-
25th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Sünnet Anadilde İbadete İzin Veriyor mu?

Arapça bir sözcük olarak sunna deyimi “işlek yol” anlamına gelen bir sözcüktür.

Sünnet, Hz. Peygamber’in bizzat yaptıkları (fiilî), yapılmasına sözle izin verdikleri (kavlî), yapıldığını gördükleri halde yasaklamadıkları (sükûtî) eylemlerin adıdır.

Kavlî Sünnet Kur’ân-ı Kerîm’in Başka Dillere Çevrileceğine İzin Vermektedir.

Kur’ân-ı Kerîm Kureyş lehçesi ile inmiştir. Bu lehçeyi okuyamayan Araplar, Hz. Peygamber’e başvurmuş ve kendi lehçeleri ile Kur’ân okunmasında dinsel sakınca bulunup bulunmadığını sormuşlar. Hz. Peygamber başvuranlara kendi lehçeleri ile Kur’ân okuyabileceklerini söylemiştir. Bundan sonra da birkaç lehçe ile Kur’ân okunmaya başlanmıştır. [1]

İmâm Buhârî Hz. Peygamber’in bu sünnetinden hareketle şunları yazmıştır: “Arapların Kur’ân’ı değişik lehçelerle okuması câiz ise başka milletlerin de kendi dillerindeki çeviriyi okumaları câizdir.” [2]

Sükûtî Sünnet Kur’an’ın Çevirisine İzin Vermektedir.

“İranlılar Selman-ı Fârisî’den, Kur’ân’ın birinci sûresi olan Fâtiha’yı Acemce (Farsça) yazıp kendilerine göndermesini istemişler. Selman’da bu sûreyi Acemce yazıp kendilerine göndermiş ve bunlar dilleri Arapçaya yatıncaya kadar namazlarda Fâtiha’yı Farsça okumuşlardır.” [3]

Selman-ı Fârisî hakkında Hazret-i Peygamber şunları buyurmaktadır:

“Ruhum elinde olan Rab Teâla’ya yemin olsun! Eğer ilim Süreyya (Ülker) Yıldızı’na asılmış olsa, Fâris’ten (yetişecek) kimseler ona yine de ulaşırlar.” [4]

“Cennet üç kişiye iştiyak (şiddetli arzu) duymaktadır: Alî, Ammâr ve Selman”[5]

“Resulullâh, Selman’ı, Ebu’d-Derdâ ile kardeşlemiştir.” [6]

“Hz. Alî’ye Selmân’dan sorulunca: “Evvelki (önceki) ve âhirki (sonraki) ilmi bilir, tükenmez bir denizdir. Ehl-i Beyt’tendir (Ev Halkındandır). diye cevap vermiştir.” [7]

“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm Selmân’ın teklifini kabul ederek hendek kazımını emrettiği zaman Ashab, Selmân’ı daha iyi takdir eder ve Ensar’la Muhacirün “Selmân bizdendir.” diye aralarında paylaşamazlar. Resûlullâh araya girip; “Selman bizden Ehl-i Beyt’tendir.” buyurur ve ihtilafı halleder (uyuşmazlığı çözer).” [8]

Hem Hz. Peygamber’in ve hem de Hz. Alî’nin yukarıda aktarılan buyrukları Selmân-ı Farisî’nin Ev Halkı’ndan olduğunu ve Peygamber’le iç içe yaşadığını kanıtlamaktadır.

Ev Halkı’ndan olan Selmân’ın, Hz. Peygamber’in iznini almadan, Fâtiha Sûresini Farsçaya çevireceğini düşünmek, eşyanın doğasına aykırıdır. Bu nedenle, Selmân aracılığı ile bir sükûtî sünnet oluşmuştur.

Kaldı ki Selmân İslâma, tıpkı yol kardeşi Ebu’d-Derdâ gibi, içtenlikle bağlıdır. Bu bağlılık nedeniyle, İran’ın fethinde kendi soydaşlarına kılıç çekmiş ve İran’ın zaptına ve İslamlaşmasına önemli katkıda bulunmuştur. Bu nedenle O’nun İslama aykırı bir işi yapması asla düşünülemez.

“Sahabenin en seçkin Kur’ân ehli olanlarından Abdullah b. Mes’ud (Ölm 32/652), Ubey b. Ka’b (Ölm 30/650), Enes b. Mâlik (Ölm 90/708) Kur’ân lafızlarının (sözlerinin) müterâdifleri (eş anlamlıları) ile okunmasına (yani başka kelimelerle tercüme edilerek okunmasına) cevaz vermişlerdir. Örneğin “Günahkârların yemeği” (Duhân Sûresi 44) âyetindeki “günahkâr” anlamına gelen “esîm” kelimesini telaffuz edemeyen kişiye İbni Mes’ud “Esîm” yerine “Fâcir” kelimesini kullanarak okumasını söylemiştir. Aynı zat, Bakara 20 âyetteki “Meşer” (yürüdüler) yerine “Merrû” denmesine, Müzemmil 6 âyetteki “etkili – isabetli” anlamına gelen “akvem” yerine “asdak” kelimesinin kullanılmasına cevaz vermiştir.” [9]

İmâm-ı A’zam Ebû Hanife ve Hanefîlik, Anadilde İbadete İzin Veriyor mu?

Türk ve İslâm dünyasının büyük bir bölümü, İmâm-ı A’zam Ebû Hanife’ye bağlıdır. O’nun fetvaları Hanefî Mezhebi’ne bağlanan Müslümanlar için bir buyruktur. Bu nedenle Ebû Hanife’nin anadilde ibadetle ilgili görüşünü, önemi nedeniyle açıklamak gereklidir.

Önceki Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ord. Prof. Şerâfeddîn Yaltkaya [10] ve Ord. Prof. İsmail Hakkı İzmirli [11] Ebû Hanife’nin şu fetvayı verdiğini açıklamaktadırlar: [12]

“… Ebû Hanife’ye göre Kur’ân lâfız (söz) değil, belki lâfzın açıkladığı anlamdır.[13]

Bunun için Kur’ân’ın Arapça, Türkçe ve Acemce (Farsça) gibi herhangi bir dile ihtisası yoktur. Anlamdan ibaret olan Kur’ân’ın herhangi bir dil ile açıklanması müsavidir (eşittir).[14]

Ebû Hanife’nin bu konudaki (yargısının) kanıtları şunlardır:

1. “Şüphe yoktur ki Kur’ân; önden (önceden) gelip geçen peygamberlerin kitaplarında var idi.” [15]

2. “Şüphe yoktur ki bu Kur’ân; ilk kitaplarda var idi.” [16]

Pek açıktır ki Kur’ân; (Hz. Peygamber’den) önce yaşayan peygamberlerin kitaplarında Arapça değildi. Oysa ki bu âyetlerle kesin surette Kur’ân’ın bu kitaplarda mevcut olduğu açıklanmakta olduğundan Kur’ân sözcüğünün önceki peygamberlerin kitaplarında olan ile Peygamberimize indirilmiş olan (yani Kur’ân-ı Kerîm) arasında iştirak noktasını ifade ettiği anlaşılmaktadır. Bu iştirak noktası ise, yalnız Arapça değildir. Belki Arapçanın ifade ettiği anlamı bildiren herhangi bir dil ile terkib-i hususîdir.

Bundan dolayı namazda okunması emredilmiş olan Kur’ân; bu iştirak noktasını oluşturan Kur’ân’dır. Bu ise yukarıda söylenildiği gibi Arapçanın ifade ettiği anlamı bildiren herhangi bir dil ile olan terkib-i hususîdir. Kesilen bir hayvanın kesildiği sırada çekilen besmelenin herhangi bir dil ile çekilmesi icma[17] ile caiz (dine uygun) olduğu gibi, namazda dahi herhangi bir dil ile olursa olsun Kur’ân’ı kıraat (okumak) caiz olur.[18]

Bundan dolayı Kur’ân’ın yalnız namazdan ibaret olduğunu kabul eden İmam Ebû Hanife’ye göre bu kitabın Arapça olan özel nazım ve terkibini güzelce telâffuz (söyleme) kudreti olanları ile bu nazm-ı Arabiyi (Arapça şiiri) telaffuza (söylemeye) kudreti olmayanlar (yeteneği bulunmayanlar) bir fark gözetmeye bir mahal kalmadığından Nazm-ı Arabîyi teleffuz kudreti olsun olmasın, herhangi bir kimsenin namazda Kur’ân’ı herhangi bir dille okuması caiz (uygun) dir. [19]

Namazın başlangıcında dahi İmam Ebû Hanife’ye göre Arapçadan başka herhangi bir dil ile Allah zikretmek, örneğin “Tanrı uludur…” demek caiz olur. Çünkü [Kur’ân-ı Kerîm 87. A’lâ Sûresi 15. âyeti şunu buyurur]: “Rabbının adını anar anmaz namaza durdu.” [Bu âyetle] sabit olduğu gibi namazın başlangıcında maksud (amaç) olan, Tanrı’nın anılmasıdır. Bunun ise hiçbir dile ihtisası yoktur. Tanrı’yı herhangi bir dil ile anmak diğer bir dil ile anmaya müsavidir (eşittir).[20]

Sonuç: İmam Âzam’a göre Arapçadan başka herhangi bir dil ile namazın başlangıcında Tanrı’yı anmak, namazın içinde Kur’ân’ı kadelerde teşehhütleri okumak ve Cuma günleri hutbe irat (okuma) etmek uygun (caiz) olur.” [21]

İmam Âzam’a göre, “ezanda muteber (geçerli) olan örf” [22] tür.” [23]

[İmam-ı Âzam’ın] öğrencilerinden Hasan b. Ziyad’ın İmam’dan rivayetine göre bu nokta şöyle açıklanıyor: Örneğin, Acemce (Farsça) ezan olduğunu anlayacak olursa bu ezan caizdir, anlamayacak olurlarsa caiz değildir. Çünkü ezandan amaç vaktinin gelmiş olduğunu halka bildirmektir.[24]

Açıklama yerinde ise, Hanefî mezhebinin üç önderi (imamı) vardır. Bunlar İmam-ı Âzam Ebû Hanife ile İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’dir. Bu mezhebe mensub olanlar dilerlerse Ebû Hanife’nin, dilerlerse Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’in fetvalarına uyarlar. Bu nedenle İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’in içtihatları (fetvaları) önem kazanmaktadır.

Acaba adına imameyn (iki imam) denilen Ebû Yusuf ile İmam Muhammed bu konuda neler söylediler?

“… Kur’ân yalnız anlam (mana) değil; anlam ile birlikte nazm-ı Arabînin toplamından oluşmaktadır (ibarettir). [Bu yargının] delilleri şunlardır:

1. “Biz o kitabı Arapça Kur’ân kıldık.” [25]

2. “Açık bir dil ile olan Arapça ile sana indirdik” [26]

İmameyn (iki imam) bu âyetlerden Kur’ân’ın sadece anlamdan değil; lafz (söz) ve anlamdan mürekkeb olduğunu anlatmışlardır. Bunlara göre lâfız ve mana (anlam) Kur’ân’ın ayrı ayrı birer rüknüdür (olmazsa olmazıdır). Şu kadar var ki lâfız rüknü (koşulu) zait olmakla acz zamanında sakıt olur. [27]

Oysa ki

“Biz o kitabı hükm-ü Arabî olmak üzere indirdik” [28] buyurulduğu halde yine bu âyet; hükmün Arabî diline ihtisasına delâlet (işaret) etmiyor. Çünkü Acemce (Farsça) ile olan hüküm dahi bu kitap ile hükümdür. [29]

Bununla beraber bu iki imam, Kur’ân’ın hususi (kendisine özgü) nazmı olan Arapçayı telafuzdan (söylemekten) aciz olan kimseler hakkında Arapçadan başka herhangi bir dil ile Kur’ân’ın okunmasını caiz görmüş olduklarından üstadları (Ebû Hanife) ile bu iki öğrenci arasındaki uyuşmazlık kalkmış olur.” [30]

Yurdumuzda yaşayan 70 milyon insanın milyonda biri, Arapça konuşma ve anlama yeteneğine sahip değildir. Bu durumda İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed, Türkiye’de yaşayanların Arapça değil de Türkçe ibadetini buyurmaktadırlar.

“İmam Ebû Hanife’nin daha sonra öğrencilerinin fikrine katıldığı (rücu ettiği), diğer bir öğrencisi Nuh b. Meryem Mervezî’den aktarılmışsa da bu nakil (aktarma) hilâfiyat (tartışmalı konularla ilgili) kitaplarında görülmüyor. Yalnız hilâfiyata ait manzum bir eser yazan Ömer b. Muhammed Nesefî (vefatı H. 357) Ebû Hanife ile tilmizleri (öğrencileri) arasındaki yukarıdaki uyuşmazlığı bildirdikten sonra şu [sözleri söylemektedir]: “Ebû Hanife’nin daha sonra tilmizlerinin kavline (sözlerine) döndüğünü kendisinden güvenilir olan raviler rivayet etmiş olduklarından aralarında uyuşmazlık kalmamıştır.”

Ve bu âyetin açıklamasında Zevzenî, İmam-ı Âzam’ın bu rücu (düşünceden vazgeçme) rivayetini Ebû Bekir Razî’ye atfetmektedir.[31] Oysa ki:

“Ebû Bekir Razî, Ahkâmü’l-Kur’ân [adlı yapıtında] Şuarâ Sûresindeki yukarıda zikrettiğimiz, “Şüphe yoktur ki Kur’ân; önden gelip geçen peygamberlerin kitaplarında var idi.” [diyen] âyetinde: Bu âyet; Kur’ân’ın bir dilden başka bir dile naklonulmasının (çevrilmesinin) Kur’ân’ı Kur’ân olmaktan çıkarmayacağına bir kanıttır. (…) diyerek İmam Âzam gibi Kur’ân’ın mânâdan ibaret olduğunu beyan etmekte olduğundan, İmam Âzam ile aynı düşüncededir. Ve bu rücuu (vazgeçmeyi) rivayet etmediği meydandadır. Bundan başka bu rücu rivayeti kesin olmak için H. 370′te vefat etmiş olan Ebû Bekir Razî’ye değil; ilk asırlara kadar çıkarılmak, daha açığı İmam Âzam’a mülaki olan (görüşen) kimselerden veya tek bir kimseden inkıtaa (kesintiye) uğramaksızın müselselen (kuşaktan kuşağa) rivayet edilmek lâzım gelirken biz bu rivayeti imam Âzam’dan iki üç asır sonra yazılmış olan kitaplarda görüyoruz.

Ebû Bekir Razî’den sonra (H. 490) sıralarında vefat eden Serahsî Mebsût [adlı] kitabında asla bu rücudan bahsetmiyor…” [32]

Büyük din bilginleri İsmail Hakkı (İzmirli) ile M. Şerafeddin (Yaltkaya) tezlerini şöyle bağlıyorlar:

“Özetle: İmam-ı Âzam Nazm-ı Arabîyi rükün (koşul) olarak kabul etmediği ve kendisinin rücu ile sonradan şuyu’ bulduğu halde, daha sonra gelen fakihler imameyn ile beraber Nazm-ı Arabî’nin rüknü aslî (vazgeçilemeyecek koşul) ancak rüknü zait (fazlalık) olduğunu ve acz [33] zamanında sukut (ortadan kalkmak) edebileceğini ileri sürmüşler ve bu noktada iki yanın uyuşumu meydana gelmekle artık Hanefî imamları arasında bir uyuşmazlık kalmamıştır.”[34]

“Kaldı ki çeviri ile namaz kılmaya cevaz veren mutlak müçtehid sadece İmam-ı Âzam değildir. Tâbiûn nesli[35] bilginlerinin tartışmasız hocası ve önderi olan ve tüm alanlarda müçtehid ve otorite kabul edilen Hasan el-Basrî (ölm. 110 / 728) ile Sûfî-bilgin Habîb el-Acemî de (öl. 120 / 737) bu konuda imamı Âzam gibi düşünmektedir.

Ensarî (Abdülali Muhammed b. Nizamuddîn), Fevâtihu’r- Rahamût adlı eserinde bize şunları söylüyor: “Mazeret halinde Kur’ân tercümesi ile namaz kılmak konusunda imameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) de İmam-ı Âzam’la aynı görüştedir. Velilerin ve âriflerin tacı, tarikat silsilelerinin halkalarından biri ve muhaddislerle (hadis ilmi ile uğraşanlarla), müçtehidlerin baş tacı Hasan el-Basrî’nin yakın dostu Habîb el-Acemî, Arapçaya dili çok yatkın olmadığı için namazlarında Kur’ân’ın Farsça tercümesini okurdu.”[36]

İmam Ebû Mansûr-ı Mâturidî’de Anadilde İbâdete İzin Vermiştir.

İmam Mâturidî İslâm dünyasının büyük çoğunluğu tarafından önder kabul edilmiş bir din bilginidir. O’nun anadilde ibadete yaklaşımı şöyledir:

“Kur’ân Allah kelâmıdır. Allah’ın kelâmı zatı ile kaim, ezelî bir sıfattır. Harf ve ses cinsinden değildir, O Bir’dir, bölünmez (tecezzî etmez), Arapça da değildir, Süryanice de. Şu kadar ki insanlar, bir olan Kur’ân’ı değişik ibarelerle okurlar; nitekim Allah’ın zatı türlü adlarla, keza zat sıfatlarından olan hayat, irade, beka sıfatları türlü türlü ibareler ile dile getirilmiştir”.[37]

Bu sözleri yorumlayan dil bilgini Prof Dr. Yusuf Ziya Yörükhan, şöyle demektedir:

“Burada müellif (yani İmam Mâturidî), Kur’ân’ın muhtelif dillerde okunacağını açıklıyor. Kur’ân harf ve ses cinsinden değildir. Arapça da, Süryanice de değildir. İnsanlar bunları kendi dillerince dile getirirler; nasıl Allah’ın zatına her dilde ayrı bir ad konur, hayat ve irade sıfatları her dile göre başka tabirlerle ifade edilirse, Allah kelâmının da, Allah’ın ezeli sıfatıve O’nunla kaim bir mana olması bakımından, lâfızlardan ibaret olması caiz olmaz, dillerin ve ibarelerin ayrılığı, O’nun birliğine zarar vermez. Mâturidî’nin bu görüşü, Ebû Hanife’nin koyduğu esaslara dayanmaktadır”.[38]

Sahabeler ve Tâbiûn Bu Konuda Ne Düşündüler ve Nasıl Uyguladılar?

İslâm fıkhında, bilginin kaynaklarından biri de Sahabe, yani Hz. Peygamber’e arkadaşlık etmiş onun davranışlarını görmüş ve yargılarını bizzat işitmiş insanların açıkladığı kurallardı. Sahabelerin verdikleri bilgiden, dinsel âdetlerin yollarına ve ilâhî yasaların ayrıntısına dair sonuçlar çıkarılabilirdi.

Bu ilk kuşak kaybolunca şu ya da bu sorun için onların verdikleri bilgilerin toplanılması ile yetinildi. Daha sonra da sahabelerle ilişkisi olan kuşaklardan (tâbiûn) elde edilen bilgiler toplandı, böylece kuşaktan kuşağa, en yeni zamanlara değin gelindi. Bir yargı veya bir hareket tarzı kesiksiz ve sağlam bir an’ane ile herhangi bir sahabeye bağlanırsa doğru sayılıyor ve o olay şeriatın kuralı haline geliyordu. [39]

Bu açıklamadan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kur’ân-ı Kerîm’in başka dile çevrilmesi ve ana dilde ibadet konusunda bir şer’i bir kural oluşmuştur:

Narşahî,

“Emir Küteybe Hicri 94 tarihinde Buhârâ Zerdüşt ateşkedesini [yıktırdı]. Yerine büyük bir cami yaptırdı. İbadet Fars lisanıyla yapılıyordu. Çünkü halk Arapça bilmiyordu. Ezan Farsça okunduğu için, namazda bir adamın “Niktaniknet – nikünya nikünü” komutasıyla kılınıyordu. [40] Daha sonra Irak içtihat medresesi, Kur’ân’ın yanlışsız ve tam tercemesi (çevirisi) ile her dilde ibadetin caiz olduğuna ilişkin Fetvayı verdi.” [41]

“Farsça çeviri ile namaz kılma ruhsatının (izninin) öncüsü olan Selmân-ı Fârisî’nin bu işi bizzat yaptığı Fâtiha çevirisi ile fiilen başlattığını, daha önce görmüştük. Selman’ın ölüm (Hakk’a yürüme) tarihi H. 36′dır. Onun Fâtiha çevirisini hayatının son günlerinde yapılmış saysak bile, Kuteybe olayı ile Selmân çevirisi arasında 60 yıl vardır. Demek oluyor ki, Farsça tercüme ile namaz, Buhara ve civarında – Kuteybe olayı ile bittiğini varsaysak bile – 60 yıl gibi bir zaman uygulanmıştır. Selman’ın çeviri için Hz. Peygamber’den izin aldığı yolundaki rivayeti dikkate alır, Kuteybe olayına da hiç değilse birkaç yıl devam etmiş gözü ile bakarsak Farsça çeviri ile namazın bir asırlık bir uygulamasını tarihsel bir gerçek olarak öğrenmiş olduğumuzu söyleyebiliriz. Hem de öyle bireysel ibadetlerde, evde odada değil, kamunun ibadet ettiği camilerde ve Cuma gibi namazda…”.[42]

Benzer bir uygulama Endülüs Emevi devletinde de yapılmıştır. İspanya’nın fethinin ardından, camilerde İspanyolca namaz kılınmasına izin verilmiştir.

Günümüz İslâm bilginlerinin (ulemânın) otoriteleri de Kur’ân-ı Kerîm’in başka dillere çevrilmesinde ve ibadetin ulusal dillerde yapılmasında sakınca görmemişlerdir. Nitekim Şeyh Muhammed Abduh, El Ezher başkanı Meragî ve Tantavî bu doğrultuda görüş bildirmişlerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bunca açık hükmüne, Hz. Peygamber’in sünnetine ve müçtehitlerin duragan (istikrarlı) içtihatlarına karşın anadilde ibadete karşı çıkıp çıkılmayacağını, Tanrı’dan başka Sevgili olmadığına inananların vicdanına bırakıyorum.

Notlar

[1] Ebû Davud, Vitr, 22 ve Nesaî, İftitah. 37′den aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Agy, s. 107.

[2] Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, 1/24′den aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Agy, s. 108.

[3] Serahsî, Mebsûd, I, 36′dan aktaranlar: İsmail Hakkı İzmirli ve Şerafeddin Yaltkaya, Mustafa Kara, Hikmet bayur, Kurân dili Üzerine, Belleten, 22/88′den aktaran İsmail Kara, Türkiye’de İslâmlık Düşüncesi, Risâle Yayınları, İstanbul 1987, c. II, s. 133 – 134.

[4] Tırmizî, Tefsir, Muhammed, 3256 – 3257′den aktaran: Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınları, Ankara 1995, c. 12, s. 552.

[5] Prof. Dr. İbrahim Canan, Agy, c. 12, s. 553.

[6] Agy, c. 12., s. 553.

[7] Agy, c. 12, s. 553.

[8] Prof. Dr. İbrahim Canan, Agy, c. 12, s. 554.

[9] Kurtubî, Tefsir, 16/149′dan aktaran: Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbâdet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 111-112.

[10] Ord. Prof. Şerafeddin Yaltkaya Darülfünun İlâhiyat Fakültesinde Kelâm Müdürlüğü yapmıştır. Darülfünunun kapatılmasının ardından kurulun İstanbul Üniversitesi’nde İslâm Tetkikleri Direktörlüğü’ne atanmıştır. Börekçizâde Rifât Efendi’nin vefatından sonra 1938 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilmiştir. 1947 yılında vefat etmiştir. Yayınlanmış yetmiş dört adet kitap ve makalesi vardır.

[11] Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı İzmirli, Dârülfünun Felsefe Müderrisliği yapmıştır. Dârülfünun İstanbul Üniversitesi’ne dönüşünce Hukuk Fakültesi’nde Felsefe Hocalığı yapmıştır. Bir ara da İstanbul Ün. İlâhiyat Fakültesi’nde Dekanlık da yapmıştır. Kırk dokuz tane yayınlanmış kitabı vardır.

[12] Bu Fetva için bakınız: Hikmet Bayur, Kur’ân’ın Dili Üzerine, Belleten, 22/88′den Aktaran: İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi (Metinler – Kişiler), Risale Yayınları, İstanbul 1987, c. II, s. 132 vd. Dili Fakîr tarafından arılaştırılmıştır.

[13] Ebu’l-Leys Semerkandî, Kitabu’l-muhtelif, Üçüncü mesele.

[14] Hüsamüddin Buharî, Şerhu’l- Camii’s-sağir.

[15] Tırnak içindeki bu sözler 26. Şuara Sûresi 196 âyetinin Türkçe mealidir.

[16] Tırnak içindeki sözler 87. A’lâ Sûresi, 18. âyetinin Türkçe açıklamasıdır.

[17] İcma’ (İcmâ-ı Ümmet): Kur’ân ve hadislerle açıkça çözümlenemeyen hukuk (Fıkıh) konularında ulemânın (bilginlerin) uyuşmasıdır (oybirliğidir). Böyle bir oybirliği sağlanan konularda ulaşılan sonuç bütün Müslümanlar için uyulması zorunlu bir yasa (kural) oluşturur. İcma-ı Ümmet, Hz. Peygamber’in “Benim ümmetim kesinlikle hatada birleşemez.” hadisine dayalı olarak bir İslâm hukuku kuralı olmuştur.

[18] Zevceni, Şerhu Manzume-i Nesefi.

[19] Hüsamûddin Buharî, Şerhul-Camii’s-sağir.

[20] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefi.

[21] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.

[22] Örf: İnsanların üzerinde birleşerek kural üretmesidir. Sözcük Türkçede gelenek, görenek (âdet) şeklinde kullanılır.

[23] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî,

[24] Serahsî, Mesbût, I, 36.

[25] Tırnak içindeki sözler 43. Zühruf Sûresi 3. âyetinin sözleridir.

[26] Tırnak içindeki sözler 26. Şuarâ Sûresi 195. âyetinin sözleridir.

[27] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.

[28] Tırnak içindeki sözler 13. Ra’d Sûresi 37. âyetinin sözleridir.

[29) Ebu’l-Leys Semerkandî, Kitabu’l-muhtelif.

[30] Hüsameddin Buharî, Şerhu Camiî’s-sagir’den aktaranlar Şerafeddin Yaltkaya ve İsmail Hakkı İzmirli. Aktaran: İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, Risâle Yayınları, c. II, s. 133 ve 134.

[31] Zevzenî, Şerhu Manzume-i Nesefî.

[32] İsmail Kara, Agy, s. 134-135. Ek bilgi için bakınız: Dücane Cündioğlu, Bir Siyasi Proje Olarak Türkçe İbadet, Kitabevi yayınları, İstanbul 1999.

[33] Arapçanın bilinmemesi ya da aslına uygun bir şekilde söylenemeyeceği halinde.

[34] M. Şerafeddin (Yaltkaya) ve İ. Hakkı (İzmirli)’nin 8 Mart 1936 tarihli açıklamaları. Aktaran İsmail Kara, Agy, c. II., s. 135.

[35] Tâbiûn nesli: Sahâbelerle birlikte yaşayan kuşak.

[36] Ensârî, Fevâtih, 1/16′dan aktaran Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbâdet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 122.

[37] Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükhan, İslâm Akaid Sistemlerinde Gelişmeler (İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Ebû Mansûr-ı Mâturidî, Ötüken Yayınları, İstanbul 2006, s. 238.

[38] Agy, s. 238′de yer alan 242 numaralı dipnot

[39] Ignaz Goldziher, İslâmda Fıkıh ve Akaid, Çeviren Prof. Dr. İlhan Başgöz, Ardıç Yayınları, Ankara 2004, s. 41 vd.

[40] Nerşahî, Tarih-i Buhara, 78′den aktaran Tahir Harimi Balcıoğlu (Önsöz Hilmi Ziya (Ülken)), Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, Kanaat Kitabevi, s. 118.

Benzer bir uygulamayı Hint prenslerinin paralarının üzerinde görüyoruz. Bu paralara İslâmiyetin en önemli ilkesi olan Kelime-i şahâdet şöyle yazılmıştır: “Hak birdir, Muhammed O’nun Avatarıdır.”

Avatar: Hindu dininde, genel olarak Tanrıların bedenleşmesi insan şeklini alması özel olarak Tanrı Vişnu’nun insan kılığında inmesi demektir. Bakınız İgnaz Goldziher, İslâmda Fıkıh ve Akaid, Ardıç Yayınları, Ankara 2004, s. 332.

[41] Fetva-yı Gıyasiye’den aktaran: Tahir Harîmî Balcıoğlu, Agy, s. 118. Ayrıca Bakınız: Yaşar Nuri Öztürk, Ana Dilde İbadet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, Eylül 2002, s. 121.

[42] Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde İbadet Meselesi, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 2002, s. 121.

http://www.turkceibadet.net/?page_id=351

posted in NAMAZ | 1 Comment

25th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Arap Dilini Kutsallaştırma Çabaları-Cengiz Özakıncı, Dil ve Din

Ayı, yavrusunu severken, vura vura öldürürmüş. İşte kimi ulusçuların ulus sevgisi de böyle, ayının yavrusunu severken öldürmesine benzer.

Bağnaz ulusçuluk, ulusların kimi üyelerinde görülen bir tutarık, bir manyaklıktır. Bu kişliler kendi uluslarını öteki uluslardan yüce, kutsal sayarlar. Böyle kişiler için, kendi uluslarının dili de, öteki ulusların dilinden yücedir. Bunu kanıtlayabilmek için didinirler. Yapay gerekçeler uydururlar. Kendi dillerinin en eski, en yetkin, en engin dil olduğunu kanıtlama çabasına düşmüş Türkler olduğu gibi, Araplar da vardır.

Aşırı Arap ulusçuları, Arapçanın öteki dillerden yüc bir dil olduğunu kanıtlayabilmek için; ”Tanrı’nın kişioğullarına – özellikle!- Arap diliyle seslendiğini” öne sürerler. Bu onların en sağlam(?) gerekçeleridir. Öteki uluslardan çoğu müslümanları da, bunun doğruluğuna kandırmışlardır. Doğaldır ki ancak kandırabileceklerini kandırmışlardır;hepsini değil! Örneğin müslüman Türk bilgini Biruni, Arap dilinin, yazısının yüceliğini yadsımıştır.Ona göre Arap yazısı, bilim dili olarak kullanılamaz niteliktedir. Çünkü bir matematik kesinlikten yoksundur. Ben, Biruni’nin bu gerekçesini doğru bulmuyorum. Arap diliyle bilim yapılabileceği, Arap yazısıyla bilimsel yapıtlar verilebileceği, verildiği kanısındayım. Ancak, benim açımdan önemli olan, Biruni’nin sağlam bir müslüman olmasına, öyle sayılmasına karşın, Arap dilinin yazısının diğer yazılardan, dillerden daha kutsal, daha üstün, daha yüce olduğu savına inanmayışıdır ki, ben de bu kanıdayım.

Gerçek şu ki; ”Tanrı’nın kişioğullarına Arap diliyle seslendiği, bu nedenle de Arap dilinin kutsal bir dil olduğu” düşüncesine kapılmak için, Arap ulusçusu olmak dahi gerekmez. Bilinç düzeyi yetersiz bütün müslümanlar böyle bir düşünceye saplanabilirler. ”Bilinç düzeyi yetersiz müslüman” nitelemesini özellikle kullanıyorum. Çünkü eğer bilinç düzeyleri yeterli olsaydı, bağlandıkları kutsal bildirgede, Kuran’da böyle bir niteleme bulunmadığını bilirlerdi. Müslümanlığın kutsal bildirgesi Kuran’da, Tanrı’nın pek çok topluluğa, çok çeşitli dönemlerde, pek çok elçi gönderdiğini; Tanrının bu elçilere özel bir dille değil, kendi uluslarının o yıllarda kullanageldikleri dille bildirimde bulunduğunu bilirlerdi. Tanrının elçisi Musa, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi İsa, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Yusuf, Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Nuh Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi İbrahim Arapça konuşmuyordu. Tanrının elçisi Muhammed Arapça konuşan ilk, tek elçi olduğuna göre, öteki elçilerin tümünün dilleri başka başkaydı. Tanrı, son elçisi Muhammed dışındaki bütün elçilere, içinde yaşadıkları toplumların konuştuğu Arapçadan başka dillerde bildirimde bulunduğuna göre, Tanrının Arap dilini diğer dillerden daha üstün, diğer dillerden daha kutsal saymadığı apaçıktır. Dinsel bilinç düzeyi yeterli bütün Müslümanlar, bu gerçeği bilmektedirler. Ancak yine de Arap yazısını, dilinin kutsal olduğu, kişioğlunun Tanrıya yalnızca Arapça seslenmesi gerektiği, eğer Tanrıya Arapçadan başka dille seslenirse, bağışlanması olanaksız bir suç işlemiş sayılacağı düşüncesi, bilgisi yetersiz müslümanlarda egemendir. İşte, Türk diline Arapça sözcüklerin girmesinin bir nedeni de bu yanlış inanış olmuştur…

Bir önceki yazımızda, Türklerin öz dillerini korumaya Müslüman olduktan sonra bile özel bir önem verdiklerini;Müslümanlığı benimsemelerinin üzerinden iki yüzyıl geçtikten sonra XI. Yüzyılda bile, dillerinin arılığını büyük ölçüde korumuş olduklarını; benimsedikleri dinin kutsal bildirgesi Kuran’ı bütünüyle Türkçeye çevirdiklerini belirtmiştim. Türklerin yabancı dilleri benimsemeye karşı yadırgayıcı tutum içinde olduklarını da sergilemiştim. ”Sonra ne oldu ki bugün Türklerin dilleri böylesine yoğun bir biçimde Arapça Farsça sözcüklerle doldu?” sorusunun yanıtlarından biri de, Türklere Arapçanın kutsal bir dil olduğu savının benimsetilmesidir. İlginçtir, bu benimsetme işinde Araplardan çok, Türk seçkinlerinin etkisi büyük olmuştur. Sözgeliimi ünlü Türk dilcisi Ali Şir Nevai, Türkleri Arap dilinin üstünlüğüne inandırmaya çalışmış kişilerden biridir.

Ali Şir Nevai’ye göre:

Arap dili, seçkinlik ve yükseklik bakımından dilleirn en ilerisidir. Bu nokta üzerinde hiç kimsenin aykırı düşündüğü ve aykırı bir dava güttüğü yoktur. Çünkü Tanrı, Kuran’ı bu dille indirmiştir; peygamberlerimizin hadisleri gene bu dil ile söylenmiştir; büyük velilerin, din ulularının ileri sürdükleri gerçek ve değimli düşünceler gene bu dil ile meydana gelmiştir.

Ali Şir Nevai, Farsçanın biricik yazı dili larak benimsendiği bir dönemde tüm gücüyle Farsçayı kötüleyip, Türkçeyi yüceltmeye çalışmış; ancak söz Arapçaya gelince Farsçaya karşı dikilen boynu, Arapça önünde eğilmiştir. Arapça deyince, akanlar sular durmuştur. Nevai, Arap dilinin üstünlüğünü benimsemesine bir gerekçe olarak, Kuran’ın bu dille yazılmış olduğunu söylemektedir. Ancak Arapların başlangıçta Kuran ayetleri kendilerine okunduğu zaman, bu ktsal buyruklara da, Tanrı’nın elçisi Muhammed’e de, yine o Arap diliyle sövdüklerini unutuvermiştir. ”Peygamberimiz hadisleri bu dille söylemiştir.” derken, dinden dönenlerin de yine o Arapçayı konuşan Araplar olduğunu unutuvermiştir. Nevai, bir yandan Farsçanın üstünlüğünü yadsıyıp, Türkçenin üstünlüğünü savunurken; öte yandan Arapçanın Türkçeden de, bütün öteki dillerden de üstün olduğunu söylemiştir. Biruni ise, tersini düşünmektedir. O, ”Arapçanın kötülenmesini, Farsçanın yüceltilmesine yeğ tutmaktadır.” Arapların öteki uluslara, Arapçanın öteki dillere üstünlüğünü ileri sürüp buna inanmayanları cahillikle (bilgisizlikle), kafirlikle (Tanrı’ya bağıtlanmamakla) suçlandıran İbn Kuteybe’ye karşı çıkan Biruni, gerçekte Arapların daha cahil (bilisiz) olup, İslam’a ayak diremede öteki uluslardan daha şiddetli olduklarını, Kuran’dan alıntılarla kanıtlamıştır. Biruni’ye göre, ulusların birbirlerine üstünlük taslamaları, boş bir davranıştır, kötüdür…

Gelgelelim, yanlış düşünceler, bilgisiz kişileri çabuk etkiliyor. Ne denli uygar, ne denli ileri olursa olsun, bütün toplumlarda aydınlar azınlıkta, bilgisizler çoğunlukta oluyor. Bütün öteki toplumlar gibi çoğunluğu bilgisizlerden oluşan Türkler de, Arap dilinin kutsal olduğu gibi yanlış bir düşünceyi, dinbilgiçlerinin dayatmasıyla, süreç içerisinde benimsemişlerdir. Sonuçta, Türkler, pek çok arapça sözcüğü dillerine dolamış, bu sözcükleri kullanırken kutsal bir iş yaptıklarını sanarak sevinmişlerdir. Kendi dillerinde var olan kimi yerli sözcükleri atıp, yerina Arapçasını getirmişlerdir.Anlamını bilerek, yüreklerin de duyumsayarak kullandıkları: ”Ol bağırsak Tanrı’nın adıyla!..” sözünün yerine; anlamını içlerinde o denli duyamadıkları, kendilerine bir tekerleme gibi gelen, salt kutsal bir anlamı olduğuna inandıkları için söylenmesinde yarar olduğunu düşündükleri ”Bismillahirrahmanirrahim” sözünü kullanmaya başlamışlardır. Türkler, kendi dillerince; ”Yaratgan, türütgen, bağırsak Tanrı” dediklerinde; evreni yaratan, nesneye yaşam veren; kişioğluna da, yaşayan bütün canlı varlıklara da özdevinim gücü veren; onların yaşaması için bütün gereksinimerini sağlayan; ana karnında bebeğin tüm yaşamsal gereksinimlerini karşılayan göbek bağı gibi, yarattıklarını besleyen, büyüten, türeten bir tanrıyı düşünüyorlardı. Bu Türkçe sözlerin yerine Arapça ”Rahman, Rahiym Allah” sözlerini geçirince, Türkün imgeleminde bir boşluk oluşuyor, kökü belleğinde bulunmadığı için düşünü de kuramadığı bu Arapça sözlerin, yalnızca kutsal olduğuna inanarak avunuyordu. Kutsal, ancak yabancı; imgelemde etkisi yok…Bir Arap, ”Rahiym Allah” dediğinde, bu sözcüklerin kökü onun belleğinde imgeler olarak var bulunduğu için anlamı anında gözünde düşleyebiliyor; gelgelelim, bu sözleri kökleri Türk’ün söz dağarcığında olmadığı için ”Rahiym Allah” sözleri Türk’ün imgelemini devindirtmiyor, ışıldatmıyor, sisle kaplıyor; Türk, Tanrı’nın Arapça seslenişlerden sevinç duyduğuna inandırılmış olduğu için, Arapça söylemekle Tanrı’ya kendini beğendirdiğini sanarak, göneniyor…

900 yıl önce Türkler, kendi öz dillrindeki ”idhi” sözcüğünü kullanırken; imgelemlerinde ”eğitici”, ”öğretici”, ”bildirici”, ”buyurucu”, ”doğru yolu gösterici”, ”ana-babaların kendi çocukları üzerine titrediği gibi kişioğlunu kötülüklerden uzaklaştırıp iyiliklere yönelten” soyut bir varlık ışıldıyorken; Türkler bunu yerine Arapça ”rab” demelerinin Tanrı’yı sevindireceğine kandırıldıktan sonra; ”idhimiz yarlığı” diyecekleri yerde; ”rabbimizin fermenı” demeye başlamış; ancak, Arapça ”rab” sözcüğünü kullandığında, Türk’ün düşünde, öz dilindeki ”idhi” sözcüğünün çağrıştırdığı anlam yüklü imge uyanmamıştır. ”Rab” sözcüğünü dutduğunda, Arap’ın imgeleminde oluşan kesin anlam; ”rab” sözcüğünü duyunca Türk’ün imgeleminde oluşamıyor. Çünkü Türk’ün dilinden kendi öz sözcüğü olan ”idhi” koparılıp atılmış; yerine Türk için anlamı bulanık Arapça bir sözcük konulmuştur. Sonuçta; Türklerin Tanrı’yla ilişkileri, kutsallık uğruna bulandırılmıştır.

Kişioğlunun kendisini Tanrı’nın önünde duruyor varsayarak, ona karşı saygısını davranışlarıyla, sözleriyle göstermesi olgusuna, Arapçada ”es-salat”, Farsçada ”namaz adı verilir. Bu edime girişen kişinin, elini yüzünü ayaklarını yıkaması, giyimini düzeltmesi, kendisine bir çeki düzen vermesi gerektiği denli; ağzından çıkanı kulağı duyacak, ne dediğini bilecek ölçüde ayık olması da gerekir. Öyle ki, Kuran’da, içkili (esrik) olanların, ne dediklerini bilecek denli ayılmadıkça, bu edime girişmemeleri, böyle bir davranışa kalkışmamaları buyurulmuştur. Öyleyse, Türklerin Tanrı’ya, anlamını bilmedikleri sözlerle, ne dediklerini bimeden yakarmaları, Tanrı’ya sevimli gelebilir mi? Düşünmek gerek…

Bizi bu yazı çerçevesinde ilgilendiren, dildir. Bu nedenle, Türklerin dillerinden, kendi anladıkları yerli sözcüklerin atılıp, yerine anlamını gözlerinde yetkince düşleyemedikleri yabancı Arapça sözcüklerin sokulması olgusunun nedenleri, nasılları, çünküleri üzerinde duruyoruz. Türklerin Mslüman olduktan sonra iki yüzyıl boyunca dillerine sokmadıkları Arapçayı, sonra nasıl, ne için dillerine soktuklarına yanıt arıyoruz. Bu sorunun yanıtlarından biri de ”Arapçanın kutsallığına inandırılmış” olmalarıdır.

Gerçekten de bu etken, Türk diline Arapça, Farsça sözcükler doluşmasında, öteki etkenlerden daha çok iş görmüştür. Yan etkileri de ötekilerden çok olmuştur. Yan etkileri derken; ”Türklerin düşünsel gelişiminin kösteklenmesi” gibi, oldukça ölümcül bir etkiden söz ediyorum.

Arap dilini, Arap yazısını kutsallaştırma edimi; ”Türkler anlamasalar bile, kutsal edimlerinde Arapça sözcükleri kullanmalıdırlar; çünkü tanrı kendisine Arapçadan başka bir dille seslenilmesini sevmiyor; Arapçadan başka bir dille istenirse, vermiyor,” kandırmacasıyla kişilere benimsetilmiştir. Öyle ki, Arapça sözcüklere kimi sayrılıkları iyileştirici bir etki dahi yakıştırılmıştır. Anlamı: ”Ey büyüğü küçülten, küçüğü büyülten Allah’ım! Bu bendekini küçült!” diye verilen Arapça bir yakarı, ‘’sivilce duası” adıyla belletilmekte; etkisinin ise bu sözlerin ancak Arapça söylenmesi durumunda gerçekleşeceği vurgulanmakta!… Kişioğlunun yıldığı sayrılıklarında, gücünün sınırsızlığına güvendiği Tanrı’ya yakarması, ondan yardım beklemesi çok doğaldır. Ancak, Tanrı’ya yalnızca Arapça sözcüklerle seslenirse ondan yardım geleceğine inanması, Türkçe yakarırsa, Tanrı’nın kendisine yardım etmeyeceğini sanması, doğal değildir. Kişioğlunu Tanrı’ya kendi öz diliyle yakarmaktan alıkoyan bu gibi çabalar, Türklerin dillerinde niçin bu denli çok Arapça, Farsça sözcük bulunduğunu bize açıklar. ”Borçtan kurtulma duası”, ”okuyan zengin olur duası”, ”diş ağrısı için dua”, ”karınca, bereket duası” adları verilerek, ancak Arapça söylenmesi koşuluyla işe yarayacağı belletilen bu yakarılar, dindarlara ”Eğer Türkçe söylenirse Tanrı bu yakarıları işleme koymaz; kesin sonuç almak istiyorsanız, bu duaları Arapça yazın, söyleyin,” denilerek öğretilmektedir. Oysa, bir Türk, bu yakarıları Arapçayı gereği gibi seslendirerek yapamaz. Arap dilinde öyle sesler vadır ki, -bunlara boğaz sesleri denir- ancak Arap olanlar söyleyebilirler. İçinde böylesi Türk gırtlağına yabancı sesler olan Arapça sözcükleri bir Türk söylemeye kalkıştığında, o sesi çıkartamayacağı için, onu andıran başka bir ses çıkarır. Bu durumda, Arapça sözcüğün anlamı da değişir. Tıpkı ‘’sevmek”, ‘’sövmek” sözcüklerinde olduğu gibi, Arapçada da küçük bir ses değişimianlamı tersine dönüştürebilmektedir; çünkü bütün dillerde olduğu gibi, Arapçada da böylesi yakın sesli, ters anlamlı sözcükler vardır. Bir Arap, Türkçe konuşurken nasıl ‘’sev” diyeceği terde ‘’söv” diyebilirse; bunun gibi, bir Türk de Tanrı’ya Arapça sesleneyim derken ”fağfir lena” (bizi yarlıga, koru) diyeceği yerde, ”fakfir lena” (Bizimle ilişkini kes, bizi boşver) diyebilir. Çünkü, Arapçada bulunan ”ğ” sesi, çok özel bir sestir. Türk dilinde bu ses yoktur. Bir Türk, özel eğitim almadıkça, bu iki sözcüğün söylenişini birbirina karıştıracaktır.

Görüleceği üzere, Türk’ün Tanrı’ya kendi diliyle değil de, seslendirmeyi beceremeyeği Arapça sözcüklerle yakarması, her açıdan yanlıştır. Ancak Arapçayı tüm vurgularıyla konuşabilenlerin becerebileceği bir edimi, Türklerin tümüne buyurmanın dayanağı yoktur.

Türkçe sözcüklerin Tanrı’yı ululamakta yetersiz olduğu savı da çürüktür. ”Allahu ekber” deyiminde geçen ”ekber” sözcüğü, Arapçada yalnızca kutsal bir büyüklüğü göstermekte kullanılan dine özgü bir deyim değildir. Araplar ”ekber” sözcüğünü gündelik toplama çıkartma işlemlerinde, söz gelimi 4 sayısının 3 sayısından büyük olduğunu belirtmek için de kullanmaktadırlar. Arapça ”Allahu ekber”in Türkçe karşılığı ”Ulu Tanrı”dır; burada Arapça ”ekber”in Türkçesi olarak kullanılan ”ulu” sözcüğü, Türkçede sayısal bir büyüklüğü nitelemek için kullanılmaz; Türkçede 4 sayısı 3 sayısında ”ulu”dur denmez; çünkü ”ulu” sözcüğü sayısal değil tinsel, kutsal bir büyüklüğü anlatır. Araplar için, br yandan 4 sayısı 3 sayısından ”ekber”dir; öte yandan ”Allah ekber”dir. Arapçadaki ”ekber” sözcüğünün, o dilde yalnızca Yaradan’ın büyüklüğünü dile getiren kutsal alana özgü bir sözcük olmadığı bilinip dururken; bu sözcük Türklere, sanki Arapçada yalnızca Yaradan’ın büyüklüğünü dile getirmekte kullanılırmış gibi yutturulmuştur. Arap dili üzerinde uzmanca bilgisi bulunmayan iyi niyetli Müslüman Türkler de, bu gibi yanıltmacalara kanmıştır. Duyuru (ezan) Türkçe kunduğu yıllarda; çoğu dinbilgiçleri bu girişime ”Allah ekberdir, siz nasıl Arapça ‘ekber’ yerine Türkçe ‘ulu’ diyebilirsiniz? ‘Ulu’ sözcüğü küçültücüdür,” diye karşı koymuşlardır. Oysa, Türkçe ”ulu” sözcüğü, Arapça ”ekber” sözcüğünden küçültücü değil; tersine, daha yücelticidir.

İşte böyle böyle, Türk diline Arapça sözcükler doldurulmuştur. Bu arapça sözcükler, Arap dilinde taşıdıkları anlamlar bozularak dilimize sokulmuştur. Türk diline sokulan o Arapça sözcüklere de, kullanımdan düşürülüp unutturulan o Türkçe sözcüklere de, yazık edilmiştir.

Türk analarının çocuklarıyla ilişkilerine dek sızan Arapça, Farsça sözcükler, durup dururken dilimize girmiş değildir. Bundan 900 yıl önce, kimi Arap, kimi Türk kandırıcı kişiler, Tanrı ile Türklerin arasına dilden bir engel koydular. Türklerin Tanrı’ya Türkçe seslenmesinin Tanrı’yı kızdıracağını söyleyerek, Türkleri bu yalana inandırdılar. Türkler, Tanrı’nın yalnızca Arapça seslenişlere ilgi göstediğine, kandırıldılar. Tanrı’nın yalnızca Arapça dilekleri, Arapça yakaroları işleme koyduğunu söyleyen bu tilkilere inanan Türkler, bin yılı aşkın bir süredir ağızlarını Arapça sözcüklerle açtıklarında kullanımdan düşürdükleri Türkçe sözcükleri peynir gibi yitiren kargalar konumuna düşmüş; dilleri bozulmuş, imgelenmeleri bulanmış, anlama anlatma yetileri devingenliğini, diriliğini, türetgenliğini tüketmiş durumdadırlar.

O tilkilerin torunları, şimdi de iş başında.

O kargaların torunları şimdi de kandırılmakta…

Dilimizdeki Arapça, Farsça sözcüklerin büyük bir çoğunluğu, işte bu delikten dilimize girmiş bulunuyor.

http://www.turkceibadet.net/?page_id=270

posted in DİL VE TARİH | 0 Comments

25th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Gerçeğe saygısı olmayan insanın kişisel bütünlük içinde kalması mümkün değildir.

-Farz edelim ki söylediklerimi dinleyecek yerde, şu anda başka şeylere ilgi göstermeye başladınız. İlk koşul der ki, “Arif öğretmen, konuşmalarımı dinlemiyor.” Bu benim için bir gerçektir. Bu yokmuş gibi davranamam. Bu yokmuş gibi davranırsam kişisel bütünlüğüm yok olur. Yani içimden, “Arif bey konuşmalarımı dinlemiyor,” derken, dışımda hiç ipucu vermeyeceğim ve sanki siz dinliyormuş gibi konuşmama devam edeceğim. Bu kendi gerçeğime saygı ile ilgili ilk koşula örnek.

 

Bir insan ancak kişisel bütünlüğü kadar kendisidir. Kendisi olmayan insanın etkileme gücü de yoktur.

-Hepimiz özü sözü doğru insana güveniriz ve onun dediğine inanırız. İki birey arasındaki ilişkide, ailede, şirkette, toplumda özü sözü doğru insan, yani kişisel bütünlük içinde olan insan daha etkilidir. Kişisel bütünlük içinde olmayan insan kendi gücünyok eder.

Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.

İnsanın kaçamayacağı en büyük otorite kendi vicdanıdır.

Sıradan bir insan olmaktan uzaklaştıkça, sıradan insanlar arasında kendinizi yalnız hissedersiniz.

Siz sadece diğer insanlarla beraber yaşamıyorsunuz; kendinizle de sürekli beraber yaşıyorsunuz. Sıradan insanları sizden uzaklaştıran süreç, sizi kendinize yakın getirecek olan süreçtir.

Savaşçı gibi yaşamak, muhteşem bir başarıdır. Sıradan insanın ha deyince omuzlayacağı bir şey değildir.

Kişisel bütünlük içinde olmayan insan kendisini sürekli zehirliyor demektir.

Bir insanın en önemli ilişkisi onun kendisiyle olan ilişkisidir.

Kişinin kendisiyle ilgili vardığı sonuçlar, kendisiyle ilişkisindeki tutarlılık, onun kendi özdeşim yasasının, “ben kimim” tanımlamasının temelini oluşturur.

Söz vermenin önemlisi önemsizi yoktur. Haklı nedenler olmadan tutulmayan her söz, sizin kendi gözünüzde kim olduğunuzu derinden yaralar.

-Doğan Bey, bir insan kişisel bütünlüğünü arttırmak için nelere dikkat etmeli?

-Verilen sözlerin önemli olduğu bilinci yerleştirilmeli. Kişinin verilen sözleri tutmayla ilgili bilincini keskinleştirmesi ve uyanık tutması gerekir.

-Herhalde ancak tutabileceği sözler verilmeli.

-Evet, bu en önemli ilk adım: Ancak tutabileceği sözlerin verilmesi gerekir. Fakat kişisel bütünlüğü mekanik bir olay olarak almamalı. Mekanik bir söz verdim, yaparım anlayışı ile Nasrettin Hoca alay eder. Hocaya yaşını sormuşlar, kırk dört demiş. Çevresindeki biri “hocam beş sene önce yaşını sorduklarında da kırk dört dedin, bu nasıl iştir” deyince Hoca, “erkek adam sözünden dönmez” demiş.

“Böylesine bir mekanik sözünü tutmadan söz etmiyoruz. Ancak tutabilecek sözlerin verilmesinden söz ediyoruz. Bunu yapabilmesi için kişinin “hayır” demeyi öğrenmesi gerekir. “Hayır” demek cesaret ister; başkaları kırılır mı, alınır mı, beni sevmezler mi, hakkımda olumsuz düşünürler mi gibi sorular içinde yaşamını düzenleyen biri “hayır” diyemez. Çünkü henüz yaşamında neye “evet!” dediğini keşfetmemiştir.

Eğer akvaryumdaki su hasta ise, içindeki balıklar eninde sonunda hasta olurlar.

Kişisel bütünlüğün bir anlam ifade edebilmesi için evrensel değerlerin toplumun kültüründe yaşaması gerekir. Geleceği yaratmak, değerleri yaşamak ve yaşatmakla mümkündür.

 

Güç

Ben ‘güçlü bir insanım, benim gücüm var,’ diyen insan, yaşamının direksiyonunu elinde tutan insandır. ‘Düşünürüm, isterim, yaparım’ duygusu içinde yaşar.

Hayatlarını tribünlerden seyreden insanların kendilerini güçlü hissetmeleri çok zordur.

Balığın okyanusta yaşadığı gibi biz insanlar da kültür okyanusu içinde yaşarız. Bu kültür okyanusunda birçok inançlar, varsayımlar, felsefi mesajlar bize zaman içinde, biz farkına varmadan verilir, öğretilir.

Savaşçı ‘ben varım’ı bilinçli olarak söyleyebilen kişidir. Gücünden gelir.

“Ait olma ve birey olma dansının bilinci içinde savaşçı kendi yaşamının dokusunu oluşturmaya başlar. Sıradan, kalıplaşmış, mış gibi bir yaşamı olan insanın kendine özgü, kendi geliştirdiği, bu benim diyebileceği inançları, değerleri ve bilgisi olmadı için, başkalarının sunduğu inançları, değerleri ve bilgileri hemen kabul eder.

Çünkü var olabilmesi için bunlara ihtiyacı vardır. Yani, bu insanın yaşamını yönetenler, diğer insanlar ya da daha genel ifadeyle, toplum ve toplumun inançları, değerleridir. Birey kendi yaşamına, kendi içinden gelen bir şey katmamaktadır. On altısında öldü, altmışında gömülü dediğimiz kişilerdir, bunlar Tamamıyla ait olma içinde geçen bir hayat; kendi hayatlarının anlamlarını başkalarının vermelerini beklerler. Bu insanlar için diğer insanların algılamalarının dışında başka bir realite yoktur; başka insanların ne dediği, ne gördüğü onların gerçeklerini tayin eder.

Savaşçı gözlemleyen bilincini geliştirmiş olduğu için diğer insanların gördüğü, inandığı gerçekliği gördüğü gibi, onun ötesinde olan kendi gözleriyle görebildiği gerçeği de algılar. Kendisi, kültürün verdiğinin ötesinde vardır.savaşçı ben varımı bilinçli olarak söyleyebilen kişidir. Gücü bundan gelir.

-Sıradan kalıplaşmış insanın güçlü olma ihtiyacı yok mu?

-Var. Kalıplaşmış insan, herkesin takdirini kazanmak için işler yapar, ve onlar aferin! Dendiği sürece kendini güçlü hisseder. Ama herkes aferin derken bile, içinde bir yerde korku vardır:”Ya biraz sonra aferin demeyi keserlerse” diye korkar. O nedenle yaptığı işlerde hep sonuca önem verir. “bak ben pekiyi aldım” “bak ben oyunda 3 gol attım” “bak ben çocuğuma dükkan açtım” demeye önem verir.

 

Sürece önem vermez, çünkü süreç ancak kendisinin gözlediği, bildiği bir oluşumdur.

O nedenle şöyle düşünmez ve söyleyemez: “dersten pekiyi aldım, ama en önemli tarafı zevk alarak yeni bilgiler öğrenmemdi, bu ders bana yeni ufuklar açtı”, “oyunda hiç gol atamadım ama beraberce çok iyi vakit geçirdik”…

Değerlerden kaynaklanan güç, insanı ezmeyen insan onurunu küçültmeyen, aksine insan onurunu yücelten bir güçtür.

Korkudan gelen disiplin, korku kaynağı yok olduğu zaman kaybolur. Ama, kişinin kendi içinden gelen disiplin hiç kaybolmaz; kişi kendini o geleceğe adadığı sürece devam eder.

Kişisel bütünlüğü yüksek olan insanın bakışı, oturuşu, duruşu kendine özgü bir gücü ifade eder.

Bilinçlenmiş bireylerin sayısı çoğaldıkça, toplum daha bilinçli algılayıp, düşünüp, daha bilinçli davranmaya başlar.

-Bireyin bilinci donanınca, zenginleşince, onun algılaması değişir. Algılaması değişen insan otomat olarak davranmaktan vazgeçer, daha çok yönlü düşünmeye başlar. Daha çok yönlü düşününce, davranışlarını daha gelişmiş bir planlama içinde gerçekleştirir. Bireyin bilincinin donatılmasının değişmesinin onun düşünüşün değiştireceğini, bireyin düşüncesinin değişmesinin de onun eylemini değiştireceğini söylüyorsunuz.

İnsanların birbirine güvenmediği yerde olumlu sonuç alınamaz

Çoğunluğun doğru demesi, benim bunu yanlış görmemi etkilemez.

Kültürün temelini değiştirmeden, o kültür içinde yaratılacak gelecek, değerler üzerine kurulu bir gelecek olamaz.

Savaşçı gücün kendini adadığı gelecekten alır.

Niyetin saflığı içinde verilmiş kararlar, savaşçının en önemli güç kaynağıdır.

 

Sorumluluk

İnsan bir şeyi yapmaya karar verdi mi, sonuna kadar gitmeli; ama yaptığı şeyden sorumluluk almalı (Don Juan)

Ölümün avcılık yaptığı bir dünyada, kuşku ve pişmanlık için zaman yok. Ancak kararlar için zaman var (Don Juan)

Bir insanın kararlarının sorumluluğunu kabul etmesi demek, o kararlar uğruna ölmeye hazır olması demektir (Don Juan)

Bir insanın sorumlu olması için, o insanın sorumlu tutulacağı konuda bir farkındalığı, bir bilinci olması gerekir.

Sorumluluk almış insan hesap verir; kendi bilincinin, kendi gücünün, kendi eyleminin sınırları içinde olaya sahip çıkar.

Arif Beyle bu noktada şu soruyu ele almak istedik: “Bir insanın eyleminden sorumluluk alması ne demektir? Yani eylemlerinden sorumluluk almış bir insanla, sorumluluk almamış bir insan arasındaki fark nedir?” sorusu, bilen ve istediğini yapabilme özgürlüğolan insanlar arasında ayırım yapmak üzere sorulmuş bir soru.

-Sorumluluk almış insan hesap verir; kendi bilincinin, kendi gücünün, kendi eyleminin sınırları içinde olaya sahip çıkar. Burada kişinin kendi yaşamına sahip çıkması var.

-Evet anlıyorum. Sorumluluk almamış kişi, söz konusu olan her ne ise, ona sahip çıkmaz. Konuyu kendi bilincinin, kendi gücünün, kendi eyleminin sınırları dışında tutar.

“Doğan Bey bu söyledikleriniz, masum kelimeler gibi görünüyor, ama, aslında insanın büyük farklar yaratacak güçlü farkındalıklar. Şu anda tüylerin diken diken. Ben çoğu kere sorumluluktan kaçış görüyorum. Üniversite hocası öğrencinin sorunlarının kaynağını onların lisede iyi yetişmemesinde görüyor. Lise öğretmenleri sorumluluğu ortaokul eğitimindeki eksikliğe, ortaokul öğretmeni ilkokul eğitimindeki yetersizliğe yüklüyor ve ilkokul öğretmeni de aileyi sorumlu tutuyor. Tabii ailede bütün kabahati devlete atıyor.

Özgürlük ancak sorumluluk temeli üzerinde yaşayabilir. Sorumluluk olmadan, özgürlük yaşayamaz

-Sorumluluk özgürlüğün diğer yarısıdır. Yani sorumluluk ve özgürlük el ele baş başa gitmek zorundadır.

-Sorumluluğun olmadı yerde özgürlük, özgürlüğün olmadığı yerde sorumluluk olmaz diyorsunuz.

-Evet. Bugün toplumumuzun içinde bulunduğu sorunların temelinde yatan nedenlerin biri de, insanlarımızın yetişkin özgürlüğü isterken, çocuk sorumluluğu içerisinde kalması.

Sorumluluk bilinci, kişinin olgunlaşma sürecinde nerede olduğunun en iyi göstergeci

-Bir çift düşün, aralarında bir çatışma olmuş, ondan sonra her ikisi de surat asarak birbirleriyle konuşmamaya başlamışlar. Çocuklar küserler, birbirlerine surat asarlar; ama, yetişkinlerin sorunları konuşarak çözüm aramaları beklenir. Böyle durumlarda “haydi çocuklaşmayın aranızdaki sorunu konuşarak çözün” deriz.

“24-25 yaşların bir genç bayan kendi yaşamıyla ilgili kararları hala annesine bırakıyorsa “henüz daha çocuk gibi annesine bağlı” deriz. Çünkkendi yaşamından sorumluluk almamakta, kendi yaşamının sorumluluğunu annesine bırakmaktadır.

Kişinin yetiştiği ortamda kendine seçim yapma ve yaptığı seçimin sonuçlarından sorumlu olma fırsatı verilmemişse, sorumluluk duygusu gelişmez.

Beni diğerlerinden ayıran özellik, benim diğerlerinin sormadığı soruları sormam, ve sormaya devam etmemdir. (Vernon)

…Aslında şu dört konu birbiri ile sıkı sıkıya bağlantılı: 1. Seçim yapabilme. 2. Özgürlük. 3. Sorumluluk. 4. Kişisel bütünlük.

Ne kadar seçeneğim varsa, o kadar özgürlüğüm var demektir.

Sorumluluk almayan insanın neyi, ne kadar, ne zaman, nasıl yapacağına dair sınırları belirgin değildir.

-Sorumluluk duygusu gelişmemiş bir insanda kişisel bütünlüğün bir anlamı yoktur. “Bu benim yaşamım” diyebileceği bir hayatı olmadığı için, yaşadığı bu hayat, başkalarının beklentilerini gerçekleştirme temeli üzerine kurulu olduğu için, kendi özüyle ilişkisi kesilmiştir. O nedenle özü, sözü, eylemi birbirini tutmuş, tutmamış, bir anlam taşımaz.

Çevreme bakıyorum, birçok insan var, ve bir şeyin farkına varıyorum: bu kadar insan buraya gelip oturuyor ve gerçekten tamamen oturmak için geliyor ve gerçekten oturuyorlar; hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden zamanlarını burada geçiriyorlar

Sorumluluğun gerçek temeli kişinin ortama getirdiği bilinç düzeyinde yatar.

Kendi sınırlarının dışında olan bir sorumluluğu aldığında, kişi, kendine karşı sorumsuzca davranmış olur.

Niyetimiz yaşamımızın pusulası olmalı.

Savaşçı, niyetinin saflığı içinde neyi değiştirmek istediğini tanımlar ve gücü çerçevesi içinde kendini ve zamanını verir

Ben sorumlu bir insanım diyen kişi önce içinde yaşadığı gerçekleri algılamaktan sorumlu olduğunu bilir.

Bilincini geliştirmeye kendini adamışsan, bilincin zaman içinde gelişir.

 

Ölüm Bilinci

Yaşamımın tüm anları tek ve kendine özgüdür.

Sıradan insanları savaşçı olmaya götüren ilk adımlardan birisi ölüm bilincidir.

Eğer ölümün her an ve her yerden gelebileceğini kabul edersem, bencilliğimden gelen “şimdi ve burada” ya ilişkin tembelliğim kaybolur. (Martin Heidegger)

Sıradan insan sonsuz yaşamı zemin kabul ederek, günlük yaşamını anlamlandırırken, savaşçı, her an ölüm bilincini zemin kabul ederek, günlük yaşamını anlamlandırıyor.

Ölüm düşüncesi insanoğlunun ruhuna çeki düzen veren tek şeydir (Don Juan)

Savaşçı kafası karıştığı zaman ölümü düşünür (Don Juan)

Bir savaşçı her eylemi dikkatle inceler, çünkü o eylem onun bu dünyadaki son eylemi olabilir. (Don Juan)

Ölüm bizim dostumuzdur; onu evine misafir etmek istemeyen zaten evde değildir. (Francis Bacon)

 

Değişim

Her şeyin gerçekleştirmek istediği bir varoluş amacı vardır ve değişim, bu amacın gerçekleşmesi için doğal olarak ortaya çıkar.

Değişim varoluşun içinde potansiyel olarak vardır.

Tüm dünya birbirleriyle ilişkisi olan parçalardan oluşur ve her bir parçanın kendine özgü amacı, hedefi vardır.

Gerçek evrensel bilince erişmeden önce, sahip olduğunuz tek şey istektir (Hegel)

Bir tek insan öyle bir düşünce ve eylem düzeyine girebilir ki, kendinden sonra gelen çağı tamamıyla farklı bir yöne yönlendirebilir.

Bilinçte meydana gelen değişimler, diğer tüm değişimlerin esasını oluşturur.

İnsanın gerçeğini onun algıladığı dünya oluşturur. İnsanın algılamasını etkileyen en önemli faktörlerden biri, o insanın dünyaya bakarken hangi niyetle baktığıdır.

Zaman içinde yer alan her şey değişir. Var olmak demek, değişmek demektir.

Değişimi bilinçli olarak yapmayı göze almak için gayret ve cesaret ister.

Hayatını anlamlı bulan veya bulmayan kişinin kendisidir. Anlamsız bulduğu zaman arayışa geçen de kendisidir.

Savaşçı kendi değişiminin peşindedir. Başkalarını değiştirmek onun amacı içine girmez.

 

-Savaşçı başkalarını değiştirmek istiyorsa ama gerçekten istiyorsa onların değişmine katkıda bulunur. Bu kadar. Savaşçı yaşamının kendi seçtiği anlamı içinde, olabileceğinin en iyisini olmaya kendini adamıştır.

“Bu adama sadece zihinsel bir adama değil, gönlünde kapsayan bir adamadır. Bunu özgür iradesiyle seçmiştir ve bu seçimin yaratacağı gelecekten kişisel bütünlük içinde sorumluluk alır. Ve bu andan itibaren niyetinin saflığı içinde, hayatını stratejik olarak yaşar. Her bir düşüncesi ve eylemi, niyetinin saflığı içinde kişisel bütünlüğünün ve sorumluluğunun damgasını taşır.

Kendimiz hangi sınırlar içinde tanımlayacağımız, nelere dost, nelere düşman gözüyle bakacağımızı belirler.

Kendini önemsemek insanı ağırlaştırır, hantal ve mağrur yapar. Bilge kişi olmak için insanın hafif ve akıcı olması gerekir (Don Juan)

Bu dünyada en önemli şeyin sen olduğunu düşündüğün sürece, çevrende seni kuşatmış olan dünyanın farkına vararak onları anlaman mümkün değil (Don Juan)

Her melankoli nöbetinin altında kendini önemseme yatar (Don Juan) Savaşçıda hüzün duyar ama o hüznüyle alay edebilecek ve gülüp geçecek güce ermiştir.

İnsan gerçek potansiyelini ancak savaşçı olarak sağlayabilir.

İnsan ancak bir savaşçı ruhu içinde özgün bir yaşam oluşturabilir.

İnsan yaşamın belirli alanında yaptığı işi en iyi şekilde yapmaya çalışırken savaşçı olma yoluna girer.

 

Bitmemiş İşler

İnsanoğlu öyle muhteşem bir potansiyel ki, kırdaki otlar gibi özgürce büyüme imkanı bulursa, kendi özü yönünde gelişir ve özgün bir insan olur.

-Japon bahçesini gezerken dikkatimi en çok çeken şu oldu: Bazı bonzai ağaçlarının önüne plaketler koymuşlar. BU plaketler ağacın geçmişi hakkında bilgiler veriyor. Ağaca bakıyorum bodur bir ağaç ama okuduğum plakette 150 yaşını aşmış olduğu yazıyor. Ağaçları budama tekniği geliştiren kimseye Japonlar büyük saygı duyuyor. Ağacın doğal olarak büyüyüp, gelişip, ulu bir ağaç olmasını önleyen ve bodur bir ağaç olarak kalmasını sağlayan kişiye üstat olarak bakılıyor.

-Yani Hocam, bizim ana babalarımızda birer bonzai üstadı mı?

-Ve kim çocuğunu daha bodur bırakıyorsa ona “vallahi bravo o anaya babaya öyle bir çocuk yetiştirmişler ki, çocuğun ağzından hiç laf çıkmıyor, her yerde çok hanım hanım veya paşa paşa oturuyor” gibi laflarla onları taltif ediyoruz.

-Evet doğan bey şimdi anlıyorum ne demek istediğinizi. Bizimkiler bizi kırdaki otlar gibi özgür bırakmıyorlar. Bonzai ustadı gibi dürekli buduyorlar. Bence bizim ezikliğimizin ve çekingenliğimizin kaynağı bu. Budanmışız yani…

Önemli olan şu: kendi hayatımla ilgili ne yapıyorum?

Bitmemiş işler bizim şimdi ve şu anı algılamamıza ve yaşamamıza sürekli engel teşkil eder.

Savaşçı bitmemiş işler taşımaz, sürekli işlerini bitirerek yaşamına devam eder.

Varoluşun temel boyutları kişinin kendi algılaması içinde oluşur.

İnsan ancak ilişkileri içinde var ya da yok olabilir.

Temel varoluş boyutlarından biri de kişinin kendisini doğal görmesidir.

İnsan sürekli farkında olabilen bir yaratıktır.

Savaşçı ait olmaya önem verir ama ait olma tarafından kullanılmaya izin vermez

İnsan yürekten affetmeyi öğrenmeden bitmemiş işlerini bitiremez

 

Savaşçı Olmak İçin

Savaşçı karar vermeden önce düşünür, inceler, gözden geçirir, acele etmez, her şeyi hesaba katar

Savaşçı kararını verirken özgür iradesi içinde verir yani onun kararı bir seçimdir

Savaşçı verdiği karardan pişmanlık duymaz savaşçı sabırla bekler; beklediğini bilir ve ne için beklediğini bilir

Savaşçı hiçbir şeyin müptelası olmaz

Savaşçı seçimini yaparken gönlünün sesini dinler.

Dinlemek en iyi iletişim eylemidir.

Diğer insanların yaptıkları şeyler ancak biz izin verirsek bizim ruhumuzu zedeler. Ruhun zedelenmemesi için savaşçı her durumda uygun duygusal tavrını alır

Savaşçının duygusal durumu başkalarının söyledikleri, davranışları ile değil, kendi bilinçli seçimiyle oluşur

Savaşçı tüm evrenle biz bilinci içinde ilişki kurar

Savaşçı sağlığına özen gösterir

Savaşçı yaşamına katkıda bulunan her şeye ve herkese teşekkür duygusu besler.

 


 

posted in PSİKOLOJİ | 7 Comments