberimizin eşlerine yolda rastlayanlar, onlarla kim olduklarını bilerek, isimleriyle hitap ederek konuşmuşlardır. Onların yüzleri kapalı olup da elbiselerinin önünde ve arkasında, bugünkü araç plâkaları gibi, tanıtıcı yazılar olmadığına göre, müminlerin anneleri olan peygamberimizin eşleri de yüzlerinden tanınmıştır.

Bu konuda üzerinde durulması gereken diğer bir husus da erkeklerin durumudur. Zannedildiği gibi toplumun iffetini sağlamak sadece kadınların görevi değildir. 30. ayette kendilerine “bakışlarının bir kısmını kıssınlar” diye emir verilmiş olan erkekler de toplumda iffetin sağlanmasına mecburen katılacaklardır. Onlara düşen görev, kadınların örtmek zorunda olmadıkları ziynetlerine arzu uyandırmadan, davetkâr olmadan, “bakışlarını kısarak” bakmaktır. Böylece toplumun iffeti her iki cins tarafından ortaklaşa gerçekleştirilecektir.

Önemli not: Ayette kadınlara, görünenler hariç ziynetlerini örtüyle örtmeleri söylenmemiş, açığa vurmamaları söylenmiştir. Yani kastedilen cildin görünmemesi, üzerlerinin elbiseyle örtülmesi değil, ziynetlerin belli edilmemesidir. Gerçekten de çok dar kıyafetlerle belin inceliğinin, kalçanın ve kasıkların yapısının, göğüslerin büyüklüğünün, başkaları tarafından, çıplak olunmasından farksız biçimde anlaşılması, görülmesi mümkündür. İşte “açığa vurmak” tabiri böyle durumları kapsamaktadır. Allah’ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet korunacak, dişilik dışa vurulmayacaktır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış gibi gözükse de bu yalancı bir görünüştür. Çünkü tesettür adı altında giyilen model model elbiseler, kadınların ziynetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da açmaktadır. Tesettür artık bir kazanç sektörü hâline gelmiştir ve modaya kurban gitmiştir. Bir başka ifade ile tesettür, kadını örtmekte ama aslında daha çekici hâle getirmekte, yani yeni bir “örtülü çıplaklar” kitlesi oluşturmaktadır.

Örtülerini/ başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.

Ayetin bu kısmının iyi anlaşılabilmesi, “humur” sözcüğünün anlamının iyi bilinmesine bağlıdır.

“Humur” sözcüğü, “örtmek” anlamındaki “hamr” kökünden türetilmiş ve “örtü” demek olan “himar” sözcüğünün çoğuludur. Lisan-ül Arab, el-Mu’cem ül-Vasıf, el- Müncid, Tac ül-Arus gibi temel kaynak niteliğindeki lügatlerde “himar”ın özel olarak başörtüsü anlamında olmayıp, genel “örtü” anlamında olduğu yer almakta ve başörtüsü anlamında da “mikna’” ve “nasıyf” sözcükleri gösterilmektedir. Örfte ise kadının başörtüsünün adı olan “himar” sözcüğünün, Kur’an’ın indiği dönemde de bu örfî anlamı taşıyıp taşımadığı kesin olarak tespit edilememektedir.

“Ceyb”, yaka, gömleğin göğüs yırtmacıdır. “Örtülerini yakalarının üstüne koysunlar.” cümlesinde, “himar” sözcüğü genel anlamı olan “örtü” olarak değerlendirilirse, ayette kadınlara örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymalarının emredildiği söylenebilir ki bu durumda başörtüsü söz konusu değildir. Yani ayette başın değil, göğsün örtülmesi emredilmiş olur.

Ama “himar” sözcüğü özel anlamı olan “başörtüsü” olarak değerlendirilir ve Kur’an’da da bu anlamda kullanıldığı kabul edilirse, ayette kadınlara, başörtülerini yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmalarının emredildiği söylenebilir. Bu takdirde “himar”, saçları kapatan başörtüsü olmaktadır. Kur’an’ın indiği dönemde hür kadınların başörtüsü kullandıkları bir gerçek olduğuna göre sözcüğün Kur’an’da bu anlamda kullanılmış olma ihtimali de vardır.

“Himar” sözcüğü üzerinde bugüne kadar bir çok yorum yapılmış ve bu yorumlar sonucunda olur olmaz bir çok görüş ortaya çıkmıştır. Ama maalesef sağlam bir ortak görüş belirlenememiştir. Bu durum, kesinlikle, toplumda yerleşmiş olan hataları, yanlışları açıklama ve düzeltme çabası ve cesareti gösteremeyen “din bilgini” denilen kesimin suçudur.

Arap kadınlarının göğüs kısmı yırtmaçlı elbiseler giydiği mütevatir bilgilerle sabit olduğuna göre bizim görüşümüz; göğüsleri açık kadınlara, başlarına örttükleri örtüleri göğüslerinin üzerine indirerek göğüslerini de örtmelerinin emredildiği yolundadır. Dikkat edilirse Kur’an’da açıkça “başlarını örtsünler” şeklinde bir ifade bulunmamakta, “başörtülerini salsınlar” ifadesi yer almaktadır. Bu durumda ayetten, mantıken, başların örtülü olarak kabul edildiği ve var olan bu fiilî durumun problem teşkil etmediği sonuçlarını çıkarmak mümkündür. Fakat Arap kadınları başörtülerini sırtlarına sarkıtıyor olmalılar ki, gerdan ve göğüs kısımları açıkta kalmakta ve ayette de bu kısmın, başörtüsünün göğüs yırtmacının üzerine salınması suretiyle kapatılması istenmektedir. O çağda sutyen tipi iç çamaşırlarının henüz keşfedilmediği gerçeği göz önüne alındığında, Arap kadınlarının göğüslerinin görülebilmekte olduğu ama onların bunu umursamadıkları anlaşılmaktadır. İşte başörtüsünün göğüs üzerine indirilmesi de bu gerekçe ile istenmektedir. Eğer başlardaki örtü Rabbimizin tasvip etmediği bir şey olsaydı, baştaki örtüden hiç bahsedilmeden sadece göğüslerin kapatılması üzerinde durulur ve “yırtmaçsız elbise giysinler” veya “yırtmaçlarını diksinler” türünden emirler verilirdi. Bu durum da göstermektedir ki, Yüce Allah toplumun başörtüsü geleneğine müdahale etmemiştir.

Sonuç olarak ayetin bu kısmında başların örtüleceğine dair bir anlam yoktur. Başların örtülmesi; ziynetleştirilmiş saçların saklanması, yukarıda açıkladığımız gibi, ayetin “ziynetlerini açığa vurmasınlar…” bölümünden anlaşılmaktadır.

Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler:

Kocaları,

yahut babaları,

yahut kocalarının babaları,

oğulları, yahut kocalarının oğulları,

yahut kardeşleri,

yahut kardeşlerinin oğulları,

Burada sayılan kişilerin ayrıca açıklanmasına gerek yoktur, herkes tarafından anlaşılmaktadır.

yahut kadınlar,

Buradaki “nisâihinne” sözcüğü Ahzab suresinin 55. ayetinde de geçmekte olup, “o kadınların kadınları” demektir. Ancak bu sözcüğün sonundaki “hinne” cem’i müennes zamiri, ayetin icaz ve edebî yapısından, armonik özellik sebebiyle burada yer almıştır. Yani bu zamirin, sözcüğün sonunda yer alması Üslûp birliği ve galip ihtimale göredir (ilm-i meânî). Dolayısıyla sözcük anlamlandırılırken bu zamir ihmal edilmeli, “nisâihinne” ifadesi “o kadınların kadınları” olarak değil, “kadınlar” olarak değerlendirilmelidir. Bu hususu dikkate almayan bir çok tefsir (!) ve fıkıh bilgini, kadınların kadınlarının kimler olacağı hakkında çıkmaza girmişler, olur olmaz fetvalar üretmişlerdir.

Ayetteki ifade ile tüm kadınlar, kadın cinsi kastedilmiştir. Dünyadaki tüm kadınlar (Müslim veya gayrimüslim) birbirlerinin mahremidirler yani birbirleriyle evlenemezler. Dolayısıyla kadının, kadına haram kılınmasının mantığı yoktur. Şeriatta da anlamsız hüküm bulunmadığından, kadınlar, ziynetlerin açığa vurulmaması emrinin istisnaları arasında yer almıştır. Ender karşılaşılan lezbiyenlik ise, bir sapkınlık, bir sapıklık olduğu için, hiç kale alınmamış, ihmal edilmiştir.

yahut ellerinin altında bulunanlar,

Bu ifade, o günkü yasalara göre kişilerin, üzerinde hak sahibi oldukları köleleri ifade etmektedir. Bazıları burada sadece kadın kölelerin, yani cariyelerin murat edildiğini söylemişlerse de ayetteki ifade geneldir ve kadın-erkek tüm köleleri kapsar. Gerçekten de köleler, üzerlerinde hak sahibi olan kişilerle sürekli beraber oldukları için aile bireyleri gibi olmuşlardır. Onlardan gizlenmek ve bir şeyleri gizlemek çok zordur. Dolayısıyla da bir mâlike (kölenin bayan sahibi) kölelerinin mahremi durumundadır.

yahut kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar,

Bunlar, yaşlanmış, erkekliği kalmamış erkek hizmetçilerdir.

yahut kadınların avretlerini/ cinsel organlarını henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar.

“Avret” sözcüğü, kavram olarak “ziynet” sözcüğü ile karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bu yanlış sonucunda da “kadının her tarafı avrettir” görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı yörelerinde bu yanlış görüşün bir uzantısı olarak hanımlara “avrat” denmektedir. Bu yanlış ve ilkel anlayış Kur’an’ın ruhuna da aykırı olup, ne yazık ki çok uzun yıllardan bugüne kadar gelmiştir. Dikkat edilecek olursa Kur’an’da “kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmeyip, “kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her yerlerinin avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır.

“Avret” sözcüğü, “ar” sözcüğünden türemiş olup, sözlük anlamı; “yarık, yırtık, açık, korumasız” demektir. Sözcüğün çoğulu da “avrât” diye söylenir. Bu sözcüğün Kur’an’da hangi anlamda kullanıldığını görmek için, sözcüğün geçtiği diğer ayetlere de bakmak gerekir:

Ahzab; 13: Hani onlardan bir grup şöyle demişti: “Ey Yesrib halkı, duracak yeriniz yok, hemen geri dönün.” İçlerinden bir grup da şöyle diyerek Peygamber’den izin istiyordu: “İnan olsun, evlerimiz avret (açık, korumasız)”. Oysaki evleri avret (açık, korumasız) değildi; sadece kaçmak istiyorlardı.

Nur; 58: Ey iman edenler! Elleriniz altında bulunanlarla, erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız sizden üç durumda izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, yatsı namazından sonra. Bunlar sizin için üç avrettir (açık ve korumasız, üç zamandır). Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah, ayetleri size işte böyle açıklıyor. Allah Alim’dir, Hakim’dir.

Görüldüğü gibi “avret” sözcüğü Ahzab suresinin 13. ayetinde iki kez geçmektedir ve her ikisinde de “açık, korumasız” anlamındadır. Nur suresinin 58. ayetinde ise çoğul hâliyle “avrât” olarak geçen sözcük, bu kez insanların korumasız, savunmasız pozisyonunu anlatmak için kullanılmış ve sabah namazı öncesi, öğle vakti gaylûle denilen uyku zamanı ve yatsı namazı sonrası, üç avret olarak nitelenmiştir. Gerçekten de insanın kendisine ait, kişisel olan bu zamanlar, korunma, savunma, kendine çeki düzen verme imkânının olmadığı zamanlardır.

Yukarıdaki ayetlerden “avret” sözcüğünün, “muhkem olmayan, sağlam olmayan, kendini koruyamayan” anlamlarında kullanıldığı kesin olarak öğrenildikten sonra konumuz olan Nur suresindeki “avrâtünnisa/ kadınların avretleri” tamlamasının daha kolay anlaşılması mümkündür. “Avrâtünnisa” tamlamasındaki “avret” sözcüğü de yine aynı anlamda olup, kadınların korunmasız, karşı koyamayan, savunma yapamayan yerleri için kullanılmıştır. Kadınların bu nitelikli organları, yani pasif organları ise, cinsel organı ile makatıdır. Çünkü bu organlar el gibi, ayak gibi, göz gibi kendisini dış etkilere karşı koruyamaz, savunma yapamaz, haricî etkilere tepki veremez; müdahalelere karşı pasiftir.

Kadının avreti konusunda rivayetlerden kaynaklanan yüzlerce farklı görüş üretilmiş, mezhepler de birbirinden farklı olarak değişik avret yerleri benimsemişlerdir. Meselâ, Malikîler avreti “galiz (birinci dereceden) avret” ve “hafif (ikinci dereceden) avret” olmak üzere iki kısma ayırmışlar, cinsel organ ile makatı galiz avret, ziynet sayılan organları da hafif avret olarak kabul etmişlerdir. Malikîlerdeki bu anlayışın, yani ziynet sayılan yerlerin ikinci dereceden avret olduğu anlayışının, daha takvalı bir hayatın amaçlanmasına yönelik, ihtiyatlı bir görüş olarak değerlendirilmesi mümkündür. Fakat bu konudaki yorumcuların ekserisi ise, kadındaki avreti diz ile göbek arasındaki bölge olarak kabul etmişlerdir. Bize göre bu sınır, hem ayetteki organları hem bu organlara yaklaşma sınırlarını içine aldığından kabule en şayan olanıdır. Ama ayetin açık ifadesi de kesin olarak bilinmeli ve aksi iddia edilmemelidir. Çünkü, eğer Rabbimiz isteseydi bu konuda da abdest ayetinde (Maide; 6) olduğu gibi metrik sınırlar belirlerdi. Kur’an’da böyle sınırlar belirlenmediğine göre, ayrıntıların değerlendirilmesi Yüce Allah tarafından kullara bırakılmış demektir. Zaten bu konudaki görüşlerin çokluğu ve birbirinden farklılığı da konunun Allah tarafından kullara bırakılmış olmasındandır.

Bu açıklamalardan sonra konumuz olan ayetteki “kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” ifadesine dönülecek olursa, burada bize göre, kadınlarının cinsel organlarının işlevlerini henüz öğrenmemiş, bunu anlayabilecek yaşa gelmemiş çocuklar kastedilmektedir. Bu yaşlardaki çocukların cinsel organları da gelişmemiş olduğundan, karşılıklı olarak bir etkilenme söz konusu değildir.

Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar.

Burada, örtünmelerine rağmen çeşitli hareketlerle, tabiri caizse bir takım ayak oyunları ile ziynetlerini açığa vuran kadınların, bu gibi davranışlarda bulunmamaları emredilmektedir. Daha açık bir şekilde ifade edilecek olursa ayetteki ifade ile, kırıtmak, kalça sallamak, göğüsleri sarsmak için sert adımlar atmak gibi karşı cinsi tahrik ve teşvik eden bir tarzda olan, davetkâr biçimdeki davranışlar yasaklanmaktadır.

Ey müminler, hepiniz topluca Allah’a tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz.

Ayetin bu kısmı her ne kadar açık olsa da, buradan anlamamız gereken mesaj bizce şudur: Ayetin üzerinde durduğu konularda seferberlik gibi topluca hareket edilip kampanyalar düzenlenmeli, bu konuyla ilgili geçmişte yapılmış hatalar Allah’a havale edilmeli ama bundan sonrası için de elbirliğiyle yukarıda verilen emirler uygulanmalıdır.

Bu ayetlerde bizim için konulan kurallar, toplumsal yaşamımızın huzurlu olması için çok gerekli kurallardır. Kadın-erkek herkesin, çarşıda, pazarda, iş yerinde bu kurallara uyması gerekmektedir.

Dinimiz, yukarıda açıkladığımız ölçülerde örtünmeyi/ ziynetleri açığa vurmamayı emretmekle birlikte, örtünmek/ ziynetleri açığa vurmamak için belli bir kıyafet ve model getirmemiştir. Bu demektir ki, kıyafet zamana göre değişecektir. Önemli olan, Kur’an’ın getirdiği ölçülere uygun olarak vücudun ziynet sayılan bölümlerinin açığa vurulmamasıdır. Kur’an’daki ölçüler dahilinde, toplumların hoş görüp yadırgamadığı kıyafetler bir sakınca taşımamaktadır. Örtünmenin/ ziyneti açığa vurmamanın Allah’a karşı yapılması ise İslâm dini dışında olan bir anlayıştır.

Giderek ağırlaşan hayat ve geçim şartları artık kadının da çalışarak ailesine ve ülkesine ekonomik katkıda bulunmasını zorunlu hâle getirmektedir. Toplumun birer parçası olan kadın ve erkek, her yerde beraber olmak konumunda olmaktadırlar. Bunda İslâm’ın koyduğu ölçülere uyulması kaydıyla hiçbir sakınca yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki bir kadın, evinin içinde ya annedir, ya eştir, ya gelindir, ya kızdır, ya da kız kardeştir. Ama aynı kadın evinin dışında sadece kadındır, karşı cinsi olan bir varlıktır, kısacası bir dişidir. İşte İslâm dini, çok kolay uygulanabilen basit kurallarla, kadının hem evinde hem de evi dışında mutlu, temiz bir hayat yaşamasını sağlamaktadır. Çünkü İslâm dini, kolaylık dinidir, insanı zora ve tabiatının aksi şeylere zorlamaz.

Namazdaki “setrüavret” teriminden anlayacağımız da yukarıda yapmış olduğumuz açıklamalarımızda vardır. İyi anlayalım, örtünme Allah’a karşı değildir, kullara karşıdır. Fitne, fesadı önlemeye yöneliktir. Tahrik, taciz gibi şeylere neden olunmasın diyedir. Son zamanlarda yaygınlaştığı görülen; kadının, kendi evinin içinde anasının, babasının, amcasının, dayısının, yani mahremlerinin yanında dahi başını örtmesi gerektiği inancı, İslâm dinine aykırıdır. Bu, dini zorlaştırmaktan başka bir şey değildir. Dinin yararına değil zararınadır. Hiç kimsenin din hükmü koymaya hakkı yoktur. (Hakkı Yılmaz) http://www.tebyinulkuran.com/index.php?page=basortusu

posted in GİYİM | 1 Comment

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

RAZİ TEFSİRİ: Câhiliyye kadınları, başörtülerini, arkadan bağlarlardı. Yakaları (elbiselerinin açılan kısımları) önde idi. Bundan dolayı onların boğazları, gerdanları ve döşleri açık oluyordu. Böylece onlar, boyunlarını, boğazlarını buraları kuşatan saçları, kulak ve gerdandaki takılar gibi zinetlerini ve bunların takıldıkları yerleri örtsünler diye, başörtülerinin uçlarını yakaları üzerine salıvermekle emrolundular.”

Kur’an çevirmeni Muhammed Esed aynı ayetin açıklasında, “Himâr (çoğulu humur), hem İslam’dan önce, hem de İslam’dan sonra Arap kadınlarının kullandıkları geleneksel başörtüsüdür. Klasik müfessirlere göre, bu başörtüsü kadınlar tarafından İslam öncesi dönemde az çok süs giysisi olarak kullanılır ve uçları örtünen kadının sırtına serbestçe bırakılırdı; o günün yaygın modasına göre, kadınların giydiği gömleğin ya da bluzun önünde genişçe bir açıklık bulunur ve böylece göğüsler örtülmezdi. Bunun içindir ki, göğsün himâr ile örtülmesinin emredilmesi bu iş için mutlaka himâr kullanılmasının gerektiğini ifade etmez; fakat, sadece kadınların göğüs kısmının, örfen açık bırakılmasında sakınca bulunmayan yerlerden olmadığını ve dolayısıyla örtülmesi, gösterilmemesi gerektiğini ifade eder.”

SEYYİD KUTUB: “Ayette geçen “Ceyb” elbisenin göğüs kısmındaki açıklıktır. “Khimar “ise; baş boyun ve göğüs örtüsüdür. Bu, kadınların baştan çıkarıcı yerlerini örtmeleri, aç bakışları sunmamaları içindir. Kasıtsız ve ani bakışlar da bunun içindedir. Şayet kadının baştan çıkarıcı ve uyarıcı yerleri açıkta olursa, Allah’tan korkanlar bu kasıtsız ve ani bakışın devam etmesinden veya tekrarlanmasından sakınsalar bile, meydana gelişinden sonra içlerinde gizli bir arzu kalır.”

KURTUBİ TEFSİRİ: “ceyb”den amaç yakalar ve göğüs yırtmacı olduğunu, “humur”un ise hem başörtüsü hem de yaka örtüsü anlamına gelebileceğini ifade etmiştir.

posted in GİYİM | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Avret, insan vücudunda başkası tarafından görülmesi ayıp ya da günah sayılan yerlerdir. Setr-i avret, avret sayılan yerleri örtmek demektir. Avret yerlerinin namazda olduğu gibi, namaz dışında da örtülmesi ve başkalarına gösterilmemesi gerekir.

Avret kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de terim anlamına yakın bir şekilde iki yerde geçmiş olmakla birlikte (en-Nûr 24/31, 58), avret yerlerinin sınır ve ölçüleri gösterilmemiştir. Kur’an’da geçen “sev’e” (el-A‘râf 7/20, 22, 26, 27; Tâhâ 20/121; el-Mâide 5/31) kelimesiyle de en dar anlamda avret yani erkek ve kadının cinsel organı kastedilmiştir. Bunun Kur’an’da “sev’e” diye anılması, onların örtülmesinin aklın ve fıtratın da gereği olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan buna galîz avret denilmektedir. Cinsel organların dışında nerelerin avret olduğu hususu büyük ölçüde hadislerle düzenlenmiştir. Hz. Peygamber’in bu düzenlemeyi yaparken, o dönemin giyim kuşam tarzını da dikkate aldığı açıktır. O dönemde bugünkü anlamda iç çamaşırının olmadığı, en azından iç çamaşırı giyme âdetinin bulunmadığı dikkate alınırsa, Hz. Peygamber’in erkekler için yaptığı bu düzenlemenin, gerek namazdaki hareketler gerekse namaz dışında oturup kalkmalar esnasında, esas avret yerlerinin (cinsel organ ve makat) görünmemesi açısından ne kadar yerinde olduğu görülür…

Kadın için avret, yüz, el ve ayak dışındaki bütün vücuttur. Onlar, yüzlerini namazda örtmedikleri gibi, ellerini ve ayaklarını da açık bulundurabilirler. Saçlarıyla beraber başları, bacakları ve kolları örtülü bulunur.

İmam Mâlik, setr-i avretin (örtünme) namaza has olmayan genel bir farz olduğunu, namazda ve namaz dışında uyulması gereken dinî bir emir bulunduğunu dikkate alarak kadınların başlarını örtmelerini ayrıca namazın farzları arasında saymamıştır. Onun bu görüşün bir uzantısı olarak Mâlikî mezhebinde setr-i avret namazın sünnetlerinden sayılır. Diğer üç mezhep imamı ve Mâlikî mezhebindeki öteki görüşe göre, namazda setr-i avret, tıpkı kıbleye yönelmenin farz oluşu gibi farzdır…

Kadının başının dörtte biri veya uyluğunun dörtte biri açık olarak namaz kılması durumunda, Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre namazı geçersiz olur. Ebû Yûsuf’a göre ise, başının yarıdan fazlası açık olmadıkça namaz geçerlidir. Çünkü bir şeyin yarıdan fazlası çok hükmündedir. Kadın, asgari bir başörtüsü, bir de ayaklara kadar uzanacak bir gömlek giymiş olmalıdır. Başörtüsüz namaz kılacak olursa bu namazını, vakit içinde veya vakit çıktıktan sonra iade eder. Mâlik’e göre ise vakit çıktıktan sonra iade etmesine gerek yoktur. Çünkü İmam Mâlik’e göre kadının başını örtmesi namaza has olmayan genel bir farzdır. Bu sebeple Mâlikîler namazda kadınların başını örtmesini namazın farzları arasında saymaz, âdeta onu namazın sünnet veya müstehaplarından biri olarak görürler. Bu itibarla başörtüsüz kılınan namaz, Mâlikîler’de ağırlıklı görüşe göre sahih olmakla birlikte vakti içinde iade edilmesi tavsiye edilmiştir. Kadının örtünmeyle ilgili genel farzı ihlâl etmiş olmasının dinî sorumluluğu ayrı bir husus olarak değerlendirilmiştir. Öte yandan kadınların kolları, kulakları ve salıverilmiş saçlarının avret olmadığını söyleyen Hanefî bilginler de bulunmaktadır.

Mâlikî mezhebinde erkek ve kadının avret yerleri “ağır avret” (avret-i mugallaza) ve hafif avret olmak üzere iki kısımda değerlendirilmektedir. Erkek için galîz avret, cinsel organ ile makattır. Bu kısmın kesinlikle örtülmesi gerekir. Göbekle diz kapak arasının ağır avret(açıklık) sayılan bölgesinin dışında kalan kısımları ise hafif avrettir(açıklık). Örtülmesi gerekli olmakla birlikte birincisi kadar ağır değildir. Kadının göğsü, göğüs hizasında bulunan sırt kısmı, kolları, boynu, başı ve dizden aşağısı hafif avret olup, bunun dışında kalan yerleri galiz avrettir. Bu ayırımın pratik sonucu namazdaki örtünme hükümlerine etki eder. Buna göre, hafif avret sayılan yerleri açık olarak namaz kılan bir kimse genel dinî farzı ihlâl etmiş olmanın günahını yüklenmekle birlikte, bu kimsenin namazı bâtıl olmaz. Mâlikîler’in namazda baş örtmeyi sünnet, açmayı da mekruh saymasının anlamı budur.” ( http://www.diyanet.gov.tr/turkish/weboku.asp?sayfa=47&yi d=33 ) Türkiye Diyanet Vakfı İlmihali, c. IV. S.47, “NAMAZIN FARZLARI ve VÂCİPLERİ” bölümü

posted in GİYİM | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“23-Cariyeler (köle olan kadınlar) için avret yeri, erkekler gibi, göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımla karın ve sırtlarıdır. Hür kadınların şeref ve durumları bakımından örtmek zorunda bulundukları organları daha çoktur. Köleler ise, hürriyet şerefinden yoksun ve efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, bunlara daha fazla genişlik gösterilmiştir.

24- Avret sayılan yerlerden birinin tamamı veya dörtte biri kadarı açık bulunsa, namazı bozar; fakat dörtte birinden noksanı açık bulunsa, bozmaz. İmam Ebû Yusuf’a göre, avret sayılan bir uzvun en az yarısı açık bulunmadıkça namazı bozmaz.

Örnek: Namazda baldırın dörtte birinden noksanı açık bulunsa namaz bozulmaz. Yine bazı alimlere göre, but ile diz kapağı bir uzuv sayılır. Yalnız diz kapağının açık bulunması ile namaz bozulmaz; çünkü diz kapağı, bir organın dörtte birinden azdır.

25- Bir uzvun namazı bozma bakımından avret olması, başkalarına göredir; sahibine göre değildir. Başkaları tarafından görülemeyecek bir halde bulunması yeterlidir. Bunun için bir kimse namaz kılarken geniş bulunan elbisenin yakasından avret yerini görecek olsa, başkaları göremeyeceği için, namazı bozulmaz. Fakat başkaları görebilecek bir durum olsa namaz bozulur.” (Eski Diyanet İşleri başkanı Ömer Nasuhi Bilmen, “Büyük İslam İlmihali” “Namaz- Setr-i Avret (Ayıp Yerleri Örtmek)” adlı bölümü)

posted in GİYİM | 0 Comments

6th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“Humur (24Nur/31’de geçen başörtüsü veya örtü diye çevrilen sözcük) himârın çoğuludur. Örtmek, anlamındaki hamr kökünden yapılmış isim olan himâr, aslında örtü demektir. Fakat örfte kadının başörtüsünün adı olmuştur. Acaba himâr kelimesi, Kur’ân indiği dönemde bu özel anlamı kazanmış mıydı, yoksa Kur’ân döneminden sonra mı kelimeye bu özel anlam verildi, bilemiyorum. Ceyb, gömleğin göğüs yırtmacıdır. Örtülerini yaka­larının üstüne koysunlar.” cümlesinde eğer himâr kelimesi, özel anlamıyla değil de genel anlamı olan örtü mânâsında ise, âyette, kadınların, örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymaları emredilmektedir. Bu durumda saçtan ve saçın örtülmesinden söz edilmemiştir. Buna göre âyette saçların değil, göğsün örtülmesi emredilmiş olur. Ama eğer himâr’a, başörtüsü anlamı sonradan yüklenmemiş de Kur­’ân’da bu özel anlamda kullanılmış ise, -ki kanâatimiz böyledir- bu takdirde kadınların, baş örtülerini, yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapat­maları emredilmiştir. Bu takdirde himâr saçları kapatan başörtüsüdür. Zaten Kur’ân’ın indiği dönemde hür ve özellikle aristokrat kadınların, başlarını örttükleri muhakkaktır. Binaenaleyh kelimenin, Kur’ân’da bu anlamda kullanılmış olduğu ihtimali daha güçlüdür.” (Prof. Süleyman Ateş’in Kur’an Ansiklopedisi’nin “Örtünme” bölümü)

“Hz. Ömer, başörtülü gördüğü bir cariyenin başından örtüsünü çıkarttırmıştır. Eğer başörtüsü takmak dinin temel görevi olsaydı, cariyeye de örtünme gereği getirilirdi. Oysa cariyenin örtmesi gereken yerler, aynen erkekler gibi göbekle diz kapağı arasıdır. Yani cariyenin göğüsleri dahi örtünme kapsamı dışında tutulmuştur. Neye göre? Geleneğe göre… Yoksa Kur’ân’da hür ve cariye ayırımı yoktur. O halde bugün takılmasa da olur. Çünkü Kur’ân, “Sözü yani Kur’ân’ı dinleyip onun en güzeline uyanlar”ı övmektedir. “Demek ki Kur’ân’ın da bütün emirlerini uygulama gereği getirilmiyor, zamanın şartlarına en uygun olanına uymak da yeterlidir. Hepsini yapamıyorsak, hepsini terk etmemiz doğru olmaz. Yapabildiklerimizi yaparız” derseniz bu bir yorumdur. Ama “baş örtüsü diye bir şey yoktur” gibi sözler ciddiyetten uzaktır. Benden böyle bir şey beklemeyiniz. 70 yaşımdan sonra insanların hoşuna gitsin diye gerçeklere ters şeyler söylemem, söyleyemem.” (Eski Diyanet İşleri başkanı Süleyman Ateş-Vatan Gazetesi–06.04.2007)

posted in GİYİM | 0 Comments