-
10th Mart 2013

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

“GERÇEK” KAVRAMI ÜZERİNE

Osmanlıca: Vaki, Şen’i; Fransızca: Reel; Almanca: Real; İngilizce: Real; Türkçe: Gerçek. Sözlükteki karşılığı: · Gerçek: Bilinçten bağımsız, somut ve nesnel olarak varolan.

Etimolojisi: Hint-Avrupa dillerinde mal ve mülkiyet anlamlarına gelen re kökünden türetilmiştir. Önce Sanskritçe’ye “zenginlik” anlamında ram sözcüğüyle geçen bu kök, sonra da Latince’ye mal ve şey anlamlarına gelen res, “isim halinde rem” sözcüğüyle geçmiştir.

Türkçemizde: Kir/gir-ger kökünden, kirçek-girçek/gerçek olarak türetilmiş olup, “söz verme”, “and içme”, “bağlanma”, “uyuşma”, “birleşme” ve “ortaya çıkma” anlamlarını içerir.

Görüldüğü gibi etimolojik olarak, eş deyişle dildeki köklerinden hareketle türetilme biçimine bakarak bir kelimenin kavramlaştırılması onun anlam yükünü etkilemektedir. Dilden dile, kültürden kültüre yapılan çevirilerde “karşılık” olarak seçilen sözcükler, çoğu zaman türetildikleri köklere ve kullanımlarına bağlı olarak birbirleri ile örtüşmezler.

Bu nedenle o sözcüğü dizgesel işlevinde yeniden anlamlandırmak söz konusudur.

Ayrıca bir sözcüğün günlük dildeki çağrışımları veya bulunduğu kültürün üst yapılarına bağlı olarak kavramlaştırılması özel bir disiplin için yeterli değildir.

Kavramlaştırılacak olan sözcük genel kanıyı ansıtmakla birlikte, o disipline özgü bir farklılaşma gösterecektir.

Buna felsefi dilde “differansia spesifica” eş deyişle “özgül ayrım” denir. Böyle özgül ayrımlara uğratılmış tanımlı ve belirli kavramlar topluluğu “Literatür” adını alır.

Felsefe disiplinleri “Batı dilleri” üstüne yapılanmış olduğu için, o kültürde “reel” sözcüğünün kavramsal anlamı, çevirilerde “gerçek” sözcüğü ile karşılandığında artık sözü edilen “gerçek” batı terminolojisindeki “reel”in yerine kullanılmış olur. Bu durumda onun çağrıştıracağı anlam, özgül ayrıma uğratılmış bir anlam olarak kavramlaşır.

Bu nedenle “gerçek” sözcüğü de kök anlamı yanında ayrıca kavramlaştırılmış ve “somut”, “belli”, “varolan”, “dokunulabilir”, “apaçık”, “doğru” ve “hakikat” sözcükleri ile anlamdaş kılınmıştır.

Bir bildirişim olayında bireyler arasında anlaşmayı olanaklı kılan, kullanılan sözcüklerin anlamlarıdır. Sözcükler, kendi aralarında anlam bağlarıyla birbirlerine bağlanarak kavramsal dili oluştururlar, böylece anlam dil içinde zenginleşir.

  • Kavramsal dil, insan anlığının nitelikli ve dizgesel anlam gerecidir.

Kavramsal dil, üzerinde uzlaşılmış kavramlar kullanıldığında “Literatür” biçimini alır.

  • Literatür, anlaşabilmenin ya da anlamı ortak kullanabilmenin zorunlu gerecidir.

Sözcükler, Literatür olarak kavramlaşır, deyimleşir ve terimleşirler. Bu durum, onları günlük dilde kullanımlarından daha derin, daha geniş, ama bir o kadar da belirgin ve tanımlı kılar. Bu nedenle sözcükleri “anlaşma”, “iletişim” ve “bildirişim” aracı olarak kullandığımızda ortaya birtakım sorunlar çıkar.

Eğer toplumu oluşturan bireyler, ortak kavramlardan yoksun olarak onların yalnızca adlarını kullanıp konuşuyor ve yazıyorlarsa, o ortamda bir anlam birliğinin oluşması olanaksızlaşır.

Sözcüklerin, kullanıldıkları dizgesel disiplinlerin içinde, “o disipline özgü” anlam ile yüklenerek kavramlaştığından söz etmiştik.

Bu demektir ki bir sözcük, değişik ve birbirinden ayrı disiplinlerin içinde aynı adla kullanılıyor olabilir, ancak bu durum onları eşanlamlı kılmaz.

Örneğin, konumuz olan “Gerçek” sözcüğü, Dinde, Sanatta, Bilimde ve Felsefede ortak olarak kullanılmaktadır, ancak her birindeki anlam yükü farklıdır.

Bunun yanında genel olarak felsefede “gerçek” dendiğinde, bir anlam birliği varmış gibi görünüyorsa da, felsefe içi disiplinlerin zeminine, yöntemine ve amacına bağlı olarak yine önemli anlam farkları karşımıza çıkmaktadır.

Günlük dilde de çoğu kez “gerçek” sözcüğü “hakikat” ve “doğru” sözcükleriyle eşanlamlı kullanılır. Ancak, felsefi kavramlar söz konusu olduğunda, “gerçek” deyimiyle “hakikat” ve “doğru” deyimlerini birbirinden özenle ayırmak gerekir.

  • Gerçek: İnsan bilincinden bağımsız, somut ve nesnel olarak varolan her şey,
  • Hakikat: Nesnel gerçekliğin bilinçteki, kendine uygun kavramsal yansısı,
  • Doğru: Bu kavramın, hem gerçeğe hem de düşünme yasalarına uygun oluşudur.

Kavramlar, “varoluş”ları bakımından bilince yani özneye, “doğru oluş”ları bakımından ise nesnelere bağlıdırlar.

Bu nedenle gerçeğin bilinçte, kendi özgün yapısına uygun olarak kavrama dönüşmesi ayrıca doğrulanmayı gereksinir.

Doğruluk ise üç ilke ile denetlenir:

  • İlk olarak her kavram kendi olgusuna “karşılık” düşmelidir. Buna “karşılıklılık ilkesi” denir.
  • İkinci olarak “doğru” dendiğinde, “mantıksal uygunluk ilkesi” anlaşılır.

Mantıksal doğru, düşünsel işlemlerin, mantık kurallarına dönüşmüş nesnel gerçekliğin belirli ilişkilerine uygunluğu demektir.

Eş deyişle, olgunun kavramlaştırılması sürecinde, mantıksal ilke ve uslamlamaların yöntemine uygun biçimde kullanılmış olmasıdır.

  • Üçüncü ilke “yararlılık ilkesi” olup, bir düşünce “edimsel olarak iş gördüğü oranda” doğru olarak kabul edilmektedir.

Bir başka deyişle, bir düşünce ya da eylemin doğruluğu; bir olguya karşılık düşmesi, mantıksal çıkarımlardan geçmiş olması, yararlı iş görmesi ve pratikle denetlenmiş olması demektir.

Bütün kavramlar gibi “gerçek” kavramının da düşünce tarihinde evrim geçirmiş bir kavram olarak ele alınması gerekir.

Felsefede “gerçek” kavramı, genellikle görünüşün, aldatıcı olanın, bilinmeyenin ve yanılsamanın karşıtı olarak anlamlandırılmıştır.

Felsefe tarihinde “gerçek” kavramı çeşitli disiplinler içinde kullanıldığı gibi, kendisi de, gerçekçilik (realizm) adı altında dizgeleştirilmiş ve felsefe disiplini haline getirilmiştir.

Felsefi anlamda iki tür gerçekçilikten söz edilebilir:

Bunlardan biri “nesnelerin yapısına”, diğeri ise “nesnelere” ilişkindir.

Birincisinde anlıktan ya da bilinçten bağımsız bir özün varlığı, ikincisinde ise anlıktan ya da bilinçten bağımsız somut, tikel ve deney nesnelerinin varlığı kabul edilmiştir.

Birinci guruba;

  • Bir şeyin “öz” ünden o şeyin pay aldığı “idea” nın anlaşıldığı Platoncu gerçekçilik,
  • Bir şeyin “ne” olduğunun anlaşıldığı Aristocu gerçekçilik,
  • Bir şeyin “saltık, özgün ya da kendi cinsine özgü yapısının anlaşıldığı” Ortaçağ ya da Tümeller gerçekçiliği ve
  • Bilimsel gözlemlerden elde edilen “yasalar” ya da “kuramsal modeller” girer.

İkinci guruba;

  • Dünyanın dışsallığını bir veri kabul eden “sağduyu gerçekçiliği”,
  • Nesnenin dışsal da olsa anlığın önünde duran ve algılanmayı bekleyen tek birim olduğunu kabul eden “yeni gerçekçilik” ve
  • Anlığın, nesnenin kendisi yerine yansısını kavramaya yöneldiği “eleştirel gerçekçilik” girer.

Sanatta gerçekçilik, bir “estetik” kavram olarak 19. yy. ortalarında Fransa’da ortaya çıktı. Amaç, doğanın ve yaşamın ayrıntılarına inmek, sorunları saptamak ve onları en yalın biçimde sanat yapıtları ile vurgulamaktı.

Gerçekçiliği savunan Fransız sanatçılar, sanatı klasik ve romantik akademizmin yapaylığından kurtarmak, konularını toplumsal sınıflar ve temalar arasından seçmek gereğinde birleşmişlerdi. Ayrıldıkları nokta ise sanatçının benimseyeceği bakış açısıydı.

Kimileri gerçekçi sanat için yoksul halk ve işçi sınıfı ile yakın ilişkiler kurulmasını öngörürken, gerçekçiliğin Honore’de Balzac, Gustave Flaubert ve Emile Zola gibi edebiyat alanındaki temsilcileri, günlük yaşamın önyargısız, bilimsel bir tutumla incelenmesini ve bir bilim adamının “klinik” bulguları kadar nesnel bir bakış açısıyla ortaya konmasını öne sürdüler.

Çağdaş deneysel bilimlerde, özellikle Fizik biliminde, herhangi bir şeyin saltık gerçekliğinden söz edilmez. Ancak bu, gerçekliğin yadsınması değil, onun bağıntılı olması anlamını taşır.

“Gerçek bağıntılıdır”; bu önerme Einstein’ın ilişkinlik kuramında tanıtlanmış ve fiziğin diline yerleşmiş bulunmaktadır.

Einstein sonrası Fizik biliminde artık hiçbir kavramın tek başına bir olguyu açıklayamadığı anlaşılmıştır. Birçok kavram birbiriyle ilişkisinde ve birbirlerini tamamlayarak bir olguyu açıklayabilmektedir. Bu açıdan hiçbir kavram tek başına bir gerçeği yansıtamaz; ama bir kavram yumağı, hatta giderek bir kuram, gerçekliği yansıtabilir.

Bu demektir ki; “gerçek” saltık ve soyut değil, bağıntılı ve somuttur.

Felsefe niteliğindeki düşünce akımlarının ortaya çıktığı Antik Yunan’da doğa düşünürleri bir yandan evrendeki devinimi ve değişmeyi görüyor, diğer yandan da değişmeden kalan, sürekli olan bir şeyin olması gerektiğini düşünüyorlardı.

Gerçek, doğanın temelinde bulunan arkhe’dir dediler. Böylece evren, “gerçekler evreni” ve “görünüşler evreni” olarak ikiye ayrıldı.

Pythagoras “Gerçeğin iki yüzü vardır; biri “asıl gerçek”, diğeri “gölge gerçek”tir” diyerek “görünüş” lere gölge biçiminde de olsa gerçeklik verdi.

Herakleitos akış kuramını oluşturdu, gerçeğin sürekli değişme ve devim olarak “oluş” olduğunu ve ancak Logos (oluş yasası) ile kavranabileceğini söyledi.

Eleacılar “oluş”u yadsıdılar ve tek gerçeğin “varlık” olduğunu ileri sürdüler. Örneğin Parmenides’e göre, değişen, yiten ve kalıcı olmayan şeyler gerçek olamazdı.

Değişme bir gölgedir, sanıdır; gerçek ise sürekli ve değişmez olandır, o da varoluşu olmayan “varlık”tır.

Sofistler için üzerinde söz edilecek herhangi bir gerçeklik yoktu.

Gorgias “Gerçek yoktur, varsa da bilinemez, bilinse de anlatılamaz” derken, Protogoras “İnsan her şeyin ölçüsüdür, ne kadar insan varsa o kadar da gerçek vardır” demekteydi.

Plato bir şeyin “öz”ünden o şeyin pay aldığını, “İdea”nın gerçek olduğunu ileri sürmesine karşın,

Aristo bir şeyin “ne” olduğunun anlaşılmasına (mantıksal uygunluğunun bulunmasına) gerçeklik verdi.

Bu serimleme bize Antik Yunan düşünce gelişiminde nesnel doğa anlayışının soyut kavramsallığa dönüşüm sürecini göstermektedir.

Görüldüğü gibi düşüncede, sanatta, bilimde gerçeğin ele alınışı ve anlatımı temelde bir epistemolojik sorunu yansıtmaktadır.

Epistemoloji ya da bilgi kuramı bilginin “ne olduğu” ve “nasıl oluştuğu”nu çözümlemeye çalışır. Eş deyişle, bilgi kuramına bağlı olarak anlam taşıyan diğer bütün kavramlar gibi gerçek kavramı da aynı yolla anlam taşımaktadır.

Eğer Antik Yunan Eleacılığı’nda olduğu gibi, duyularımızla algıladığımız her şey bir yanılsamadır, bir görüntüden başka bir şey değildir denirse; buna bağlı olarak duyumlarımızdan gelen algılar da gerçek değildir ve gerçek bu yolla bilinemez sonucuna varılır.

Eğer Plato gibi, bilgilerimiz duyusal değil, kavramsal, bu nedenle de ussaldır denirse; bu durumda “Bir nesne üstünde, o nesneyi dile getirmek için kullandığımız kavramdan başka bir şey bilemeyiz, bilemediğimiz bir şey ise gerçek olamaz” sonucuna varılır.

Plato ve onun izleyicilerine göre, idealist bilgi kuramına bağlı olarak, bildiğimiz ve bu nedenle de varolan yalnızca kavramlar ya da geneller, tümeller ve evrensellerdir.

Bu demektir ki; dış dünya vardır ama gerçek değildir, gerçeğe birtakım ussal sınıflamalar ve soyutlamalar ile varılabilir, o halde gerçek ussal olandır, tümeldir ve evrenseldir.

Genel olarak Düşünceci felsefe akımı olarak bilinen ve Elea okulu, Plato, Berkeley ve Hegel’i de içine alan bu akım, gerçeği “başkaca hiçbir varlığa borçlu olmaksızın bağımsız bir varlığa sahip olan” olarak tanımlamıştır.

Ortaçağ teolojik dünya görüşü, tek ve asıl gerçeğin Tanrı olduğu, dünyanın ise gerçek olmayan olarak bir gölge olduğu savını egemen kıldı. Dogmalar, tanrısal düşüncenin mantıksal sonuçlarıydı.

Düşünmenin görevi, yeni bir bilgiye ulaşmak ya da söylenmemiş bir gerçeği yakalamak değil, dogmaların doğruluğunu saptayarak inancı güçlendirmekti.

Bir başka deyişle inanç, akılla doğrulanmalıydı.

Görüldüğü gibi, tek ve kesin bir gerçekliğin varlığından söz etmek, ancak bir inanç konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Buna karşın, inanç örgütü olan dinlerin söylem ve yapılarına bağlı olarak “gerçek” tanımı yine de farklılıklar gösterir.

Dinlerde ortak olan, gerçeğin bir “bilgi” konusu değil, “inanç” konusu olduğudur.

Dinler sonsal gerçeği genel olarak “Tanrı” kavramında temellendirirler. Ancak sanıldığının aksine bu ortak yön onları birleştirmez, ayırır. Bu ayırımı ise Tanrı kavramına yüklenen anlam belirler.

Sonuçta birer monist olan semitik kökenli üç büyük din Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta bile durum böyledir.

Örneğin Musevilikte El, Elohim, Adonai gibi belirlenmiş Tanrısal aşamalardan geçilerek sonsal gerçeklik olan “Y.H.W.H” ye, bir başka deyişle anlamı betimlenemez, belirlenemez ve bilinemez olarak düşünülen saltık yokluğa varılır.

Bu bir “Aşkın ‘Transandans’ Tanrı” anlayışıdır.

Hıristiyanlıkta, Abba “Baba” olarak kişileştirilen Tanrı, Oğul “İsa”da içkinleştirilir. Burada da bir “İçkin ‘İmmanant’ Tanrı” anlayışı görülmektedir.

Müslümanlıkta ise, varlığı (zatı) ile bilinemez “aşkın”, varoluşu (sıfatları) ile bilinebilir “içkin” bir Tanrı kavramı vardır.

Bu aşamada önceki iki görüş bireştirilmek istenmiştir. (Tevhit)

Uzakdoğu dinlerinde de Tanrı kavramları bu tanımlara benzerlik göstermektedir. Brahman “aşkın”, Atman “içkin” vb. Ancak uzakdoğuda yaygın bir din olan Budizm Tanrısız bir din olma niteliğinde görülmekteyse de “Nirvana” (Hiçlik, Yokluk) sonsal gerçeklik olarak bir Tanrı niteliği kazanmaktadır.

Ayrıca bu dinlerin mistik ve gnostik yapılarına bağlı olarak Tanrı kavramı ve varılması amaçlanan sonsal gerçeklik de önemli ölçüde değişiklikler gösterir.

Mistik anlayışa göre gerçek, hiçbir zaman salt gözlem ve düşünce ile bilinemez. Gerçeğe mistik deneyimle varılır.

Mistik deneyim; gerçekliğin akıl-dışı ve doğrudan doğruya yaşanması demektir. Bu deneyimde duyu, algı ve düşünce dünyası aşılır, bilinen nesne yaklaşımı ortadan kalkar. Kişisel benlik, farklılaşmamış bütünselliğe katılarak Gerçeklikte Gerçek olur.

Bu yolla gerçeğe ulaşanlar evrendeki tüm nesne, olgu ve olayların bütünselliğini ve karşılıklı etkileşimlerini kavramış olurlar. Dünyadaki her görünüm, “tek ve bütün” olan bu gerçeğin parçasal dışavurumudur.

Yeniçağ ya da Rönesans, Skolastik düşünce biçimine karşı, ussal ve bilimsel düşüncenin öne çıkarıldığı dönemdir. Artık gerçeğin ölçütü “düşünce” ve “us” olmuştur.

Descartes “Kuşkulandığım hiçbir şey gerçek değildir. Ancak, kuşkulanıyor olmamdan kuşkulanamam, bunun için kuşku düşüncemin kaynağıdır” demekle, ilk gerçek düşüncenin “kuşku edimi” olduğu sonucuna varmıştır. Düzenli düşünme edimi için ise yöntem gerekli olduğundan, kuşkunun yöntemli kılınması gerekiyordu. İşte Descartes bunun “analiz yöntemi” olduğunu düşünce dünyasına kazandırdı.

Bu anlayışa göre, bir şeyi ayrıştırılabilir en son haline taşımak, onu açık-seçik kılacak ve kuşkuyu ortadan kaldırarak bizi gerçeğe ulaştıracaktır.

Kuşkudan eleştiriye geçiş, açıklık ve seçiklik kavramları ile olur. Açıklık duyulara açık olmak, seçiklik bilince seçik olmaktır.

Kuşku üstüne kuşkulanmak bilinçlenmektir. Bilinçlenmiş kuşku ise eleştiridir ve giderek yargıları oluşturur.

Kant, kuramsal ve edimsel usun eleştirisinde, gerçeğin yalnızca fenomenler (görüngü) düzeyinde bilinebileceği sonucuna varmış ve ancak böyle bir bilginin güvenilir olduğunu ileri sürmüştür. “Bundan ötesi metafiziktir, bilinemez olarak kalır ve inancın konusu olur” diyerek gerçeğin sınırlarını çizmiş, bunun insan usunun da sınırları olduğunu göstermiştir.

Hegel eleştirinin eleştirisini yapar. Eleştiriyi aşmak için senteze gitmek gerekmektedir. Hegel, açık-seçik kılınmış, bilinç kategorileri ile eleştirilmiş ve deneyle doğrulanmış bilgileri yeterli bulmaz.

Bir nesneyi bilmek, onun oluş süreçlerini, bir kavramı bilmek, onun kültür süreçlerini bilmektir. Akıl ile doğa, ya da bilenle bilinen özdeştirler, çünkü her ikisi de “akıl”dır ve aynı eytişimsel yasalarla devinirler.

Bu nedenle aklın dış dünyayı kavraması aslında kendini kavraması, kendini bilmesidir. Nesneler, kendi oluş düzenleri içinde “kavram”dırlar ve eytişimsel yöntem ile kavranırlar. O halde gerçek ussal olan, ussal olan da gerçektir.

Descartes ve Newton’dan beri bilinen çözümleme (analiz) yönteminde bütünü parçalara ayırarak açıklamalarda bulunmak bilimin temel hareket noktasıydı; bütünü elde etmek için parçaların yeniden birleştirilmesi (sentez) yeterli oluyordu.

Gerçeğin bilinmesi için uygulanan bu “kartezyen” yöntem, “kuantum kuramı” ile paradigma değişikliğine uğradı. Kuantum teorisi göstermiştir ki, bütünü parçalara ayırarak açıklama durumunda parçaların asıl nitelikleri kaybolmaktadır. Buna karşın her parça, bütünün hareketli yapısı içinde tanımlanabilir ve anlaşılabilir.

Kartezyen yöntemde gerçeğin bilinmesi, “neden-etki” ilişkisinin saptanması ile ortaya çıkan belirleme (determinasyon) ile olanaklıdır. Ancak parçacık fiziğinde ortaya çıkan durum bunu olanaksız kılmaktadır. Çünkü sağduyuya ve alışılmışa ters bir biçimde, kuantum dünyasında belirli nedenler belirli sonuçları oluşturmazlar.

Eş deyişle çağdaş fizikte, belirlilik (determinizm) değil, belirsizlik (indeterminizm) egemendir. Böylece daha küçük parçalara bölerek sonuca ya da yalın gerçekliğe ulaşma anlamındaki çözümleme (analiz) yöntemi bu alanda gerçeğe ölçüt olamamaktadır.

Modern bilim günümüzde, artık standart norm ve değerlerin egemen olmadığı bir bilimdir. En güçlü doğa yasalarının bile kesin ve değişmez olamayacağı görüşü benimsenirken, (aynı koşullar altında daima aynı olayların oluşacağı) “gerekircilik” ilkesi de yerini “belirsizlik ilkesi” ve “olasılık” yasalarına bırakmaktadır.

Bütün bunlardan yalnızca bilginin saltık ve kesin olmadığı değil, aynı zamanda gerçeğin de saltık ve kesin olmadığı sonucu çıkmaktadır.

“Gerçek” kavramı, ruhbilimde tamlamalı terimler olarak sıkça kullanılmaktadır: gerçeğe uyum (reality adaptation), gerçeklik benliği (reality ego), gerçeklik ilkesi (reality principle), gerçeklik sınaması (reality testing), gerçek öz (reel self) vb.

Ruhbilimsel alanda gerçekliği kavramak açısından bir fikir vermesi için Freud’un ileri sürdüğü gerçeklik ilkesi tanımına bakmak yeterlidir kanısındayım:

“Çevrenin isteklerinin bilincinde olma ve davranışlarını gerçeklerin gereğine göre yöneltme becerisi”.

Hukukta gerçeğin ortaya çıkarılması, bir olayın sanıklarının doğru saptanması, o olayla ilgili delil, tanık ve kanıtların doğruluğu ve yargının yasallığının korunmasıyla ilgilidir.

Felsefenin dönemini tamamladığı ve aşılması gerektiği savıyla ortaya çıkan “Eytişimsel Özdekçilik”e göre soyut gerçek yoktur, gerçek daima bilinçten bağımsız, somut ve nesneldir.

Bu anlamda “gerçek” deyimi, özdek ve nesne deyimleriyle de ilişkilidir. Bu öğretiye göre, “özdek bize duyumlarla verilen nesnel gerçekliktir” ve “gerçek” deyince; bilincimiz dışında, nesnel olarak ortaya çıkmış bulunan nesne, nitelik, koşul, durum ve bu gibi olgu ve olayları anlarız.

Bunun yanında duyumlarımız, algılarımız, tasarımlarımız ve kuramlarımız, nesnel gerçekliğe uygun oldukları oranda “hakikat” (verity) olurlar.

Bilindiği gibi masonluk, sonsal ve saltık bir gerçeği kabul etmez ve gerçeğin sürekli olarak aranması gerektiği savını benimser.

Bu sav felsefi dille söylenecek olursa;

Bilimsel bilginin yolu, en soyuttan en somuta ilerleyen kavramsal düşüncenin yoludur ki, somut gerçekliği düşünsel olarak kavramlar aracılığıyla üretmenin ve yeniden üretmenin sürecidir.

Gerçeğin araştırılması, yaşam gereksinimlerinin karşılanması, değişen yaşam koşulları içinde insanın kendini ve çevresini düzenlemesi, toplumun ve bağlı olarak bireylerin kendilerini geliştirebilmesi için zorunlu bir uğraştır. Bu uğraşın dışında kalan birey ve toplumlar, yaşamlarını iyileştiremedikleri gibi, gelişmekte olan toplumlar karşısında giderek varlıklarını bile sürdüremez olurlar.

Bu nedenle gerçeğin araştırılması bir sahip olma sorunundan öte, bir varolma sorunu biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Tarih boyunca kurulan uygarlıkların, gerçeğin araştırılması çabalarının ürünleri olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır sanırım.

Birer insan yetisi olan duygu, düşünme, eylem yetilerinin her biri, gerçeğin araştırılması sürecinde yetkinleşip ürünler vererek uygarlığın oluşmasını sağlamıştır.

Gerçeğin duygusal yansısı “Sanat”ı, düşünsel yansısı “Felsefe”yi oluşturduğu gibi eylemsel (duygu, düşünce ve etkinliğin amaçlı birlikteliği) ürünleri de “Bilim”, “Teknoloji” ve “Ekonomi Politik”i oluşturmaktadır.

İnsanlık tarihi bir anlamda, gerçeği özgür usuyla araştıran ve yaşamın gerçekler üzerine kurulmasını isteyenlerle buna direnenler arasında geçen çatışmanın tarihidir.

Yaşamın gerçekler üstüne değil de, birtakım ham hayaller, boş inan ve dogmalar üstüne örgütlenmesini isteyen insan sayısı günümüzde de az değildir.

Kimisi bunu, bilgisizliğinden, kimisi cehalet ve bağnazlığından, kimisi de çıkarları yüzünden istemektedir.

Gerçeklerin üzerinin örtülmesinin ya da saptırılmasının neden olduğu bilinç boşluğu, geniş insan topluluklarının uyanmasını engellediği gibi sömürülmelerine de neden olur. Bunun yanında gerçeğin sürekli araştırılmasının insanlığın gelişmesine yapacağı katkı da engellenmiş olur.

Ayrıca gerçeğin araştırılmasında içtenlikli olan, ancak yöntem yanlışlığından dolayı yanılsamaya uğrayanların neden olduğu kargaşa da küçümsenmeyecek boyuttadır.

Bilindiği gibi, felsefe doğruyu, etik iyiyi, estetik güzeli ve uyumu aradığı gibi, bilim de gerçeği arar. Kuşkusuz bilim yapmak bilimsel çevrelerin işidir, ancak diğer insanlara düşen ise bilimsel tutumu benimseme görevidir.

Çağımızda gerçeğin araştırılması yönteminin bir bilimsel tutum gerektirdiği ve gerçeğin ölçütünün bilimsel düşünce ve bilimsel yöntem olduğu apaçık ortaya çıkmıştır.

Bilimsel düşünce gözlem, araştırma, inceleme ve deney verilerini eleştirel bir yaklaşımla değerlendiren, nedenleri saptanmış açıklamaları güvenilir bulan, mantıksal uygunluğu ile tanıtlanmış, pratikle doğrulanarak kanıtlanmış bilgileri kullanmaya yönelik bir düşünce biçimidir.

Bilimsel tutum önyargı, kör inan ve bağnazlıktan arınmayı, kuşkulanma, sorgulama, eleştirme ve yorumlamayı, bilimsel yöntemleri benimseyip onlarla çalışmayı ve elde edilen sonuçları ırk, din, dil, cinsiyet, mevki, ulus ayırımı yapmaksızın tüm insanlığın hizmetine sunmayı öngörür.

Bilimsel tutumu edinmek dogmalardan, eş deyişle yalnızca inanılan ama kanıtlanamayan görüşlerden, masonik deyişle karanlıktan kurtulmak, bilgi ile aydınlanmak, biriktiren ve aktaran kişilikten araştıran, eleştiren ve katkıda bulunan kişiliğe dönüşmektir.

Bu bağlamda gerçeğin araştırılması, “ne”ye gerçek “ne”ye gerçekdışı diyebileceğimizin belirlenmesi ve süreçlerinin aydınlatılmasını kapsar.

Böyle bir araştırma, öznel ve nesnel süreçleri, eş deyişle duyu, duygu, düşünce, davranış ve eylem yanında nesne, olay ve olguları ele alır.

Ayrıca tarih bilinci, çevre koşulları, toplumsal ve ekinsel yapı analizleri ve yöntembilim üzerine çalışmayı da gerekli kılar.

Böylesine çok etkenli bir uğraş, hiç kuşkusuz tek ve kesin bir sonuca bağlanamaz, ancak bu araştırma ve çalışmaların tüm insanlık bilgisine ilişkin olarak, süreç içinde ele alınıp seçenekli bir biçimde ortaya konması gerçeğin aydınlatılmasına katkıda bulunur.

Son çözümlemede “Gerçek” kavramı:

Nesne, olay ve olguların içsel, zorunlu bağıntılarını, birinden diğerine geçişi, devinimin çelişme, değişme, gelişme yasalarını ve değişimlerin “süreç” olarak kavranmasını içeren bir bilgilenme sürecinden sonra;

Üretimle ortaya çıkan somut ve nesnel ürün olarak tanımlanabilir.

Gerçek, iki düzeyde nesnel ve somuttur.

Birincisi doğa düzeyinde “verili gerçek” olarak;

İkincisi toplum düzeyinde “üretilmiş gerçek” olarak.

  • Verili gerçek insan etkinliğinden bağımsız bir varoluştur, somutluğu duyusal düzeydedir; ilişkileri, süreçleri ve işlevleri ortaya konmamıştır.
  • Üretilmiş gerçek ise ilişkileri, süreçleri, işlevleri belirlenmiş ve somut kılınmış bir gerçektir.

Bu bağlamda gerçeği aşamalı biçimde dizgeleştirmek olanaklıdır.

  • Duyusal aşama, bir nesnenin gerçekliğine duyu verileri aracılığıyla tanık olmaktır. Bu durumda nesne bizim için “duyusal somut” olur.
  • Düşünsel aşama, nesneden gelen duyu verilerini anlıksal kategoriler ve matematiksel işlemlerden geçirerek onun gerçekliğine düşünsel biçimde tanık olmaktır.
  • Bu sürece deney ve gözlem verilerinin katılımı ile nesnenin gerçekliğine doğrulamanın ya da yanlışlamanın tanıklığı getirilir.
  • Söz konusu nesnenin varoluş yasalarının bilinmesiyle onu yeniden üreterek gerçekliğine üretim yolu ile tanıklık ederiz.
  • Üretilebilen nesneyi dönüştürerek ondan başka başka nesneler üretir ve onun dönüştürülebilen gerçekliğine tanık oluruz.

Nesnel gerçeklik, bu ve benzer bilimsel yöntemlerle kavranır, doğrulanır, kanıtlanır ve anlamlı kılınmış olur.

Özgür bir aydın, son aşamada, bilimsel tutumu benimseyerek, tüm dünyada özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin gerçekleşeceği laik, hümanist ve bilimsel tutumlu bir dünya insanlığının kurulması için çalışır.

Her aydının gayreti, sarsılmaz bir kararlılıkla böyle bir evrensel ülkü mabedine katılmak ve katkıda bulunmaktır.

Bir aydın bilir ki “gerçek” yalnızca olmuş bitmiş bir olgu değildir;

Gerçek; olan, olmakta olan ve oluşturulacak olan bir süreçtir.

Bu nedenle, varolan gerçeklerden kalkarak, gerçekleştirilmesi gerekenlere ulaşmanın araştırılması; us, bilimsel bilgi ve bilgeliğin ışığında, dayanışmanın gücüyle, güzel bir yaşamın kurulması sorumluluk ve görevi herkesten önce aydınların işidir.

 M. Bülent GÜRKAN

http://www.makaleler.com/bilim-makaleleri/gercek-kavrami-uzerine.htm

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

24th Aralık 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İngilizce bilimsel videolar

http://video.nationalgeographic.com/video/player/science/index.html

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

29th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

Patrick Glynn, Harvard ve Cambridge gibi dünyanın en ünlü iki üniversitesinden mezun olmuş, Reagan döneminde uzun yıllar siyasî danışmanlık yapmış, American Enterprise Institute gibi önemli düşünce kuruluşlarında çalışmış bir siyaset bilimci. Hâlen Washington DC’deki George Washington Üniversitesi’nde Toplum Siyaseti Çalışmaları Enstitüsü’nün yöneticiliğini yürütüyor. Prof. Glynn’e ün kazandıran çalışması ise, 1999 yılında yayımlanan “Allah’ın Varlığının Delilleri: Post-Seküler Bir Dünyada İnanç ve Aklın Uzlaşması” adlı kitabı oldu. Uzun yıllar bir ateist olarak yaşamasına rağmen, ilmî delilleri yeniden incelediğinde bir dönüşüm geçiren ve Allah’ın varlığını kabul eden Glynn, söz konusu kitapta bu kararında rol oynayan delilleri anlatıyor. Patrick Glynn ile Washington’da görüştük ve ateizmi neden terk ettiğinden, yeni muhafazakâr hareketin zihnî alt yapısına kadar pek çok konuyu konuştuk.

 
   
   

Patrick Glynn: Ben Bir Ateisttim!

Röportaj aktarımı: Mustafa Akyol

Patrick Glynn, Harvard ve Cambridge gibi dünyanın en ünlü iki üniversitesinden mezun olmuş, Reagan döneminde uzun yıllar siyasî danışmanlık yapmış, American Enterprise Institute gibi önemli düşünce kuruluşlarında çalışmış bir siyaset bilimci. Hâlen Washington DC’deki George Washington Üniversitesi’nde Toplum Siyaseti Çalışmaları Enstitüsü’nün yöneticiliğini yürütüyor. Prof. Glynn’e ün kazandıran çalışması ise, 1999 yılında yayımlanan “Allah’ın Varlığının Delilleri: Post-Seküler Bir Dünyada İnanç ve Aklın Uzlaşması” adlı kitabı oldu. Uzun yıllar bir ateist olarak yaşamasına rağmen, ilmî delilleri yeniden incelediğinde bir dönüşüm geçiren ve Allah’ın varlığını kabul eden Glynn, söz konusu kitapta bu kararında rol oynayan delilleri anlatıyor.

Önemli bir dönüşüm yaşadığınızı biliyoruz. Ateizmin bir yanılgı olduğunu ne zaman ve nasıl fark ettiniz?

Belki önce, nasıl ateist olduğumu anlatmalıyım. Ben dindar Katolik bir ailede yetiştim. Pazar günleri kilise korosuna katılırdım. Ama gençliğimde, 60′lı yıllarda değişmeye başladım, Harvard’da geçirdiğim yıllarda o devrin tipik agnostik modelini benimsedim. Strauss ile birlikte ise, örtülü bir ateizmi kabullendim. Bu ateizm daha çok Darwinizm’e dayanıyordu. Darwin’den sonra ateizm, zaten pek çok Batılı entelektüel arasında sorgulanmadan kabul edilen standart bir görüş haline gelmişti.

Ancak 80′lerde bu tablo değişmeye başladı. Aralarında benim de bulunduğum pek çok entelektüel, konuyu baştan ele alarak ateizmi sorguladı. Öte yandan Amerikan kültürü içinde de bir değişim başlamıştı. Bugün Amerikalı elitler arasında hâlâ son derece koyu seküler bir kanat var. Ama bunların görüşü, ideolojilerden sadece biri haline gelmiş durumda; eskiden, meselâ 60′larda veya 70′lerde ise söz konusu görüş gerçeğin tâ kendisi olarak kabul görüyordu. Eğer Harvard’da okuyup da pazar günleri kiliseye gidiyor olsaydınız, biraz garip birisi olarak görülürdünüz, biraz eski moda, eskide kalmış birisi olarak. Bugün bu tablo büyük ölçüde değişmiş durumda ve Amerikan entelektüelleri arasında da güçlü bir dindarlık görebiliyorsunuz. Polkinghorne gibi büyük fizikçiler Allah’ın varlığını savunuyor ve bunu çok ma’kul ve ikna edici şekilde yapıyorlar.

 

Kitabınızda da bahsettiğiniz bu ma’kul ve iknâ edici delillerden kısaca bahsedebilir misiniz?

20. yüzyılın başlarında Big-Bang (Büyük Patlama) teorisi kabul edildi ve bu teori, âlemin bir başlangıcı, yani yaratılış ânı olduğunu gösterdi. Bu, kâinatın sonsuz olduğunu savunan materyalist görüşe önemli bir darbe oldu. 1970′lerde ise fizikçiler, enteresan ve düşündürücü bir hususu fark ettiler. Kâinatın bütün fizikî dengelerinin, meselâ yerçekiminin veya atomu bir arada tutan nükleer kuvvetlerin, yaşanabilir bir âlem oluşması için en ideal değerlerde olduklarını buldular. “Antropik Prensip” (İnsan için hazırlanmış kâinat anlayışı) adı verilen bu şaşırtıcı buluş, içinde yaşadığımız kâinatın rastgele ortaya çıkmadığı, insan hayatı için özel olarak yaratıldığı fikrine büyük bir delil oluşturdu. Yıllar geçtikçe bu prensibi destekleyen yeni deliller de ortaya çıkmaya devam ediyor.

 

Biyolojide de, bir yaratılışın varlığını gösteren deliller var mı?

Elbette var! Bugün biyoloji dünyasına baktığınızda, yaratılış düşüncesine yaklaşan bir paradigma değişikliği görebilirsiniz. Biyolojinin 19. yüzyılda şekillenmiş paradigması, yani temel kabulleri sarsılıyor. Bu paradigmada en büyük pay Darwinizm’e ait. Bu teori, yeryüzündeki bütün hayatın şuursuz tabiat hâdiselerinin eseri olduğunu öne sürmüştü. Oysa canlılığın detayları keşfedildikçe, karşımıza mükemmel, hassas ve yoğun bir programa dayanan sistemler çıkıyor. Bu sistemlerin gâyesiz sebeplerin ve rastlantıların ürünü olduğu düşüncesi giderek kabul edilemez hâle geliyor.

 

Sadece Darwin değil, Freud da sarsılıyor galiba?

Kesinlikle! Freud, insan psikolojisine materyalist bir açıklama getirmeye çalışmıştı. Dahası, dinî inancın bir tür nevroz olduğunu ileri sürmüş, insanların ancak ateist olduklarında sağlıklı bir psikolojiye sahip olabileceklerini söylemişti. Ama deliller bunun tam aksini gösteriyor. Psikolojik araştırmalar, dindar insanların psikolojik yönden çok daha sağlıklı olduklarını gösteren verilerle dolu. Freud’un, dinin modernleşme ile birlikte yok olacağı şeklindeki tahmini ise, tamamen boşa çıkmış durumda.

Kitabınızda ruhun varlığına dâir ölüm ve sonrası hakkında yaşanmış tecrübelerden deliller çıkarıyorsunuz, değil mi? Evet! Aslında benim ateizmden vazgeçmemi sağlayan sürecin, asıl bu konudaki delilleri incelemekle başladığını söyleyebilirim. 90′ların başında, uzun bir tatil döneminde, ölümün kıyısına gelen insanların tecrübeleri hakkındaki raporları inceledim. Bunların çoğu, ameliyatlar sırasında kalbleri duran, birkaç dakika gerçekten biyolojik bir ölüm yaşayan, ama sonra hayata dönen kişiler. Ölümle yüzleştikleri kısa süre hakkında anlattıklarında ise, büyük benzerlikler var. Hemen hepsi ruhlarının vücutlarından ayrıldığını, kendilerini dışarıdan gördüklerini belirtiyor. Anlattıklarının hayâl ürünü olması ise imkânsız; çünkü o sırada odada neler yaşandığına, doktorların kendilerini kurtarmak için neler yaptıklarına dâir detaylı tariflerde bulunuyorlar ve bunları gözleriyle görmüş olmaları mümkün değil. Kitapta detaylı olarak anlattığım bütün bu deliller, insanın bir ruha sahip olduğunu gösteren önemli bir veri. Bir ruha sahip olmamız ise, ateizmin temel dayanağı olan materyalist felsefeyi yalanlıyor.

 

21. yüzyıla nasıl bakıyorsunuz? Bu deliller insanlığın düşüncesini nereye taşıyacak?

20. yüzyılın büyük bölümüne egemen olan sekülarizm artık geçerliliğini yitirdi. Sekülarizmin objektif bir gerçeklik olduğu sanılıyordu; artık o, sadece farklı dünya görüşlerinden birisi hâline geldi ve zemini de giderek eriyor. 21. yüzyıl, 20. yüzyıldan daha dindar olacak. Ama soru şu: Hoşgörülü ve barışçı bir din anlayışı mı, yoksa çatışmacı bir din anlayışı mı yükselecek? Kuşkusuz her sağduyulu insan, birincisini diliyor. http://www.sizinti.com.tr/konular.php?KONUID=989

 

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

29th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

SCIENCE FINDS GOD

The Achievements Of Modern Science Seem To Contradict Religion And Undermine Faith. But For A Growing Number Of Scientists, The Same Discoveries Offer Support For Spirituality And Hints Of The Very Nature Of God.

THE MORE DEEPLY SCIENTISTS see into the secrets of the universe, you’d expect, the more God would fade away from their hearts and minds. But that’s not how it went for Allan Sandage. Now slightly stooped and white-haired at 72, Sandage has spent a professional lifetime coaxing secrets out of the stars, peering through telescopes from Chile to California in the hope of spying nothing less than the origins and destiny of the universe. As much as any other 20th-century astronomer, Sandage actually figured it out: his observations of distant stars showed how fast the universe is expanding and how old it is (15 billion years or so). But through it all Sandage, who says he was “”almost a practicing atheist as a boy,” was nagged by mysteries whose answers were not to be found in the glittering panoply of supernovas. Among them: why is there something rather than nothing? Sandage began to despair of answering such questions through reason alone, and so, at 50 , he willed himself to accept God. “”It was my science that drove me to the conclusion that the world is much more complicated than can be explained by science,” he says. “”It is only through the supernatural that I can understand the mystery of existence.”

Something surprising is happening between those two old warhorses science and religion.

Historically, they have alternated between mutual support and bitter enmity. Although religious doctrine midwifed the birth of the experimental method centuries ago (following story), faith and reason soon parted ways. Galileo, Darwin and others whose research challenged church dogma were branded heretics, and the polite way to reconcile science and theology was to simply agree that each would keep to its own realm: science would ask, and answer, empirical questions like “”what” and “”how”; religion would confront the spiritual, wondering “”why.” But as science grew in authority and power beginning with the Enlightenment, this detente broke down. Some of its greatest minds dismissed God as an unnecessary hypothesis, one they didn’t need to explain how galaxies came to shine or how life grew so complex. Since the birth of the universe could now be explained by the laws of physics alone, the late astronomer and atheist Carl Sagan concluded, there was “”nothing for a Creator to do,” and every thinking person was therefore forced to admit “”the absence of God.” Today the scientific community so scorns faith, says Sandage, that “”there is a reluctance to reveal yourself as a believer, the opprobrium is so severe.”

Some clergy are no more tolerant of scientists. A fellow researcher and friend of Sandage’s was told by a pastor, “”Unless you accept and believe that the Earth and universe are only 6,000 years old [as a literal reading of the Bible implies], you cannot be a Christian.” It is little wonder that people of faith resent science: by reducing the miracle of life to a series of biochemical reactions, by explaining Creation as a hiccup in space-time, science seems to undermine belief, render existence meaningless and rob the world of spiritual wonder.

But now “”theology and science are entering into a new relationship,” says physicist turned theologian Robert John Russell, who in 1981 founded the Center for Theology and the Natural Sciences at the Graduate Theological Union in Berkeley. Rather than undercutting faith and a sense of the spiritual, scientific discoveries are offering support for them, at least in the minds of people of faith. Big-bang cosmology, for instance, once read as leaving no room for a Creator, now implies to some scientists that there is a design and purpose behind the universe. Evolution, say some scientist-theologians, provides clues to the very nature of God. And chaos theory, which describes such mundane processes as the patterns of weather and the dripping of faucets, is being interpreted as opening a door for God to act in the world.

From Georgetown to Berkeley, theologians who embrace science, and scientists who cannot abide the spiritual emptiness of empiricism, are establishing institutes integrating the two. Books like “”Science and Theology: The New Consonance” and “”Belief in God in an Age of Science” are streaming off the presses. A June symposium on “”Science and the Spiritual Quest,” organized by Russell’s CTNS, drew more than 320 paying attendees and 33 speakers, and a PBS documentary on science and faith will air this fall.

In 1977 Nobel physicist Steven Weinberg of the University of Texas sounded a famous note of despair: the more the universe has become comprehensible through cosmology, he wrote, the more it seems pointless. But now the very science that “”killed” God is, in the eyes of believers, restoring faith. Physicists have stumbled on signs that the cosmos is custom-made for life and consciousness. It turns out that if the constants of nature–unchanging numbers like the strength of gravity, the charge of an electron and the mass of a proton–were the tiniest bit different, then atoms would not hold together, stars would not burn and life would never have made an appearance. “”When you realize that the laws of nature must be incredibly finely tuned to produce the universe we see,” says John Polkinghorne, who had a distinguished career as a physicist at Cambridge University before becoming an Anglican priest in 1982, “”that conspires to plant the idea that the universe did not just happen, but that there must be a purpose behind it.” Charles Townes, who shared the 1964 Nobel Prize in Physics for discovering the principles of the laser, goes further: “”Many have a feeling that somehow intelligence must have been involved in the laws of the universe.”

Although the very rationality of science often feels like an enemy of the spiritual, here, too, a new reading can sustain rather than snuff out belief. Ever since Isaac Newton, science has blared a clear message: the world follows rules, rules that are fundamentally mathematical, rules that humans can figure out. Humans invent abstract mathematics, basically making it up out of their imaginations, yet math magically turns out to describe the world. Greek mathematicians divided the circumference of a circle by its diameter, for example, and got the number pi, 3.14159 . . . . Pi turns up in equations that describe subatomic particles, light and other quantities that have no obvious connections to circles. This points, says Polkinghorne, “”to a very deep fact about the nature of the universe,” namely, that our minds, which invent mathematics, conform to the reality of the cosmos. We are somehow tuned in to its truths. Since pure thought can penetrate the universe’s mysteries, “”this seems to be telling us that something about human consciousness is harmonious with the mind of God,” says Carl Feit, a cancer biologist at Yeshiva University in New York and Talmudic scholar.

To most worshipers, a sense of the divine as an unseen presence behind the visible world is all well and good, but what they really yearn for is a God who acts in the world. Some scientists see an opening for this sort of God at the level of quantum or subatomic events. In this spooky realm, the behavior of particles is unpredictable. In perhaps the most famous example, a radioactive element might have a half-life of, say, one hour. Half-life means that half of the atoms in a sample will decay in that time; half will not. But what if you have only a single atom? Then, in an hour, it has a 50-50 chance of decaying. And what if the experiment is arranged so that if the atom does decay, it releases poison gas? If you have a cat in the lab, will the cat be alive or dead after the hour is up? Physicists have discovered that there is no way to determine, even in principle, what the atom would do. Some theologian-scientists see that decision point–will the atom decay or not? will the cat live or die?–as one where God can act. “”Quantum mechanics allows us to think of special divine action,” says Russell. Even better, since few scientists abide miracles, God can act without violating the laws of physics.

An even newer science, chaos theory, describes phenomena like the weather and some chemical reactions whose exact outcomes cannot be predicted. It could be, says Polkinghorne, that God selects which possibility becomes reality. This divine action would not violate physical laws either.

Most scientists still park their faith, if they have it, at the laboratory door. But just as belief can find inspiration in science, so scientists can find inspiration in belief. Physicist Mehdi Golshani of Sharif University of Technology in Tehran, drawing from the Koran, believes that natural phenomena are “”God’s signs in the universe,” and that studying them is almost a religious obligation. The Koran asks humans to “”travel in the earth, then see how He initiated the creation.” Research, Golshani says, “”is a worship act, in that it reveals more of the wonders of God’s creation.” The same strain runs through Judaism. Carl Feit cites Maimonides, “”who said that the only pathway to achieve a love of God is by understanding the works of his hand, which is the natural universe. Knowing how the universe functions is crucial to a religious person because this is the world He created.” Feit is hardly alone. According to a study released last year, 40 percent of American scientists believe in a personal God–not merely an ineffable power and presence in the world, but a deity to whom they can pray.

To Joel Primack, an astrophysicist at the University of California, Santa Cruz, “”practicing science [even] has a spiritual goal”–namely, providing inspiration. It turns out, explains Primack, that the largest size imaginable, the entire universe, is 10 with 29 zeros after it (in centimeters). The smallest size describes the subatomic world, and is 10 with 24 zeros (and a decimal) in front of it. Humans are right in the middle. Does this return us to a privileged place? Primack doesn’t know, but he describes this as a “”soul-satisfying cosmology.”

Although skeptical scientists grumble that science has no need of religion, forward-looking theologians think religion needs science. Religion “”is incapable of making its moral claims persuasive or its spiritual comfort effective [unless] its cognitive claims” are credible, argues physicist-theologian Russell. Although upwards of 90 percent of Americans believe in a personal God, fewer believe in a God who parts seas, or creates species one by one. To make religions forged millenniums ago relevant in an age of atoms and DNA, some theologians are “”incorporat[ing] knowledge gained from natural science into the formation of doctrinal beliefs,” says Ted Peters of Pacific Lutheran Seminary. Otherwise, says astronomer and Jesuit priest William Stoeger, religion is in danger of being seen, by people even minimally acquainted with science, “”as an anachronism.”

Science cannot prove the existence of God, let alone spy him at the end of a telescope. But to some believers, learning about the universe offers clues about what God might be like. As W. Mark Richardson of the Center for Theology and the Natural Sciences says, “”Science may not serve as an eyewitness of God the creator, but it can serve as a character witness.” One place to get a glimpse of God’s character, ironically, is in the workings of evolution. Arthur Peacocke, a biochemist who became a priest in the Church of England in 1971, has no quarrel with evolution. To the contrary: he finds in it signs of God’s nature. He infers, from evolution, that God has chosen to limit his omnipotence and omniscience. In other words, it is the appearance of chance mutations, and the Darwinian laws of natural selection acting on this “”variation,” that bring about the diversity of life on Earth. This process suggests a divine humility, a God who acts selflessly for the good of creation, says theologian John Haught, who founded the Georgetown (University) Center for the Study of Science and Religion. He calls this a “”humble retreat on God’s part”: much as a loving parent lets a child be, and become, freely and without interference, so does God let creation make itself.

It would be an exaggeration to say that such sophisticated theological thinking is remaking religion at the level of the local parish, mosque or synagogue. But some of these ideas do resonate with ordinary worshipers and clergy. For Billy Crockett, president of Walking Angel Records in Dallas, the discoveries of quantum mechanics that he reads about in the paper reinforce his faith that “”there is a lot of mystery in the nature of things.” For other believers, an appreciation of science deepens faith. “”Science produces in me a tremendous awe,” says Sister Mary White of the Benedictine Meditation Center in St. Paul, Minn. “”Science and spirituality have a common quest, which is a quest for truth.” And if science has not yet influenced religious thought and practice at the grass-roots level very much, just wait, says Ted Peters of CTNS. Much as feminism sneaked up on churches and is now shaping the liturgy, he predicts, “”in 10 years science will be a major factor in how many ordinary religious people think.”

Not everyone believes that’s such a hot idea. “”Science is a method, not a body of knowledge,” says Michael Shermer, a director of the Skeptics Society, which debunks claims of the paranormal. “”It can have nothing to say either way about whether there is a God. These are two such different things, it would be like using baseball stats to prove a point in football.” Another red flag is that adherents of different faiths–like the Orthodox Jews, Anglicans, Quakers, Catholics and Muslims who spoke at the June conference in Berkeley–tend to find, in science, confirmation of what their particular religion has already taught them.

Take the difficult Christian concept of Jesus as both fully divine and fully human. It turns out that this duality has a parallel in quantum physics. In the early years of this century, physicists discovered that entities thought of as particles, like electrons, can also act as waves. And light, considered a wave, can in some experiments act like a barrage of particles. The orthodox interpretation of this strange situation is that light is, simultaneously, wave and particle. Electrons are, simultaneously, waves and particles. Which aspect of light one sees, which face an electron turns to a human observer, varies with the circumstances. So, too, with Jesus, suggests physicist F. Russell Stannard of England’s Open University. Jesus is not to be seen as really God in human guise, or as really human but acting divine, says Stannard: “”He was fully both.” Finding these parallels may make some people feel, says Polkinghorne, “”that this is not just some deeply weird Christian idea.”

Jews aren’t likely to make the same leap. And someone who is not already a believer will not join the faithful because of quantum mechanics; conversely, someone in whom science raises no doubts about faith probably isn’t even listening. But to people in the middle, for whom science raises questions about religion, these new concordances can deepen a faith already present. As Feit says, “”I don’t think that by studying science you will be forced to conclude that there must be a God. But if you have already found God, then you can say, from understanding science, “Ah, I see what God has done in the world’.”

In one sense, science and religion will never be truly reconciled. Perhaps they shouldn’t be. The default setting of science is eternal doubt; the core of religion is faith. Yet profoundly religious people and great scientists are both driven to understand the world. Once, science and religion were viewed as two fundamentally different, even antagonistic, ways of pursuing that quest, and science stood accused of smothering faith and killing God. Now, it may strengthen belief. And although it cannot prove God’s existence, science might whisper to believers where to seek the divine.

 

AN UNEASY TRUCE

Throughout Western history, science and religion have been like siblings–sometimes at loggerheads, sometimes on common ground.

800-1000 The Islamic Empire, where it is believed that astronomy and mathematics provided a glimpse of God, is for centuries the only repository of many Greek and Egyptian texts.

1268-73 In writings on Aristotle’s physical studies, Thomas Aquinas synthesizes scientific inquiry with Christian thought. After him, medieval scientists see their role as uncovering the divine plan.

1543 Copernicus publishes “De Revolutionibus.” It concludes that the earth revolves around the sun, challenging man’s exalted place at the center of God’s plan of the universe.

1633 Galileo is censured by the Inquisition for writing about and teaching the Copernican system against papal orders. He’s made to recant and is placed under house arrests.

1687 Isaac Newton’s gravitational theory, published in the “Principia,” completes the mechanistic vision of the cosmos. Newton leaves in a sliver of God–as the “first cause” of the universe.

1802 In “Research on the Organization of Living Bodies,” the chevalier Lamarck posits an evolutionary view of animal species–contradicting the idea that God created them in immutable, constant form.

1842 Richard Owen determines that recently found fossils belong to an extinct animal group he calls dinosaurs. Some see further evidence of mutating species, others the effects of Noah’s flood.

1859 In “Origin of Species,” Charles Darwin concludes that species evolve and that change is driven by variations in offspring that are either favored or eliminated in the struggle for survival.

1871 Darwin publishes “The Descent of Man,” in which he undermines the Biblical doctrine that humans are a divine creation. Instead, he argues, mankind evolved from apes.

1905 John William Strutt determines the age of a rock: 2 billion years, officially disproving James Ussher’s 1650 assertion that, according to Genesis, the universe was created on Oct. 22, 4004 B.C.

1916 Albert Einstein’s groundbreaking theories of relativity reject Newton’s carefully ordered universe. “Science without religion is lame. Religion without science is blind,” he later says.

1925 John Scopes, a high-school teacher in Tennessee, is indicted for teaching evolutionary theory. Scopes–along with Darwinism itself–is put on trial and convicted.

1948 George Gamow coins the term “big bang” to describe the theory that the universe began in a primeval explosion. An instantaneous creation leaves open the idea of a creator.

1965 Arno Penzias and Robert Wilson find that space is filled with background radiation, a discovery supporting the big-bang model. In 1989, the COBE satellite makes an image of this radiation.

1992 Pope John Paul II apologizes for the Roman Catholic Church’s condemnation of Galileo. Four years later, he endorses evolution as part of God’s master plan.

 

CHARLES TOWNES

PHYSICIST AND CHRISTIAN

He shared the 1964 Nobel Prize in Physics for discovering the principles that underlie the laser. “As a religious person, I strongly sense. . .the presence and actions of a creative being far beyond myself and yet always personal and close by,” he says. Now at the University of California, Berkeley, Townes believes that recent discoveries in cosmology reveal “a universe that fits religious views”–specifically, that “somehow intelligence must have been involved in the laws of the universe.”

 

WILLIAM STOEGER

ASTRONOMER AND JESUIT PRIEST

Stoeger, who joined the Jesuits at 17, now teaches at the University of Arizona and is a member of the Vatican Observatory. “I did have one conflict between science and religion, in sixth or seventh grade,” he says. “I got a book on paleontology from my uncle Don, so I read it only at night when no-one else was around. This conflict [between evolution and Genesis] was wonderfully resolved in high school,” Stoeger says, when a priest showed him that the Bible could be read metaphorically.

 

S. JOCELYN BELL BURNELL

ASTRONOMER AND QUAKER

For some scholars, there are limits to the consilience of research and faith. Bell Burnell, discoverer of the spinning stars called pulsars, is active in the Religious Society of Friends. She wills herself to accept Christian theology, she says, because the absence of belief is too lonely and frightening a prospect. But she keeps her beliefs separate from her astronomy work at England’s Open University. “Would I do science differently if I weren’t a Quaker?” she asks. “I don’t think so.”

 

JOHN POLKINGHORNE

PHYSICIST TURNED PRIEST

After a distinguished career in particle physics, Polkinghorne was ordained an Anglican priest in 1982. “For me,” he explains, the fundamental component of belief in God “is that there is a mind and a purpose behind the universe.” He sees hints of that divine presence in how abstract mathematics can penetrate the universe’s secrets, which suggests that a rational mind created the world. As for purpose, he sees it in how nature is fine-tuned to allow life and consciousness to emerge. MARIAN WESTLEY © 1998

http://www.newsweek.com/id/93188

http://www.newsweek.com/id/93188/page/8

 

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

29th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

An Exclusive Interview with Former British Atheist Professor Antony Flew

Dear Friends:

The following is an exclusive interview that will be published in the Winter 2005 issue of “Philosophia Christi” the journal of the Evangelical Philosophical Society (www.biola.edu/philchristi). “Philosophia Christi” is one of the top circulating philosophy of religion journals in the world and we are pleased to offer up the definitive interview on this breaking story of global interest.

Prof. Antony Flew, 81 years old, is a legendary British philosopher and atheist and has been an icon and champion for unbelievers for decades. His change of mind is significant news, not only about his personal journey, but also about the persuasive power of the arguments modern theists have been using to challenge atheistic naturalism.

The interviewer is Dr. Gary Habermas, a prolific philosopher and historian from Liberty University who has debated Flew several times. They have maintained a friendship despite their years of disagreement on the existence of God.

Sincerely,

9 December 2004

Craig J. Hazen, Ph.D.

Professor of Comparative Religion, Biola University

Editor, “Philosophia Christi”

 

****************o*****************

My Pilgrimage from Atheism to Theism

An Exclusive Interview with Former British Atheist Professor Antony Flew

DR. ANTONY FLEW

Professor of Philosophy, Former atheist, author, and debater

DR. GARY R. HABERMAS

Professor Philosophy and Theology, Editorial Board for “Philosophia Christi”

Antony Flew and Gary Habermas met in February 1985 in Dallas, Texas. The occasion was a series of debates between atheists and theists, featuring many influential philosophers, scientists, and other scholars.1

A short time later, in May 1985, Flew and Habermas debated at Liberty University before a large audience. The topic that night was the resurrection of Jesus.2 Although Flew was arguably the world’s foremost philosophical atheist, he had intriguingly also earned the distinction of being one of the chief philosophical commentators on the topic of miracles.3

Habermas specialized on the subject of Jesus’ resurrection.4 Thus, the ensuing dialogue on the historical evidence for the central Christian claim was a natural outgrowth of their research. Over the next twenty years, Flew and Habermas developed a friendship, writing dozens of letters, talking often, and dialoguing twice more on the resurrection. In April 2000 they participated in a live debate on the Inspiration Television Network, moderated by John Ankerberg.5

In January 2003 they again dialogued on the resurrection at California Polytechnic State University–San Luis Obispo.6

During a couple telephone discussions shortly after their last dialogue, Flew explained to Habermas that he was considering becoming a theist. While Flew did not change his position at that time, he concluded that certain philosophical and scientific considerations were causing him to do some serious rethinking. He characterized his position as that of atheism standing in tension with several huge question marks.

Then, a year later, in January 2004, Flew informed Habermas that he had indeed become a theist. While still rejecting the concept of special revelation, whether Christian, Jewish or Islamic, nonetheless he had concluded that theism was true. In Flew’s words, he simply “had to go where the evidence leads.”7

The following interview took place in early 2004 and was subsequently modified by both participants throughout the year. This nontechnical discussion sought to engage Flew over the course of several topics that reflect his move from atheism to theism.8 The chief purpose was not to pursue the details of any particular issue, so we bypassed many avenues that would have presented a plethora of other intriguing questions and responses. These were often tantalizingly ignored, left to ripen for another discussion. Neither did we try to persuade each another of alternate positions.

Our singular purpose was simply to explore and report Flew’s new position, allowing him to explain various aspects of his pilgrimage. We thought that this in itself was a worthy goal.

Along the way, an additional benefit emerged, as Flew reminisced about various moments from his childhood, graduate studies, and career.

HABERMAS: Tony, you recently told me that you have come to believe in the existence of God. Would you comment on that?

FLEW: Well, I don’t believe in the God of any revelatory system, although I am open to that. But it seems to me that the case for an Aristotelian God who has the characteristics of power and also intelligence, is now much stronger than it ever was before. And it was from Aristotle that Aquinas drew the materials for producing his five ways of, hopefully, proving the existence of his God. Aquinas took them, reasonably enough, to prove, if they proved anything, the existence of the God of the Christian revelation. But Aristotle himself never produced a definition of the word “God,” which is a curious fact. But this concept still led to the basic outline of the five ways. It seems to me, that from the existence of Aristotle’s God, you can’t infer anything about human behaviour. So what Aristotle had to say about justice (justice, of course, as conceived by the Founding Fathers of the American republic as opposed to the “social” justice of John Rawls9) was very much a human idea, and he thought that this idea of justice was what ought to govern the behaviour of individual human beings in their relations with others.

HABERMAS: Once you mentioned to me that your view might be called Deism. Do you think that would be a fair designation?

FLEW: Yes, absolutely right. What Deists, such as the Mr. Jefferson who drafted the American Declaration of Independence, believed was that, while reason, mainly in the form of arguments to design, assures us that there is a God, there is no room either for any supernatural revelation of that God or for any transactions between that God and individual human beings.

HABERMAS: Then, would you comment on your “openness” to the notion of theistic revelation?

FLEW: Yes. I am open to it, but not enthusiastic about potential revelation from God. On the positive side, for example, I am very much impressed with physicist Gerald Schroeder’s comments on Genesis 1.10 That this biblical account might be scientifically accurate raises the possibility that it is revelation.

HABERMAS: You very kindly noted that our debates and discussions had influenced your move in the direction of theism.11 You mentioned that this initial influence contributed in part to your comment that naturalistic efforts have never succeeded in producing “a plausible conjecture as to how any of these complex molecules might have evolved from simple entities.”12 Then in your recently rewritten introduction to the forthcoming edition of your classic volume God and Philosophy, you say that the original version of that book is now obsolete. You mention a number of trends in theistic argumentation that you find convincing, like big bang cosmology, fine tuning and Intelligent Design arguments. Which arguments for God’s existence did you find most persuasive?

FLEW: I think that the most impressive arguments for God’s existence are those that are supported by recent scientific discoveries. I’ve never been much impressed by the kalam cosmological argument, and I don’t think it has gotten any stronger recently. However, I think the argument to Intelligent Design is enormously stronger than it was when I first met it.

HABERMAS: So you like arguments such as those that proceed from big bang cosmology and fine tuning arguments?

FLEW: Yes.

HABERMAS: You also recently told me that you do not find the moral argument to be very persuasive. Is that right?

FLEW: That’s correct. It seems to me that for a strong moral argument, you’ve got to have God as the justification of morality. To do this makes doing the morally good a purely prudential matter rather than, as the moral philosophers of my youth used to call it, a good in itself.

(Compare the classic discussion in Plato’s Euthyphro.)

HABERMAS: So, take C. S. Lewis’s argument for morality as presented in Mere Christianity.13 You didn’t find that to be very impressive?

FLEW: No, I didn’t. Perhaps I should mention that, when I was in college, I attended fairly regularly the weekly meetings of C. S. Lewis’s Socratic Club. In all my time at Oxford these meetings were chaired by Lewis. I think he was by far the most powerful of Christian apologists for the sixty or more years following his founding of that club. As late as the 1970s, I used to find that, in the USA, in at least half of the campus bookstores of the universities and liberal art colleges which I visited, there was at least one long shelf devoted to his very various published works.

HABERMAS: Although you disagreed with him, did you find him to be a very reasonable sort of fellow?

FLEW: Oh yes, very much so, an eminently reasonable man.

HABERMAS: And what do you think about the ontological argument for the existence of God?

FLEW: All my later thinking and writing about philosophy was greatly influenced by my year of postgraduate study under the supervision of Gilbert Ryle, the then Professor of Metaphysical Philosophy in the University of Oxford, as well as the Editor of Mind. It was the very year in which his enormously influential work on The Concept of Mind14 was first published. I was told that, in the years between the wars, whenever another version of the ontological argument raised its head, Gilbert forthwith set himself to refute it.

My own initial lack of enthusiasm for the ontological argument developed into strong repulsion when I realized from reading the Theodicy15 of Leibniz that it was the identification of the concept of Being with the concept of Goodness (which ultimately derives from Plato’s identification in The Republic of the Form or Idea of the Good with the Form or the Idea of the Real) which enabled Leibniz in his Theodicy validly to conclude that an universe in which most human beings are predestined to an eternity of torture is the “best of all possible worlds.”

HABERMAS: So of the major theistic arguments, such as the cosmological, teleological, moral, and ontological, the only really impressive ones that you take to be decisive are the scientific forms of teleology?

FLEW: Absolutely. It seems to me that Richard Dawkins constantly overlooks the fact that Darwin himself, in the fourteenth chapter of The Origin of Species, pointed out that his whole argument began with a being which already possessed reproductive powers. This is the creature the evolution of which a truly comprehensive theory of evolution must give some account.

Darwin himself was well aware that he had not produced such an account. It now seems to me that the findings of more than fifty years of DNA research have provided materials for a new and enormously powerful argument to design.

HABERMAS: As I recall, you also refer to this in the new introduction to your God and Philosophy.

FLEW: Yes, I do; or, since the book has not yet been published, I will!

HABERMAS: Since you affirm Aristotle’s concept of God, do you think we can also affirm Aristotle’s implications that the First Cause hence knows all things?

FLEW: I suppose we should say this. I’m not at all sure what one should think concerning some of these very fundamental issues. There does seem to be a reason for a First Cause, but I’m not at all sure how much we have to explain here. What idea of God is necessary to provide an explanation of the existence of the universe and all which is in it?

HABERMAS: If God is the First Cause, what about omniscience, or omnipotence?

FLEW: Well, the First Cause, if there was a First Cause, has very clearly produced everything that is going on. I suppose that does imply creation “in the beginning.”

HABERMAS: In the same introduction, you also make a comparison between Aristotle’s God and Spinoza’s God. Are you implying, with some interpreters of Spinoza, that God is pantheistic?

FLEW: I’m noting there that God and Philosophy has become out of date and should now be seen as an historical document rather than as a direct contribution to current discussions. I’m sympathetic to Spinoza because he makes some statements which seem to me correctly to describe the human situation(TANRI ANLAYIŞINDA DEĞERLER EGEMEN OLMAYINCA PANTEIST SPINOZA’YA YAKIN HİSSETMESİ DE DOĞAL OLMAKTADIR. DEĞERLERDEN DOLAYI SAVRULAN SAVRUKLUĞUYLA KALIYOR.) But for me the most important thing about Spinoza is not what he says but what he does not say(DEĞERLER ÖNEMLİ OLMAYINCA SÖYLENİLMEYENLER ÖNEMLİ OLMAKTADIR). He does not say that God has any preferences either about or any intentions concerning human behaviour or about the eternal destinies of human beings(İŞTE BU PANTEİST GERÇEK. DEĞERLERDEN YOKSUNLUK).

HABERMAS: What role might your love for the writings of David Hume play in a discussion about the existence of God? Do you have any new insights on Hume, given your new belief in God?

FLEW: No, not really.

HABERMAS: Do you think Hume ever answers the question of God?

FLEW: I think of him as, shall we say, an unbeliever. But it’s interesting to note that he himself was perfectly willing to accept one of the conditions of his appointment, if he had been appointed to a chair of philosophy at the University of Edinburgh. That condition was, roughly speaking, to provide some sort of support and encouragement for people performing prayers and executing other acts of worship. I believe that Hume thought that the institution of religious belief could be, and in his day and place was, socially beneficial.16

I, too, having been brought up as a Methodist, have always been aware of this possible and in many times and places actual benefit of objective religious instruction. It is now several decades since I first tried to draw attention to the danger of relying on a modest amount of compulsory religious instruction in schools to meet the need for moral education, especially in a period of relentlessly declining religious belief. But all such warnings by individuals were, of course, ignored. So we now have in the UK a situation in which any mandatory requirements to instruct pupils in state funded schools in the teachings of the established or any other religion are widely ignored. The only official attempt to construct a secular substitute was vitiated by the inability of the moral philosopher on the relevant government committee to recognize the fundamental difference between justice without prefix or suffix and the “social” justice of John Rawls’s A Theory of Justice.

I must some time send you a copy of the final chapter of my latest and presumably last book, in which I offer a syllabus and a program for moral education in secular schools.17 This is relevant and important for both the US and the UK. To the US because the Supreme Court has utterly misinterpreted the clause in the Constitution about not establishing a religion: misunderstanding it as imposing a ban on all official reference to religion. In the UK any effective program of moral education has to be secular because unbelief is now very widespread.

HABERMAS: In God and Philosophy, and in many other places in our discussions, too, it seems that your primary motivation for rejecting theistic arguments used to be the problem of evil. In terms of your new belief in God, how do you now conceptualise God’s relationship to the reality of evil in the world?

FLEW: Well, absent revelation, why should we perceive anything as objectively evil? The problem of evil is a problem only for Christians. For Muslims everything which human beings perceive as evil, just as much as everything we perceive as good, has to be obediently accepted as produced by the will of Allah. I suppose that the moment when, as a schoolboy of fifteen years, it first appeared to me that the thesis that the universe was created and is sustained by a Being of infinite power and goodness is flatly incompatible with the occurrence of massive undeniable and undenied evils in that universe, was the first step towards my future career as a philosopher! It was, of course, very much later that I learned of the philosophical identification of goodness with existence!

HABERMAS: In your view, then, God hasn’t done anything about evil.

FLEW: No, not at all, other than producing a lot of it.

HABERMAS: Given your theism, what about mind-body issues?

FLEW: I think those who want to speak about an afterlife have got to meet the difficulty of formulating a concept of an incorporeal person. Here I have again to refer back to my year as a graduate student supervised by Gilbert Ryle, in the year in which he published The Concept of Mind. At that time there was considerable comment, usually hostile, in the serious British press, on what was called “Oxford Linguistic Philosophy.” The objection was usually that this involved a trivialization of a very profound and important discipline.

I was by this moved to give a talk to the Philosophy Postgraduates Club under the title “Matter which Matters.” In it I argued that, so far from ignoring what Immanuel Kant described as the three great problems of philosophers—God, Freedom and Immortality—the linguistic approach promised substantial progress towards their solution.

I myself always intended to make contributions in all those three areas. Indeed my first philosophical publication was relevant to the third.18 Indeed it was not very long after I got my first job as a professional philosopher that I confessed to Ryle that if ever I was asked to deliver the Gifford Lectures I would give them under the title The Logic of Mortality.19 They were an extensive argument to the conclusion that it is simply impossible to create a concept of an incorporeal spirit.

HABERMAS: Is such a concept necessarily required for the notion of an afterlife?

FLEW: Dr. Johnson’s dictionary defines death as the soul leaving the body. If the soul is to be, as Dr. Johnson and almost if perhaps not quite everyone else in his day believed it to be, something which can sensibly be said to leave its present residence and to take up or be forced to take up residence elsewhere, then a soul must be, in the philosophical sense, a substance rather than merely a characteristic of something else.

My Gifford Lectures were published after Richard Swinburne published his, on The Evolution of the Soul.20 So when mine were reprinted under the title Merely Mortal? Can You Survive Your Own Death?21 I might have been expected to respond to any criticisms which Swinburne had made of my earlier publications in the same area. But the embarrassing truth is that he had taken no notice of any previous relevant writings either by me or by anyone published since World War II. There would not have been much point in searching for books or articles before that date since Swinburne and I had been the only Gifford lecturers to treat the question of a future life for the sixty years past. Even more remarkably, Swinburne in his Gifford Lectures ignored Bishop Butler’s decisive observation: “Memory may reveal but cannot constitute personal identity.”

HABERMAS: On several occasions, you and I have dialogued regarding the subject of near death experiences, especially the specific sort where people have reported verifiable data from a distance away from themselves. Sometimes these reports even occur during the absence of heartbeat or brain waves.22 After our second dialogue you wrote me a letter and said that, “I find the materials about near death experiences so challenging. . . . this evidence equally certainly weakens if it does not completely refute my argument against doctrines of a future life . . . .”23 In light of these evidential near death cases, what do you think about the possibility of an afterlife, especially given your theism?

FLEW: An incorporeal being may be hypothesized, and hypothesized to possess a memory. But before we could rely on its memory even of its own experiences we should need to be able to provide an account of how this hypothesized incorporeal being could be identified in the first place and then—after what lawyers call an affluxion of time—reidentified even by himself or herself as one and the same individual spiritual being. Until we have evidence that we have been and presumably—as Dr. Johnson and so many lesser men have believed—are to be identified with such incorporeal spirits I do not see why near-death experiences should be taken as evidence for the conclusion that human beings will enjoy a future life—or more likely if either of the two great revealed religions is true—suffer eternal torment.

HABERMAS: I agree that near death experiences do not evidence the doctrines of either heaven or hell. But do you think these evidential cases increase the possibility of some sort of an afterlife, again, given your theism?

FLEW: I still hope and believe there’s no possibility of an afterlife.

HABERMAS: Even though you hope there’s no afterlife, what do you think of the evidence that there might be such, as perhaps indicated by these evidential near death cases? And even if there is no clear notion of what sort of body might be implied here, do you find this evidence helpful in any way? In other words, apart from the form in which a potential afterlife might take, do you still find these to be evidence for something?

FLEW: It’s puzzling to offer an interpretation of these experiences. But I presume it has got to be taken as extrasensory perceiving by the flesh and blood person who is the subject of the experiences in question. What it cannot be is the hypothesized incorporeal spirit which you would wish to identify with the person who nearly died, but actually did not. For this concept of an incorporeal spirit cannot properly be assumed to have been given sense until and unless some means has been provided for identifying such spirits in the first place and re-identifying them as one and the same individual incorporeal spirits after the affluxion of time. Until and unless this has been done we have always to remember Bishop Butler’s objection: “Memory may reveal but cannot constitute personal identity.”24

Perhaps I should here point out that, long before I took my first university course in philosophy, I was much interested in what in the UK, where it began, is still called psychical research although the term “parapsychology” is now usually almost everywhere else. Perhaps I ought here to confess that my first book was brashly entitled A New Approach to Psychical Research,25 and my interest in this subject continued for many years thereafter.

HABERMAS: Actually you have also written to me that these near death experiences “certainly constitute impressive evidence for the possibility of the occurrence of human consciousness independent of any occurrences in the human brain.”26

FLEW: When I came to consider what seemed to me the most impressive of these near death cases I asked myself what is the traditional first question to ask about “psychic” phenomena. It is, “When, where, and by whom were the phenomena first reported?” Some people seem to confuse near death experiences with after death experiences. Where any such near death experiences become relevant to the question of a future life is when and only when they appear to show “the occurrence of human consciousness independent of any occurrences in the human brain.”

HABERMAS: Elsewhere, you again very kindly noted my influence on your thinking here, regarding these data being decent evidence for human consciousness independent of “electrical activity in the brain.”27 If some near death experiences are evidenced, independently confirmed experiences during a near death state, even in persons whose heart or brain may not be functioning, isn’t that is quite impressive evidence? Are near death experiences, then, the best evidence for an afterlife?

FLEW: Oh, yes, certainly. They are basically the only evidence.

HABERMAS: What critical evaluation would you make of the three major monotheisms?

Are there any particular philosophical strengths or weaknesses in Christianity, Judaism, or Islam?

FLEW: If all I knew or believed about God was what I might have learned from Aristotle, then I should have assumed that everything in the universe, including human conduct, was exactly as God wanted it to be. And this is indeed the case, in so far as both Christianity and Islam are predestinarian, a fundamental teaching of both religious systems. What was true of Christianity in the Middle Ages is certainly no longer equally true after the Reformation. But Islam has neither suffered nor enjoyed either a Reformation or an Enlightenment. In the Summa Theologiae we may read:

As men are ordained to eternal life throughout the providence of God, it likewise is part of that providence to permit some to fall away from that end; this is called reprobation . . . . Reprobation implies not only foreknowledge but also is something more. . .28

What and how much that something more is the Summa contra Gentiles makes clear: . . . just as God not only gave being to things when they first began, but is also—as the conserving cause of being—the cause of their being as long as they last . . . . Every operation, therefore, of anything is traced back to Him as its cause.29

The Angelic Doctor, however, is always the devotedly complacent apparatchik. He sees no problem about the justice of either the inflicting of infinite and everlasting penalties for finite and temporal offences, or of their affliction upon creatures for offences which their Creator makes them freely choose to commit. Thus, the Angelic Doctor assures us:

In order that the happiness of the saints may be more delightful to them and that they may render more copious thanks to God . . . they are allowed to see perfectly the sufferings of the damned . . . Divine justice and their own deliverance will be the direct cause of the joy of the blessed, while the pains of the damned will cause it indirectly . . . the blessed in glory will have no pity for the damned.30

The statements of predestinarianism in the Qur’an are much more aggressive and unequivocal than even the strongest in the Bible. Compare the following from the Qur’an with that from Romans 9.

As for the unbelievers, alike it is to them Whether thou hast warned them or hast not warned them They do not believe.31

God has set a seal on their hearts and on the hearing And on the eyes is a covering And there awaits them a mighty chastisement.32

In the UK the doctrine of Hell has for the last century or more been progressively deemphasised, until in 1995 it was explicitly and categorically abandoned by the Church of England. It would appear that the Roman Catholic Church has not abandoned either the doctrine of Hell nor predestination.

Thomas Hobbes spent a very large part of the forty years between the first publication of the King James Bible and the first publication of his own Leviathan engaged in biblical criticism, one very relevant finding of which I now quote: And it is said besides in many places [that the wicked] shall go into everlasting fire; and that the worm of conscience never dieth; and all this is comprehended in the word everlasting death, which is ordinarily interpreted everlasting life in torments. And yet I can find nowhere that any man shall live in torments everlastingly. Also, it seemeth hard to say that God who is the father of mercies; that doth in heaven and earth all that he will, that hath the hearts of all men in his disposing; that worketh in men both to do, and to will; and without whose free gift a man hath neither inclination to good, nor repentance of evil, should punish men’s transgressions without any end of time, and with all the extremity of torture, that men can imagine and more.33

As for Islam, it is, I think, best described in a Marxian way as the uniting and justifying ideology of Arab imperialism. Between the New Testament and the Qur’an there is (as it is customary to say when making such comparisons) no comparison. Whereas markets can be found for books on reading the Bible as literature, to read the Qur’an is a penance rather than a pleasure. There is no order or development in its subject matter. All the chapters (the suras) are arranged in order of their length, with the longest at the beginning. However, since the Qur’an consists in a collection of bits and pieces of putative revelation delivered to the prophet Mohammad by the Archangel Gabriel in classical Arab on many separate but unknown occasions, it is difficult to suggest any superior principle of organization.

One point about the editing of the Qur’an is rarely made although it would appear to be of very substantial theological significance. For every sura is prefaced by the words “In the Name of God, the Merciful, the Compassionate.” Yet there are references to Hell on at least 255 of the 669 pages of Arberry’s rendering of the Qur’an34 and quite often pages have two such references.

Whereas St. Paul, who was the chief contributor to the New Testament, knew all the three relevant languages and obviously possessed a first class philosophical mind, the Prophet, though gifted in the arts of persuasion and clearly a considerable military leader, was both doubtfully literate and certainly ill-informed about the contents of the Old Testament and about several matters of which God, if not even the least informed of the Prophet’s contemporaries, must have been cognizant.

This raises the possibility of what my philosophical contemporaries in the heyday of Gilbert Ryle would have described as a knock-down falsification of Islam: something which is most certainly not possible in the case of Christianity. If I do eventually produce such a paper it will obviously have to be published anonymously.

HABERMAS: What do you think about the Bible?

FLEW: The Bible is a work which someone who had not the slightest concern about the question of the truth or falsity of the Christian religion could read as people read the novels of the best novelists. It is an eminently readable book.

HABERMAS: You and I have had three dialogues on the resurrection of Jesus. Are you any closer to thinking that the resurrection could have been a historical fact?

FLEW: No, I don’t think so. The evidence for the resurrection is better than for claimed miracles in any other religion. It’s outstandingly different in quality and quantity, I think, from the evidence offered for the occurrence of most other supposedly miraculous events. But you must remember that I approached it after considerable reading of reports of psychical research and its criticisms. This showed me how quickly evidence of remarkable and supposedly miraculous events can be discredited.

What the psychical researcher looks for is evidence from witnesses, of the supposedly paranormal events, recorded as soon as possible after their occurrence. What we do not have is evidence from anyone who was in Jerusalem at the time, who witnessed one of the allegedly miraculous events, and recorded his or her testimony immediately after the occurrence of that allegedly miraculous event. In the 1950s and 1960s I heard several suggestions from hard-bitten young Australian and American philosophers of conceivable miracles the actual occurrence of which, it was contended, no one could have overlooked or denied. Why, they asked, if God wanted to be recognized and worshipped, did God not produce a miracle of this unignorable and undeniable kind?

HABERMAS: So you think that, for a miracle, the evidence for Jesus’ resurrection is better than other miracle claims?

FLEW: Oh yes, I think so. It’s much better, for example, than that for most if not of the, so to speak, run of the mill Roman Catholic miracles. On this see, for instance, D. J. West.35

HABERMAS: You have made numerous comments over the years that Christians are justified in their beliefs such as Jesus’ resurrection or other major tenants of their faith. In our last two dialogues I think you even remarked that for someone who is already a Christian there are many good reasons to believe Jesus’ resurrection. Would you comment on that?

FLEW: Yes, certainly. This is an important matter about rationality which I have fairly recently come to appreciate. What it is rational for any individual to believe about some matter which is fresh to that individual’s consideration depends on what he or she rationally believed before they were confronted with this fresh situation. For suppose they rationally believed in the existence of a God of any revelation, then it would be entirely reasonable for them to see the fine tuning argument as providing substantial confirmation of their belief in the existence of that God.

HABERMAS: You’ve told me that you have a very high regard for John and Charles Wesley and their traditions. What accounts for your appreciation?

FLEW: The greatest thing is their tremendous achievement of creating the Methodist movement mainly among the working class. Methodism made it impossible to build a really substantial Communist Party in Britain and provided the country with a generous supply of men and women of sterling moral character from mainly working class families. Its decline is a substantial part of the explosions both of unwanted motherhood and of crime in recent decades.

There is also the tremendous determination shown by John Wesley in spending year after year riding for miles every day, preaching more than seven sermons a week and so on. I have only recently been told of John Wesley’s great controversy against predestination and in favor of the Arminian alternative. Certainly John Wesley was one of my country’s many great sons and daughters. One at least of the others was raised in a Methodist home with a father who was a local preacher.

HABERMAS: Don’t you attribute some of your appreciations for the Wesleys to your father’s ministry? Haven’t you said that your father was the first non-Anglican to get a doctorate in theology from Oxford University?

FLEW: Yes to both questions. Of course it was because my family’s background was that of Methodism. Yes, my father was also President of the Methodist Conference for the usual single year term and he was the Methodist representative of one or two other organizations. He was also concerned for the World Council of Churches. Had my father lived to be active into the early 1970s he would have wanted at least to consider the question of whether the Methodist Church ought not to withdraw from the World Council of Churches. That had by that time apparently been captured by agents of the USSR.36

HABERMAS: What do you think that Bertrand Russell, J. L. Mackie, and A. J. Ayer would have thought about these theistic developments, had they still been alive today?

FLEW: I think Russell certainly would have had to notice these things. I’m sure Mackie would have been interested, too. I never knew Ayer very well, beyond meeting him once or twice.

HABERMAS: Do you think any of them would have been impressed in the direction of theism? I’m thinking here, for instance, about Russell’s famous comments that God hasn’t produced sufficient evidence of his existence.37

FLEW: Consistent with Russell’s comments that you mention, Russell would have regarded these developments as evidence. I think we can be sure that Russell would have been impressed too, precisely because of his comments to which you refer. This would have produced an interesting second dialogue between him and that distinguished Catholic philosopher, Frederick Copleston.

HABERMAS: In recent years you’ve been called the world’s most influential philosophical atheist. Do you think Russell, Mackie, or Ayer would have been bothered or even angered by your conversion to theism? Or do you think that they would have at least understood your reasons for changing your mind?

FLEW: I’m not sure how much any of them knew about Aristotle. But I am almost certain that they never had in mind the idea of a God who was not the God of any revealed religion. But we can be sure that they would have examined these new scientific arguments.

HABERMAS: C. S. Lewis explained in his autobiography that he moved first from atheism to theism and only later from theism to Christianity. Given your great respect for Christianity, do you think that there is any chance that you might in the end move from theism to Christianity?

FLEW: I think it’s very unlikely, due to the problem of evil. But, if it did happen, I think it would be in some eccentric fit and doubtfully orthodox form: regular religious practice perhaps but without belief. If I wanted any sort of future life I should become a Jehovah’s Witness. But some things I am completely confident about. I would never regard Islam with anything but horror and fear because it is fundamentally committed to conquering the world for Islam. It was because the whole of Palestine was part of the land of Islam that Muslim Arab armies moved in to try to destroy Israel at birth, and why the struggle for the return of the still surviving refugees and their numerous descendents continue to this day.

HABERMAS: I ask this last question with a smile, Tony. But just think what would happen if one day you were pleasantly disposed toward Christianity and all of a sudden the resurrection of Jesus looked pretty good to you?

FLEW: Well, one thing I’ll say in this comparison is that, for goodness sake, Jesus is an enormously attractive charismatic figure, which the Prophet of Islam most emphatically is not.

1 “Christianity Challenges the University: An International Conference of Theists and Atheists,” Dallas, Texas, February 7–10, 1985, organized by Roy Abraham Varghese.

2 See Gary R. Habermas and Antony G. N. Flew, Did Jesus Rise from the Dead? The Resurrection Debate, ed. Terry L. Miethe (San Francisco: Harper & Row, 1987; Eugene, OR: Wipf and Stock, 2003).

3 Some examples by Antony Flew include “Miracles and Methodology,” in Hume’s Philosophy of Belief: A Study of His First Inquiry (London: Routledge and Kegan Paul, 1961); “The Credentials of Revelation: Miracle and History,” in God and Philosophy (New York: Dell, 1966); “Miracles,” in Encyclopedia of Philosophy, ed. Paul Edwards (New York: Macmillan, 1967); “The Impossibility of the Miraculous,” in Hume’s Philosophy of Religion, (Winston-Salem, NC: Wake Forest University Press, 1985); introduction to Of Miracles, by David Hume (La Salle, IL: Open Court, 1985); “Neo-Humean Arguments about the Miraculous” in In Defence of Miracles: A Comprehensive Case for God’s Action in History, ed. R. Douglas Geivett and Gary R. Habermas (Downers Grove, IL: Inter Varsity Press, 1997).

4 Some examples by Gary Habermas include The Risen Jesus and Future Hope (Lanham, MD: Rowman and Littlefield, 2003); The Historical Jesus: Ancient Evidence for the Life of Christ (Joplin, MO; College, 1996); The Resurrection of Jesus: An Apologetic (Grand Rapids, MI: Baker, 1980; Lanham, MD: University Press of America, 1984); “Knowing that Jesus’ Resurrection Occurred: A Response to Stephen Davis,” Faith and Philosophy 2 (1985): 295– 302; “Resurrection Claims in Non-Christian Religions,” Religious Studies 25 (1989): 167–77; “The Late Twentieth-Century Resurgence of Naturalistic Responses to Jesus’ Resurrection,” Trinity Journal 22 (2001): 179–96. For a more popular treatment, see Habermas and Michael R. Licona, The Case for the Resurrection of Jesus (Grand Rapids, MI: Kregel, 2004).

5 Gary R. Habermas and Antony G. N. Flew, Resurrected? An Atheist and Theist Debate, ed. John Ankerberg (Lanham, MD: Rowman and Littlefield, forthcoming).

6 The dialogue took place as a part of the Veritas Forum and is accessible at http://www.veritasforum.com/talks/httm.

7 Telephone conversation, September 9, 2004.

8 Both participants also agreed to the title of the interview.

9 John Rawls, A Theory of Justice (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1971).

10 Gerald L. Schroeder, The Science of God: The Convergence of Scientific and Biblical Wisdom (New York: Broadway Books, 1998).

11 Letter from Antony Flew, November 9, 2000.

12 Antony Flew, “God and the Big Bang” (lecture, 2000), 5–6; this is a lecture commemorating the 140th anniversary of the British Association meeting regarding Charles Darwin’s The Origin of the Species.

13 C. S. Lewis, Mere Christianity (New York: Macmillan, 1980), especially Book 1.

14 Gilbert Ryle, The Concept of Mind (London: Hutchinson, 1948).

15 G. W. Leibniz, Theodicy, ed. A. Farrer, trans. E. M. Huggard (1710; London: Routledge and Kegan Paul, 1965).

16 Donald W. Livingston, Philosophical Melancholy and Delirium: Hume’s Pathology of Philosophy (Chicago: University of Chicago Press, 1998), 150.

17 Antony Flew, Social Life and Moral Judgment (New Brunswick, NH: Transaction, 2003).

18 Antony Flew, “Selves,” Mind (1949): 355–8.

19 Antony Flew, The Logic of Mortality (Oxford: Blackwell, 1987).

20 Richard Swinburne, The Evolution of the Soul (Oxford: Clarendon, 1986).

21 Antony Flew, Merely Mortal? Can You Survive Your Own Death? (Amherst, NY: Prometheus, 2000).

22 For many cases see Gary R. Habermas and J. P. Moreland, Beyond Death: Exploring the Evidence for Immortality (Wheaton, IL: Crossway, 1998; Eugene, OR: Wipf and Stock, 2003), chapters 7–9.

23 Letter from Antony Flew, September 6, 2000.

24 Joseph Butler, Butler’s Works, ed. W. E. Gladstone (Oxford: Clarendon, 1896), 1:387.

25 Antony Flew, A New Approach to Psychical Research (London: C. A. Watts, 1953).

26 Letter from Antony Flew, September 6, 2000.

27 Flew, “God and the Big Bang,” 2. Habermas’s influence on Flew’s statement here is noted in Flew’s letter of November 9, 2000 (cf. note 11 above).

28 Thomas Aquinas, Summa Theologiae, I, q.23, a.3.

29 Thomas Aquinas, Summa Contra Gentiles, Book 3, chapter 67.

30 Thomas Aquinas, Summa Theologiae, III, supp.94, a.1–3.

31 Qur’an 2, trans. Arthur J. Arberry (Oxford: Oxford University Press, 1998).

32 Qur’an 5.

33 Thomas Hobbes, Leviathan, ed. J. C. A. Gaskin (Oxford: Oxford University Press, 1998), 416, chapter 44.

34 This is the version of the Qur’an as “interpreted” by Arthur Arberry, in the Oxford University Press edition.

35 D. J. West, Eleven Lourdes Miracles (London: George Duckworth, 1957).

36 Bernard Smith, The Fraudulent Gospel: Politics and the World Council of Churches (London: Foreign Affairs, 1977).

37 See, for example, Bertrand Russell, Bertrand Russell Speaks His Mind, ed. Woodrow Wyatt (New York: Bard Books, 1960), 19–20.

http://www.biola.edu/antonyflew/flew-interview.pdf

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

29th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Antony Flew was a lecturer at the Universities of Oxford and Aberdeen, before posts as Professor of Philosophy at the Universities of Keele and of Reading. He has now retired. He is renowned for his 1950 essay “Theology and Falsification” and his atheistic work, before announcing in 2004 his belief in a Creator God.

On 1st November 2007, Professor Antony Flew’s new book There is a God: How the World’s Most Notorious Atheist Changed his Mind was published by HarperOne. Professor Flew has been called ‘the world’s most influential philosophical atheist’, as well as ‘one of the most renowned atheists of the 20th Century’ (see Peter S. Williams’ bethinking.org article “A change of mind for Antony Flew”). In his book, Professor Flew recounts how he has come to believe in a Creator God as a result of the scientific evidence and philosophical argument.

Not surprisingly, his book caused quite a stir – as can be seen from the miscellaneous customer reviews on Amazon.co.uk. Some of those comments (and those elsewhere) implied that Flew was used by his co-author, Roy Varghese, and did not in fact know what was in the book. This is a serious charge to which Professor Flew responded and which he reiterated in a recent letter (dated 4th June 2008) to a friend of UCCF (Christian Unions) who has shown it to us. Professor Flew writes:

I have rebutted these criticisms in the following statement: “My name is on the book and it represents exactly my opinions. I would not have a book issued in my name that I do not 100 per cent agree with. I needed someone to do the actual writing because I’m 84 and that was Roy Varghese’s role. The idea that someone manipulated me because I’m old is exactly wrong. I may be old but it is hard to manipulate me. That is my book and it represents my thinking.”

Professor Flew has recently written his forthright views on Richard Dawkins’ book The God Delusion. His article, reproduced below, shows Professor Flew’s key reasons for his belief in a Divine Intelligence. He also makes it clear in There is a God (page 213) that it is possible for an omnipotent being to choose to reveal himself to human beings, or to act in the world in other ways. Professor Flew’s article is offered here as testimony to the developing thinking of someone who is prepared to consider the evidence and follow its implications wherever it leads.

************o*************

In June 2008, Professor Flew wrote his forthright views on Richard Dawkins’ book The God Delusion:

The God Delusion by the atheist writer Richard Dawkins, is remarkable in the first place for having achieved some sort of record by selling over a million copies. But what is much more remarkable than that economic achievement is that the contents – or rather lack of contents – of this book show Dawkins himself to have become what he and his fellow secularists typically believe to be an impossibility: namely, a secularist bigot(BAĞNAZ/DAR KAFALI). (Helpfully, my copy of The Oxford Dictionary defines a bigot as ‘an obstinate or intolerant adherent of a point of view’).

The fault of Dawkins as an academic (which he still was during the period in which he composed this book although he has since announced his intention to retire) was his scandalous and apparently deliberate refusal to present the doctrine which he appears to think he has refuted in its strongest form. Thus we find in his index five references to Einstein. They are to the mask(MASKE/GÖLGE) of Einstein and Einstein on morality; on a personal God; on the purpose of life (the human situation and on how man is here for the sake of other men and above all for those on whose well-being our own happiness depends); and finally on Einstein’s religious views. But (I find it hard to write with restraint about this obscurantist refusal on the part of Dawkins) he makes no mention of Einstein’s most relevant report: namely, that the integrated complexity of the world of physics has led him to believe that there must be a Divine Intelligence behind it. (I myself think it obvious that if this argument is applicable to the world of physics then it must be hugely more powerful if it is applied to the immeasurably more complicated world of biology.)

Of course many physicists with the highest of reputations do not agree with Einstein in this matter. But an academic attacking some ideological position which s/he believes to be mistaken must of course attack that position in its strongest form. This Dawkins does not do in the case of Einstein and his failure is the crucial index of his insincerity of academic purpose and therefore warrants me in charging him with having become, what he has probably believed to be an impossibility, a secularist bigot.

On page 82 of The God Delusion is a remarkable note. It reads ‘We might be seeing something similar today in the over-publicised tergiversation of the philosopher Antony Flew, who announced in his old age that he had been converted to belief in some sort of deity (triggering a frenzy of eager repetition all around the Internet).’

What is important about this passage is not what Dawkins is saying about Flew but what he is showing here about Dawkins. For if he had had any interest in the truth of the matter of which he was making so much he would surely have brought himself to write me a letter of enquiry. (When I received a torrent of enquiries after an account of my conversion to Deism had been published in the quarterly of the Royal Institute of Philosophy I managed – I believe – eventually to reply to every letter.)

This whole business makes all too clear that Dawkins is not interested in the truth as such but is primarily concerned to discredit an ideological opponent by any available means. That would itself constitute sufficient reason for suspecting that the whole enterprise of The God Delusion was not, as it at least pretended to be, an attempt to discover and spread knowledge of the existence or non-existence of God but rather an attempt – an extremely successful one – to spread the author’s own convictions in this area.

A less important point which needs to be made in this piece is that although the index of The God Delusion notes six references to Deism it provides no definition of the word ‘deism’. This enables Dawkins in his references to Deism to suggest that Deists are a miscellany of believers in this and that. The truth, which Dawkins ought to have learned before this book went to the printers, is that Deists believe in the existence of a God but not the God of any revelation. In fact the first notable public appearance of the notion of Deism was in the American Revolution. The young man who drafted the Declaration of Independence and who later became President Jefferson was a Deist, as were several of the other founding fathers of that abidingly important institution, the United States.

In that monster footnote to what I am inclined to describe as a monster book – The God Delusion – Dawkins reproaches me for what he calls my ignominious decision to accept, in 2006, the Phillip E. Johnson Award for Liberty and Truth. The awarding Institution is Biola, The Bible Institute of Los Angeles. Dawkins does not say outright that his objection to my decision is that Biola is a specifically Christian institution. He obviously assumes (but refrains from actually saying) that this is incompatible with producing first class academic work in every department – not a thesis which would be acceptable in either my own university or Oxford or in Harvard.

In my time at Oxford, in the years immediately succeeding the second world war, Gilbert Ryle (then Waynflete Professor of Metaphysical Philosophy in the University of Oxford) published a hugely influential book The Concept of Mind. This book revealed by implication, but only by implication, that minds are not entities of a sort which could coherently be said to survive the death of those whose minds they were.

Ryle felt responsible for the smooth pursuit of philosophical teaching and the publication of the findings of philosophical research in the university and knew that, at that time, there would have been uproar if he had published his own conclusion that the very idea of a second life after death was self-contradictory and incoherent. He was content for me to do this at a later time and in another place. I told him that if I were ever invited to give one of the Gifford Lecture series my subject would be The Logic of Mortality. When I was, I did and these Lectures were first published by Blackwell (Oxford) in 1987. They are still in print from Prometheus Books (Amherst, NY).

Finally, as to the suggestion that I have been used by Biola University. If the way I was welcomed by the students and the members of faculty whom I met on my short stay in Biola amounted to being used then I can only express my regret that at the age of 85 I cannot reasonably hope for another visit to this institution.

http://www.bethinking.org/science-christianity/intermediate/flew-speaks-out-professor-antony-flew-reviews-the-god-delusion.htm

 

*************o***************

Richard Dawkins branded ‘secularist bigot’ by veteran philosopher (RICHARD DAWKINS, DAHA ÖNCE ATEİST OLAN BİR FİLOZOF TARAFINDAN SEKÜLER BAĞNAZ OLMAKLA DAMGALANDI-Telegraph Gazetesi)

By Martin Beckford, Religious Affairs Correspondent
02 Aug 2008

The prominent scientist Richard Dawkins has been denounced as a “secularist bigot” by a philosopher who was himself once renowned for being an atheist.

He is accused by Prof Antony Flew of being more interested in promoting his personal views than finding the truth, in the latest controversy over his best-selling book The God Delusion.

Prof Dawkins, professor of the Public Understanding of Science at Oxford University, is also said to have “scandalously” selected particular quotes from Einstein to back up his claims that God does not exist and that people who believe in a divine creator despite an abundance of contradictory evidence are delusional.

However, the author has been left unshaken by this latest attack on his work, telling The Daily Telegraph that Prof Flew, now 85, has lost the ability to read a book, let alone write one.

Prof Flew, a former Reading University philosophy professor, was known as “the world’s most notorious atheist” before he became convinced of the existence of a “divine intelligence” in 2004.

In an article for the Christian website Bethinking.org, he writes: “The fault of Dawkins as an academic was his scandalous and apparently deliberate refusal to present the doctrine which he appears to think he has refuted in its strongest form.”

He says there are five references to Einstein in the index to The God Delusion, but no mention of his belief that the complexity of physics led him to conclude that there must be a divine intelligence behind it.

“An academic attacking some ideological position which he believes to be mistaken must of course attack that position in its strongest form. This Dawkins does not do in the case of Einstein and his failure is the crucial index of his insincerity of academic purpose and therefore warrants me in charging him with having become, what he has probably believed to be an impossibility, a secularist bigot.”

He went on: “The whole enterprise of The God Delusion was not, as it at least pretended to be, an attempt to discover and spread knowledge of the existence or non-existence of God but rather an attempt – an extremely successful one – to spread the author’s own convictions in this area.”

Prof Dawkins replied: “Antony Flew, having lost the ability to write a book, was persuaded by a Christian ghost writer, Roy Varghese, to let him write it instead. It is one thing for a footballer or a supermodel to use a ghost writer, but there is something absurd about a philosopher using a ghost writer.

“Flew has now apparently lost the ability to read a book, too, for his ‘review’ of The God Delusion turns out to be a review of its index and nothing but its index. He only needed to read Chapter 1, in order to see the absurdity of his claims about my treatment of Einstein.”

He added that an Einstein letter he tried to buy at auction this year proved that the physicist considered religions “childish superstitions”.

http://www.telegraph.co.uk/scienceandtechnology/science/sciencenews/3348563/Richard-Dawkins-branded-‘secularist-bigot’-by-veteran-philosopher.html

 

 

 

Dawkins’ God

Alister McGrath PhD

Alister E. McGrath is uniquely qualified to write this devastating and stunning rebuttal of the Oxford based atheist Professor Richard Dawkins. McGrath, also a Professor at Oxford, is not only one of the world’s leading theologians but also has a PhD in molecular biophysics. Dawkins’ recent Channel 4 documentary ‘Can You Believe It?’ confirmed how little he understands about the meaning of faith and the contents of the Bible. This fascinating and thought provoking work by McGrath is the first book-length response to the ideas Dawkins promotes in films, articles and books such as The Blind Watchmaker and the Selfish Gene.

Addresses fundamental questions about Dawkins’ approach to science and religion: Is the gene actually selfish? Is the blind watchmaker a suitable analogy? Are there other ways of looking at things?

Tackles Dawkins’ hostile and controversial views on religion, and examines the religious implications of his scientific ideas, making for a fascinating and provoking debate

Written in a very engaging and accessible style, ideal to those approaching scientific and religious issues for the first time

Contains a thrilling chapter uncovering the hollow nature of Dawkins’ unscientific ‘meme’ theory.

“Wielding evolutionary arguments and carefully chosen metaphors like sharp swords, Richard Dawkins has emerged over three decades as this generation’s most aggressive promoter of atheism. In his view, science, and science alone, provides the only rock worth standing on. In this remarkable book, Alister McGrath challenges Dawkins on the very ground he holds most sacred – rational argument – and McGrath disarms the master. It becomes readily apparent that Dawkins has aimed his attack at a naive version of faith that most serious believers would not recognize. After reading this carefully constructed and eloquently written book, Dawkins’ choice of atheism emerges as the most irrational of the available choices about God’s existence.” Francis Collins, Director of the Human Genome Project

“In this tour-de-force Alister McGrath approaches the edifice of self-confident, breezy atheism so effectively promoted by Richard Dawkins, and by deft dissection and argument reveals the shallowness, special-pleading and inconsistencies of his world-picture. Here is a book which helps to rejoin the magnificence of science to the magnificence of God’s good Creation.” Simon Conway Morris, Professor of Evolutionary Palaeobiology, Cambridge University

“This is a wonderful book. One of the world’s leading Christian contributors to the science/religion dialogue takes on Richard Dawkins, Darwinism’s arch-atheist, and wrestles him to the ground! This is scholarship as it should be – informed, feisty, and terrific fun. I cannot wait to see Dawkins’s review of Alister McGrath’s critique.” Michael Ruse, Lucyle T. Werkmeister Professor of Philosophy, Florida State University

“A timely and accessible contribution to the debate over Richard Dawkins’s cosmology which exposes philosophical naivety, the abuse of metaphor, and sheer bluster, left, right and centre. Here Alister McGrath announces what every Darwinian Fundamentalist needs to hear: that science is and always has been a cultural practice that is provisional, fallible, and socially shaped – an enterprise to be cultivated and fostered, but hardly worshipped or idolised. A devastating critique.” David N. Livingstone, Professor of Geography and Intellectual History, Queen’s University, Belfast 208 pages. 15 illustrations. Paperback

The Dawkins Delusion

Alister McGrath with Joanna Collicutt McGrath

World-renowned scientist Richard Dawkins writes in The God Delusion: ‘If this book works as I intend, religious readers who open it will be atheists when they put it down.’ His work has received wide coverage, fuelled much passionate debate and caused not a little confusion. As far as a rebuttal is concerned, Alister McGrath is ideally placed to evaluate Dawkins’ ideas. Once an atheist himself, he gained a doctorate in molecular biophysics before going on to become a leading Christian theologian. McGrath subjects Dawkins’ critique of faith to rigorous scrutiny. His exhilarating, meticulously argued response deals with questions such as:


• Is faith intellectual nonsense?
• Are science and religion locked in a battle to the death?
• Can the roots of Christianity be explained away scientifically?
• Is Christianity simply a force for evil?This book will be warmly received by those looking for a reliable assessment of The God Delusion and the many questions it raises – including, above all, the relevance of faith and the quest for meaning.

Reviews: “Addressing the conclusions of The God Delusion point by point with the devastating insight of a molecular biologist turned theologian, Alister McGrath dismantles the argument that science should lead to atheism, and demonstrates instead that Dawkins has abandoned his much-cherished rationality to embrace an embittered manifesto of dogmatic atheist fundamentalism” – Francis Collins, Director of the Human Genome Project.

“Richard Dawkins’ utopian vision of a world without religion is here deftly punctured by McGrath’s informed discourse. His fellow Oxonian clearly demonstrates the gaps, inconsistencies, and surprising lack of depth in Dawkins’ arguments” – Owen Gingerich, Professor of Astronomy, Harvard University.

“The God Delusion makes me embarrassed to be an atheist, and the McGraths show why” – Michael Ruse, Professor of Philosophy, Florida State University.

About the authors: Alister McGrath is Professor of Historical Theology at Oxford University and Joanna McGrath is lecturer in Psychology of Religion at Heythrop College, University of London. Paperback, 78 pages.

Deluded by Dawkins?

Andrew Wilson

Is Richard Dawkins right? Is God a myth? Are Christians deluded and dangerous?

In his best-selling book The God Delusion, Dawkins has mixed intellectual, scientific and philosophical arguments with vitriolic attacks on Christianity and Christians. Deluded by Dawkins? by Andrew Wilson, is a lucid and coherent refutation of Richard Dawkins’ arguments against God and Christianity. Wilson writes with the ordinary reader in mind who want to cut through the rhetoric and get to the heart of the issues involved.

Andrew Wilson says: “I saw The God Delusion on sale in London, and it annoyed me. Not because it was a book arguing for the non-existence of God, but because it was so strident, so arrogant, and so full of mistakes and misrepresentations that it could significantly mislead people. Concerned that people in my church might struggle from reading it uncritically – and, more probably, that their unbelieving friends would – I decided to work through it in some detail, and write a response…Encouraged by some church members and other friends in Christian leadership, I decided to devote the time to making … a serious, if somewhat lighthearted, response to all the substantial arguments in Dawkins’ text.”

About the Author: Andrew Wilson holds degrees in theology from Cambridge (MA) and London (MTh). He has taught a number of courses and seminars on apologetics, and has debated Christian issues with several leading scientists. Paperback, 112 pages.

http://www.penfoldbooks.com/product/19/1039

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 4 Comments

21st Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Gelenek Rasyonalite Çatışmasının Mantıkdışı Boyutları-Öztürk_Eygi

Sünniliği savunan ‘Mehmet Şevket Eygi’ adlı bir köşe yazarı, Kur’an Müslümanlığına açıkça tavır almıştır. Bu konuda muhatap aldığı kişinin kamuoyundaki güncel olarak zedelenmiş zaafından yararlanmış ve köşe yazısında İslam’ı Kur’an’dan anlamaya karşı açık hakaretler savurmuştur. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığını da tepkisiz kalmakla suçlamıştır. Dinin rasyonel ve gelenekçi yüzü bu polemikte zaman zaman satır aralarında kendini açığa vurmuştur. Yazının muhatabı olarak Prof. Y. Nuri Öztürk, kendisini savunma moduna girmiş, ehlisünnet taraftarı olduğunu ispatlamaya girişmiş, muhatabına benzer sertlikte köşesinde karşılık vererek tarihten Kur’an eksenli bazı din bilginlerini kendi savunduğu değerlerin doğruluğuna kanıt olarak göstermiştir:

 

 

Bir İlahiyatçıya Açık Mektup- Mehmet Şevket Eygi

SAYIN Bay İlahiyatçı!..

Size muhterem demiyorum ama sayın diyorum.

Gayem polemik yapmak, çıngar çıkartmak, horoz döğüşü sergilemek değildir.

Yıllardan beri Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanlarını sapıklıkla suçluyor, gerçek Müslümanlığı tahkir edici ifadelerle aşağılıyor ve asıl doğru İslâm’ı kendinizin bulduğunu ilan ediyorsunuz.

Yanılıyorsunuz, yanıltıyorsunuz…

İslâm’ın en doğru yorumu Ehl-i Sünnet Müslümanlığıdır.

Asıl Kur’ân Müslümanlığı sizin anlattığınız değildir, Ehl-i Sünnet Müslümanlığıdır.

Gerçek İslâm, ilmihallerde anlatılan İslâm’dır.

Sizin, bunu anlayacak derecede Arapçanız ve din kültürünüz vardır ama birtakım şahsî menfaatler uğrunda bu temel gerçeği görmezlikten geliyorsunuz.

Doğrusu Allah’ın ayetlerini çok ucuza sattınız.

Din eğitimi almamış, din kültürü olmayan birtakım cahil vatandaşları kandırdınız ama çok büyük ve korkunç vebal altında kaldınız.

Bu yolla birkaç milyon dolar edindiniz.

Hayli şöhret-i kâzibe sahibi oldunuz.

Nefs-i emmârenizi tatmin ettiniz.

Lâkin âhiretinizi berbat ettiniz.

Terazinin bir kefesinde 1400 yıldan beri gelip geçmiş ulema, suleha, gerçek müctehidler, eimme, fukaha var; öbür kefede siz varsınız.

Siz onların ayaklarının tozu olamazsınız.

Sizin zerre kadar ağırlığınız yoktur.

Kaç defa yazdınız, “Peygamber bir postacı idi, öldü, işi bitti…” diye.

Bu ne kadar yanlış ve çarpık bir iddiadır.

Peygamber bu fanî dünya hayatına veda etmiştir ama rehberliği, önderliği Kıyamet’e kadar devam edecektir.

Biz Ehl-i Sünnet Müslümanları O’nun ruhaniyeti ile birlikte yaşıyoruz.

Kendisini şahsen görmüyoruz ama bize yol gösteren, bizi aydınlatan Sünneti ve sahih hadîsleri yanımızdadır.

Sayın İlahiyatçı!.. Peygamberi bırakıp da sizin peşinizden mi gideceğiz?

Yooo, o kadar akılsız ve deli değiliz.

Sizin ne demek istediğinizi anlamaz değiliz.

Peygamber’i bırakın benim peşimden gelin demek istiyorsunuz.

Yağma yok.
Ne dersen de, biz Müslümanlar fıkhın, şeriatın dört kaynağı oldunuğunu biliyoruz.

Allah’ın Kitabı, Peygamberin Sünnet’i, Ümmet’in icmâı ve bir de kıyas-ı fukaha.

Tarih boyunca bu ümmeti aldatan bozuk insanlar bulunmuştur.

Siz de onlardan birisiniz.

Müslümanları Kur’an’la aldatmak istiyorsunuz.

Buharî’de bir hadîs var, bilirsiniz.

Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz Kıyamet’e kadar otuz küsur Deccal ve Kezzab (yalancı) zuhur edecek, bunlar ya tanrı olduklarını, yahut nebi olduklarını iddia edeceklerdir buyuruyor.

Peygamber öldü, o bir postacı idi, işi bitti…

İlmihal Müslümanlığını bırakın.

Benim anlattığım Kur’ân Müslümanlığına gelin derken, siz satır aralarında kendinizi Peygamber mi göstermek istiyorsunuz?

Evet, sayın İlahiyatçı siz bir deccal, siz bir kezzabsınız.

Allah’ın ayetlerini ucuza sattınız.

Fâni servet, kâzib şöhret, biraz alkış, tantana…

Lüks hayat ve sonra…

İki metrelik bir çukur, birkaç metre kefen bezi…

Yarın Mahkeme-i Kübra’da, Huzur-i Rabbü’l-âleminde bu yaptıklarınızın hesabını nasıl vereceksiniz?

Siz bâtıl ve sapık inançlarınız ve görüşleriniz uğrunda Kur’ân’ı heva, re’y ve nefsanî hevesinizle yorumladınız.

Siz dinî hükümlerin kaynağı olarak Sünnet’i devre dışı bırakmak istediniz.

Siz Selef-i Sâlihîn efendilerimizin mübarek, aydınlık, temiz yolundan saptınız.

Siz kendi kafanıza göre yeni bir din türetmeye yeltendiniz.

Pek âlâ biliyordunuz ki, Kur’ân’ın en büyük ve temel açıklayıcısı Sünnet’tir.

Sünnet olmadan Kitabullah tefsir edilemez.

Bir ara her konuşmanız için binlerce lira ücret alıyordunuz.

Para para para… İşte sizin sevdanız.

Ehl-i Sünnet’in gerçek imamları kesinlikle doğru yoldadır.

Müctehidler, fukaha, muhaddisler, müfessirler doğru yoldadır.

Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî, Şah Nakşibend, İmamı Rabbanî ve diğer büyük mutasavvıflar hep doğru yoldadır.

Onlara ters düşen siz yanlış yoldasınız.

Siz maalesef dâl ve mudilsiniz.

Tevbe edip, geçmiş günahlarınızdan pişman olmanız için henüz vakit, imkân ve fırsat var.

Gurur ve kibrinizi, nefsaniyetinizi, dünya sevginizi yenip de tevbe eder misiniz bilemiyorum.

Aldattığınız saf halkın vebalini nasıl taşıyacaksınız?

Sayın İlahiyatçı!..

Siz yıllar boyunca maalesef insî bir şeytan gibi hareket ettiniz.

Kapalı kapılar ardında agresif din düşmanlarıyla nasıl konuştuğunuzu, onlarla nasıl işbirliği yaptığınızı bilmez değiliz.

Siz halkı Kur’ân’la aldatıyorsunuz.

Tekrar ediyorum: Asıl Kur’ân Müslümanlığı muteber ilmihal kitaplarında yazılı olandır.

Biz Müslümanlar, dinimizi ilmihal kitaplarından öğreneceğiz, itikadımızı akaid imamlarımızdan öğreneceğiz.

Kur’ân-ı Kerim’i, mânalarını, hükümlerini, inceliklerini ehliyetli gerçek müfessirlerden öğreneceğiz.

Sen bir vâdide, biz Müslümanlar başka bir vâdideyiz.

Senin yolun çıkmaz yol. (12.11.2008 Milli Gazete)

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=21214

 

İslâm’a Yapılan Saldırılara Diyanet Niçin Cevap Vermiyor? Mehmet Şevket Eygi

Yine birtakım kendini bilmezler, başta Ebû Hureyre radiyallahu anh olmak üzere Ashab-ı Kiram’ın büyüklerinden nice muhterem zata saldırıyor, onları hadîs uydurmakla suçluyor.

Sünnet ve hadîsleri yıkmaya yönelik bu harekete karşı niçin ilmî ve mukni (inandırıcı) cevaplar verilmiyor?

İslâm dünyasında dinsiz ve kâfir oryantalistlere karşı Hz. Ebû Hureyre’yi müdafaa ve iftiraları red ve cerh konusunda nice eser ve makale kaleme alınmıştır.

Bunların özeti yapılıp niçin halk bu konuda aydınlatılmıyor?

Ülkemizde mezhepsizlik, fıkıh düşmanlığı yayılmaktadır.

Her biri yüksek dereceli, faziletli, takvalı örnek Müslüman olan müctehid imamlar aleyhinde cehalete, yalana, iftiraya, kine, garaza, kötü niyete dayalı propagandalar yapılıyor.

Diyanet bu konuda Müslüman halkı niçin uyarmıyor?

Kendini bilmezler Ehl-i Sünnet Müslümanlığını Emevî dini olarak göstermeye yelteniyor.

Diyanet’in bu gibi iftiralar karşısında da dişe dokunur bir müdafaası, cerh ve ibtali yok.

Adam, kitaplarında, hac ibadeti esnasında şeytan taşlama diye bir şey olmadığını yazıyor. Cevap yok.

Kitap da Diyanet kitabevinde satılıyor…

Maddeleri çoğaltmayayım.

Yüce dinimiz, kutsal kitabımız, fıkhımız, mukaddesatımız saldırıya uğruyor, en câhilce iftiralar atılıyor.

Müslümanların zihinlerini karıştırmak için şeytanca propagandalar yapılıyor.

Diyanet’in bunlara mutlaka cevap vermesi gerekir.

Diyanet’e bağlı kitap dükkânlarında alınıp satılan kitaplar hakkında kaba bir eleme yapılması şarttır.

Kur’ân’ı heva ve re’y ile tefsir edenlerin, Sünnet düşmanlarının, fıkıh düşmanlarının, naylon müctehidlerin kitapları alınmamalı, satılmamalıdır. (15.11.2008-Milli Gazete) http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=21265

 

 

 

Hurafe soytarısına açık mektup (1)- Y. Nuri Öztürk

Sen! Dişleri dökülmüş, gözlerinin nuru uçmuş, fesat ve gıybet yaratığı hurafe soytarısı!
Sen; bir zamanlar ‘Yeşil Kuşak İslamı’ adındaki ABD yapımı sömürü dinine ve emperyalizme uşaklık ediyordun, şimdilerde ise itibar göremediğin bir cemaate öfken yüzünden ABD ve dinler arası diyalog düşmanı kesildin.

Ona buna ‘din baronu’ diye saldırıyorsun.

Uzun zamandan beri sakladığın paslı dişlerini yeniden çıkararak, ‘ikiyüzlü varakpâre’de iki kez de banasaldırmışsın.

Neymiş efendim!

Ben, Hürriyet Com.tr’deki ‘Korsan İslamlar’ başlıklı yazımda “İslam Kur’an’dadır, gerçek İslam’ı Kur’an’da bulursunuz; Batılıların icat ettikleri Ilımlı İslam’da, BOP İslamı’nda değil” demişim.

Allah şehadetini kabul etsin!

Evet, aynen öyle diyorum. Bununla kastettiğim, Kur’an’ın onaylamayacağı bütün ‘sözde İslamlar’ı dışlamaktır.

Sen buna katılmıyorsun, denetim hakkını Kur’an’a vermeyi kabul etmiyorsun.

Allah, beni benim bu imanımla, seni de senin o imanınla haşretsin! Kimin âhiretinin berbat olduğunu o zaman görürsün.

Benim ‘Kur’an’daki İslam’ adlı kitabımı, söz ve söylemimi sünneti dışlamak olarak anlamak tam bir ahmaklık, bunu halka bu şekilde propaganda etmekse tam bir namussuzluktur.

Kur’an, “Peygamber’e uyun!” demiyor mu? Defalarca diyor. O halde, Kur’an’daki İslam, Peygamber’e uymayı otomatik olarak içermektedir.

Haysiyetsiz yobaz! Bir adam, hem Kur’ancı hem de Kur’an’ın tebliğcisi olan Hz. Peygamber’i dışlayıcı nasıl olur? Senin ruhun, idrakin, vicdanın, insanlığın, insafın yok mu?

Senin hiç değilse hayvanlığın da mı yok?

Benim ‘Kur’an’daki İslam’ demem, İslam’ı anlatırken bu tarzı seçmem, tevhit dininde din adına son sözü söyleyen kaynağın da tek olması gerektiğine vurgu yapmak içindir. Elbette ki İslam’ın din kaynağı denince sadece Kur’an’ın anlaşılmadığını biz de biliriz. O bir teknik, ilmî meseledir. Benim söylediğim ise İslam’ın temel ilkesi olan tevhit (birlik) umdesine vurgu yapmaktır.

Aynı vurgu, benim ifadelerimin aynısıyla, yüzlerce muvahhit bilgin tarafından asırlardır yapılıyor. Bu vurgu, benden daha ısrarlı ve keskin ifadelerle Gazalî gibi bir bilgin tarafından bile eseri el-Müstasfa’da yapılmıştır.

Sen bunları bilir misin? Bilebilme şansın var mı?

Ben, ‘Kur’an’daki İslam’ derken ilk miyim, tek miyim? Hayır! Benden önce yüzlercesi var. Ben gökten inmedim, yerden bitmedim. İslam mirasının eserlerini, ulemasını izleyerek bu noktalara geldim.

Hayatımda bir gayrımüslim okulun önünden bile geçmedim. Baba ocağında, aynı zamanda hocam olan babamdan ana dilimden önce Kur’an dilini, Türk alfabesinden önce Kur’an alfabesini öğrendim. Türkiye’de ve Batı mekteplerinde 30 yıl Arap Dili ve Edebiyatı, Kur’an ilimleri okuttum.

Bütün bunlardan sonra, her şeyi bir kenara koyup da senin gibi hurafeci, örtülü şirk hamallarından din mi öğreneceğim?

Dinde son sözü söyleyecek kaynak vurgusu başkadır, dinin kaynakları vurgusu başkadır. Sen bunların farkını anlayacak ilme, irfana, deneyime, en önemlisi iyi niyete sahip misin?

Bütün kaynakların son denetleyicisinin, son hüküm merciinin Kur’an olduğunu, olması gerektiğini inkâr edebilir misin? Edersen, İslam adı altında İslam düşmanı oryantalistlerin ekmeğine yağ sürmüş olmaz mısın?

Benim anlatmak istediğim işte bu.

Ama senin gibi kara cahil bir hurafe soytarısı bu incelikleri ya hiç anlamıyor yahut da anladığı halde iblisane bir siyasetle anlamazlıktan geliyor. Kalem elinde, aklına geleni yazıyorsun. Sömürdüğün tek şey, bu konuları gereğince bilmeyen halkın duygularıdır.

Buna tenezzül edecek kadar düşük bir adamsın sen. Tıpkı bütün hurafeci, echel(EN CAHİL) yandaşların gibi…

Bir defa şunu bil:

Ben, Kur’an’ı, en büyük hocam olan babamın önünde üç yaşında öğrendim, 9 yaşımda ezberledim. Onbeş yaşıma geldiğimde, yine o babanın verdiği eğitimle, İslam din kaynaklarının ana kitaplarını özgün dillerinden okuyabiliyordum. Sonraki yıllarım ve hizmetlerim, milletimizce bilinmektedir.

Senin gibi kıskançlık marazına yakalanmış nankörler itiraf etmese de, kırk yılı aşkın zamanım, şükürler olsun, İslam’a, insana, ilme, irfana hizmetle geçti. Binlerce öğrencim ülkenin dört bir yanında hizmet vermektedir. Her biri ‘best seller’ olmuş altmış küsur kitabın altında imzam var.

Ve hâlâ sürüp giden hizmetlerimin heyecanı ve şükrü içindeyim.

 

 

 

ELLİ YILDIR SEN NE YAPTIN, SÖYLE!

Aşağı yukarı aynı yaşlardayız. Bu süre içinde sen ne yaptın, söyler misin?

Daha bir eleştiri yazısını, muhatabının adını açıkça zikrederek yazacak mertliğe ulaşamamışsın. Kancık bir eda ile kıvırıp duruyorsun.

Ama yazamazsın! Hayatında bir gün olsun maskesiz dolaşmadın; mertçe, yiğitçe konuşmadın.

İslam tarihi, İslam fıkhı ile ilgili eleştiriler yaptığım için, beni, ‘ulemaya kafa tutmak’la itham ediyorsun.

Senin Müslümanlığın bu mu!

Eleştirisiz ilim, irfan, tekâmül olur mu? Eleştiri yapmayacaksak yıllarımızı bilgi edinmek için neden harcadık?

Kur’an bize, kendisinden başka eleştirilmez kitap, Hz. Peygamber’den başka eleştirilmez kişi olmadığını öğretmedi mi? Bunun aksini düşünmek şirk alâmeti değil midir?

Sen Şintoist misin? Ecdada, ulemaya mı tapıyorsun sen?

Ben Kur’an müminiyim. Ulemayı hem başımın üstünde tutacak kadar sever, sayarım; hem eleştiririm. Ulema bundan asla rahatsız olmaz. Sen kimsin de ulema adına ahkâm kesiyorsun!

Senin gibi kara yürekli eblehlerin, ‘tekfir’ edecek kadar saldırdıkları İmamı Âzam’ın, sahabîleri bile eleştirdiğini bilmez misin? Nitekim İmamı Âzam, bu tavrı yüzünden senin gibi echel(EN CAHİL) yobazların ağır hücumlarına uğramıştır. Sen bunları belki de bilirsin ama hesabına, saplantılarına ters düştüğü için saklarsın. (devamı yarın) ((Y. Nuri Öztürk-17 Kasım 2008-Hürriyet) http://www.hurriyet.com.tr/yasarnuriozturk/10375399.asp?gid=241

Ehlisünnete Karşı Açılan Amansız Haçlı Seferi-Mehmet Şevket Eygi

TÜRKİYE’de bir müddetten beri Ehl-i Sünnet İslâmlığına sanki amansız bir Haçlı seferi açılmıştır. Kur’an’a, Sünnet’e, akla, vicdana, mantığa, sağduyuya uygun olan Sünnîlik baltalanmakta, bin türlü iftira atılıp hezeyanlar savrulmakta, yanıltıcı düşünce ve görüşlerin propagandası yapılmaktadır. Neler denmiyor ki.

* İslâm’ın tek kaynağı Kur’an’mış, başka kaynak olamazmış.

* Sünnîlik gerçek İslâm değilmiş, Emevîlerin çıkarttığı bir dinmiş.

* Ashab âdil ve güvenilir değilmiş. Başta Ebû Hüreyre radiyallahu anh efendimiz olmak üzere nice ashab (hâşâ sümme hâşâ) binlerce hadîs uydurmuş.

* Tasavvuf bâtılmış.

* Yalancı, taqiyyeci, Müslümanları aldatan, azılı farmason, aktivist, bulaşık, karanlık Afganî büyük bir din önderiymiş, “onu karalayanlar onun taharet bezi olamazlar”mış. (Büyük ulemaya ne büyük hakaret…)

* Mezheplere, fıkha, tanzim edilmiş ahkâm-ı şer’iyeye lüzum yokmuş, herkes kendi kafasına göre Kur’an’dan yahut meal, tercüme ve tefsirlerden dinini öğrenirmiş.

* Peygamber bir postacı imiş, ölmüş işi bitmiş.

* İlmihal Müslümanlığı bozuk bir Müslümanlıkmış, asıl Müslümanlık şu veya bu türedi ilahiyatçının anlattığı İslâm’mış.

Sağlam din bilgisine sahip olmayan milyonlarca Müslümanın kafası fena halde karıştırılmıştır. Dinde reform, dinde yenilik isteyen, light/ılımlı bir İslâm türetmek isteyenlerin amaçları nelerdir? Yazdıklarından anlaşılan şudur:

Geleneksel Ehl-i Sünnet İslâmlığını beğenmiyorlar. Onun yerine ABD’nin, İsrail’in/Papalığın, Protestan Evangelistlerin, Diyalogçuların, Derin Devlet’in, Ergenekoncuların, Farmasonların, Sabatay Sevi bağlılarının istediği ehlî/light bir İslâm getirmek istiyorlar.

Böyle yeni bir İslâm türetme gayretleri, Büyük Orta Doğu Projesinin (BOP) hedefleri içindedir.

Ergenekon evrakı ve belgeleri içinde, günlük namazların ikiye indirilmesi ile ilgili bilgiler de vardır.

Vaktiyle, 1930’lu yıllarda CHP diktatörlüğü de camilere sıralar koymak, mihraba (bazı kiliselerde olduğu gibi) bir müzik aleti yerleştirmek için raporlar hazırlatmıştı. (Şu anda da, camilerin arka tarafına, lüzumundan ve gerekenden fazla sandalya konulması konusunda imamlara baskılar yapılmaktadır.)

Ehl-i Sünnet Müslümanlığının yerine bir tür İslâm Protestanlığı çıkartmak istiyorlar.

Halkı büsbütün İslâm’dan çıkartamayacaklarını anladıkları için, suya sabuna dokunmaz, kafirlere zarar veremeyecek, fıkhı ve şeriati olmayan, bir tür beşerî ideoloji ve hümanizma haline dönüşmüş hafif İslâm istiyorlar. İstedikleri Müslüman tipi şudur: Beş vakit namazı bıraksın… Cuma bile fazladır… İsterse yılda iki kez bayram namazına gidebilir (o da fazla ya)… Doğduğunda kulağına Ezan-ı Muhammedi okunmasına lüzum yoktur ama öldüğünde tabutu camideki musalla taşına konulur, kadın erkek karışık bir cemaat ile abdestsiz namazı kılınır…

Birtakım light İslâm taraftarları o kadar öfkeli, o kadar ölçüsüz, o kadar gözü dönmüştür ki, “Müslüman halk dinini muteber ve güvenilir ilmihallerden öğrensin” denildiğinde, Sünnî Müslümanlar için “Bunlar ilmihal kitabını Kur’ân’dan yüksek tutuyor…” diyecek kadar vicdansızca ve mantıksızca laflar edebiliyor.

Evet light/ılımlı İslâmcılar yeni bir din türetmek istiyor. Ehl-i Sünnet Müslümanları için “Onlar mezheplerini din haline getirdiler” iftirasını savururken, asıl kendileri yeni bir bozuk mezhep türettiklerinin farkında değiller.

Başlangıcından bu güne kadar İslâm dünyasında, Peygamberimizin (salat ve selam olsun O’na) mucizevî bir şekilde haber verdiği üzere bir sürü bozuk fırka ve grup zuhur etmiştir. Mesela “Gurabiye” fırkasının ana inancı şudur: Güya Peygamberlik Hz. Ali’ye verilecekmiş, Efendimiz ile Hz. Ali birbirlerine iki karganın (Arapçada kargaya gurab denilir) birbirine benzediği gibi benziyormuş. Vahiy getiren Cebrail aleyhisselam bu yüzden şaşırmış ve vahyi yanlışlıkla Hz. Muhammed’e vermiş!..

İlm-i kelam kitaplarında eski bozuk fırkaların hepsi tafsilatlı (ayrıntılı) bir şekilde anlatılır.

Bugünkü ligt, ılımlı, hafif, evcil İslâm çalışmaları da işte böyle fırkalar oluşmasına yol açacaktır.

Dört hak mezhep (fıkıh ekolü) ile onları birbirine karıştırmamak gerekir. Onlar mezhep değil, fırkadır.

Ülkemizdeki bir kısım İslâmcılar bozuk bir fırkayı resmî mezhep olarak kabul etmiş bir Arap devleti tarafından desteklenmektedir.

Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra, Kitab (Kur’an) ve Sünnet’e en uygun, en başarılı İslâm denemesi ve uygulaması Osmanlı sistemidir. Tabiî ki, devletin kuruluş ve yükselme devrindeki uygulama… Osmanlılar bu uygulama ile üç asır üç kıt’ada şanla şerefle, Allah’ın tevfikat-ı ilahiyesine nail olarak i’lâ-i kelimetullah yapmışlar, cihad etmişler, bilen ve anlayanların gözlerini kamaştıran bir Pax İslâmica kurmuşlardır. Osmanlı İslâm sisteminin esasları nelerdir:

1. İnançta ve uygulamada Ehl-i Sünnet ve cemaat.

2. Fıkha ve mezhebe bağlılık.

3. Şeriattan kıl kadar ayrılmamak şartıyla tasavvufa ve turuk-i sofiyyeye müsamaha ve destek.

4. İslâmî çeşitlilik (ve zenginlik) içinde sarsılmaz bir birlik.

5. Loncalar, ahîlik ve fütüvvet teşkilatı ile, başta iktisat ve ticaret olmak üzere bütün toplumsal ve sosyal teşkilatta dinin hakimiyeti.

6- Din ve devlet birliği. (Osmanlı metinlerinde sık sık “din ü devlet” tabiri geçer.)

7. Bütün Müslümanları tek bir millet ve ümmet olarak kabul etmek. Osmanlı devletine, başka ülkelerde yaşayan Müslümanlar pasaportsuz kabul edilirdi. Hattâ Tanzimat’tan sonra, sömürgelerinde yaşayan Müslümanlardan pasaport istenmesi konusunda emperyalist ve kolonyalist Avrupa devletleri Osmanlıya baskı yapmışlardı. Son devrin büyük din alimlerinden Mekke Şafiî Reisü’l-ulema’sı Ahmed Zeynî Dahlan hazretleri Fütuhat-i İslâmiyye adlı kitabının Osmanlı devleti kısmını şu cümle ile başlatır

“Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra, Kur’ân’a ve Sünnet’e en uygun devlet Osmanlı devletidir.” İşte bu yüzdendir ki, bir kısım reformcular ve İslâm perdesi altında yeni bir din türetmek isteyenler Osmanlıyı hiç sevmezler. Bozuk Afganî’yi ise baş tacı ederler.

Sevgili, aziz, muhterem din ve iman kardeşlerime tavsiye ediyorum:

Reformcuların, yenilikçilerin, naylon müctehidlerin, Afganîcilerin, diyalogçuların, evcil ve light İslâm taraftarlarının, mezhepsizlerin, telfik-i mezahip(MEZHEPLERİ BİRLEŞTİRME VEYA UYGUN OLANI SEÇME) taraftarlarının ve benzerlerinin tuzaklarına düşmeyiniz, ahıretinizi (onlar gibi) berbat etmeyiniz, Kur’ân ve Sünnet Müslümanlığı olan, gerçek din olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan kıl kadar ayrılmayınız. Gerçek icazetli ulemaya, gerçek icazetli şeyhlere, kâmil mürşidlere bağlanınız. Bir rehbere (kılavuza, yol göstericiye muhtaç olup da böyle bir kimseye bağlanmayanın şeyhi şeytan olur). Dinî bilgileri, sağlam hocalardan ve sağlam kitaplardan öğrenmeliyiz.

Yenilikçiler işi o kadar ileriye götürdüler ki, ünlü bir ilahiyat profesörü “Kur’ân, Yahudileri ve Hıristiyanları İslâm’a çağırmıyor” diyecek kadar ileri gitmiştir.

Bu konularda, içinde faydalanacağınız yazılar bulunan değerli bir internet sitesinin ismini veriyorum: www.aldananlar.org. (böyle hayli site var. Bir gün vakit bulabilirsem bunların hepsinin listesini çıkartıp bu sütunda tanıtacağım…)

(Önemli rica ve uyarma: Bozuk kimseleri tenkit ederken lütfen hakaret etmeyelim, onlara İslâmî hilm dairesinde ilmî cevaplar verelim. İlmimiz yoksa, edep ve terbiye dairesinde protesto edelim, eseflerimizi bildirelim. Bu konuda, hastalandığını duyduğu Haçlı kralı Arslan Yürekli Rişar’a, bir elçilik heyetiyle doktor gönderen büyük Sultan, büyük mücâhid, örnek Müslüman Salahaddin Eyyubî’nin yüksek ahlâkı ile ahlâklı olalım… Sabırlı, tahammüllü, terbiyeli, kibar cevaplar verelim. Onlar, “Afganî’yi karalayanlar, onun tuvalet bezi olamazlar…” diyedursunlar, biz Ehl-i Sünnet ahlâkından ve necâbetinden ayrılmayalım.) (Milli Gazete-M. Şevket Eygi-18.11.2008) http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=21314

 

 

Hurafe soytarısına açık mektup (2)- Y. Nuri Öztürk

Hurafe soytarısı, echel(EN CAHİL) adam!

‘Kur’an İslamı’ dediğim, ‘Kur’andaki İslam’ diye kitap yazdığım için beni suçluyor, hurafeci kodamanlara jurnalliyorsun.

Peki, Kur’ansız İslam mı demeliydim? Kur’an’ı bir kenara koyarak Müslüman olalım mı diyecektim?

Senin ruh dedelerin emperyalist papazlarla Evangelist Ilımlı İslamcılar da senin gibi konuşuyorlar.

Sen beni, onlar adına mı eleştiriyorsun? Sen Kur’an’dan niçin böylesine rahatsızsın?

Nüfus kâğıdına göre, sen, Hanefî mezhebindensin. Ben de Hanefî mezhebindenim. Dahası, her zaman söylediğim gibi, benim İslam meselesinde rehberim, önderim olanların başında İmamı Âzam gelir. Fikir ve iman hayatımda hep o büyük önderi örnek aldım. Müslümana yakışır bir tavır ve şuurla…

Ama senin gibi putlaştırmadım. Ben gerekirse böylesine önder bilip baş tacı ettiğim İmamı Âzam’ı bile eleştiririm. Aksini söylersem Müslüman olamam; İmamı Âzam’ı da öfkelendiririm. Çünkü o, en yetkin öğrencilerine bile, “Beni ve sözlerimi dokunulmaz kılmayın, beni eleştirin” diyordu.

Sen nasıl bir Hanefisin ki, mezhep imamına ihanet içindesin?!

Şimdi, söyle bakalım, İmamı Âzam, devrinin sadece dinci yobazları tarafından değil en ünlü uleması tarafından bile ağır biçimde eleştirilmedi mi? Bu eleştirenler içinde İbn Ebî Leyla (ölm. 148/765), Süfyan es-Servî (ölm. 161/777), Ebul-Hüzey el-Allâf (ölm. 235/849), Nevbahtî (ölm. 311/ 924 ), İmam Ebul Hasan el-Eş’arî (ölm. 324/935), İbn Hibbân (ölm. 354/965), Hatîb el-Bağdadî (ölm. 463/1070), Şeyh Müfîd (ölm. 413/1022) gibi bübyük isimler vardır. Hatta Kütübi Sitte’nin en muteberinin müellifi olan Buharî (ölm. 256/869) vardır. Ne yazık ki, bu bilginlerin bazıları, kıskançlık yüzünden veya saltanata yaranmak için İmamı Âzam’ı zındıklık, sapıklıkla itham etmişlerdir. Hatta bazıları onu, haşa, ‘kâfir’ ilan etmiştir.

İmamı Âzam, hem de en yakın meslektaşları olan ‘ulema’ (örneğin, ünlü İbn Ebî Leyla) tarafından itham edilerek hedef gösterilmiş ve yönetimin başındakilerle kurulan işbirlikleriyle ezilmiştir.

Dinciliğin en ağır zulmüne uğrayıp sonra da dinciler tarafından putlaştırılan aydınların en tipik örneklerinden biri İmamı Âzam’dır.

İslam dünyasının en büyük mezhebinin kurucusu olan, bugünkü Türkiye’de de ‘dokunulmaz, tartışılmaz’ kabul edilen İmamı Âzam (ölm. 150/767), yaşadığı günlerde, ‘dindışılık’, ‘dini tahrip etmek’, ‘peygamberin sözlerine ve sünnetine kafa tutmak’, ‘Mürcie, Cehmiyye gibi sapık mezheplere mensup olmak’la suçlanmış, sonunda da ‘kâfir’ ilan edilmiştir.

İmamı Âzam’a yapılan zulmün ibret verici yanlarından biri de şudur: İmamı Âzam’ın, kendisinden 150 yıl sonra yaşamış meslektaşlarından biri, hadisçi İbn Hibbân (ölm.354/965), ‘Kitabu’l-Mecrûhîn adlı eserinde, İmamı Âzam’ı ‘itikadı bozuk’ yani ‘kâfir’ ilan ederken, iddialarını, İmamı Âzam hakkında görülen bazı rüyalara dayandırmaktadır.

Sebeplerin başında, İmamı Âzam’ın şu düşünceleri gelmektedir:

1. Zorba Emevî ve Abbasî yönetimlerine karşı çıkması ve bu yönetimlere karşı gerekirse kılıç kullanılmasını önermesi,

2. İslam’da akılcı akımın öncüsü olması,

Akılcılığı öne çıkarmak, her devirde saltanat dincileri tarafından ‘en büyük günah’ olarak görülmüştür.

3. Hz. Muhammed dışında eleştirilmez kişi, Kur’an dışında eleştirilmez kitap kabul etmemesi,

4. Hadis diye nakledilen sözlerin Kur’an’a aykırı olanlarına Peygamberimizin sözü olarak itibar etmemesi.

İbn Haldûn’un da belirttiği gibi, İmamı Âzam’a göre, tartışmasız biçimde ve her kelimesiyle Hz. Peygamber’in sözü olan hadislerin (mütevâtır hadislerin) sayısı onyedi tanedir. Ötekilerin tümü az veya çok, şu veya bu yönden tartışmaya açıktır.

Bazı insanları ve bazı kitapları ‘dokunulmaz’ ilan eden, Peygamberimize mal edilerek nakledilen her sözü ‘hadis’ diye dayatan dincilik zihniyeti İmamı Âzam’ı, işte bu düşünceleri yüzünden, biraz da kıskançlıkların itişiyle, din dışı ilan etmiştir.

Şimdi biz, birileri böyle yapmıştır diye o büyük dahi bilgini dışlayacak mıyız?

Gerçek şu ki, tarihin âdil rüzgârı, senin gibi müfterileri, tıpkı kurumuş tezek gibi savurup götürür ama fikir çilesi çeken büyk ruhlar sonsuza kadar yaşamaya devam eder.

Sen hiç tarih okumadın mı, okudunsa bu gerçekleri görmedin mi?

Bu gerçekleri bu halkın öğrenmesi kaçınılmazdır.

Bilindiği gibi, bir fıkıh dehası olan İmamı Âzam, hayatının son günlerinde zindanlara atıldı, orada da zehirletilip öldürüldü.

İmamı Âzam’a bunları yapan zihniyet damarının senin gibi uzantıları şimdi ne yapıyorlar? İmamı Âzam’ın bugünkü benzerlerini dışlamak için, İmamı Âzam’ı putlaştırıp kullanıyorlar.

Dinciliğin şerir zihniyeti işte böyle işlemekte, İslam’ın ve Müslümanların başına işte böyle bela olmaktadır. Onun alâmeti farikası şudur: Yeni düşünce öncülerine saldırmak için eskiden sövdüğü insanları putlaştırıp kullanmak.

Bu ibret ve dehşet verici olgunun ayrıntıları, Kur’an’daki İslam adlı eserimizde çeşitli vesilelerle verilmiştir. (Y. Nuri Öztürk-18.11.2008-Hürriyet)

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10382266.asp?yazarid=277&gid=61

 

 

Hurafe soytarısına açık mektup (3)- Y. Nuri Öztürk

Kara vicdanlı cehalet timsali adam!

Beni, ‘Ehlisünnet inancını örselemek’le itham ediyorsun.

Aynı itham, İmamı Âzam’a yöneltilmiştir. Onu bir yandan; Küleynî (ölm. 329/940), Şeyh Müfîd (ölm. 413/1022) ve Ebu Hâtim er-Râzî (ölm. 277/890) gibi Şiî imamlar, Ebu Hüzeyl el-Allâf (ölm. 235/849) gibi Mutezile imamları suçlarken, bir yandan da Ehlisünnet çevresinin bazı imamları suçlamışlardır. Hatta bazıları tekfir etmiştir.

Sen ve senin gibiler, bugün bana, İmamı Âzam’a yapılanların aynısını yapıyorsunuz.

Bu nasıl bir kaderdir anlamış değilim. Anlamış değilim ama böyle bir kaderi bana layık gördüğü için de Cenabı Hakk’a şükürler ediyorum. Kubbede böyle bir ses bırakmaktan daha onurlu ne olabilir!

İşin bir başka yönü de şudur:

Ben, ne Şiîyim ne Alevî. Mezheben Ehlisünnet’tenim. Ama ben Ehlisünnetin ilim erbabındanım. Mezhebimin mensubu ulemayı gerekirse eleştiririm. Bunu İslam’a aykırı mı buluyorsun? Eğer böyle düşünüyorsan, sen Müslüman değil, ecdatperest bir müşrik olursun.

Ehlisünnet bilginlerinin İmamı Âzam’a yönelik eleştirilerinin ortak noktası, büyük imamın, ‘Ehlisünnet dışı’ gösterilmesi, sapık bir mezhep saydıkları Mürcie’nin bir ajanı olarak görülmesidir. Sana, senin gibilerin de rahatlıkla anlayacağı bir kaynak göstereyim de, git oku: Diyanet Vakfı’nın yayınladığı ‘İslam Ansiklopedisi’nin Ebu Hanife maddesini oku. Bu söylediklerimin tümünü, hatta daha fazlasını orada göreceksin.

Bu gün gelinen nokta ise İmamı Âzam’ın, Ehlisünnet inancının en önemli önderlerinden biri olduğu merkezindedir. Buna itirazın var mı?

Elbette ki yok. Ama bugün sen, İmamı Âzam’a yapılan ithamların aynısını bana yapıyorsun. Yarın bunların hesabını Allah’a ve tarihe nasıl vereceksin?

Sen, İslam tarihinin geride kalan asırlarının bu gibi iftira, bühtan ve hezeyanlarla dolu olduğunu, bugün Müslümanların bunları ıstırap ve acıyla hatırladıklarını bilmiyor musun?

Olup bitenlerden habersizsin. Kendi beynine yerleştirdiğin saplantı putunun buyruğuyla iş yapıyorsun. Söylediklerinin ilimle, ulema haysiyetiyle, İslamî vicdanla bağdaşır yanı yok. Sadece sövüp sayıyorsun.

Zihniyet dedelerin Engizisyon papazları gibi sadece aforoza gidiyorsun. Haysiyetli, iyi niyetli eleştirin varsa söyle dinleyeyim. Gerekirse sana teşekkür bile edecek haysiyetim var.

Ben ilim aşıkıyım, İslam’a hizmet gibi bir niyet taşıyorum. Elbette benim de hatalarım, sürçmelerim olur. Söylersin, dinlerim; oradan alınacak bir uyarı varsa alır, gerekeni yaparım.

Ömrümün neredeyse elli yılı bu zihniyetle, bu disiplin içinde geçti. Ben, hatamı düzeltmekten sadece onur duyarım. İlimde, “Dediğim dedik, çaldığım düdük” olmaz. İslam’da hiç olmaz. Bu ancak putperestlikte olur.

Senin iddian İslam, ama yaptığın putperestliktir, ilimsizliktir, adam olmamaktır.

Tekrar İmamı Âzam’a dönelim:

İmam Âzam Ebu Hanife şu ölümsüz tespiti yapıyor:

“Kur’an’ın onaylamayacağı bir hadis rivayet eden kişiye yaptığım ret; Peygamberimize yapılmış bir ret ve O’nu tekzip değildir. O, ancak bâtıl bir haberi Peygamber’e isnat edene yapılmış bir reddir. İtham, Peygamberimize için değil, onu yalancı için söz konusudur. Hz. Peygamber’in söylediği her şeyin başımızın ve gözümüzün üstünde yeri vardır.” (Muvaffak el-Mekkî; Menâkıbu Ebî Hanife, 87-88)

İslam düşünürlerinin önde gelenlerinden biri olan İbn Abdi’l-Berr (ölm. 463/1070)el-İntika’ adlı eserinde, İmamı Âzam’la ilgili, gerçekten ibret verici tespitler kaydetmektedir. (bk. s. 136)

İmamı Âzam, en büyük sahabenin nakilleri de olsa, Kur’an’a ve mütevâtır sünnete uymayan hadisleri kabul etmiyordu.

İmamı Âzam, yukarıda işaret edilen tutumu yüzünden hem de ömrünün son yıllarında, kendisine karşı olan saltanat dincileri tarafından ’kâfir’ ilan edilmiştir. İbn Abdi’l Berr ve Hatîb el-Bağdadî onun ‘Müslüman olup olmadığında ihtilaf edildiği’ni, ‘küfründen dönmek üzere üç defa tövbeye çağırıldığı’nı, ama tövbe edip etmediğinin bilinmediğini iddia eden sözlere yer vermekteler. (bk. İntika’, 146-149; Târîhu Bağdad,13/223-323)

Sen ve senin gibilerin bana yönelttikleri iftiranın tıpa tıp aynısıdır bu.

İmamı Âzam, Ehlisünnet’in dokunulmaz ilan ettiği Buharî (ölm. 256/869) tarafından da ağır bir biçimde eleştirilmekte ve güvenilmez adam ilan edilmektedir. (bk. Buharî; Kitabu’z-Zuafa, ilgili mad.; İbn Abdi’l Berr; el-İntika’, anılan yer)

Aynı Buharî, et-Târîhu’l-Kebîr adlı eserinde, İmamı Âzam’ı, ‘İslam’a zarar veren sapık mezheplerden birinin mensubu’ olarak nitelemektedir.

Dahası var:

Hadis alanında Şiîlerin Buharîsi sayılan Küleynî, ünlü eseri el-Kâfî’de İmamı Âzam’a lanet okuyor. Sebebi, İmamı Âzam’ın, Hz. Peygamber dışında eleştiri üstü insan kabul etmemesidir. (Küleynî, el-Kâfî, Usûl kısmı, 1/57-58)

Anlaşılan o ki, mesele, her türden dincilik saltanatının putlaştırdığı kişilere dokunup dokunmamak meselesidir. Putlaştırılan kişilere dokunursanız, zulüm ve hakaretten kurtulmanız söz konusu değildir.

Ünlü 6 hadis kitabından birinin sahibi olan Neseî (ölm. 303/915) de İmamı Âzam’ı hadiste ‘güvenilmez’ ilan etmektedir. (bk. Neseî, Kitabu’z-Zuafa ve’l-Metrûkîn, ilgili md.)

İmamı Âzam’ın, hurafe dinciliği tarafından, kendi şeflerini savunmak için geliştirilen ve bir tür ‘gizli şirk’ olan ‘tartışma üstü kişiler’ anlayışını da çok ağır bir şekilde eleştirdiğini biliyoruz. Bu eleştirilen insanlar içinde, sahabî diye kutsallaştırılanlardan bazıları da vardır. Kur’an’daki İslam eserimizden birkaç satır alarak gösterelim:

İmamı Âzam diyor ki, ‘Eğer müminlerin emiri Hz. Ali’nin izlediği tavır olmasaydı Muaviye, Amr b. As, Ebu Mûsa el-Eşa’rî gibi kebîre (büyük günah) sahiplerinin durumlarını bilemezdik.” (bk. Kadı Abdülcebbâr; Şerhu’l-Hamse, Kahire, 1965, s. 138)

“İmamı Âzam böylece, sahabî unvanı taşıyan birkaç ünlü kişiyi en büyük günahlardan bazılarını işlemekle itham ediyor. Yani onları ‘tartışılır kişi’ ilan ediyor.” (Kur’an’daki İslam, 455)

Kur’an’ın, peygamberlere bile vermediği nitelikleri sahabeye veren, onları âdeta ilahlaştıran bir zihniyet, İmamı Âzam’ın Kur’ancı ve akılcı bu söylemlerine nasıl tahammül etsin!

Evet, ‘Müslümanların en büyük mezhep imamı’ unvanına sahip olan İmamı Âzam’a bu isnat ve ithamlarla çok ağır zulümler yapıldı.

İmamı Âzam, örneklerden sadece biridir. Daha onlarcası, yüzlercesi var. Bizim Müslüman tarihimiz ne yazık ki, bu zulümlerle dolu bir tarihtir. Biz bu zulümleri, bağımsız bir çalışmayla halkımızın bilgisine sunacağız.

Bak, hurafe simsarı nasipsiz!

Dinciliğin, senin gibi, cehalet timsali teorisyenleri işin şurada anlattığım yanını saklayarak, o anda saldırdıkları kişiyi, örneğin, Atatürk’ü, İslam tarihinde ‘din dışı ilan edilen’ ilk kişi göstermek gibi bir sahtekârlığa da başvurmaktadırlar. (Y. Nuri Öztürk-19.11.2008-Hürriyet)http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10391321.asp?yazarid=277&gid=61

 

 

Bana Niçin Saldırıp Küfr Ediyorlar?M. Şevket Eygi

BAZI önemli cümle ve paragraflar vardır ki, onları ezberlemek gerekir. Aşağıdaki kısa metin de bunlardan biridir. Binaenaleyh ezberlenmesini tavsiye ederim.

Yazar Hikmet Çetinkaya diyor ki:

“Türkiye’de devletin hakim sistemi iki şeyi aradı durdu. Mümkünse İslâm’ı değiştirmek, ona gücü yetmezse Müslümanların din anlayışını değiştirmek. Kemalizmin en önemli özelliklerinden biri dinde reformu amaçlaması idi. Bunda muvaffak olunamadı. Çünkü İslâm’ın kitaba bağlı karakterleri böyle bir reformasyona ve deformasyona izin vermiyordu. Bu, Müslümanlara da kabul ettirilemedi. Ağır baskı dönemleri yaşandı Türkiye’de ama dinde reform kabul görmedi.”

(Kaynak: www.angelfire.com / ms / siyaset / index.html.)

Devletimiz ve Cumhuriyetimiz, din konusunda Müslüman halka elbette böyle suikastlar, ağır baskılar yapmaz, insan haklarını ihlâl eden planlar hazırlayıp uygulamaz. Böyle hukuk ve vicdan dışı şeyleri gayr-i meşru Derin Devlet, resmî ideoloji, Ergenekon ve buna benzer gizli güçler yapar.

Son yıllarda Müslümanları, hiç olmazsa onların bir kısmını gerçek İslâm olan Ehl-i Sünnet’ten çıkartıp; light, ılımlı, ehlî (evcil) bir İslâm türetme faaliyetleri ve propagandaları büyük hız kazanmıştır.

Gerçek İslâm’a uymayan birtakım bozukluklar, vahim yanlışlıklar görmekteyiz.

Bir tür hâricilik aldı yürüdü. Yeni yapılan bütün camiler “Mescid-i dırardır” diyecek kadar işi azıtanlar var.

İslâm’ı bozma, değiştirme, Müslümanları şaşırtma faaliyetleri içine ABD’nin CIA’sı, İsrail’in Siyonizmin MOSSAD’ı bile girdi.

CIA ile MOSSAD ile Papalıkla, Evangelist kiliselerle işbirliği yapan Müslümanlar zuhur etti.

Kur’ân, Yahudileri ve Hıristiyanları imana ve İslâm dinine çağırmıyor diyen Diyalogçu modern hocalar zuhur etti.

Sünnet’i yıkmak istiyorlar.Bu maksatla Ashabın büyüklerine, bu arada Ebû Hureyre radiyallahu anh hazretlerine saldırıyorlar.

Mezhepleri ve İslâm fıkhını kaldırmak istiyorlar.

Müslümanların dinlerini öğrendikleri ilmihal kitaplarına karşı bir hakaret, istihfaf (küçük görme), devre dışı bırakma kampanyası açılmıştır. İlmihale önem veren, ilmihal okuyan Ehl-i Sünnet Müslümanları “İlmihali, Kur’ân’dan önemli görmek” iftirasıyla karalanıyor.

Usûl-i fıkha, usûl-i tefsire, usûl-i hadîse aykırı binlerce yanlış ve bozuk görüşlerle dolu sözde din kitapları çıkartıldı.

Bu bozma, tahrif etme, saptırma işlerini kimler yapıyor?

Önceleri bu misyon dinsiz, Allahsız, fâsık, fâcir kimselere verilmişti. Sonra bu metodun başarısız olduğunu gördüler ve devreye birtakım bozuk ilâhiyatçıları, sahte İslâmcıları soktular.

İslâm’ı mihraptan yıkmak istiyorlardı.

Kısmen başarılı da oldular. Doğru dürüst din eğitimi almamış, İslâm’ı gerçek hocalardan ve güvenilir kitaplardan öğrenmemiş bir kısım halkı kandırdılar. Lâkin Müslümanların tamamını kandıramadılar, aldatamadılar, saptıramadılar.

Birkaç yıl önce yürürlüğe giren, devreye sokulan, sahneye konulan BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesi’nin) gizli maddelerinden biri de İslâm dinini; ABD’ye, İsrail’e, Haçlılığa zarar veremeyecek uysal ve evcil bir hale getirmektir.

Bir yandan zaten balkanlaşmış, bölük pörçük hale gelmiş mevcut İslâm devletlerini daha da parçalamak ve birbirine düşürmek; öbür yandan Müslümanlardaki Ehl-i Sünnet, cihad anlayışını kaldırarak onları yabancılaştırıp köleleştirmek…

Türkiye’nin bugünkü düşkün durumunda, ülkemizdeki vahim insan hakları ihlâllerinde, İslâm’ı tahrif etme çabalarında, Müslüman halka yapılan ağır baskılarda “Lozan’ın Gizli Protokolları”nın büyük rolü vardır.

Bu protokollere göre Türkiye rejimi İslâm ile bütün ilgilerini kesecek, İslâm dünyasından kopacak, İslâm kültürüne, kimliğine, medeniyetine yabancılaşacaktı.

İslâm’ı tahrif etmek, Müslümanların kafalarını karıştırmak için neler yaptılar ve yapıyorlar?

1. Dinin tek kaynağı Kur’ân’dır diyorlar, Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanmasında gerekli ve zarurî olan Sünnet’i ve sahih hadîsleri tanımıyorlar ve Kitabullah’ın nice âyetini kendi re’ylerine heva ve heveslerine, “Derinlerden” ve şeytanlardan aldıkları talimata göre yanlış ve yanıltıcı bir şekilde tefsir ediyorlar.Bu, Kur’ân’a bir ihanettir.

2. Defalarca yazdılar. “Peygamber bir postacı idi. İslâm’ı tebliğ ettikten sonra işi bitti, öldü gitti…” meâlinde cümleler sarfettiler. Böyleleri Peygamber’i (salat ve selâm olsun O’na) ve Sünnetini devreden çıkartmak, onun yerine birtakım bozukları geçirmek istiyorlar. Sünnet olmadan İslâm, Kur’ân, Peygamber, nasıl anlaşılacaktır, doğru şekilde nasıl yorumlanacaktır?

3. Fıkıhsız, şeriatsız bir İslâm türetmek istiyorlar. Yani münzel (indirilmiş) İslâm’ı kaldırıp onun yerine uydurulmuş bir İslâm getirmek istiyorlar.

4. Ondört asırlık müctehidlerin(DİNİ OTORİTELERİN), eimmenin(İMAMLARIN), büyük fukahanın(DİN HUKUKÇULARININ) icmâ ve mutabakatlarını hükümsüz hale getirmek istiyorlar. Ta ki, meydan kendilerine kalsın.

Ehl-i Sünnet Müslümanlığı, yani gerçek İslâm, sevgili Peygamberimizin (salat ve selâm olsun O’na) zuhurundan bu güne kadar kopuksuz olarak gelmiştir. Peygamberin vârislerinin, yani ulemâ ve mürşidlerin, ucu Resûlullah’a ulaşan nurânî icazetleri, silsileleri bulunmaktadır. İşte İslâm’ı bozmak isteyenler bu zinciri kırmak, bu devamlılığı kopartıp, ehl-i İslâm’ı perişan edecek, darmadağın hale getirecek dehşetli bir kopukluk, kaos, anarşi devri başlatmak istiyorlar. Bu, bir tür terör değil midir?

Bendeniz nâçiz bir Müslüman olarak Ehl-i Sünnet için çalışıyorum. Kur’ân,Sünnet, icmâ-i ümmet, fıkıh, Şeriat için çalışıyorum. Kopukluğu ve yabancılaşmayı önleyip devamlılığı korumak için çalışıyorum. Resûlullah Efendimize (salat ve selâm olsun O’na), Sünnetine, hadîslerine, ashabına, etbâına, Ehl-i Beytine, âline bağlıyım. Selef-i Sâlihin efendilerimize bağlıyım. Ondört asırdan beri gelip geçmiş icazetli ulemaya, evliyaullaha, gerçek şeyhlere, kâmil mürşidlere bağlıyım. Halen hayatta bulunan icazetli ulemâya ve meşayihe bağlıyım, ehl-i sünnet çizgisinde olan ilâhiyatçılara da hürmetim ve güvenim vardır. (Ömürleri müzdad, hizmetleri feyyaz olsun).

Bir Müslüman olarak dinimde reform yapılmasını kesinlikle istemem ve buna bütün yasal yollarla karşı çıkarım.

İslâm ilâhî ve münzel dindir. Onda değişiklik ve yenilik yapılamaz.

Dinimizi bozmaya, tahrif etmeye yönelik bütün bid’atlere ve suikastlere karşıyım.

Dini kendime uydurmak taraftarı değilim, kendimi dine uydurmak taraftarıyım.

Elli yıllık basın yayın, yazarlık hayatımda din, iman, Şeriat, Sünnet,Kur’ân, namaz, cemaat, tesettür, sahih itikad, Müslümanların birlik ve beraberliği, Ümmet şuuru, İmamet-i Kübra için nâçizane çalıştım. Bu yüzden ağır baskılara uğradım, mahkemelerde süründüm, vatanımdan ayrı düşüp altı seneye yakın gurbette sürgün yaşadım, zindanlarda yattım, horlandım, hakir görüldüm. Hizmetlerimin karşılığında riyaset, servet, şöhret, makam, mevki, alkış talep etmedim.

İslâm dinini ortadan kaldırmak, kaldıramazlarsa bozmak isteyenlerle hiçbir zaman barışık olmadım.

Yakın zamanda büyük bir gazetede sokak serserisi ağzıyla aleyhimde seviyesiz küfürler yayınlandı. Hayvan, yobaz, müşrik, echel (en câhil) gibisinden.

Bunlara aynı üslupla cevap veremeyeceğim. Terbiyem buna müsait değildir.

Bu hakaretler bendenize bir zarar vermez. Keskin sirke küpüne zarardır.

Böyle kızıp köpürmeleri, âdi küfürler savurmaları iyiye alâmettir: Deşifre olduklarını anladılar, dini bozma çabalarının başarılı olmadığını, halkın uyandığını gördüler ve kendilerini kaybetmiş bir şekilde saldırmaya başladılar.

Bana küfreden kimse nasıl bir ilâhiyatçıdır, size bir örnek vermek istiyorum. Yakın tarihte, küfürbaz gazetede yayınlanmış bir yazısında bu adam aynen şöyle yazdı:

“Hortlamış bir sürü Damat Ferit ve Mustafa Sabri ile bütün bunlar yapılır, bütün kaleler bir bir düşürülürken, ülke aydınlanmasının önünü açanlardan biri olan adamın anıtlaşmış eserlerini yaratan açıktaki o büyük kafasını bırakıp fermuarının arkasındaki küçük kafasıyla uğraşıyor.”

Herkese soruyorum: Bir ilâhiyatçı böyle bir üslupla yazabilir mi?..

Bu adam üstelik din önderi geçiniyor. Sevsinler!..

Bırakın küfür etsin, ne mal olduğu ortaya çıksın… (Milli Gazete-M. Şevket Eygi-19.11.2008)

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=21327

 

 

Hurafe soytarısına açık mektup (4)- Y. Nuri Öztürk

Talihsiz ve nasipsiz adam!

Her şeyi bir kenara koyalım, benim bunlara ihtiyacım mı var?

Dünyanın en büyük üniversitelerinde fikirlerimi, tezlerimi tetkik eden İngilizce, Fransızca, Almanca ona yakın doktora tezi yapıldı. Ben hangi şöhretin peşinde koşacağım? Bana bu itibarı sağlayan Kur’an’a hizmet dışında ne amacım, ne emelim olabilir!

Altmış yaşına merdiven dayamış bir insanım. Şu kubbenin altında dinime-imanıma, vatanıma hizmetten başka ne beklentim kalmış olabilir!

Sende zerre kadar insanlık ve Müslümanlık olsa bu soruları benden önce vicdanında sen sorardın.

Ama senin maksadın beni karalamak, açık düşürmek.

Boşuna uğraşma! Senden önce daha birçok müfteri bu işi yaptı; sonuç alamadılar.

Söze hiç utanmadan ‘Biz Müslümanlar’ diye girip benim gibileri dışlıyorsun. Seninle birlik olman isteyen kim? Allah’ın dinini rezil eden sen ve senin gibiler değil mi?

Müslümanlık senin ve senin gibi bazı hurafeci yobazların babasının malı mı?

Sen, kimsin de bir engizisyon papazı gibi dine-imana ambargo koyup “Bu bizim” demeye getiriyorsun.

Sen ne hakla böyle bir yetki kullanmaya kalkıyorsun? Sen bunun hesabını vermeyeceğini mi sanıyorsun.

Senin İslam, iman, Müslümanların hakları, onurları adına, İslam düşmanı emperyalistlere karşı hangi mücadelen var?

Söylesene ahlaksız, hayasız adam!

Ehlisalip(HAÇ EHLİ) ile, Kelimei Şehadet’in düşmanı Haçlılarla hangi kavgan var? Onlara uşaklık dışında ne yaptın?

Sen sadece bu ülkenin gerçek Müslüman aydınlarına, Türkiye’nin bağımsız kalması için uğraş veren solcusuna-sağcısına saldırmayı bilirsin.

Senin işin gücün, Anadolu’nun temiz, duygusal insanlarını birtakım engizisyon oyunlarıyla kandırıp onun bunun üstüne salmaktır. 1960′lı yıllardan beri yaptığın melunluk ve alçaklık hep budur.

Sen, beni ‘dalalette, cehennemde göstermeyi’ ana gaye edinmiş, nefsinin kin ve nefret dürtüleriyle sadece saldırıyorsun. Yapıcı hiçbir yaklaşımın yok. Kinle dini yana yana tutuyorsun.

Benim yıllar önce İlahiyat Fakültesine dekan olmamam için kaç yazı yazdığını, onursuz iftiralarla nasıl saldırdığını, halk biliyor. Sonunda ben o fakülteye dekan oldum, dokuz yıl bu görevi en küçük bir pürüz, çekişme, olay yaratmadan yürüttüm, sonra da ülkeme hizmet için yeni bir yola girdim, siyasete atıldım.

Senin derdin beni taciz ve tahkir etmek, birtakım fesat oyunlarıyla hurafeci birilerini benim üstüme salmak.

Benim, bunlardan tırsacak adam olmadığımı hâlâ anlamadın mı?

Habire, ‘ulema efendilerimiz’ edebiyatıyla Şintoist şirk yaygarası koparıp meseleleri bilmeyen halkın duygularını sömürüyorsun. Yanlış hesabı bırak, ezberini boz, fesat makinesi uğursuz adam!

Halk artık senin gibi tabanı aşınmış mahlukların ne mal olduğunu biliyor.

Sen, o ‘ulema’ dediğin insanların herhangi birinin herhangi bir eserini okuyup anlayabilir misin? Onların eserlerinin adlarını sayabilir misin?

Sen ne biçim Müslümansın ki, ben Kur’an dedikçe senin şirk virüsü bulaşmış kanın tepene çıkıyor. Neden Kur’an’dan böylesine rahatsızsın!?

Deccal çocuğu musun sen?

Yoksa engizisyon papazlarının torunu mu?

Zerre kadar vicdanın varsa şuna cevap ver: Eğer ben, ABD ile, AB ile sıkıfıkı olsaydım sen bana saldırır mıydın? Hayır, tam aksine benden sebeplenmek için çevremde yalakalık zilletine düşer, etrafımda çanakçılık yapardın. Benzerlerine yıllarca yaptığın gibi.

Yılları Kur’an’la nefes alıp vererek geçmiş bir fikir adamına hangi cüretle din ve sünnet dersi vermeye kalkıyorsun.

Senin ar damarın yok mu be mendebur!

Yoksa kendini Kur’an’ın üstünde mi görüyorsun?

Benim sünneti dışladığımı söyleyecek kadar ahlaksız bir müfterisin. Beni ‘habire Kur’an’ı öne çıkarmakla’ itham etmene bakılırsa esas sen Kur’an’ı dışlıyorsun.

Benim sünnetin gereksiz olduğunu değil ifade, ima eden bir sözümü göster, kalemimi kırayım. Namuslu adamsan bunu yap yahut benden özür dile. Haşa ki, ben, Hz. Peygamber’in sünnetini dışlayayım! Benim dışladığım, sünnet adı altında ümmete yutturulmuş Emevî yalanlarıdır.

Kitaplarımda onlarca, belki yüzlerce hadis yer almakta, o hadislere dayanan açıklamalar, yorumlar yapılmaktadır.

Hadis, sünnet başka bir şey, uydurma hadisler ve sünnet diye Arap örflerini yutturmak başka bir şey.

Ben hadis ve sünnete saygılı, uydurmalara karşıyım. Bunu, Kur’anî ve Muhammedî imanımın bir icabı sayıyorum.

Ben çıldırmış mıyım ki sünnetsiz, Peygambersiz bir din önereyim! Peygambere saygı, ona isnat edilmiş yalanları dinleştirmek midir?

O yalanları dışlamadan, Hz. Muhammed’e iman ettiğini sananlar sonunda şeytanla aynı yere gideceklerdir.

Din meselesinde rehberim ve önderim İmamı Âzam, aynı ithamlara maruz kaldı ve benim şurada kullandığım ifadelerin aynısıyla cevap verdi.

Git, oku, öğren. Hanefî mezhebinden olduğunu söylüyorsun; git İmamı Âzamı tanı. Onu tanırsan, senin gibi fesat mollalarının bugün bana yaptıklarının aynısının, yaşadığı zamanda İmamı Âzam’a yapılmış olduğunu göreceksin.

Dehşet verici bir biçimde göreceksin.

Saldırmadan önce sadece salya biriktirme, biraz da bilgi biriktir. (Y. Nuri Öztürk-20.11.2008-Hürriyet)

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=10407145&yazarid=277

 

 

İstediklerim, İstemediklerim…- M. Şevket Eygi

DİNİME ve mukaddesatıma hizmet etmekten başka bir gayem yoktur. Parada gözüm yok, kanaatle geçinecek kadar gelirim vardır. Millî Gazete’de 1991’den bu yana ücretsiz, maaşsız yazı yazıyorum.

Hiçbir siyasî emelim yoktur. Milletvekili falan olmayı aklımın köşesinden geçirmem. Teklif edilse kesinlikle kabul etmem.

Makam, mevki, danışmanlık, idare meclisi üyeliği gibi işler istemem, teklif edilse kabul etmem.

Şöhretten nefret ederim. Çünkü büyükler “Şöhret âfettir” buyurmuşlardır.

Müslümanlar içinde derece ve rütbemin yüksek olmasını istemem. Müslümanlık bana yeter. Dünya üzerindeki bir buçuk milyar Müslümanın en sonuncusu, en hakiri olmak benim için en büyük şeref ve nimettir.

Kendimi asla beğenmem. Nefsimi çok kötülerim.

En nefret ettiğim insanlar din sömürücüsü namussuz, haysiyetsiz ve şerefsiz haşarattır.

Yüce İslâm dinini, Kur’ân’ı, mukaddesatı âlet ederek, vasıta kılarak şahsî menfaat, nüfuz, prestij, şöhret-i kâzibe kazananları sevmem, onlardan nefret ederim.

Şu değerlere çok önem veririm: İman, İslâm, Kur’ân, Şeriat, Sünnet, fıkıh, ahlâk, fazilet, hikmet (bilgelik), Ümmet, İmâmet-i Kübra.

Allah katında tek hak ve muteber din olduğu açık âyetle bildirilmiş olan İslâm’da reform yapılmasını isteyenleri tenkit ederim.

Dinde yeniliğe, değişime karşıyım.

İslâm’ın emir ve yasakları için “Onlar tarihseldir, eskiden geçerli idi, şimdi geçerli değildir” diyenlerle aram yoktur.

Mezhepsizleri, telfik-i mezâhib taraftarlarını, fıkhı ve şer’î hükümleri inkâr edenleri yanlış yolda görür ve uyarırım.

Müslümanlar arasında Ümmet şuurunun hakim olmasını isterim.

Faydalı, müsbet, meşru cemaatlere, tarikatlere taraftarım. Ancak, bu konudaki asabiyetlere karşıyım.

Belki yüz kere yazdım: Peygamberimize hakaret edilip saldırılınca susup da kendi şeyhine veya baronuna saldırılınca küplere binen Müslümanları çok ayıplarım. Onlara yazıklar olsun!

Şeriata bağlı olmak, zahirî fıkıhtan kıl kadar ayrılmamak şartıyla tasavvuf tarikatlarını severim, beğenirim ve desteklerim.

İmamet-i Kübra konusunda Müslümanların bilgili ve uyanık olmalarını isterim.

Dinimizden ödün verilmesini büyük hıyanet olarak görürüm. Kimsenin buna hakkı yoktur.

İslâm dininin müttefakun aleyh (üzerinde ittifak ve icma olan) hüküm ve müesseselerinde tartışılmasını istemem.

“Peygamber bir postacı idi. İslâm’ı tebliğ etti sonra öldü ve işi bitti…” mealindeki sözleri kabul etmem. Sevgili Peygamberimiz dinimizi tebliğ ettikten sonra vefat etmiştir ama işi bitmemiştir. O’nun hatırası, ruhaniyeti, önderliği Kıyamet’e kadar devam edecektir.

Peygamberimizin sünnetine karşı yapılan tenkitleri kabul etmem.

Ashabın tamamının âdil olduklarını kabul eder ve onlara yapılan saldırıları, hakaretleri, iftiraları meşru yollarla def etmeye çalışırım.

Ehl-i Sünneti beğenmeyenleri beğenmem.

Ehl-i sünnet dışı çığırlar açmaya, Müslümanları çıkmaz sokaklara sokmaya çalışanları tenkit etmeyi bir vazife bilirim.

Müslümanlar hicretin üçüncü asrından sonra Kur’ân’ın dört temel terimi olan Rab,İlah, din, ibadet konusunda sapıttılar, şimdi bu konuda doğruyu ben söylüyorum mealinde laflar eden, kitap yazan Pakistanlı yazarı doğru bulmam. (Büyük alim Ebu’l-Hasen Nedvî bu iddiaya bir kitapla cevap vermiştir.)

Müslümanların din konusunda cumhur-i ulemaya tâbi olmalarını isterim.

İslâm dinini Kur’ân’ın ve Sünnet’in ışığında en güzel ve derli toplu şekilde anlatan kitabın İmamı Gazalî’nin İhyau Ulum’u olduğunu kabul ederim.

Müslümanların lüks, israf, aşırı tüketim, gurur, kibir, aşırı konfor, gösteriş beyinsizliklerine düşmesinden dolayı çok üzüntü duyar ve onları dilimin döndüğü kadar uyarmaya çalışırım.

Bütün Müslümanların beş vakit namaz kılmasını ister ve bu yolda çalışırım. Hür ve mukim erkeklerin mümkün oldukça cemaatle namaz kılmasını arzu ederim.

Bütün Müslüman kadınların tesettüre girmesini isterim. Bu tesettürün elden geldiği kadar dine uygun olmasını arzu ederim.

Tefrikadan, parçalanmışlıktan, Müslümanların bölük pörçük olmasından hoşlanmam; birlik, beraberlik, tesânüd, ittihad isterim.

Zekâtların, Kur’ân’da çok açık şekilde belirtildiği üzere öncelikle fakir ve miskin Müslümanlara verilmesini isterim. Birtakım cemaatlerin ve vakıfların fıkha ve Şeriata aykırı olarak zekat toplamalarını doğru bulmam ve tenkit ederim.

Bütün Müslümanların, bu memleketin bin yıldan fazla kullanmış olduğu Kur’ân harfleriyle Türkçe okumasını, zengin Osmanlıca lisanını öğrenmesini temenni ederim.

Birtakım aşırıların hak fıkıh mezheplerine karşı çıkmalarını, mezhebe bağlı Müslümanları tahkir etmelerini, hattâ küfr ve şirkle itham etmelerini kabul etmem ve onlara karşı fıkhı ve mezhepleri savunurum.

Din hocalarının, din hizmetlilerinin, Ümmet önderlerinin icazetli ve faziletli olmalarını isterim.

Kopukluktan, ârızadan yana değilim, devamlılık taraftarıyım.

Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü cereyanına karşıyım. Bunu Müslümanlara kurulmuş bir tuzak olarak görürüm.

Müslümanların kâfirleri dost ve velî (idareci) edinmelerini, Kur’ân’a ve Sünnete aykırı tehlikeli bir davranış olarak görürüm.

Müslüman kesimin, bugünkü esaret ve zilletten kurtulmak için yeterli sayıda vasıflı, güçlü, üstün, faziletli, ahlâklı, cesur, bilge, mücahid, ihlâslı, takvalı eleman yetiştirmesini isterim.

Birtakım câhillerin bazı din büyüklerini erbab haline getirip onları putlaştırmalarından hiç hoşlanmam.

Bütün Müslümanların, bütün cemaatlerin şu temel değerler ve terimler için çalışmasını isterim: Din, iman, Kur’ân, Şeriat, Sünnet,İslâmî ahlâk, İmamet, Ümmet.

“Sen kim oluyorsun da bu satırları yazıyorsun?” diyerek bendenizi azarlayanlara da “Haklısınız, ben bir hiçim” cevabını verir, onlara selâm ve hürmetlerimi sunar, büyük küçük hepsinin ellerinden öperim. (Milli Gazete-M. Şevket Eygi-21.11.2008)

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=21366

 

 

Hurafe soytarısına açık mektup (5)- Y. Nuri Öztürk

İlim ve irfandan nasipsiz, gözü dönmüş saldırgan echel(EN CAHİL)!

Ulema diye ağzına aldığın insanlar, dincilik fesat ve hıyanetine karşı benim verdiğim bugünkü mücadeleyi asırlarca verdiler. Ulema dediğin vakit, bunlar içinde İmamı Âzam (ölm. 150/767), İbnül- Cevzî (ölm. 597/1200), Ebu Şâme (ölm. 665/1266), Necmuddin Tûfî (ölm. 716/1316) İbn Teymiye (ölm. 728/1327) ve benzeri bilginler yok mu?

Fıkıh, hadis ve tefsir alanının bu âbide isimlerini sevdiğini söyleyebilir misin? Söylersen yalan olur. Çünkü onlar senin söylediklerini değil, benim söylediklerimi savundular. Kandırdığınız halk bunları bilmez ama bu ülkede bunları bilenler var.

Tabiî senin gibi Yezitlikler yapanları bilenler de var.

Söyle bakalım!

İbn Teymiye’nin ‘Şeytan Evliyası ile Rahman Evliyasını Ayıran Kitap’ı ‘el-Furkan’ı seviyor musun? Hiç okudun mu? Arapçasını okumak gibi bir şansın yok. Tercümesi var mı bilmiyorum. Yayıncısın; bir yığın hurafe pisliğini bu millete yıllardır yutturdun. Hadi, samimi Müslümansan, İbn Teymiye’nin, asırlara ruh ve şuur vermiş bu anıt eserini tercüme ettirip yayınlat. Ben tercüme edeyim yayınla.

Bunu asla yapmazsın, çünkü o zaman sen de okumak zorunda kalırsın. Ve eminim, okursan çıldırırsın. Çünkü İbn Teymiye ve benzeri Kur’ancı ulema, kendi ifadeleriyle, ‘uydurulan din’i değil, Kur’an’ın getirdiği ‘indirilen din’i, Kur’an’daki İslam’ı anlattılar. O anlatım senin canına okur.

Ben de işte bu ‘indirilen din’i anlatıyorum. ‘Kur’an’daki İslam’ kitabım bunun için yazıldı.

İbnül-Cevzî’nin ‘İblisin Dine Soktuğu Pislikler’i anlatan ‘Telbîsu İblis’ini seviyor musun? İbn Teymiye’nin eseri için yaptığım teklifi bu eser için de yapıyorum.

O eserlerin birer özetini, benim ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı kitabımdan okuyabilirsin.

Hemen kaşlarının çatıldığını, böyle bir şeyi asla yapmayacağını, onların ve benim eserimi asla okumayacağını söylediğini duyar gibiyim. Sen ve senin gibi hurafe hamalları o iki büyük bilginden asla hoşlanmaz, biliyorum.

Şimdi sana bir soru sorayım:

İbn Teymiye ve İbnül-Cevzî, Ehlisünnet’in en büyük bilginlerinden değil mi? Yoksa onlar ulema değil mi?

Bak, ben, onların devamıyım. Bunu biliyorsun; senin gibi hurafecilerin toplandığı mahfillerde itiraf da ediyorsun, ama yazdığın yazıda söylemiyorsun. Söyle de halk bilsin.

Bunu neden saklıyorsun, onursuz müfteri?

Bak, iki binli yılların koca Diyanet Teşkilatı, benim yıllardır karşı çıktığım ‘uydurma hadisleri din kitaplarından temizlemek’ için ‘uydurma hadisleri ayıklama’ çalışması başlattı. Aynı çalışma, birçok Müslüman ülkede yıllardır yapılıyor.

Asrın ‘Hadis Allâmesi’ diye anılan Nâsıruddin Elbânî (ölm. 1999) gibi bir büyük bilgin, bu güvenilmez hadisleri tanıtmak için yirmi cilt yazdı.

Sen bunları bilir misin, irfansız adam!

Bunlardan haberin yoksa bu işlere burnunu neden sokuyorsun? Yoksa bunlardan haberin var da, bana saldırmak için bilmezlikten mi geliyorsun?

İslam iman ve vicdanı senin gırtlağından aşağı geçmişse bu kadar edepsiz, bu kadar haddini bilmez nasıl olabiliyorsun?

Konuş, söyle! Bir kere olsun, namuslu adamlara yaraşır tavırla konuş!

Şöhrete aldanarak âhiretimi berbat ettiğimi söylüyorsun.

Hurafe hamalı, dalalet sembolü adam!

Sen Allah mısın ki elâlemin âhireti hakkında hüküm veriyorsun? Senin gibi, dini kin aracı yapıp ülkenin insanlarını birbirine kırdıran, dinden imandan nefret yaratan birinin bile âhiretine ilişkin söz söylemek hakkı yok iken hayatını İslam’ı sevdirmekle, dine sırt dönmüş insanları dine çevirmekle geçirmiş bir ilim adamını, senin hezeyanlarına onay vermiyor diye ‘âhireti berbat olmak’la itham etmeye utanmıyor musun?

Nereden utanacaksın? Sende hayadan eser mi kalmış! Haya duygusunun olmadığı yerde imanın olmayacağını söyleyen hadisi görmedin mi?

Bak işte, o hadis uydurma değil. Ama senin gibiler bu gerçek hadisleri değil, uydurmaları öne çıkarır. Çünkü iblisliklerine o uydurmalarda destek bulurlar, gerçek hadislerde değil.

 

 

YALAKALIĞINI NE ÇABUK UNUTTUN!

Daha iki üç ay önce, bir stüdyoda bana, “Biz seninle kardeşiz ama zıt kardeşleriz” diye yılışıyordun. Ben de, “Bu, her halde edeplenmiş” diye senin eski saldırı günahlarını unutmaya çalışıyordum. Ne oldu, seni kimler yemleyip yalladı da durup dururken yine saldırmaya başladın! Kardeş kardeşe böyle mi hitap eder?

Ha bire benim servetime, şöhretime sataşıyorsun.

Ne serveti be adam!

Ben sizin gibi, Müslümanları Allah ile aldatıp da zekât, fitre toplayarak holding mi kurdum? Benim servetim ilmim, kalemim ve kitaplarımdır.

Ha, bir de şunu bil:

Ben; fitre, zekât parasıyla beslenmedim. Onun için başı dik, alnı açık bir adamım. Benim babam da dedem de hem bilgin hem tüccardı. Şükürler olsun, kursağımda onların helal ticaret kazançları, kafamda ve kalbimde onların verdiği ilim ve irfan var.

Ya sen ve senin gibiler?

Şöhretime gelince, ben şöhretimi senin gibi kinle, fesatla, kanlı Pazar provokasyonlarıyla elde etmedim; Farsça’dan Almanca’ya, İngilizce’den Rusça’ya kadar birkaç dile de çevrilen altmış küsur eserimle kazandım.

 

 

ESAS SEN TÖVBE ET!

Beni tövbeye davet ediyorsun. Ben, Kur’an müminiyim, her gün birkaç kez tövbe ederim. Kur’an, “İstisnasız hepiniz tövbe edin!” buyuruyor.

Peki, sen, dini-imanı kana ve kine âlet eden günahlarından hiç tövbe ettin mi! ABD’nin buyruğuyla yaratıp bu ülkenin evlatlarını birbirine kırdırdığın o hain eylemlerinden, Kanlı Pazar günahlarından hiç tövbe ettin mi?

Bu ülkede senin bütün bu melunluklarını bilenler var.

Senin gibiler, bir zamanlar, İmamı Âzam’ı da böyle tövbeye davet etmişlerdi.

Sahi, olmaya sen, İmamı Âzam hakkında geçen haftalarda yazdığım iki yazıdan rahatsız oldun da azdın? Allah biliyor ya, İmamı Âzam’la ilgili o iki yazının, senin gibilerin tâğût virüsünü azdıracağı aklıma gelmişti.

Kancı ve kinci yobaz!

Sen bu hezeyanlarını elli yıldır kusuyorsun. Türkiye’yi ve İslam dünyasını getirdiğiniz yer ortada. Sizin anlattığınız Kur’an dışı dinin yarattığı sonuç, işgal altındaki Irak’tır. Nasıl, beğeniyor musunuz?

Sana son sözüm yani nasihatim şudur:

Altmış küsur yıllık müflis bir ömür geçirmiş, gözlerinin feri uçmuş bir fosilsin. İlmin yok, irfanın yok, eserin yok. Bunlarda sıfırsın. Ama insanlığın, edebin, utanman, ilme, hakka saygın olsaydı durumunu yine kurtarırdın.

Edebe, efendiliğe sığınman gerekirken sen, bir musibet yaratığı gibi, elli yıldan beri fesat üretip ona buna saldırıyor, senin gibi düşünmeyenlerin dinine imanına kalite kontrolü yapmaya kalkıyorsun. Bütün ömrün bu şerir tasallutla geçti.

Yeter artık! Kuyruğunu kıvırıp yerine otur; Allah’a sığın, ifsat ve gıybet günahlarına tövbe et. Yoksa esas senin âhiretin berbat olur.

Sadece âhiretin değil, dünyan da berbat olur. Zaten oldun olası berbat bir bozguncusun sen!

Rahat dur da hiç değilse âhir ömrün berbat olmasın! (Y. Nuri Öztürk-21.11.2008-Hürriyet)

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10409972.asp?yazarid=277&gid=61

 

NOT: Yaşar Nuri Öztürk ile Ayşe Özgün, 18.05.2009 tarihinde Habertürk Tv’de Pazartesi akşamları yaptıkları programda bu konuyu ele almışlardır.

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

18th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Dinin afyon yüzü

Böyle başlıklı bir yazıyı ancak Marksist/ateist birisi yazar; “Ne yapıyor bu adam?” diyeceksiniz…

Belki bazıları öküz altında buzağı arayarak “kutsala saldırı” sanacak…

Hayır!

Dikkat edin “Din afyondur!” demiyorum. “Dinin afyon yüzü” olduğundan bahsediyorum. Afyon yüzden kastım ise saf dinde değil; mensuplarının din algısında ortaya çıkandır. Benim gördüğüm dinin en temel kavramı olan “Allah”ın dindarın zihninde rahatlıkla afyona dönüşebildiğidir. Bunun sebebi “Allah” kavramının doğrudan kendisi midir, yoksa onu algılayan zihin midir? Bu nedenle “Dinin afyon yüzü” ile içeriden yüzleşmenin ateistlere bırakılmayacak kadar önemli olduğunu düşünmekteyim…

Evet, bütün dinlerde olduğu gibi, dünyanın gelmiş geçmiş en aydınlık, en gerçekçi dininde bile, malesef, Akif’in tabiri ile “çehre-i memsuh” (çirkin, karanlık bir yüz) oluşturulmuş durumda…

Saf dinlerin asla yalan söylemeyeceğine inanırım. Ama onlar da zamanla yeryüzünün tozuna toprağına bulanırlar ve mensuplarının elinde afyona dönüştürülerek tanınamayacak hele getirilirler. Bununla hesaplaşmak, en çok da, bu dinlerin samimi bağlılarına düşer.

***

Dünyada en çok istismar edilen kavram hiç şüpheniz olmasın “Allah”…

Şu söz doğrudur: İyi bir insana kötü bir şey yaptırmak istiyorsanız önce Tanrı’ya inandırın. Sonra, örneğin “Tanrı şunu öldürmeni istiyor, farz” deyin, göreceksiniz gözünü kırpmadan yapacaktır…

Şu söz de doğrudur: Kötü bir insana iyi bir şey yaptırmak istiyorsanız önce Tanrı’ya inandırın. Sonra, örneğin “Tanrı bunu yapma diyor, haram” deyin, göreceksiniz yapmaya eli varmayacaktır…

Özellikle birinci halde dinin “afyon” yüzünü görürsünüz.

“Afyon” uyuşturmak demek olduğuna göre, insani açıdan bu, zihni uyuşturan, donduran, çalışmaz hale getiren şey demek oluyor. “Allah” kavramının dinin afyon yüzünde tam da bu işlevi gördüğünü görüyoruz.

***

Örneğin:

Deniyor ki: Kayadan nasıl deve çıkar? Bugün bunun bir örneği var mı? Test edebilir miyiz?

Diyor ki: Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?

Deniyor ki: İsa evin bacasından nasıl göğe çıkar? Bunun bugün bir örneği var mı? Test edebilir miyiz?

Diyor ki: Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?

Deniyor ki: Bir insanı ateş nasıl yakmaz? Bunun bugün bir örneği var mı? Test edebilir miyiz?

Diyor ki: Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün…

Görüyoruz ki burada “Allah” kavramı “iman etmek” adı altında “afyon” işlevi görmektedir.

Ne tarihten, ne hayattan, ne tabiattan, ne edebiyattan delil getirme, araştırma gereği duymuyor. Hatta Allah’ın kavli ayetini (Kur’an metnini) okuma gereği bile duymuyor. Dikkatle okusa orada öyle denmediğini görecek. Kevnî ayet (tarih, hayat ve tabiat) ile test etme ihtiyacı hele hiç hissetmiyor.

Tam bir Hristıyan imanı: “Önce iman et sonra düşünürsün! Absürd ama inanıyorum. Zaten din dediğin de budur!”

***

Kanımca bu Kur’an imanı değildir! Bu iman değil afyondur!

Kur’an imanı, içinde akıl olan, düşünce olan, şüphelerden, sorulardan, arayışlardan, acı çekmelerden geçerek oluşur. Canlıdır, dinamiktir. İman şu an bilfiil yaşayan, hareket halinde olandır. İnip çıkan, artıp eksilen, yeni ve taze olandır.

İtikat ise imanın külüdür. Donmuş kurallardır. Dogmatik eski akaidlerdir. İman işaret edilen yöne, itikat ise işaret parmağına yoğunlaşır. İman yaşayan hayattan, canlı tabiattan, aklın ve vicdanın uyanışından fışkırandır. İtikat ise donup kalmış olandır.

İmanın 73 şubesi vardır, en küçüğü yoldaki taşı kaldırmaktır. Yani içinde insan, hayat ve tabiat olan şeydir iman. İtikat ise 73 maddeli bir deklarasyondur; eskilerin donmuş söz yığınıdır. En küçüğü de mesh üzerine mesh haktır, inkar eden kafirdir der.

***

Şu halde, İslam’da imanın hangi köke dayandığını iyi anlamalıyız.

Hiç şüphesiz bu “Allah ve ahiret günü”dür.

Buna, aklın soruları, vicdanın sızlaması ve gönlün taşması ile ulaşılır. İman bu güvene ulaşmış dinginlikten doğan taşma, coşkunluk ve heyecanın adıdır. Taşmanın, coşmanın ve heyecanın olmadığı yerde iman da yoktur. İman hiç heyecansız olabilir mi?

Demek ki dindara heyecan veren esas muharrik Allah ve kıyamet olayıdır. Bunların ise tarihte, hayatta ve tabiatta doğrudan karşılığı yoktur. Çünkü dış dünyada görünür birer “nesne” değildirler. Bilakis sürekli varoluş, vicdani bir arayış ve gerçekleşmesi beklenen umutturlar. Bunun için serazat bir imanın (taşmanın, coşmanın, heyecanın) konusudurlar. Dindarın gönül dünyasından pınarlardan fışkıran sular gibi taşıp gelirler.

Tarihte, hayatta ve tabiatta karşılığı olan nesnel şeyler ise bilginin konusudur. Perde gerisine (verai’l-hicab) inersen yani araştırırsan, incelersen, derinliklerine dalarsan bilgisine ulaşır, ne olduğunu anlarsın.

Ama Allah’ı ve ahiret gününü araştırsan da künhüne vakıf olamazsın. Allah’ı ancak yapıp ettiklerinden yani eserinden tanırsın. Bunun için İslam dil, tarih ve kültür evreninde İlmullah (Allah bilgisi/teoloji) denmemiş de Ma’rifetullah (Allah’ı tanıma) denmiş…

Demek ki Allah’a sanki görmüşcesine (ihsan), ahirete de sanki gidip gelmişcesine (yakîn) iman etmeliyiz. Müslümana taşmayı, coşmayı ve heyecanı işte bu ikisi (ihsan ve yakîn) verir. İslam’da imanın kökleri bunlar olmak icap eder.

***

Bu nedenle, Kur’an’ın tabiri caizse “şok” iddiası kıyamet iddiasıdır.

İddiasıdır diyorum çünkü bunun ispatı ile uğraşmak söz konusu olamaz. Allah’a ve ahiret gününe imanın bilimsel ispatı olmaz. Bunun için “şok” iddiadır yani imana konu olan, ispatı veya gayr-i ispatı mümkün olmayan iman esasıdır.

Şok iddia şudur: Ölüler dirilecek! Hesap ve mizan kurulacak! Cennet ve cehennem olacak! Bütün bunları Allah yapacak!

İlginçtir, bugün daha çok “ateistlerce” sorgulanan bu şok iddia ile ilgili en esaslı soruları peygamberlerin sorduğunu görüyoruz:

Hz. Musa: “Bana kendini göster!” (A’raf; 7/143).

Hz. İbrahim: “Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster!” (Bakara; 2/260)

Bugün bu tür soruları Müslüman zihin soramıyor. “Neden?”, “Niçin?”, “Nasıl?” sorularını “Şeytanca sorular” olarak görüyor. İmanı zayıf olmanın göstergesi sanıyor.

Halbuki ilk soruyu da melekler sormuştu: “Kan dökecek ve fesat çıkaracak birisini mi yaratacaksın?” (Bakara; 2/30)

Oysa bu sorularla bize, inkarın değil imanın yolu gösteriliyor. Bize çelik gibi imana bu tür soru ve sorgularla ulaşabileceğimiz gösterilmek isteniyor.

Öyle ya, iman ile ilgili tartışmalar bu ikisi (Allah ve kıyamet) etrafında dönmüyor mu?

Diyorlar ki: Allah nerede, hani göremiyoruz?

Diyorlar ki: Ölüler dirilecekmiş! Şu toz toprak olmuş kemik yığınları tekrar dirilecek öyle mi?

Peygamber de diyor ki: Ben ğaybı bilemem, meleğim de demiyorum. Fakat inanın, zaman bu Kitabı haklı çıkaracak. Bekleyin, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.

***

Demek ki Kur’an’da kalbin eylemi olan iman fiilinin konusu Allah ve ahiret (kıyamet) günüdür. Geri kalan ne kadar konu varsa hepsi imanın değil; bilginin konusudur.

Onun için “Ne yani olamaz mı, Allah’ın kudretinden şüphen mi var?” argümanı yalnızca burada kullanılır. Nesnesi tarih, hayat ve tabiat olan konularda da aynı argümanı kullanırsan işte “Allah” kavramı orada afyona dönüşür. İnsan zihninin tarihi, hayatı ve tabiatı kendi yalın gerçekliği içinde anlamasına engel olur. Tarihin, hayatın ve tabiatın “ne ise o şekilde” anlaşılmasına engel olan, olup bitenin içine girmemize, ona nüfuz etmemize imkan vermeyen ve bizi gerçekliğin doğasına yabancılaştıran bir fenomen haline gelir.

Demek ki ne Salih’in devesi, ne İbrahim’in ateşe atılması, ne Süleyman’ın karıncaları, ne Ashab-ı Kehf’in üç yüz yıl uyuması, ne Musa’nın denizi yarması, ne İsa’nın ölüleri diriltmesi, ne de Peygamberimizin ayı yarması vs. imanın konusu değildir!

Tamamen tarihin, hayatın, tabiatın ve bunları anlamamızı sağlayacak bilginin, belgenin, deneyin, kanıtın, araştırmanın, incelemenin konusudur. Ne dendiği üzerinde iyi çalış, tarihe, hayata, tabiata git ne olduğunu anlayacaksın. Zaten diğerlerine gitmeye bile lüzum kalmadan, daha metin üzerinde bunların hiç birisinin öyle sanıldığı gibi olmadığını göreceksin. Okumayı bilmemekten, ne dendiğini anlamamaktan, bilgiden korkmaktan, dahası “Ne yani olamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?” argümanını yanlış yerde kullanmaktan kaynaklanan kör bir “itikatın” sürüp gittiğini göreceksin.

Görülüyor ki “Ne yani ‘Allah’ yapamaz mı?” argümanı, burada, Müslüman zihni uyuşturan, tarihe, hayata ve tabiata yabancılaşmasına neden olan bir afyona dönüşmüş oluyor. Allah’ın her şeyi yapabilirliği, buradan girerek Müslüman zihnin her şeye inanabilirliğine dönüşüyor. Bu durumda “Müslüman kimdir? denince akla gelen “Gerçek’e (Hakk’a) teslim olan” değil; “Allah” deyince her şeye teslim oluveren oluyor. Gerçekte “orada” ne olup olmadığının hiçbir önemi kalmıyor. Böyle işleyen bir zihnin araştırma yapması, bilginin, belgenin, delilin, kanıtın peşine düşmesi mümkün değildir. İslam dünyası bu yüzdendir ki uyuşmuş, donmuş vaziyettedir.

“Allah” ile uyanan bir dünya, “Allah” ile uyuyan bir dünya haline gelmiştir.

İşte buna dinin öteki yüzü diyoruz.

Demek ki, kişiye bir şeyi inandırmak istiyorsanız, önce hikmetinden sual olunmaz, kudreti sonsuz, dilediğini istediği gibi yapan, keyfemayeşa bir Allah anlayışını benimseteceksiniz. Sonra, “Kudretinden şüphen mi var, hikmetinden sual mi ediyorsun, neyi dilerse onu yapar, onu da öyle yapmış işte..” diyeceksiniz. Böyle böyle inandıramayacağınız, kabul ettiremeyeceğiniz hiçbir şey yoktur.

İşte bu da dinin afyon yüzü oluyor.

***

Halbuki Kur’an’da “Allah” kavramının tam tersi bir işlev gördüğünü görüyoruz.

“Akletmez misiniz, düşünmez misiniz, neden aklınızı kullanmıyorsunuz, aklını kullanmayanı Allah zillet (pislik) içinde bırakır , ya onlar yanıldılar ise?” vs. diyerek onlarca yerde tutulmuş akılları işletmeye ve donmuş vicdanları açmaya çağırır.

Müslümanlar bunların hep inkarcılar için söylendiğini sanır. Öyle ya bir kez iman ettik mi bunlara ne gerek var. O imanla bütün her şeyi açıklarız. Sıkıştığın her yerde “Allah’ın kudretinden şüphen mi var, imanın yok mu?” de yeter.

Oysa imanın 73 şube olması, bunun da en küçüğünün “yoldan bir taşı kaldırmak” gibi daima eyleme, amele, hayata, sokağa dönük yüzü olması gibi, bir zihin eylemi olan “anlama faaliyetinin” de otuz aşaması var. Bunların tamamı da insanoğlunun tarihi, hayatı ve tabiatı anlama ve kavrama faaliyetini ifade eder. Kur’an’da gözünü yumarak inanma (mit/mythos) yoktur. Tam tersi gözünü, kulağını, kalbini tarihe, hayata ve tabiata açarak gerçeğin peşine düşme vardır. Gözleri kör, kulakları sağır ve kalplerine mühür vurulmuş olanları, ellerini (eyd), gözlerini (ebsar) ve gönüllerini (fuad) harekete geçirmeyerek uyuşturup donduranları Allah hayvandan daha aşağı yerine koyar.

Kur’an insanın idrak faaliyetine “derin kavrayış ve bilgelik” (hikmet) diyor. Türkçe’de algı, akıl, anlama, beyin, bilinç, feraset, havsala, irfan, izan, kafa, kavrayış, sağduyu, şuur, us, zeka, zihin dediğimiz şeydir.

Bu faaliyetinin otuz aşamasından en önemlilerini şunlar: Fark etmek, ispat yolunu araştırmaksızın idrak etmek (şuur), idrak edilecek şeyin manasını resmetmek (tasavvur), resmedilen şeyi zihinde korumak (hıfz), hıfzedilmiş olan şeyi unuttuktan sonra zihne geri döndürmek, hatırlamak (zikr), sözü anlamak (fehm), sözün maksadını anlamak (fıkh), sebep-sonuç sürecini izlemek, sebebi sonuca, sonucu sebebe bağlamak (akıl), maksat ve öncüllerden hareketle bilmek (dirayet), bilgi kazanma gücü (zihin), mevcut olandan hareketle mevcut olmayana geçiş (fikr), arka planı düşünmek (tedebbür), çabucak kestirme (zeka), duyuların kaybolmasından sonra geriye kalan şekil (hayal), düşünmeksizin bir anda hâsıl olan bilgi (bedihe), görünen gerçeği görünmeyen konusunda delil olarak getirmek (feraset), iç görü, kalp gözü (basiret), içses, iç buluş, (vecd)…

Bunların hepsine birden süzülmüş bilgi, bilgelik (hikmet) deniliyor. Şu halde bir kişiye hikmet verilmesi, kişinin bu melekelerini çalıştırması, işletmesi, harekete geçirmesi sonucu elde ettiği “derin anlayış ve bilgelik” demek oluyor. Demek ki Arap’ın “deveye/ata gem vurma” manasında kullandığı hikmet, bu durumda insanoğlunu gemleyici, yanlış işler yapmasını önleyici, suça ve günaha kaymaktan ve sorumsuzca yaşamaktan kurtarıcı, medeni bir insan haline getirici “gemler” olmaktadır. İşte bu gemlere Kur’an süzülmüş bilgi, bilgelik (hikme) diyor. Bu, bir insanda yukarıdaki anlama süreçlerinin tümü birden çalıştırıldığında gerçek anlamıyla ortaya çıkıyor. Aksi halde insan “gemi azıya almış at” gibi kontrolden çıkıyor…

Kur’an otuza yakın kavramla yüzlerce yerde bizden ısrarla ve boyuna bunları istiyor.

Böyle bir Allah hiç afyon olur mu?

O Allah ki Olimpos dağında oturan Yunan Tanrısı Zeus gibi, bilgiyi kendisinden çaldığı için insanı (Prometeus) Kafkas dağlarında akbabalara yem ederek cezalandıran değil; bilgiyi yani bilme yeteneğini/eşyaya isim koyma kabiliyetini insana (Adem’e) yaratılıştan bizzat kendisi lütfedendir. Üstelik bunu kullanacak aklını işletmediği için de insana kızandır.

Onun için Kur’an kendisine “zikr” der. Yani verileni/lütfedileni hatırlatma…

Peygamberler yaptıklarına “inzar” der. Yani verileni/lütfedileni (aklı ve vicdanı) derin uykulardan uyandırma, uyanışa çağırma…

Nedense bunları hep inkarcılara yönelik anlarız. “Ben zaten iman etmişim, bunlar bana hitap etmiyor” diye düşünürüz. Oysa iman sandığımız şey eskilerin “itikat” dediği donmuş kelime hisarlarından başka bir şey değildir.

Kanımca, Kur’an’daki akletme çağrılarının tümü, bugün için, doğrudan doğruya İslam dünyasına hitap etmektedir. Tümüne öncelikle, evveliyetle ve behemehal biz iman iddiasında olan ve fakat gerçekte kör bir itikat sahibi olmaktan ötesi olmayanlar muhatabız.

Çünkü kurtulmuşluk vehmi içindeyiz, uyarıları kendimize yönelik anlamıyoruz. Bir zamanların Yahudilerine dönmüşüz. İşte görüyorsunuz, şu an Allah bizi pisliğin, zilletin içinde bırakmış debelenip durmaktayız.

***

Demek ki Ali Şeriati’nin dediği gibi dini ikiye ayırmamız gerekiyor: Halkların vicdanı olan din, halkların afyonu olan din…

Kanımca buna İslam da dahildir.

Bugün İslam’ın Emevî yüzü İkbal’in tabiri ile 590 yıldır, Akif’in tabiri ile “700 küsür yıllık kitaplarla avarelik ederek” Müslüman halkları iyiden iyiye afyonlamış bulunuyor.

Müslümanın aklını, vicdanını, beynini, zihnini uyuşturmuş ve işlemez hale getirmiş bulunuyor…

İnsanlık acı ve ızdıraplarının başkaldıran sesi olarak doğmuş bir din, insanlık acı ve ızdıraplarını “kader” diyerek bastırmanın aracına haline getirilmiş…

“Zülme isyan” olarak doğmuş bir din, “ulu’l-emre itaat” adı altında zulme rızanın, harâmîye biatın telkin aracı olmuş…

“Haksızlığa itiraz”nın soylu sesi olan bir din, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanların yalaka yuvasına dönmüş…

“Hiçbir ücret istemiyorum” diyerek saf bir yürek temizliği ile başlayan bir din, pazarların en büyüğü, sektörlerin en kârlısı haline gelmiş… Kuru hurma yiyen bir kadının oğlu din pazarlarına meta yapılmış…

“Kölelere özgürlük” (fekku raqabe) diye doğmuş bir din, insanları köleleştirmenin vasıtası haline gelmiş…

“Aklını kullanmayan pisliğe batar” diyen bir dinin mensupları, insanlık liginde akıl tutulmasının şampiyonu haline gelmiş, “vahiy” adına akıl düşmanlığının kalesine dönüşmüş… Güya diğerleri de vahye karşı aklın yıkılmaz kalesi!?

Sağlığında müşriklerin bütün mucize isteklerini ısrarla reddeden, “Bende de sizin gibi bir beşerim” diyen peygambere, ölümünden sonra müşrikler ne istediyse hepsi yaptırılmış… Açın bakın “700 yıldır âverelik edip durduğumuz âsâr” bunlarla dolu…

***

Şahsen ben bütün bunlarda en etkili silahın hep “Allah” sihirli sözcüğü olduğunu gördüm: “Ne yani ‘Allah’ yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?”

Oysa, Allah yapacağını yapmış, kudretini göstermiş, görmüyor muyuz? Kafamızı kaldıralım da bakalım, ayette (Mülk; 4) geçtiği gibi yorulup o kudret ve görkem karşısında aciz kaldığımızı göreceğiz. Yaşayan mucize bu işte! Ama biz bakmıyoruz, görmüyoruz…

“Yaşayan Gerçek” gözümüzü yaşartmıyor ama ömrümüz “ölü menkıbelere” ağlamakla geçiyor. Biz yaşayana, gerçeğe, hayata, tabiata kör olmuşuz. Gözlerimiz var görmüyor, kulaklarımız var duymuyor. Geçmiş çağlarda yaşıyoruz, hatta geçmişe tapıyoruz, ölü seviciliği yapıyoruz. Ruhlardan , ölülerden medet umuyoruz. Ölülerin, cinlerin, perilerin dünyası bizim dini dünyamız. Gerçeğin, hayatın, tabiatın dünyası değil…

Peygamberimizin “İyi bakın, ibret alın, işte Allah’ın apaçık ayeti!” diye işaret ederek gösterdiği gökteki ay -elân, şimdi, şu anda, hem de her gece- bizim de tepemizde… Mu’min ellerce tıpkı onun yaptığı gibi işaret edilip gösterilmeyi mahzun mahzun bekliyor. Biz bu yaşayan ayeti görmüyoruz da, kandil gecelerinde vaizin “yarıldı, bölündü” ölü anlatılarını “Alaaddin’in sihirli lambası” ve “Uçan halı” tadında, üstelik şekerleme yapa yapa nasılda dinliyoruz?

İlkbaharda açan çiçek, sonbaharda dökülen yaprak, toprağın kokusu, göğün mavisi, suyun sesi, güneşın ışıltısı, ayın parıltısı nicedir bizi etkilemiyor. Doğayı dinlemiyoruz, oradan gelen sesleri duymuyoruz. Oysa Allah oradan her dem insanlıkla konuşuyor. Öyle ya naturalizm, sekülarizm olur!

Buradan iman mı çıkar, sanat mı, yaratıcılık mı, estetik mi? Ne?

Alıştık, alıştırıldık, “gerçek” bizi sıkıyor. Uçmak, uzaklaşmak, gerçeklerden kaçmak istiyoruz. Oysa Allah beşerle gerçeklikten uçmalar kaçmalar yoluyla değil; gerçekliğin tâ derunundan (perde gerisinden) konuşur. Biz muhtaç olduğumuzdan kaçmaktayız. Akıl ve bilgi ortaya çıktıkça dinimizin gerileyeceğini sanıyoruz. Oysa akıl ve bilgi ortaya çıktıkça gerileyecek olan “tapınak dinleri”dir; gerçek hayat dini değil…

Çünkü aklı veren Allah…

Esmayı (bilgi üretmeyi, eşyaya isim koyma yeteneğini) Adem’e veren Allah…

Adem’e (bize) akıl ve vicdan koyan Allah! İnsana oradan her dem seslenen Allah!

Onun için Cenâb-ı Hakk (Büyük, Yüce Gerçek) insan zihninin afyonu olamaz!

Gerçeğin ta kendisi olan dini de (dinu’l-hakk) halkları uyuşturma rolü göremez!

Gerçeği bilmeye ve anlamaya yarayacak aklı ve vicdanı insanoğluna kendisi veren Allah, nasıl insan zihnini uyuşturan bir afyona dönüşür? Olabilemez! Bu, varlık ve oluş tabiatına tamamen terstir. Burada bir yanlışlık var…

Adam çıkmış televizyondan “ölü din” anlatıyor. Üstelik bunun için de milyarlarca dolar para alıyor. Manzaraya bakınız: Önce kocaman harflerle zoom: “Cinler ne yerdi? Azz sonra…” Arkasından kameraya çarpraz bakarak, genizden gelen sesle, fon eşliğinde ve ekolu sesle cevap: Cinler tezek yerdi (!)… Öyle ya “Allah”ın kudretinden şüphen mi var (!).

Gel de Akif’i hatırlama:

“Allah” de ne istiyorsan becer.

Oh ne iyi, ne ala, ne şeker.”

Ey millet-i merhume! İşte bu dinin afyon yüzüdür! Uyuşturuluyorsunuz, aklınız, zihniniz çalınıyor, hayvandan bile aşağı hale sokuluyorsunuz!

Bu din afyon olsun diye gelmedi!

Kisra’nın karşısına dikilen sahabenin diliyle: Dinlerin zulmünden/afyonundan insanlığı kurtarmak için geldi! Sonra keser döndü sap döndü, gün geldi hesap döndü kendisi afyon haline geldi ha?

Öyleyse bu ne hazin bir tükeniş?

“Allah”ını seven buna itiraz eder! (İhsan Eliaçık) http://www.haber10.com/makale/13466

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments