-
7th Aralık 2008

Caferilik

posted in MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR |

CA’FERİYYE

İsnâaşeriyye Şîası’nın fıkıh mezhebi.

İmamet anlayışında Zeydiyye’den ay­rılan Şia’nın bütün kolları Ca’fer es-Sâ-dık’ın (ö. 148/765) imametinde ittifak etmişlerdir. Ca’fer es-Sâdık, Emevî İkti­darının son dönemiyle Ehl-i beyt’e karşı Abbasî taassubunun henüz kendini gös­termediği bir dönemde yaşadığı için, di­ğer imamlara nisbetle daha geniş bir hürriyetten faydalanarak bilgisini çok sayıda talebe ve râvileri aracılığı ile yay­ma imkânını bulmuştur. Bu sebeple İs-nâaşeriyye Şîası’nın fıkıhta imamı olmuş ve bu grubun fıkıh ekolü onun adına nis­betle anılmıştır. İsnâaşeriyye’ye göre ha­tadan korunmuş bulunmaları sebebiyle bütün söz ve davranışları sünnet olarak değerlendirilen imamların fıkhının, söz­lü rivayetlere dayanmakla beraber kıs­men yazılı kaynaklarla nakledildiğini gös­teren deliller de vardı. Hicrî III. (IX.) asırdan itibaren bütün ri­vayetleri toplayan hadis ve fıkıh kitap­larının yazılmasına başlanmıştır. Ahbâ-rîler’e (Ahbâriyye) göre bu kaynaklardan dördünde yer alan rivayetlerin tamamı sahih olup kesin bir şekilde imamların söz ve fiillerini ifade etmektedir. Bu dört kitap Küleynî’nin (ö. 329/940-41) el-Kâ­fî, İbn Bâbeveyh’in (ö. 381/991) Men iâ yahduruhü’l-fakîh, Ebû Ca’fer et-Tû-sînin (ö. 460/1067) el-îstibşâr lî ma’htü-life mine’l-ahbârve Tehzîbü’l-ahkâm adlı eserleridir. Usûlîler’e (Usûliyye) göre ise bunların ve benzeri kitapların ihtiva ettikleri rivayetlerin tamamı sahih de­ğildir. Bu kitaplarda bir yandan birbiriy­le çelişen rivayetlerin yer alması, öte yandan Kur’ân-ı Kerîm’de ilâve veya ek­siltmelerin bulunmadığı yolunda Ca’fe-riyye’nin ittifak ettiği noktalara aykırı ifadelerin göze çarpması da bunu gös­termektedir. 16.000’den fazla rivayeti toplayan el-Kâfî üzerinde yapılan bir araştırmanın, bunlardan yalnızca 5072 rivayetin sahih olduğunu ortaya koyma­sı Usûlîler’i teyit etmektedir. Buna göre adını İmam Ca’fer’den alan bu mezhep, masumiyet açısından aralarında fark bu­lunmayan diğer on iki imama da nisbet edilen rivayetlerle bu rivayetlere ve di­ğer delillere dayalı ictihadlardan oluş­maktadır.

A- Tarihçe. Ca’ferî fıkhının tarihi, gaybetten Önce ve sonra, yahut Şeyh Ebü Ca’fer et-Tûst, Muhakkik el-Hillî gibi önemli fikıhçılardan önce ve sonrasını ifade etmek üzere “öncekiler” (mütekad-dimîn) ve “sonrakiler” (müteahhirîn) şek­linde bir ayırıma tâbi tutulmuşsa da me­todolojide meydana gelen önemli değiş­me ve gelişmeleri esas alan “dönemler ayrımı” konunun anlaşılması açısından daha uygun görünmektedir. Buna göre Ca’ferî fıkhı sekiz dönemden geçerek değişmiş ve gelişmiştir.

1- Gaybetten Önce İmamlar Dönemi. Asr-I saadetten itibaren 260 (873) yılına ka­dar süren bu dönem Hz. Peygamber, Hz. Ali, iki oğlu Hasan ve Hüseyin ile ikinci­sinin soyundan gelen dokuz imamı içi­ne almaktadır. Bunların arasında Hz. Ali, Muhammed el-Bâkır, Ca’fer es-Sâdık gi­bi Sünnîler tarafından da benimsenen büyük fakihler vardır. Şiîler bütün imam­ları masum sayıp söz ve davranışlarını sünnet kabul ettikleri için ellerinde zen­gin bir rivayet malzemesi toplanmış ve bu dönemde bir grup âlim yalnızca ri­vayetlere dayalı bir fıkha meşruiyet ta­nımıştır. Sonraki dönemlerde gelişerek Ahbârîler mektebini kuracak olan fakih-lerin öncüleri durumunda bulunan bu grup, imamların re’y ve kıyası mahkûm eden sözlerini her nevi içtihada teşmil ederek ictihad ve kıyası reddetmiş, fık­hı sadece hadislere dayandırmıştır. Bu­na karşı sonradan Usûlîler adını alacak olan fakihlerin öncüsü durumunda bu­lunan diğer bir grup ise yine aynı riva­yet kaynaklarında yer alan ve sadece genel ifadeli naslardan ictihadla hüküm çıkarmayı teşvik etmekle kalmayıp açık­ça, “Bizim işimiz usulü ve prensipleri vermektir, bunlardan fürûu çıkarmak si­zin işinizdir” diyen hadislerden ha­reket ederek rivayet fıkhı yanında icti­had fıkhının da temellerini atmışlardır. Bunlara göre imamların mahkûm ettiği re’y ve kıyas, nasların karşısında aklı kul­lanmaya dayanan re’y ile Sünnî fıkıhçıla-rın zanna dayanan kıyaslarıdır. Genel an­lamlı ve hükümlü nasları özel durumla­ra uygulama, delilin bulunmaması ha­linde istishâb*a başvurma, aklın kesin hükmüne ve gerektirmesine göre şer’î hüküm çıkarma (şer’î hükmü keşfetme) vb. şekilleriyle ictihad, menedilen re’y ve kı­yastan farklıdır. Elde yazılı örnekleri bu­lunmamakla beraber fıkıh ve hadis mec­mualarında nakledilen ifadelerden, fık­hın hadisten ayrılarak tedvin edilmesi­ne de bu dönemde başlandığı anlaşılmaktadır.

2- İlk Gaybet Dönemi. 260-329 (873-941) yıllan arasında geçen devreyi (gay-bet-i suğrâ) içine alır, hatta IV. (X.) yüzyı­lın sonuna kadar sürdüğü kabul edilir. Dönemin başından IV. yüzyılın ortaları­na kadar Önce rivayet fıkhı taraftarları (ehlü’i-hadîs) duruma hâkim olmuş, o dev­rin en önemli Şiî merkezi olan Kum fı-kıhçıları rivayet fıkhını benimsemiş ve her nevi ictihad, istidlal ve akla dayalı tefekküre karşı çıkmışlardır. Bunlardan Küleynî, Şeyh Sadûk (ö. 381/991) gibi bazı muhaddisler hadis râvilerini tenki­de tâbi tutmuş ve rivayetlerin çeliştiği yerlerde usul kaidelerinden söz etmiş­lerdir. Diğer muhaddisler ise bunları da gerekli görmemiş, Ehl-i beyt’ten Şiî râ-viler aracılığı İle gelen her rivayeti kitap­larına almış ve delil olarak kabul etmiş­lerdir. Devrin sonlanna doğru yetişen ve “kadîmeyn” diye anılan İbn Ebû Ukayl el-Hazzâ’ ile İbnü’l-Cüneyd el-İskâfî bi­rinci dönemin ictihad fıkhına canlılık ka­zandırmış, fıkhı hadisten ayırarak tedvîn etmiş, naslara dayansa bile aklî istidlal ve yorum metodunu kullanmış, böylece bir sonraki dönemde ictihad fıkhının ağırlık kazanmasına zemin hazırlamış­lardır.

3- Kelâmcılar Dönemi. IV. yüzyılın son-larına kadar Şiî fıkhına hâkim olan ha-disçilerin ve rivayet fi kırıcılarının etkisi­ni önce zayıflatan, sonra büsbütün silip ortadan kaldıran üç büyük âlimin döne­mi bu adla anılmaktadır. Bunların ilki Şeyh Müffd olup Ahbârîler’e karşı bilhas­sa Mikbâsü’l-envâr fi’r-red ca7d ehli’î-ahbâr adlı eseriyle mücadele etmiştir. Şeyh Müfîd’den sonra dönemin ikinci şahsiyeti olan talebesi Şerif el-Murtazâ birçok risalesinde ve özellikle Cevâbâ-tü’1-mesâ3 ili’î-Mevşıliyye eş-sâlişe, Ri­sale fi’r-red calâ aşhâbi’l-‘aded, Risa­le fî ibtâli’l’Camel bi-ohbâri’1-âhâd adlı eserlerinde Ahbârîler’e şiddetle hü­cum etmiş, Şeyh Sadûk dışında kalanları sapıklıkla itham etmiştir. Üçüncü önem­li şahsiyet ise Ebü’s-Salâh el-Halebrdir. el-Kâfî fi’1-hkh’m yazarı olan Ebü’s-Salâh aynı zamanda Şerif el-Murtazâ’-nın iyi yetişmiş bir öğrencisidir. Bu dö­neme damgalarını vuran. Özgün düşün­ce ve eserlere sahip bu üç âlimi şerh ve haşiyeler yazarak takip eden öğrencileri bundan sonra “kelâmcf ve “usûlî” diye anılacaklardır. Usûlîler Kur’ân-ı Kerîm’e ve mezhepçe kabul görmüş sağlam kay­naklı hadislere, bunlardan çıkardıkları genel hüküm ve prensiplere dayanmak­ta, bu kaynaklardan ictihad yoluyla fer’ı hükümler çıkarmaktadırlar. İmamlardan nakledilen, ancak senedi sağlam olma­yan ha­dislere itibar etmemekte, bunun yerine Şiî fakihlerin veya bütün İslâm âlimleri­nin ihtilafsız olarak kabul ettikleri hü­kümleri “amelü’t-tâife, icmâ” adıyla be­nimseyip delil olarak kullanmaktadırlar.

4- Şeyhüttâife Dönemi. Şeyhüttâife Ebû Ca’fer et-Tûsî dördüncü fıkıh dönemi­nin en önemli şahsiyetidir. Tüsî, usulcü okulunun istidlal ve ictihad metodu ile hadisçi – haberci okulunun haber7i vâ-hidle amel prensiplerini almış, ikincisi­ne hadisin sıhhatini tesbite katkıda bu­lunan bazı unsurlar katarak iki farklı yaklaşımı uzlaştırmaya çalışmış ve bu sistem çerçevesinde yeni bir Şiî fıkhı çı­ğırı açmıştır. Onun birçok eseri arasın­da el-Mebsût, bir fı­kıh meselesinin çeşitli boyutlarını ve çö­züm yollarını gösteren “tefriî fıkıh”, el-Hiiâfils, ŞİÎ ve Sün­nî fıkıh mezheplerinin görüş ve ictihad-lannı ihtiva eden “mukayeseli fıkıh” ne-vilerinin beğenilen örnekleri arasında­dır. Tûsî ayrıca en-Nihâye adlı eserini Şiî usule dayalı Sünnî fıkhına tahsis etmiş, Tehzîbü’l-ahkâm ve el-İstib-şâr isimli İki önemli ve bü­yük kitabında ise Şiî kaynaklı hadisleri toplamış, bunları düzenlemiş, özellikle sonuncu kitabında hadisler arasındaki çelişkileri gidermeye çalışmıştır. zUdde-tü’1-uşûl’de fıkıh usulünün bütün konularını ele almış, bu konuları tartışmış ve tercih ettiği usulü savun­muştur. TûsFnin açtığı çığır üç asır ka­dar sürmüş, bu zaman içinde gelip ge­çen fikıhçılar şu farklı yaklaşımları gös­termişlerdir: Oğlu Hasan’ın da içinde bu­lunduğu bir grup âlim Ebû Ca’fer et-Tû-sî’nin yazdıklarını okumuş, okutmuş, açıklamış ve bunlara uygun fetvalar ver­miştir. Muhammed b. İdrîs el-Hillfnİn (ö. 598/1202) temsil ettiği başka bir grup ise Tûsryi bilhassa haber-i vahidi delil olarak kabul etmesi açısından şiddetle eleştirmiştir. Muhakkik el-Hillî ve onun öğrencisi İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Ebû Ca’fer et-Tûsî’nin yazdıklarını sistem­leştirmek, Sünnî fıkıhtan aldıklarını Şiî fıkıh prensipleriyle kaynaştırmak ve onun eksik bıraktıklarını tamamlamak sure­tiyle önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.

5- Şehîd-i Evvel Dönemi. Şîa fıkhının tedvîni, fürû-i dinden bahseden eserle­rin hadis mecmualarından ayrılması ile ikinci dönemde gerçekleşmişse de fıkıh ilmi bu tarihlerde sistem ve muhteva olarak bağımsızlığını henüz kazanma­mıştı. Ebû Ca’fer et-Tûsî, Sünnî fıkhın­dan faydalanmak ve ondan önemli ikti­baslar yapmak suretiyle bunu gerçek­leştirmeye çalışmıştı. Dönemin sonuna doğru bazı fikıhçılar Şiî fıkhını Sünnî na­killerden ayıklamaya yöneldiler. Esasen Şiî fakihlerin Sünnî fıkıh kitaplarından alıntılar yapmaktan maksatları, bunları örnek alarak hadisten bağımsız {içtiha­da dayalı) Şîa fıkhını ortaya koymakt. Şe­hîd-i Evvel de (ö. 786/1384) bu yolu ta­kip ederek yeni bir fıkıh döneminin müj­decisi olmuştur. Özellikle el-Kavâcid ve’l-ievâ^id adlı eserinde Sünnî fıkıh kitaplarından alın­tılar yapmadan Şiî fıkhını tedvîn etmiş­tir. İçlerinde Şehîd-i Sânfnin de (ö 966/ 1559) bulunduğu birçok takipçisi bir bu­çuk asır kadar Şehîd-i Evvel’in gerçek­leştirdiği fıkha ve usul türüne bağlı kal­dılar; onun eserlerini okutmak ve şer-hetmekle meşgul oldular.

6- Safevîler Dönemi. Safevîler devrinde Şiî müslümanlığı devletin resmî dini ha­line getirilince fıkıh da bundan etkilen­miş, fürûda ve usulde kayda değer bazı gelişmeler olmuştur. Bu dönem içinde üç ekolün etkili olduğu görülmektedir,

a- Ali b. Hüseyin el-Kerekîf (ö. 940/1533) ekolü bir yandan fıkhı sağlam temelle­re ve delillere dayandırıp her meseleyi delillendirme çalışmaları yaparken öte yandan dinin devlet içindeki gücünden faydalanarak fakihin yetkilerinin sının, cuma namazı, vergi gibi konuları incele­me ve tartışma alanı içine almıştır,

b- Ahmed b. Muhammed el-Erdebîlî (ö. 993/ 1585) usûlî metodu destekleyip geliştir­meye gayret etmiş, usul ve fürüda da­ha öncekilerin söylediklerine bakmaksı­zın ietihad ve istidlallerde bulunmuştur.

c- Tenkit süzgecinden geçirmeden riva­yet fıkhı ve muhaddisler (selef) hakkın­da risaleler yazan ve onları öven bazı usûlî fakihlerin faaliyetleri, zemini Ahbâ-riler’in yeniden canlanmasına uygun ha­le getirmiş, muhtemelen iktidar da usû­lî müctehidlerin kontrollerini ve güçleri­ni zayıflatacak mezhep içi bir muhale­fetin ortaya çıkmasında fayda görmüş­tür. Bu uygun şartlardan istifade eden Muhammed Emin el-Esterâbâdî (ö. 1036/ 1626) ile taraftarları Usûlîler’e karşı ye­ni bir mücadele başlattılar; şer’î delil ola­rak da akla, aklî istidlalin dayanağı ve metodu olarak Aristo mantığına hücum ettiler. ŞİÎ kaynaklarda rivayet edilen bü­tün hadislerin sahih olduğunu ve fıkhın bunlara dayanması gerektiğini ileri sür­düler. Ahbârî yaklaşım bu dönemde bir fıkıh ekolü vasfını kazandı; İran, Irak ve Bahreyn’de o devirde güçlü temsilcileri bulunmayan Usûlîler’i sindirerek bura­lara hâkim oldu. Bu ekol daha sonraki dönemlerde İran ve Irak’ta gücünü kay­betmekle birlikte Bahreyn’de hâlâ etkisi­ni sürdürmektedir. Ahbârî ekolünün kuv­vetli temsilcilerinin sayısı oldukça azdır. Bunların içinde Feyz-i Kâşânî (ö. 1090/ 1679) ile Vesû’ilü’ş-Şî’a adlı hadis kitabının yazarı Hür el-Âmilî (ö. 1104/1692-93) gibi önemli kişilerin Usûlîler’e karşı tavırları daha yumuşak ve uzlaşmacı bir görünüm arzetmektedir.

7- Bihbehânî Dönemi. Ahbârfler İetihad fıkhına ve bunun metodolojisi olan fıkıh usulüne karşı oldukları için bir buçuk asır kadar süren bir zaman içinde Şiî dünyasında fıkıh usulü İtibardan düş­müş, öğretimde ve uygulamada kullanıl­mamıştır. XII. (XVIII.) yüzyılın ikinci yarı­sında iyi yetişmiş bir fakih, aklî istid­lal ve tahlil kabiliyetine sahip bir usul-cü olan Muhammed Bakır Bihbehânî (ö. 1206/1791-92), Ahbârîler’in hâkimiyeti­ni zayıflatarak usûlî fıkha yeniden canlı­lık kazandırmıştır.

8- Şeyh Ensârî Dönemi. Fıkıh ve USÜİ-İ fıkıh alanında son gelişmeyi gerçekleş­tiren, bu iki ilmi bir bütün halinde ele alıp başarılı bir şekilde birleştiren, ayrı­ca konularını zenginleştirip çağın ihtiyaç­larına cevap verecek hale getiren Mur-tazâ el-Ensârî (ö. 1281/ 1864) olmuştur. Günümüze kadar ilmî çevrelerde Şeyh Ensârî ekolü hâkim olmuş, fürû ve usul alanında yazdığı eserler örnek alınarak yeni kitaplar kaleme alınmış, fıkıh öğre­timi yapılmış ve fetvalar verilmiştir.

B- Fıkıh Usulü ve Şer’î Deliller. İmam­lar ve onların çağdaşı olan Şîa fakihleri-nin bir kısmı içtihada dayalı fıkhı teşvik ve tatbik ettikleri gibi münasebet düş­tükçe bazı usul kaidelerini de zikretmiş­lerdir. Ancak bu ilk devir fakihleri tara­fından yazılıp zamanımıza kadar intikal eden bir usul kitabı mevcut değildir. Gü­nümüze kadar gelen ilk usul kitabı, Şeyh Müfîd’in et-Tezkire bi-uşûli’1-hkh adlı eseridir. Küçük hacimli muhtasar bir ki­tap olan et- Tezkire ihtiyaca cevap ver­mediği İçin Şeyh Müfîd’in öğrencisi Şe­rif el-Murtazâ usul konusunda birkaç eser yazmış, bunların içinde ez-Zerica iî ‘ilmi uşûli’ş-şerî’a boşluğu dolduran kitap olmuştur. Şerif el-Murtazâ’nın öğrencisi Ebû Ca’­fer et-Tûsî ‘Uddetü’1-uşûl adlı eseriyle kendi görüşlerini fıkıh usulünde temel-lendirmiştir. Bu iki kitap iki asır kadar usul sahasındaki ihtiyaca cevap vermiş ve medreselerde ders kitabı olarak oku-tulmuştur. Daha sonra gelen ve yine Tü-sî ekolüne mensup olan Muhakkik el-Hilirnin Mecdricü7-uşûi’ü ile öğrencisi İbnü’l-Mutahhar el-Hillînin Tehzîbü ta-riki’I-vüşûl, Mebâdi3ü’l-vüşûî, Nihâ-yetü’l- vüşûl adlı eserleri derli toplu ve kullanışlı oldukları için önceki iki kitabın yerini almışlardır. Bundan sonra zama­nımıza kadar yazılan birçok usul kitabı bu ilme önemli bir katkıda bulunmamış, ancak yeni baştan tertip, konuları anla­şılır hale getirme, karışık ve çelişkili ifa­deleri uzlaştırma ve ayıklama gibi hiz­metler ifa etmiştir.

Ahbârî Şîa fakihlerine göre hüküm ve fetvaların tek kaynağı hadislerdir; Kur’ân-ı Kerim de hadislerin açıklaması sayesin­de anlaşılacak ve uygulanacaktır. Bun­ların dışında başka bir delil yoktur; ieti­had da taklid de caiz değildir. Usûlî fı-kıhçılara göre ise müctehidlerin bilgi el­de etmek ve hüküm verebilmek için baş­vuracakları dört delil vardır: Kitap, sün­net, icmâ ve akıl. Bu kaynaklarda hük­mün delilinin bulunamaması halinde uygulama ilkelerine ba­kılır. Sünnî fakihlerin başvurduğu kıyas ve istihsan* muteber birer delil değildir.

1- Kitap. Doğrudan vahye dayandığı ve tevâtüren nakledildiğinden kaynağına aidiyetinde şüphe bulunmadığı için bi­rinci derecede bilgi ve hüküm kaynağı kitap yani Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ca’feriyye mezhebinde Kurân-ı Kerîm’in delil ol­ması konusunda herhangi bir görüş ay­rılığı yoktur. Tartışılan hususlar, kitabın zahirinin delil olup olmadığı ve kitapta tahrifin (eksiltme veya ilâvenin) bulunup bulunmadığıdır. Kitabın zahirinden mak­sat bir mânaya delâlet ihtimali daha kuvvetli olmakla beraber başka bir mâ­naya delâlet ihtimalinin de bulunduğu âyetlerin ifadesidir. Ahbârîler’e göre aşa­ğıdaki sebeplerden dolayı Kur’an’ın za­hiri ile amel etmek caiz değildir:

a- Her­kesçe bilinmese bile bu âyetlerdeki ihti­mali ortadan kaldıran bilgi mevcut ola­bilir,

b- İmamlar re’ye dayalı tefsiri me-netmişlerdir, halbuki zahir mânayı ter­cih etmek re’ye dayanmak demektir,

c- Bazı rivayetler, Kur’ân-ı Kerîm’i ancak nüzul sırasında ona muhatap olanların anlayabileceklerini ifade etmektedir. Bu­na karşı Usûlîler’e göre Kur’an’ın zahiri de delildir,

a- Zahiri açıklayan bilgiler kaynaklarından araştırılır, bulunamazsa dil kurallarına ve örfe başvurulur. Her konuda olduğu gibi burada da genel an­latım ve anlaşma yolları kullanılır ve uy­gulanır,

b- Kur’ân-ı Kerîm’i dil kuralları­na ve örfe dayanarak anlayıp uygulamak re’y tefsiri değildir; re’y tefsiri akla da­yanarak nassı ve zahiri te’vil etmekle gerçekleşir,

c- Kur’ân-ı Kerîm’i anlama­yı belli bir zümreye tahsis eden rivayet­ler sağlam değildir, kitabın gönderilme amacına ve evrensellik vasfına ters düş­mektedir; böyle bir sonuca götüren ha-ber-i vâhidler delil olarak kabul edile­mez.

Kur’an’da tahrifin bulunup bulunma­dığına gelince. Küleynî’nin el-Kâfî’sı gibi IV. yüzyılın birinci yarısına kadar uzanan Şiî rivayet kaynaklarında Kur’ân-ı Ke­rîm’in tahrif edildiğine dair nakiller mev­cuttur. Buna karşı Şeyh Sadûk Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir tahrifin bulunmadığı il­kesini. İmam Ca’fer’e dayandırarak ve Şia’nın inanç esaslarından biri olarak zik­retmektedir. Şerif el-Murtazâ ve Ebû Ca’fer et-Tûsî Sadûk’u teyit etmişler, İs-nâaşeriyye Şîası’nda muteber olan inan­cın Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir değiştir­menin yapılmadığı şeklinde olduğunu bunun aksini ifade eden rivayetlerin asıl­sız bulunduğunu kesin bir dille ifade et­mişlerdir. Bugün de Şiî-Ca’ferî camiada bu inanç hâkimdir.

2- Sünnet. On iKi imamı benimseyen Ca’ferîler’e göre sünnet masumların sözleri, fiilleri ve tasviplerinden ibarettir. Masumların bilgisi ya ilham yoluyla veya buna maz-har olanın diğerine öğretmesi usulüyle elde edilmiştir; bu sebeple onların söy­ledikleri, delilin nakil ve rivayeti değil biz­zat kendisidir. Sözler duruma ve kari­nelere göre bağlayıcı hüküm de getire­bilir, fiil ve takrirler İse gerekli şartları taşıdığı takdirde ancak cevaza ve ser­bestliğe delâlet eder. Sünnetin delil ol­ması güvenilir olmasına, bu da onun ri­vayet ediliş şekline bağlıdır. Tevatür yo­luyla nakledilen sünnet hem inanç hem de amel sahalarında delildir, hüccettir. Tevatür sınırına ulaşmamış hadisler ile râvileri arasında Sünnîler’in de bulun­duğu hadisler ise delil olma yönünden tartışılmıştır. Haber-i vahidin muteber bir delil olup olmadığı konusunda üç farklı görüş ileri sürülmüştür,

a- Şerif el-Murtazâ, Tabersî, Muhammed b. İd-rîs el-Hillî gibi usulcülere göre bu haber­ler zan ifade eder ve zan dinde hüccet olmaz,

b- Ahbâriler’e göre meşhur dört kitapta bulunan bütün hadisler sahihtir ve bunlarla amel edilir,

c- Ebü Ca’fer et-Tûsî, İbn Tâvûs, İbnü’l-Mutahhar el-Hillî gibi usulcülerin savundukları ve üzerin­de ittifak bulunduğunu ileri sürdükleri görüş ise haber-i vahidin bazı şartlarda delil olabileceği şeklindedir. Genellikle haberin kaynağı -meselâ masumlardan biri olması gibi- ve râvileri noktalarında yoğunlaşan bu şartlara ilâveten hadisin akla, kitaba, kesin sünnete ve icmâa ay­kırı bir hüküm ve bilgi getirmemiş ol­ması da göz önünde bulundurulmuştur. Üzerinde görüş birliği bulunmamakla beraber ŞİÎ-İmâmî olmayan râvilerin nak­lettikleri hadisleri muteber delil sayan usulcüler de vardır. Burada aranan şart, Şiî-İmâmî olmayan râvinin dindar ve ha­dis konusunda yalan söylemekten çeki­nen bir kişi olmasıdır. Bir konuda İmâmı râvilerden herhangi bir haber nakledil-memişse diğer mezheplerden güvenilir râvilerin hadisleriyle amel edilir. Mürsel hadisin râvisi güvenilir ise Şiî usuicüle-rin çoğuna göre onunla da amel edilir.

3- İcmâ. Sünnîler’e göre aynı asırda ya­şayan bütün müctehidlerin bir fıkıh me­selesinin hükmü üzerinde birleşmesiyle icmâ gerçekleşmiş olur. Ca’feriyye’ye göre ise bu nitelikteki icmâ şer’î delil teş­kil etmez. Asıl delil masumun görüşü­dür. Buna göre icmâ, ittifak eden müc-tehidler arasında imamın da bulunması ve böylece onun görüşünü ihtiva etmesi durumunda hüccet olur. İcmâ içinde İma­mın kavli veya tasvibinin yer alıp alma­dığını tesbit etmek amacıyla ortaya ko­nan birçok usul vardır. Bunlar arasında şu dört usul yaygınlık kazanmıştır:

a- His yolu. Şerîf el-Murtazâ’nın savundu­ğu bu usulde imam hayattadır, şahsı de­ğilse bile yaşadığı bölge bilinmektedir. Böyle bir dönemde meydana gelen ic­mâ üzerinde yapılacak inceleme sonun­da masumun kavlinin de icmâa dahil olup olmadığı tesbit edilebilir,

b- Lütuf yolu. Ebû Ca’fer et-Tûsrnin benimsedi­ği bu görüşe göre imamın bir hidayet kaynağı olarak insanlara gönderilmesi­ni gerekli kılan ilâhî lütuf, dine ve ger­çeğe aykırı bir ittifak karşısında ima­mın sükût etmemesini de gerekli kılar.

c- Hads yolu. Bütün İmâmî müctehidle­rin asırlar boyu belli hükümler üzerinde birleşmiş olmaları imamın da aynı gö­rüşte olduğunu gösterir,

d- Takrir (tas­vip) yolu. İmamın karşı görüşte olduğu­nu açıklamasına bir engel bulunmadığı halde sükût etmiş olması ittifaka katıl­dığının delili sayılır.

4- Akıl ve Kıyas. Sünnî usulcüler genel­likle kıyası bir delil olarak benimsemiş­ler, buna karşı Gazzâlî ve Şevkânî gibi bazı istisnalar dışında akla şer’î deliller arasında yer vermemişlerdir; yer veren­lere göre de akıl “berâet-i asliyye” delili olarak telakki edilmiştir. Şiî usulcüler ise Sünnî fakihlerin kıyasını reddetmiş, Şeyh Müffd’den beri aklı dördüncü bir delil olarak zikretmişlerdir. Müstakil bir delil olarak akıldan neyi kastettikleri an­cak Muhakkik el-Hİllî ve Şehîd-i Evvel’-den itibaren açıklık kazanmaya başla­mış, daha sonraki çalışmalar bazı yanıl­ma ve karıştırmaları da düzelterek aklî delili açık ve seçik bir şekilde ortaya koy­muştur. Buna göre aklî delil, “şer’î hüküm hakkında kesin bilgiye ulaştıran akla dayalı bir kaziyyedir”. Bu tarifin be­lirlediği delil mantıkçıların kıyasından başka bir şey değildir. Şunu da belirt­mek gerekir ki aklı şer’î delil kabul eden Şiî usulcülere göre bu tür bir delil doğ­rudan ve müstakil olarak dinî hükmün kaynağı olmayıp sadece Allah nezdinde mevcut olan hükmü keşfeden, ortaya çı­karan bir delildir. Bütün akıllar bir şe­yin iyi ve güzel olduğu noktasında itti­fak edince Allah’ın da aynı şeyi iyi ve güzel bulduğuna, bu bir fiil ise yapanı övüp mükâfatlandırdığına, yapmayanı ise ye­rip cezalandırdığına akıl aracılığı ile hük-medilmekte ve akıl bu anlamda dinî de­liller statüsüne girmektedir.

5- Sîret. Şiî kaynaklarında kendisine sık­ça atıfta bulunulan delillerden biri de “sîret”tir. Sîretten bütün insanların bel­li bir düşünce ve davranışı benimsemiş olmaları kastedilirse “binâü’l-ukalâ”, bir grubun meselâ Şîa’nın benimsemesi kas­tedilirse “sîretü’l-müteşerria” terimleri kullanılmaktadır. Yapılan inceleme ve tahliller sonunda sîretin akla veya icmâa dahil bir delil olduğu ortaya çıkmıştır.

6- Diğer Deliller. Sünnî kaynakların “is-tihsan”, “istislâh”. “sahâbî kavli”, “örf” gibi başlıklar altında birer şer’î delil ola­rak ele alıp incelediği deliller Ca’ferîler’e göre ya muteber değildir (istihsan gibi) veya kitap, sünnet akıl gibi diğer delil­lerden birinin çerçevesine girmektedir.

7- Uygulama ilkeleri (usûl-i ameliyye). MÜSlümanın amacı muteber delilleri kulla­narak ilâhî hükmü Öğrenmek ve uygu­lamaktır. Bazan tercihe imkân verme­yecek şekilde delillerin çelişmesi veya belli bir konuda delilin bulunamaması sebebiyle ilâhî hükmü bilmek mümkün olmamaktadır. Ca’ferî usulcüleri bu du­rumda “uygulama ilkeleri”ni devreye sok­maktadırlar. Mükellef bu ilkelere göre hareket etmekte ve görevini yerine ge­tirmiş olmaktadır. Bu ilkeler arasında is-tishâb, berâet, ihtiyat ve tahyîrin uygu­lama alanının daha fazla olduğu kabul edilmektedir. İstishâb ilkesine göre bir hükmün veya hakkın geçmişte kesin ola­rak varlığı bilindiği halde şu anda devam edip etmediği konusunda şüphe mev­cutsa devam ettiği kabul edilerek işlem yapılır. Berâet, şer’î delilin bulunmadığı ve bilinmediği hallerde hükmün de bu­lunmadığını kabul etmek ve buna gö­re davranmaktır. Caferi Usûlîler berâet prensibini hem bağlayıcı fiilde hem de mecburi terkte olmak üzere Ahbârîler’e nisbetle daha kapsamlı bir şekilde kul­lanmışlardır. İhtiyat, delilin bulunmama­sı halinde muhtemel bütün şıkları yeri­ne getirmekten ibarettir. Usûlîler’in red­dettikleri bu prensip, Ahbârîler’ce ya­sak olması muhtemel bütün şekil ve şık­ları terketmek suretiyle uygulanmıştır. Daha az uygulanan tahyîr prensibi ise ihtiyatın mümkün olmadığı yer ve za­manlarda söz konusudur.

C- İctihad, Taklid ve Merciiyyet.

1- İctihad. İçtihadın genellikle kıyasla aynı anlamda kullanıldığı dönem ve yerlerde Ca’ferî fakihleri kıyasa karşı oldukları için içtihadı da mahkûm etmişler ve bu terimi kitaplarına açıklayıp reddetmek maksadıyla almışlardır. Ancak Sünnî âlimleri, Gazzâlî ve Cessâs’ın yaptığı gi­bi içtihadı kıyastan daha farklı ve geniş anlamda kullanmaya başlayınca Şiîler’in Usûlî mektep mensupları da kelimeyi bu mânada alıp kullanmışlardır. Muhtemelen bunların ilki olan İbnü’l-Mutah-har el-Hillî’ye göre ictihad, şer’î olup zanna dayanan meselelerin hükmünü elde edebilmek için düşünme ve bilgi edinme gücünü son sınırına kadar kul­lanmaktan ibarettir. Hz. Peygamber’in ictihad etmesi caiz değildir; çünkü onun böyle bir şeye ihtiyacı yoktur, ayrıca ic­tihad söz konusu olduğu takdirde teb­liğ ettiği şeylerin Allah’tan geldiği inan­cının sarsılması da muhtemeldir. İmam­ların da ictihad etmeleri caiz değildir, çünkü ictihadda isabet etmek de yanıl­mak da söz konusudur, halbuki onlar hatadan korunmuşlardır. İmamlar şer’î hükümleri ya doğrudan Resûlullah’ın öğ-retmesiyle veya Allah Teâlâ’nın ilhamı ile elde ederler. Diğer âlimlerin yani müc-tehidlerin ise çelişen deliller arasında tercihler yapmak. Kitap ve Sünnetin ge­nel hükümleri üzerinde düşünmek sure­tiyle hüküm çıkarmaları caizdir. Ancak kıyas ve istihsan metotları İle hüküm çı­karmaları muteber değildir. Ca’ferî Usûlîler önce­leri ictihad terimini kullanmadan, daha sonra bu terimi de kullanarak kıyas ve istihsan dışında içtihadı caiz görüp uy­guladıkları halde Ahbârîler ictihad ve taklidi reddetmiş, dinî bilgi ve hüküm­lerin hadislerde bulunduğunu, hadisle­rin de meşhur kitaplarda toplanmış olduğunu, bilginin bu kaynaklardan alın­ması gerektiğini savunmuşlardır. İçtiha­dın şartları ve tecezzîsi konusunda Şîa âlimlerinin özel bir görüşü yoktur. İçtiha­dın devamlılığı konusunda ise Şiîler Sün-nîler’den farklı bir tutum benimsemiş ve içtihadı devam ettirmişlerdir. Bunda bir yandan dinî bilgi ve hükümlerin hadis kaynağından alınması ile ilgili teşvikler, öte yandan fetvasına başvurulacak müc-tehidin hayatta olması şartı etkili ol­muştur. Müctehidlerin tamamı isabet et­miş sayılmaz. Aynı konuda farklı ictihad-larda bulunmuş müctehidlerin bir gru­bu isabet etmişse diğerleri hata etmiş­lerdir; ancak hatalarından dolayı günah­kâr olmazlar.

2- Taklid. Delilini bilmeden bir mücte-hidin fetvasını benimsemek ve bununla amel etmekle taklid gerçekleşmiş olur. Ca’ferî Usûlîler’e göre bizzat ictihad edemeyenlerin taklid yolunu benimse­meleri şu şartlarda caizdir:

a- Taklide konu olan hüküm inançla veya dinden olduğu kesinlikle bilinen ibadet vb. ko­nularla ilgili olmayacak,

b- Taklit edilecek âlim müctehid ve muttaki olacak,

c- Muttaki ve güvenilir olmanın bir teminatı olarak İsnâaşeriy-ye mezhebine mensup bulunacak,

d- Fet­va veren müctehid hayatta olacak,

e- Hayatta olan müctehidlerin birden faz­la olması halinde içlerinden en âlim ve faziletli olanı taklit edilecektir.

3- Merciiyyet. Merci, başta fetva ver­me yetkisi olmak üzere birtakım dinî, hukukî ve siyasî yetkileri bulunan müc­tehid (fakih) demektir. Büyük gaybet dö­neminden sonra fakihlere ait yetkinin sınırı problemi or­taya çıkmış, ileri sürülen çözümler üç ayrı merhalede farklı gelişmeler göster­miştir,

a- XVIII. yüzyıla kadar genel ka­bul gören çözüm, “umumi ve siyasî ısla­hat için mehdiyi beklemek, fetva, kaza, zekât, humus, kısıtlıların şahıs ve mal­ları üzerinde velayet vb. konularda fa­kihlere başvurmak, onları merci olarak kabul etmek” şeklinde olmuştur,

b- XVIII. yüzyıldan XX. yüzyılın ikinci yansına ka­dar Nerrâkî, Hasan eş-Şîrâzî, Hâirî, Nâ-înî gibi müctehidler, fakihin yetki ve so­rumluluğunun siyasî ıslahat sahasını da içine aldığı görüşünü savunmuş, bu ko­nuda önemli adımlar atmışlardır,

c- Son merhale Âyetullah Humeynî ile başla­mıştır. Humeynrnin geliştirdiği velâyet-i fakih teorisine göre ümmetin en âlim ve faziletli fakihi, beklenen mehdinin naibi ve temsilcisidir. Buna göre siyasî ıslahat ve devlet yönetimi de (amme ve­layeti) dahil olmak üzere imamın bütün yetkileri en âlim ve faziletli fakihte mev­cut demektir. Bu fakih “genel merci” olup amme velayeti bakımından diğer fakihler ona tâbi olacaklar, hem onu mu­rakabe edecek, hem de fetva, kaza, hu­mus, zekât vb. konularda “sınırlı ve Özel merciler” olarak faaliyet gösterecekler­dir. Bu teori İslâm inkılâbından sonra İran’da geniş ölçüde uygulanmıştır. Bü­tün Şiî dünyasında uygulanma şansının ise en önemlisi siyasî olan birçok engel sebebiyle oldukça az olduğu kabul edil­mektedir.

D- Fürû. Sünnî mezheplerle Ca’feriyye mezhebi arasında deliller ve onlardan hüküm çıkarma usulü bakımından bazı farkların bulunması, çıkarılan hüküm­lerin de farklı olması sonucunu doğur­muştur. Bütün Sünnî fıkıh mezhepleri bir camianın mezhebi. Ca’feriyye de di­ğer camianın mezhebi olarak ele alın­dığında belli bir Sünnî fıkıh mezhebine nisbetle fark ve ihtilâf oldukça azalmak­tadır; çünkü bu mezhebin birçok hük­mü fıkıh mezheplerinden herhangi biri­ne uygun düşmektedir. Caferiyye’ye ait olup Sünnî fıkıh mezheplerinden herhan­gi birine uygun düşmeyen fürû hüküm­lerini hem Sünnî fakihlerden hem de Ca1-feriyye’den toplayıp bir araya getiren, bunlara umumi veya hususi kitaplarda yer veren âlimler olmuştur. Sünnîler’den Abdülazîz ed-Dihlevî”nin İsnâaşeriyye Şîa-sı’na reddiye olarak yazdığı Tuhfe-i İş-nâ çAşeriyye adlı eserin Mahmûd Şük-rî el-Âlûsî tarafından yapılan muhtasa­rında tesbit edilen fürü farkının sayısı 123’tür. Şiî Şerif el-Murtazâ ise söz ko­nusu farkları 110 olarak göstermiştir. Tuhfe muhtasarın­da çıplak ayak üstüne mesh, halı, kilim gibi -yeryüzü sayılmayan- şeyler üzeri­ne secdenin caiz olmaması gibi meşhur farklar zikredilmemiş, öte yandan Şîa’-mn benimsemediği veya üzerinde itti­fak etmediği bazı hükümler onlara mal edilmiştir. Şarabın, kümes hayvanlarının dışkısının necis sayılmaması, boy ab-desti alırken ayrıca abdest almanın ha­ram olması, imam veya onun tayin etti­ği bir kişi bulunmadıkça cumanın sahih olmaması bunlara örnektir. Adı geçen iki müel­lif ayn ayrı 100’den fazla ihtilaflı mese­le zikrettiği halde bunlardan sadece dokuzunda birleşmiştir.

1- Farz namaz­larda Fâtiha’dan sonra iki ayrı sûre ve­ya bir sûrenin sadece bir bölümü oku­namaz.

2- Altın ve gümüş ancak para ve sikke şeklinde dökülüp basılınca zekâta tâbi olur.

3- Kadınla normal olmayan yol­la Cinsî ilişki caizdir.

4- Muta nikâhı caizdir.

5- Teyze ve halanın rızâları alınarak yeğen-leriyle nikâhta cemedilmeleri, yani bir erkeğin birbiriyle teyze-yeğen, hala-ye-ğen durumunda olan iki kadını aynı za­manda eş olarak alması caizdir.

6- Bo­şama ancak iki şahit huzurunda olursa geçerlidir.

7- Boşama bunu ifade eden açık ve belli sözlerle yapılabilir.

8- Ölünün şahsî eşyası bü­yük oğluna verilir.

9- Kadınlara gayri menkul terikenin aynı verilmez, bunla­rın hakkı taşınmazın bedelinden ödenir. Farklı hükümleri derleyen iki müellifin tesbitleri birleştirilirse fark sayısı 2151 bulur, bunlardan birinin tesbiti esas alınırsa sayı 100 civarında kalır. Binlerce fıkıh meselesi göz önünde bulundurul­duğu takdirde Ca’ferîler’in 200 kadar meselede Sünnîler’den ayrılmış olma­sıyla bu iki mezhep arasında fıkıh açı­sından önemli bir farklılığın mevcut ol­madığı anlaşılır. Söz konusu farklar da daha çok iki mezhebin sünnet ve icmâ konularında kendilerine has anlayış ve uygulamalardan kaynaklanmaktadır.

Ehl-i sünnet âlimleri, Şiî-İmâmî grup­ları inanç yönünden bid’at mezhepleri içinde mütalaa edegelmiş, akaid, kelâm ve mezhepler tarihiyle ilgili eserlerde on­ların görüşlerini tenkide tâbi tutmuşlar­dır. Ca’ferîler de inanç bakımından İmâ­mı – İsnâaşerî oldukları için Sünnî fıkıh âlimleri tarafından ayrıca değerlendiril­memiş, fıkıhları da inançları gibi bid’at sayılmıştır. Ancak son dönemlerde İslâm ülkeleri arasındaki siyasî ilişkilerde gö­ze çarpan önemli değişiklikler neticesin­de, daha geniş çerçeveli bir İslâm birli­ğini gerçekleştirebilmek amacıyla, iki ta­raf âlimlerinden bazılarının birbirlerine bakış ve değerlendirmelerinde yumuşa­malar ve yakınlaşmalar meydana gelmiş­tir. Özellikle Ca’ferîler ile Sünnîler ara­sında yakınlık fikrini ortaya atan ve bu fikri fiilen gerçekleştirmek için gayret gösteren âlimler arasında, Ca’ferîler’-den her biri taklid mercii olan Muham-med Hüseyin Burûcirdî, Seyyid Şerefed-din, Muhammed Hüseyin Kâşifülgıtâ, A’yânü’ş-Şî’a müellifi Muhsin el-Emîn; Sünnîler’den Ezher şeyhleri Abdülmecîd Selîm ve Mahmûd Şeitût, İhvân-ı Müs-limîn’in lideri Hasan el-Bennâ, ayrıca Mu­hammed Ebû Zehre gibi âlimler kayde­dilmelidir. Yakınlığı, iş birliğini ve ilmî alışverişi savunan Sünnî âlimlere göre Ca’feriyye mezhebinin Usûlî kolunun sün­neti değerlendirme anlayışı Ahbârîler’e nisbetle Sünnî mezheplere daha yakın­dır. Şîa’nın masum sayıp sözlerini sün­net olarak kabul ettiği imamlar masum olmasalar bile âlim, faziletli ve çoğu müc-tehid derecesinde kişilerdir; bunların sözlerinden ictihad çerçevesinde fayda­lanmak mümkündür. Şîa’nın, içlerinde masum imam bulunduğu için benimse­diği ümmet icmâını Sünnîler de ümmetin icmâı olarak benimserler. Fürû ko­nusunda sayısı fazla olmayan farklar bir tarafa bırakılırsa çok geniş bir ortak sa­ha bulunduğu görülür. Geçmişte iki ta­raftan bazı âlimlerin sert ve itici ifade­lerini, tarafların birbirlerini mümin say­mamalarını, hısımlık bağı kurmamak gi­bi davranışlarını tarihî, siyasî ve sosyal sebeplere bağlamak ve geride bırakmak gerekir. Bu düşünceyi temsil edenler­den Mahmûd Şeltüt, 1 Ekim 1958’de Ca’feriyye mezhebinin meşru bir İslâm mezhebi olduğuna dair bir fetva neşret­miş, ardından da Ezher’de bir Şiî fıkıh kürsüsü kurulmuştur.

E- Literatür. Ca’ferî fakihler tarafın­dan tarih içerisinde bu mezhebin usul ve fürûa ait görüşleri hakkında zengin bir literatür ortaya konmuştur. Bunlar arasında özellikle şu eserler sayılabilir: Küleynî, el-Kâfî; Şeyh Sadûk İbn Bâbe-veyh, Men lâ yahduruhü’l-fakın-, Şeyh Müfîd (ö. 413/1022), el-Mukni’a fi’l-hkh; Şerif el-Murtazâ (ö. 436/1044), el-İntişâr, ez-Zeri ca fî “ilmi uşûîi’ş-şe-tîcq-, Ebû Ca’fer et-Tûsî. Tehzîbü’1-ah-kâm, el-İstibsâr fî ma’htülife mine’l-ahbâr, el-Mebsût fi’l-hkh, en-Nihâye fî mücerredi’!-hkh ve’1-fetâvâ, Udde-tul-uşûl; Tabersî (ö. 548/1153), et-Tem-hîd fi’I-uşûl; Ebû Mansûr Ahmed b. Ali et-Tabersî (ö. 620/1223), el-Kâfî min hkhi’ş-Şî’a; Muhakkik el-Hillî (ö. 676/ 1277), Şerâ3icu’l-İslâm fî mesâ^ili’l-helâl ve’1-harâm, el-Muhtasarü’n-Nâ-fic fîhkhi’l-İmâmiyye, Mecâricü’l-usûl; İbnü’l-Mutahhar el-Hillî (ö. 726/1325), Tahrîrü’l-ahkâmi’ş-şer’iyye ‘alâ mez-hebi’i-İmâmiyye, Müntehe’l-matlab fî tahkiki’l-mezheb, Nihâyetü’l-vusul ilâ cilmi’l-uşûl, Tehzîbü tarîki’1-vüşû] ilâ cilmi’l-uşûl, Mebâdi’ü’l-vüsûl ilâ il-mi’1-uşûl; Şehîd-i Evvel, el-Lüm’atü’d-Dımaşkıyye; Şehîd-i Sânî. er-Ravzotü’l-behîyye fî şerhi’1-Lüm “ati’d-Dımaşkıy-ye, Temhîdü’î-kavâcid; Ebû Mansûr Hasan b. Şehîd-i Sânî (ö. 1011/1602), Mecâlimü’l-uşûl; Feyz-İ Kâşânî, el-Vâ-îî, Meîâühu’ş-şeri’a; Hür el-Âmilî, Ve-sâ3ilü’ş-Şîca ilâ ahkâmi’ş-şeri’a, Bi-dâyetü’l-hidâye-, Muhammed Bakır el-Meclisî (ö. 1110/ 1698 (?|), Bihârü’1-en-vâr; Ca’fer el-Cenâhî (ö. 1226/1811), Keş-fü’1-ğıtâ3; Muhammed Hasan b. Bakır b. Abdürrahîm en-Necefî (ö. 1266/1849-50), Cevâhirü’l-kelâm iîşerhi ŞerâVi’J-İslâm; Muhammed Kâzım b. Abdül’azîm el-Yezdî(ö. 1337/1918-19), Urvetü’l-vuska. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Caferiyye maddesi)

CA’FER ES-SÂDIK

Ebû Abdillâh Ca’fer b. Muhammed el-Bakır b. Alî Zeynil’âbidîn (Ö. 148/765) İsnâaşeriyye’nin altıncı, İsmâiliyye’nin beşinci imamı, Ca’ferî fıkhının kurucusu.

80 (699) veya 83 (702) yılında Medi­ne’de doğdu. Babası İsnâaşeriyye’nin be­şinci imamı Muhammed el-Bâkır, anne­si Hz. Ebû Bekir’in torunu olan Kasım b. Muhammed’in kızı Ümmü Ferve’dir. Böylece Cafer es-Sâdık’ın soyu baba ta­rafından Hz. Ali’ye, anne tarafından da Hz. Ebû Bekir’e ulaşmaktadır. Künyesi büyük oğlu İsmail’e nisbetle Ebû İsmail ise de onun kendisinden önce vefat et­mesi sebebiyle daha çok Ebû Abdullah, bazan da Ebû Mûsâ diye anılmıştır. La­kaplarının en meşhuru Sâdık olup Sâbir, Fâzıl, Tâhir ve Atır lakaplarıyla da zikre­dilmiştir.

Dedesi Zeynelâbidîn’in ölümü sırasın­da on beş yaşında olan Ca’fer es-Sâdık, ilk bilgileri ondan ve babası Muhammed el-Bâkır’dan aldı. Babasının on dokuz yıl süren imametinden sonra kendisi de otuz dört yıl aynı vazifeyi devam ettirdi.

Şiî âlimler, Hz. Ali’nin Hasan ve Hüse­yin’i kendisinden sonra imam tayin et­tiği gibi Muhammed el-Bâkır’ın da oğlu Ca’fer’i imam olarak belirlediği görüşün­dedirler. Onlara göre Bakır, “Biz yeryü­zünde güçsüz düşürülenlere lutufta bu­lunmak, onları önderler yapmak, yine onları vârisler yapmak istiyoruz” mealindeki âyette ifade edi­len kimseler arasında Ca’fer es-Sâdık’ın da bulunduğunu belirtmiş, vefatı sıra­sında ona, mensuplarına karşı iyi dav­ranmasını tavsiye etmiş ve kendisine “kâimin kim olacağı sorulduğunda etiy­le Ca’fer’e dokunarak. “Hz. Peygamberin âl-i beytinin kâimi budur” diye cevap ver­miştir. Onun bu ifadeleri, Ca’fer es-Sâ­dık’ın imameti konusunda mütevâtir de­liller olarak kabul edilmiştir.

Uzun süren imamet devresinde çeşit­li kesimlere mensup geniş İslâm toplu­muyla iyi münasebetler kuran Ca’fer es-Sâdık, Sünnî kaynaklarda da daima hür­metle anılan ilmî bir şahsiyet olarak be­nimsenmiştir. Emevî ve Abbasî devirlerini İdrak eden ve mensubu olduğu Hâ-şimîler’in imamı olarak onların durumu­nu korumaya çalışan Ca’fer, amcası Zeyd b. Ali’nin isyan edip öldürülmesinden son­ra (122/740) ağırlaşan şartların tesiriy­le siyasetten tamamen uzaklaşmış, Me­dine’de ilimle meşgul olmuş ve bu şekil­de Emevîler’in baskılarından kurtulabil­miştir. Abbasîler devrinde de siyasî-ida­rî tutum açısından önemli bir değişik­liğin olmadığını görerek kendisini ilme vakfetmiştir. Özellikle amcazadeleri Mu­hammed en-Nefsüzzekİyye ile İbrahim b. Abdullah’ın 145 (762) yılındaki isyan­larına muhalefet etmiş, onlara başarılı olamayıp öldürülebileceklerini söylemiş­tir. Hadiselerin Ca’fer es-Sâdık’ın tah­min ettiği İstikamette gelişmesi, daha sonra Şîa tarafından onun geleceği bil­mesi şeklinde değerlendirilmiştir.

Ca’fer es-Sâdık Medine’de vefat etti. Şiî rivayetler onun Abbasî Halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr tarafından zehirlene­rek öldürüldüğü şeklindedir. Cenazesi Cennetü’l-BakTda babası Muhammed el-Bâkır ve dedesi Zeynelâbidîn’in ka­birlerinin yanına defnedildi. Mezarı Veh-hâbîler’in tahribine kadar ziyaret ma­halli olarak kalmıştır. Cafer es-Sâdık’ın. amcası Hüseyin b. Ali Zeynelâbidîn’in kı­zı olan ilk hanımı Fatma’dan İsmail, Ab­dullah, Ümmü Ferve; Hamide el-Berbe-riyye adlı ikinci hanımından Mûsâ, İs-hak, Fâtıma, Muhammed; diğer hanım­larından da Abbas, Ali ve Esma olmak üzere on çocuğu olmuştur. Ölümünden sonra Şîa, oğulları İsmail adına kurulan İsmâiliyye ve Mûsâ el-Kâzım’ı imam ta­nıyan İsnâaşeriyye olmak üzere iki bü­yük gruba ayrıldı.

Hadis, tefsir, fıkıh, akaid, cedel, lügat ve tarih gibi alanlarda yoğun bir faali­yetin görüldüğü, değişik fikir ve görüş­lerin fırkalaşmayı meydana getirmeye başladığı II. (VIII.) yüzyılda İslâmî konu­lardaki düşüncelerini daha toplayıcı bir tarzda ortaya koyan Ca’fer es-Sâdık, bu­nunla birlikte sapık fırkalarla mücadele etmekten de geri durmamıştır. Bu se­beple çağdaşlarının takdirini kazanmış, ancak çeşitli zümreler onun farklı mezi­yetlerini ön plana çıkarmışlardır. İsnâa-şeriyye’ye göre o bütün gizli, felsefî, ta-savvufî, fıkhî, kimyevî ve tabii ilimlere, ayrıca Zebur, Tevrat, İncil’e ve İbrahim’in suhufuna, Hz. Fâtıma’nın mushafına, her türlü helâl ve harama, geçmiş ve geleçekteki bilgi ve haberleri ihtiva eden cefr ilmine vâkıftır; ilâhî ilimlerin taşıyıcısı ve Şia’nın altıncı imamıdır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan Mûsâ ve Hızır kıssa-sındaki ihtilâfta her ikisinin de haber­dar olmadığı hususları bilen, başlangıç­tan kıyamete kadar olmuş ve olacak her şeyi Hz. Peygamber’den veraset yoluyla öğrenmiş olan kimsedir. Hattâbiyye, Bezîgıyye, Umeyriyye, Nâvûsiyye ve Mufaddaliyye gibi müfrit ŞİÎ fırkaları, İsmâiliyye imamlan ve do­layısıyla Ca’fer es-Sâdık hakkında bun­dan daha aşın fikirler ileri sürerken onun Ali’den üstün, mehdî, peygamber ve hat­ta ilâh olduğunu iddia etmişlerdir. Buna karşılık Ehl-i sünnet Ca’fer’i ha­disle uğraşan, fıkıhta müctehid derece­sine ulaşmış, sezgi gücü yüksek, doğru sözlü, nakline ve görüşlerine güvenilir bir hadis ve fıkıh âlimi olarak değerlen­dirmektedir.

Hadis ilminde sika kabul edilen Ca’­fer es-Sâdık’ın kendilerinden hadis ri­vayet ettiği kimselerin başında babası ile anne tarafından dedesi olan Kasım b. Muhammed b. Ebû Bekir gelmekte­dir. Bunlardan başka Ubeydullah b. Ebû Râfi’, Urve b. Zübeyr, İkrime el-Berberî, Ata b. Ebû Rebâh. Nâfi’ ve Zührfden de rivayette bulunmuştur. Mâlik b. Enes. Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Ebû Hanîfe, İbn Cüreyc, Ebû Âsim en-Nebîl, Yahya b. Saîd el-Ensârî, Yahya el-Kat-tân. oğulları İsmail, Muhammed, Müsâ el~Kâzım, İshak ve Şîa kaynaklarında sa­yıları 4000’e ulaştığı belirtilen kimseler kendisinden hadis dinlemiş ve rivayette bulunmuşlardır. Rivayetleri Buhârînin eJ-Câmicu’ş-şahîh’\ dışında Kütüb-i Site’de yer almıştır. Buhârfnin bu eserin­de Ca’fer’den rivayette bulunmaması, onun hadis konusunda zayıf oluşu yü­zünden değil meclisine girip çıkan bazı kimselerin kendisinin söylemediği mün-ker ve mevzu hadisleri ona isnat etme­leri sebebiyledir. Nitekim Buhârî el-Edebü’I-müfred”mde ve di­ğer eserlerinde onun rivayetlerine yer vermiştir. Ca’fer es-Sâdık’ın Ebû Hanîfe ile Medine ve Irak’ta, Amr b. Ubeyd, Vâ­sıl b. Atâ ve Hafs b. Salim ile de Mekke’­de ilmî münakaşalar yaptığı bilinmekte­dir. Zürâre b. A’yen ile kardeşleri Bekirve Hamrân, Cemîl b. Sâüh, Muhammed b. Müslim et-Tâifî, Büreyd b. Muâviye, Hişâm b. Hakem. Hişâm b. Salim. Ebû Basîr. Muhammed e!-Halebî, Abdullah b. Sinan, Ebü’s-Sabbâh el-Kinânî öğren­cilerinden bazılarıdır.

Ca’fer es-Sâdık tasavvuf tarihinde de önemli bir yere sahiptir. İlk sûfîlerin ha­yat hikâyelerini anlatan Ebû Nasır es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî ve Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi mutasavvıf müelliflerin on­dan hiç bahsetmemiş veya nadiren atıf­ta bulunmuş olmalarına karşılık Ebû Nuaym el-İsfahânî Hilyetü’l-evliya* da kendisine geniş yer ayırmıştır (I, 3-20). Attâr ise Tezkiretü’I-evliya adlı eseri­ne onunla başlar. Bütün sûfîlerin evliya­dan saydıkları Ca’fer es-Sâdık tarikat silsilelerinde de önemli bir yer tutar. Nakşibendiyye ve Bektaşiyye mensupla­rı ona tarikat silsilelerinde yer verir, Bâ-yezîd-i Bistâmî’yİ onun müridi olarak görürler. Bir tarikat olmaktan çok tasavvuf! bir tavrı ifade eden Aşkıyye mensupları sil­silelerini Ca’fer es-Sâdık’la başlatırlar. Ni’metullâhiyye, Nûrbahşiyye ve Zehebiyye gibi Şiî tarikatları da onun tasav­vuf bakımından önemini kabul etmişler­dir. Bununla beraber genel olarak Şîa Ca’fer es-Sâdık’ın tasavvufla hiçbir ilgi­sinin bulunmadığını, sûfîleri kendisine düşman bildiğini ve onlarla mücadele etmeyi dinî bir görev saydığını ileri sü­rerler. Cefr, havas, tılsım gibi bir­takım gizli ilimlerin, gaybı ve geleceği bilme ile ilgili bazı olağan üstü yetenek­lerin ona nisbet edilmesi, daha zi­yade son dönem mutasavvıfları için ilgi çekici olmuş, bu ise birçok huraff inanç ve uygulamaların ortaya çıkmasına yol açmıştır.

İnsanların din konusunda bilmeleri za­ruri olan başlıca hususları, Allah’ı kâina­tın yaratıcısı ve yöneticisi olarak tanı­mak. O’nun nimetlerini ve O’na karşı ya­pılması gereken vazifeleri bilmek, küfür ve irtidada sebep olacak şeylere vâkıf olmak şeklinde gösteren Ca’fer es-Sâdık’a göre Allah hiç­bir şeye benzemez, hiçbir şey de O’na benzemez. Allah kulların tasavvur ettiği her türlü hayal ve vehmin ötesindedir, gözler O’nu idrak edemez. Ca’fer, Hz. Peygamber’in mi’racda Allah’ı görüp gör­mediği hususu kendisine sorulduğunda “kalbiyle gördü” şeklinde cevap vermiş­tir. İnsanların İhtiyarî fiillerinin kendilerine nisbet edile­ceğini, fiillerin hayır veya şer olmasın­dan dolayı mükâfat ve ceza görecekle­rini belirten Ca’fer es-Sâdık. kıyamet gü­nünde Allah’ın bütün mahlûkatı topla­yacağını, onları emirlerini yerine getir­memekten dolayı mesul tutacağını, ira­deleri dışında mâruz kaldıkları şeylerden dolayı ise sorumlu tutmayacağını söyle­miştir. Büyük gü­nah işleyen kimsenin durumu hakkında ona nisbet edilen görüş, günahkâr mü­minin günahı miktarınca azap gördük­ten sonra cehennemden çıkıp cennete gireceği şeklindedir. Ona göre büyük gü­nahlar şirk. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, ebeveyne itaatsizlik, adam öl­dürmek, namuslu kadınlara zina isna­dında bulunmak, yetim malı yemek, sa­vaştan kaçmak, yalan yere yemin et­mek, ribâ, zina, hıyanet, zekât verme­mek, yalancı şahitlik, içki içmek, nama­zı terketmek, ahdi bozmak, akrabalık münasebetini kesmek, yalan söylemek, Allah’a karşı nankörlük, ölçü ve tartıda hile yapmak, livâta ve bid’at olmak üze­re yirmiyi aşkındır.

Kur’ân-ı Kerîm tefsirinin re’ye dayan­dırılmasını tasvip etmeyen Ca’fer es-Sâ­dık, böyle bir tefsirde isabet edilse bile sahibinin Allah katında bir ecir elde ede­meyeceğini söylemiştir. Re’y ile yapılan tefsiri tamamıyla kabul veya reddetme­yen İmâmiyye ise imamların beyanına aykırı olan açıklamalara karşı çıkmak­tadır.

Ca’fer es-Sâdık’tan nakledilen, “Takıyye benim ve atalarımın dinidir, takıy-yeye uymayanın dini yoktur” ve, “Duru­mumuzu ifşa eden onu inkâr eden gibi­dir” şeklindeki sözler, başkalarının bil­mediği, kendisinin de yayılmasını İste­mediği ve özellikle devlet yönetimini il­gilendiren bazı düşüncelerinin bulundu­ğu izlenimini vermektedir. Fakat muh­temel tehlikeleri önlemek amacıyla ko­nulan bu prensip, daha sonraki Şiî fır-kalannca zaman zaman istismar edil­miş, sübjektif sebeplerle inançlarını giz­leme, prensiplere aykırı davranma ve taahhütlerini yerine getirmeme gibi uy­gulamalara yol açmıştır. Bedâ konu­sundaki Şiî düşüncesi de oğlu İsmail’in erken ölümü dolayısıyla ona nisbet edil­miştir. Gerekli şartlar hazırlanmadan devlet reisine isyan et­menin faydadan çok zarar getireceğini düşünen Ca’fer es-Sâdık, babası Muham­med el-Bâkır ve dedesi Zeynelâbidîn’in yolunu takip ederek fitneden mümkün olduğu kadar uzaklaşmaya gayret gös­termiş. Muhammed en-Nefsüzzekiyye ile kardeşi İbrahim b. Abdullah’ı da bu se­beple isyandan vazgeçirmeye çalışmıştır. Ehl-i sünnet kaynaklarında ise Ca’fer es-Sâdık rec’at, bedâ, tenasüh, gaybet, hulul ve teşbih ile ilgili hususlardan ta­mamen tenzih edilmiştir.

Şîa’ya göre imamların bilgisi hata ih­timali bulunmayan ledünnî bilgi türün­den olduğu için Ca’fer es-Sâdık’ın fıkıh­la ilgili görüşleri de delillerinden istin-bat edilerek ulaşılmış aklî bilgiler olma­yıp Hz. Peygamber’den kendisine inti­kal eden ilâhî bilginin sonucudur. Bu se­beple o helâl ve haramlarla ilgili gerçek­leri bilmek için diğer müctehidler gibi ic-tihad ederek belli bir hükme ulaşma du­rumunda değildir. Ehl-i sünnet âlimleri ise Ca’fer es-Sâdık’ı. başta Kitap ve Sün­net olmak üzere dayanacağı kaynaklan ve içtihadında uygulayacağı metotları bulunan ve kesinlikle masum olmayan bir müctehid olarak kabul etmektedir­ler.

Şîa grupları Ca’fer es-Sâdık’a pek çok mucize isnat etmiş, bütün dua ve dilek­lerinin kabul olunduğunu, dünyadaki bü­tün lisanları bildiğini iddia ederek hemen her konuda söylenmiş hikmetli sözlerinin bulundu­ğunu ileri sürmüşlerdir. Bu sözlere “nes-rü’d-dürer” (saçılmış inciler) denilmekte­dir.

Ca’fer es-Sâdık’ın tabii ilimler ve özel­likle kimya konusunda geniş çalışmaları bulunduğu, nitrik asit ve kezzap ile tuz ruhunun karışımından meydana gelen ve altın eritmeye mahsus bir sıvı olan “aqua regia”yı keşfettiği ve kimya konusundaki bilgi­lerini kabiliyetli gördüğü öğrencisi Câ-bir b. Hayyân’a öğrettiği yaygın rivayet­ler arasındadır. Ancak bu rivayetlerin doğ­ruluğu çok şüphelidir. J. F. Ruska, P. Kraus gibi bazı şarkiyatçılar kimya, cefr. havas gibi konularda Cafer’e isnat edi­len rivayetlerin asılsız olduğunu ileri sür­müşlerdir. Ruska ya göre o dönemde Me­dine’de kimya ile ilgilenmeyi mümkün kılacak şartlar mevcut değildi; ayrıca “bu takva ehli insanlar’ın teorik veya pratik kimya bilgilerine ulaşmaları imkânsızdı. Ancak bazı araştırmacılar, Cafer’in ge­nellikle Medine’de yaşamakla birlikte İrak’a giderek bir süre orada kaldığını ve kimya, tıp, astrono­miye özel merakı olan ve bu alanda bir­kaç kitabın Arapça’ya çevrilmesini sağ layan Hâlid b. Yezîd’in (Muâviye’nin toru­nu] halasının oğlu olduğunu dikkate ala­rak kimya ile ilgilenmiş olabileceğini be­lirtmişlerdir. Bununla birlikte gerek kimya gerekse cefr, tıl­sım, havas, hurûf gibi sırrı ilimlerde uz­man olduğu, kitaplar yazdığı, öğrenciler yetiştirdiği, keşifler yaptığı yolundaki iddialar tamamen asılsız olmasa bile bü­yük ölçüde mübalağalıdır. Bu hususta kendisine isnat edilen görüş, bilgi ve eserlerin çoğu. aslında sonraki Şiî-Bâtı­nî zümrelere ait olup Ca’fer’in bütün müslümanlar nezdinde saygı gören ki­şiliğini istismar etmek üzere ona izafe edilmiştir. Nitekim Buhârînin. Ca’fer’in yanına girip çıkanların onun ağzından hadis uydurduklarını göz önünde bulun­durarak ondan nakledilen hadislere iti­bar etmemesi de daha hayatta iken çev­resinin kendisi hakkında yakıştırmalar yapmaya başladığını göstermektedir.

Eserleri:

Cafer es-Sâdık’ın yüzlerce ki­tap ve risale yazdığı ileri sürülmektedir. Bunların büyük bir kısmının ona nisbeti şüpheli olup yaşadığı dönem, çevresi, İl­mî ve dinî şahsiyeti dikkate alınırsa bil­hassa kimya ve cefr gibi konulara dair kitapların onun telifleri olması imkân­sız gibidir. Bu konuda hayli müsamaha­kâr olanlar bile Ca’fer’in bu alanlarda eser yazıp yazmadığının bilinmediğini söylemektedirler. Aslında Ca’fer’in öğrencisi olduğunu söy­leyen ve onu söz konusu ilimlerde oto­rite kabul eden Câbir b. Hayyân’ın bu İlimlerle ilgili bir tek eserinin bile adını zikretmemesi, bu eserler üzerindeki te­reddütleri daha da arttırmıştır.

Ca’fer es-Sâdık’ın zamanımıza ulaşan eserleri şunlardır:

1- Mişbâhu’ş-şerî’a ve miftâhu’l-hakîka. Ca’fer es-Sâdık’in dinî ve ahlâkî muhtevalı sözlerinin 100 babda ele alındığı bu eserin çeşitli yaz­ma nüshaları British Museum’da, Meş-hed ve Haydarâbâd Osmaniye Üniversi­tesi kütüphanelerinde bulunmaktadır. Kitap Delhi (1856), Tebriz (1278) ve Tah-ran’da (1314) yayımlanmış, ayrıca Fars­ça tercüme ve şerhiyle birlikte Hasan el-Mustafavî tarafından neşredilmiştir.

2- Tefsîrü’l-Kurbân. En es­ki nüshası hicrî X. asra ait olan bu ese­rin Bankipûr, Bohâr ve Aligarh kütüpha­nelerinde yazmaları mevcuttur.

3- Kitâbü’1-Cefr. el-Hâfiye fi’l-cefr, el-Hafi­ye fî cilmi’l-hurûf veya el-Hâfiye ad­larıyla da anılan eserin yazma nüshaları British Museum’da, İskenderiye el-Mek-tebetü11- belediyye. Dârü’ 1- kütübi’ I – Mıs-riyye (Tal’at). Süleymaniye (Cârullah) ve Köprülü kütüphanelerinde bulunmakta­dır.

4- İhtilâcü’1-a’zâb. İnsan organla­rındaki titremeler ve bunların sebep ol­duğu hastalıklardan bahseden eserin yazma nüshaları Berlin Staatsbibliothek ile Gotha. Topkapı (ili. Ahmed) ve Kasta­monu kütüphanelerinde mevcuttur.

5- Heyâkilü’n-nûr (es-Sebca). Tılsımdan bahseden bu eserin iki nüshası Bibliot-heque Nationale ve Cambridge Üniver­sitesi Kütüphanesi’ndedir.

6- Esrârü’l-vahy. Hicri X ve XIII. yüzyılda istinsah edilen iki yazması Süleymaniye Kütüp-hanesi’nde (Hamidiye ve Hasan Hüsnü Paşa) bulunan küçük bir risaledir.

7- Ha-vâşşü’1-Kurâni’l-‘azîm. Hicrî IV ve XI. yüzyılda istinsah edilmiş nüshalarının bu­lunduğu bilinen risalenin bir yazması Dâ-rü’l-kütübi’z-Zâhİriyye’dedir.

8- Kitâbü’t-Tevhîd ve’1-ihlîlce. Mufaddal b. Ömer’­den rivayet edilen bu eser Tevhîdü’l-Mufaddaî diye de anılır. Meşhed, Tebriz ve Kâzımiye kütüphanelerinde çeşitli nüs­haları bulunan eser, Kitâbü’t-Tevhîd ve’î-ediUe ve’t-tedbîr adıyla 1329’da İstanbul’da basılmış, Fahreddin et-Tür-kistânî tarafından 1065’te (1654) Fars­ça’ya çevrilmiştir.

9- Risâletü’i-veşâyâ ve’1-fuşûî. Kimya ile ilgili olup Risale fî cilmi’ş-şınâa ve’1-haceri’l-mükerrem olarak da bilinir. Nuruosmaniye, Râmpûr ve Halep kütüphanelerinde yazma nüs­haları bulunan risale Almanca tercüme­siyle birlikte J. Ruska tarafından neşre­dilmiştir.

10- Dü’â’ul-cevşen. Birkaç varak hacmindeki risa­lenin hicrî XI. yüzyılda istinsah edilmiş bir nüshası Bİbliotheque Nationale’de bulunmaktadır.

Bunların dışında Menâfi’u süveri’l-Kur’ân, Kitâb fî işbâti’ş-şânic, Es’ile cani’n-nebî, Münâzaratü’ş – Sâdık fi’t-tafzîi beyne Ebî Bekir ve CA1Î, el-Edci-yetü’l-üsbû’iyye, Du’â, Kitâbü’ş-Şı-rât, Hırz, el~Hikemü’l-Cacferiyye, Ri­sale fi’1-kimyâ3, Ta’rîfü tedbîri’1-ha-cer, el-Edille ‘ale’1-halk ve’t-tedbîr, Risale fî fazli’l-Hacer ve Mûsâ, İhti­yar âtü’l-eyyam ve’ş-şühûr, Mahmû-dâtü’l-eyyam, Cedvel fî mezhebi’s-si-nîn ve’ş-şühûr ve’1-eyyâm, Meîhame, el-Kur’a, Risâletü’1-fe 1, Sirâcü’z-zul-me ve es-Silkü’n-nâdir gibi eserler Ca’­fer es-Sâdık’a nisbet edilmektedir.

Ca’fer es-Sâdık hakkında yazılmış çok sayıda monografiden bazıları şunlardır:

Meclisî. Târîhu’l – İmâm Ca’fer es-Sâdik; Ahbârul-İmâm Ca’fer eş-Şâdık maca’l-Manşûr; J. F. Ruska, Arabîsche Alchemisten 11; Muhammed Yahya el-Hâşimî, el-İmâ-mü’ş-Şâdık mülhimü’l-kimya, Abdülazîz Seyyidülehl, Ca’fer fa. Muhammed; Muhammed Ebû Zehre, el-İmâm eş-Şâdık hayâtüh ve arâ^üh ve fıkhuh; Mu­hammed el-Halîlî, Tıbbü’1-İmâm eş-Şâ­dık; Abdülhalîm el-Cündî, el-İmâm Ca’fer eş-Şâdık. (Diyanet, İslam Ansiklopedisi, Cafer es-Sadık maddesi)

This entry was posted on Pazar, Aralık 7th, 2008 at 12:46 and is filed under MEZHEPLER-ANLAYIŞLAR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz