-
4th Ekim 2008

Tebyinu’l-Kur’an(Kur’an’ın Beyanı)-İşte Kur’an-Hakkı Yılmaz

posted in KİTAPLAR |

TEBYÎNU’L-KUR’ÂN / İŞTE KUR’ÂN- Hakkı Yılmaz

SUNUŞ

http://www.tebyinulkuran.com/uploads/images/iste-kuran-01.jpg (Eûzü billâhi mine’ş-Şeytâni’r-racîm)
Kur’ân’ı Arapça aslından okuyup anlamak ve anladıklarımı Türkçe anlatmak üzere, Şeytânıracîmden, onun telkin ve iğvalarından Allah’a sığınıyorum. Allah’ın izniyle bu kitapta hevâ, heves ve kuruntudan kaynaklanan ham düşünce üretimine yer verilmemiştir. Açıklamalar Kur’ân’ca dır, yani Rabbimizin açıklamalarıdır. Bir âyetteki kısa ve öz ifadeler, daha ilerideki Sûrelerde detaylandırılmış olan âyetler ile açıklanmıştır.
 (Bismillâhirrahmânirrahîm)

 

 

 

Kur’ân’ın Türkçe açıklamasına Rahmân ve Rahîm Allah adıyla ve O’nun adına başlamış bulunuyoruz. Bu çalışma, kesinlikle maddî ya da dünyevî bir beklenti söz konusu olmadan, sadece Allah’ın rızasını kazanmak dileği/duası ile yapılmıştır.
http://www.tebyinulkuran.com/uploads/images/iste-kuran-02.jpg (Elhamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn)
Tam olarak yalnız kendisine malum olan özelliklerini bilemediğimiz için Yüce Allah’ı layığı ile övemesek de, bilebil
diğimiz ve tahayyül edebildiğimiz tüm övgüleri âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm Allah için özgülüyor, bilhassa bize Kur’ân’ı Türkçe olarak okuyucuya sunma nimetini bahşettiği için O’na sonsuz şükranlarımızı arz ediyoruz.
 (Ve’-Salâtü ve’s-selâmü ‘aleyna)
Yüce Rabbimizden, peygamberi Muhammed’i, yakınlarını ve arkadaşlarını destekleyip kolladığı gibi, bizlerle birlikte Allah’ın dinine hizmet edenlerin tümünü de korumasını, kollamasını ve desteklemesini niyaz ediyoruz.

 

 

Bu kitap “tefsîr” değil, “tebyîn”dir.
http://www.tebyinulkuran.com/uploads/images/iste-kuran-03.jpgالتّفسير – tefsîr” sözcüğü, terim olarak “Kur’ân’ı, Yüce Allah’ın muradına delâlet etmesi yönünden beşerî takat oranında açıklamak” demektir.
تفسير – tefsîr” sözcüğünün kökü “فسر – fesr” sözcüğüdür. “Açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamına gelen bu sözcük, ilk defa tıp alanında “doktorun suya bakması” anlamında kullanılmıştır. Nitekim bu kökün başka bir türevi olan “تفسرة – tefsîra” sözcüğü, “hastalığın tespiti için üzerinde araştırma yapılan sidik” demektir. (Lisanü’l-Arab; Fesr maddesi, cilt 7, sf. 101)

 

 

 

http://www.tebyinulkuran.com/uploads/images/iste-kuran-04.jpgHekimler getirilen “tefsîra”ya bakarak hastalıkların sebeplerini bulup açıkladıkları için “fesr” sözcüğü de zamanla yukarıda verilen “açıklamak, örtülü şeyi açmak” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. “Fesr” sözcüğünün tef’il babında
n mastarı olan “tefsîr” sözcüğü de bu anlama paralel olarak “iyice araştırmak, çok açıklamak” anlamında kullanılmaktadır.
Bütün bunlar, “tefsîr” sözcüğünün filolojik olarak şu anlamlara delalet ettiğini göstermektedir: “Anlaşılamamış, kapalı, müşkil, müphem bir sözü, konuyu, ya da meseleyi anlaşılır hâle getirmek.” Böyle bir tarif, sözcüğün terim anlamı için verdiğimiz tanımla da uyumludur. Ragıp da el-Müfredat adlı eserinde “tefsîr” sözcüğünü Lisanü’l-Arab’a uyumlu olarak açıklamıştır. (El Müfredat , Fesr maddesi, sf. 380)

Bu bilgilere göre “Kur’ân tefsîri” diye yazılan eserler, müellifleri böyle düşünmeseler de, Kur’ân’ın kapalı, müphem ve örtülü olduğunu peşinen kabul etmiş olmaktadırlar.
Bu nedenle, elinizdeki bu çalışmanın bir Kur’ân tefsîri olmadığını özellikle belirtmek gerekir.
Bizim anlayışımıza göre Kur’ân’ın insanlar tarafından tefsîrine ihtiyaç yoktur. Çünkü Kur’ân’ın bizzat kendisi yüceler yücesi Rabbimiz tarafından yapılmış en güzel tefsîrdir. Nitekim Furkan Sûresinin 33. âyetindeOnların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, sana hakkı [doğrusunu] ve en güzel açıklamayı getirmeyelim” denilerek Kur’ân’ın en iyi tefsîr olduğu, ele aldığı meseleleri en güzel şekilde açıkladığı ve problemleri tamamen çözdüğü bildirilmektedir. Ayrıca Kur’ân’da “ايات بيّنات – âyâtün beyyinâtün” , “كتاب مبين – kitâbün mübîn”, “بيّنه – beyyenehü”, “مبيّنات – mübeyyinât”, “تبيان – tibyân” ve “بيان – beyân” gibi aynı kökten türetilmiş kavramlarla Kur’ân âyetlerinin apaçık olduğu bildirilmiş, Kur’ân’ın kapalı, müşkil, anlaşılmaz olmadığı yüzlerce kez vurgulanmıştır. Yüce Allah kitabındaki mesajlarının açıkça anlaşılabilmesini sağlamak için her türlü anlatım tekniğini kullanmış, bir anlatım aracı olarak sivrisinek gibi en basit şeyleri bile örnek vermekten çekinmemiştir. Böylece ilahi mesajlar üniversitedeki akademisyenden dağdaki çobana kadar herkes tarafından anlaşılabilecek bir açıklığa kavuşturulmuştur.
Kur’ân’ın herhangi bir tefsîre gerek duyulmayacak kadar açık ve anlaşılır olduğunu gösteren bu gerçekler ortada iken Kur’ân’ı tefsîr etme iddiasıyla yola çıkmak, en hafifinden cüretkârlık olarak nitelendirilecek bir yaklaşım olsa gerektir.
تبيين – tebyîn” sözcüğü, iki zıt anlam için de kullanılan “بين – beyn” sözcüğünün türevlerinden olup tef’il babından mastardır. Saklama anlamına gelen “كتم – ketm” sözcüğünün zıt anlamlısı olan “tebyîn ”, “açığa koyma” demektir. Ancak bu, iyi anlaşılmamış bir şeyi açıklama anlamında değil, var olan bir şeyi ortaya koyma, gözler önüne serme anlamında bir açığa koymadır. Meselâ Araplar “بيّن الصّبح لذى العينين – beyyene’s-subhu li zi’l-ayneyni” yani “Sabah, gözü olanlara her şeyi ortaya koydu” şeklinde bir deyim kullanmaktadırlar. Bir benzetme yaparak anlatmak gerekirse; “Tebyîn ” buzdolabında, kilerde veya herhangi bir yerde durmakta olan yiyeceklerin yenmek üzere masanın üzerinde hazır duruma getirilmesi, yani zaten var olan yiyeceklerin bulundukları yerden alınıp ortaya konulmasıdır. “Ketm ” ise tam tersine, ortada durması gereken bir şeyin ortadan kaldırılıp bir yerlere saklanmasıdır.
Tebyin” sözcüğünün bu anlamı Kur’ân’da net olarak vurgulanmıştır:
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz, insanlara apaçık gösterdikten sonra gizleyenlere hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder. Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve [açık delilleri ve hidâyeti] açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira Ben onların tövbelerini kabul ederim. Ben tövbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.” Bakara; 159,160.
“Ve hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir bedel karşılığı sattılar. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü!” Âl-i Imran; 187.
Tebyin sözcüğünün ism-i mef’ul kalıbına konulmuş bazı türevleri Kur’ân’da “فاحشة مبيّنة – fâhişetün mübeyyinetün (Nisa 19, Ahzab 30, Talâk 1)” ve “ايات مبيّنات – âyâtün mübeyyinâtün (Nur 34, 46, Talâk 11)” şeklindeki ifadelerle yer almıştır. “Beyân” sözcüğünün türevlerinden olup “apaçık” anlamına gelen sözcükler ile “açığa koyma” anlamındaki “tebyin” sözcüğü ve onun ism-i mef’ul kalıbındaki türevleri bazıları tarafından anlamdaş olarak kabul edilse bile, her bir sözcüğün anlamı bulunduğu kalıp itibariyle bir diğerinden farklıdır.
Kur’ân konteksti içinde “تبيين – tebyîn”, “Her biri gâyet açık ve seçik olan Kur’ân âyetlerinin ortaya konularak gözler önüne serilmesi” anlamına gelmektedir. Bu ortaya koyuş, Kur’ân’ı vahyeden ve onu açıklamayı kendi üzerine borç alan Rabbimizin yaptığı bir iştir. Peygamberlerin Allah’tan aldıkları vahyi kendi toplumlarına aktarmalarına “tebliğ” denmekle birlikte, sonraki yinelemeleri de mahiyeti bakımından birer “tebyin” faaliyetine dönüşmektedir (Nahl 39, 44, 64, Zühruf 63, Maide 19, 15, İbrahîm 4). Kavram bu bağlamda ele alındığında, müminlerin görevinin sadece tebyin olduğu anlaşılmaktadır.
Bizim yapmaya çalıştığımız da budur. Kur’ân’ı kapalı, anlaşılmaz olmaktan tenzih eder, “onu tefsîr ettik” deme cüretinden Rabbimize sığınırız.
Görevi sadece tebyîn olması gereken müminlerin Kur’ân’ın apaçık olma özelliğine gölge düşürme ihtimalleri bulunan diğer bir önemli konu da müteşabih âyetlerin te’vili konusudur.
Zümer Sûresinin 23. ve Âl-i İmran Sûresinin 7. âyetleri , Kur’ân’ın “محكم – muhkem” ve “متشابه – müteşâbih” âyetlerden oluştuğunu açıkça belirtmektedir. Mekke’de inen ve iniş sırasına göre 59. sırada yer alan Zümer Sûresinin 23. âyeti bir ipucu olarak değerlendirildiğinde, o ana kadar inmiş olan bütün âyetlerin müteşâbih oldukları öne sürülebilir. Muhkem ve müteşâbih kavramlarının ne anlama geldiklerini açıklama gereği duyan sözlük, ansiklopedi ve terim kitaplarının neredeyse tümünde “muhkem” sözcüğünün açık, anlaşılan, sağlam; “müteşabih” sözcüğünün ise kapalı ve anlaşılmaz anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Söz konusu lügat ve ansiklopedilerin işlediği ortak yanlış, bu iki sözcüğün birbirinin karşıt anlamlısı olarak gösterilmesidir.
Bu satırları yazan, söz konusu kavramların zıt anlamlı iki sözcük olduğu şeklindeki yerleşik kanaati paylaşmamaktadır. Ayrıntıları yeri geldiğinde verilecek olmakla birlikte, Kur’ân âyetleri hakkında yerleşmiş bulunan bu yanlış ön kabulü düzeltmek üzere her iki kavramın özü hakkında kısaca bilgi vermeyi yararlı görmekteyiz.
محكم – muhkem” sözcüğü “hüküm içeren” demektir. Dolayısıyla muhkem âyetler , içerisinde insanları kargaşa ve zulme düşmekten engelleyen ilkelerin bulunduğu âyetler anlamına gelir. Bu âyetler açıktır, nettir ve tek bir anlam ifade ederler. Bu âyetlerden, ifade ettikleri birincil anlamlardan başka anlamlar çıkarılmaz.
Müteşâbih âyetler ise birden çok, birbirine benzer, birbirinden güzel anlamlar içeren ve her bir anlamı da açık olarak anlaşılan âyetler demektir. Bu âyetler mecaz, kinaye ve diğer edebî sanatların da kullanıldığı ama yapılan benzetme ve örneklemelerden dolayı kültür seviyesi en alt düzeyde olanların bile anlayabilecekleri âyetlerdir. Onlar da tıpkı muhkem âyetler gibi açık, seçik, anlaşılır âyetler olup kesinlikle kapalı, müşkil ve anlaşılmaz değildirler. Müteşabih âyetler kapalı, müşkil ve anlaşılmaz âyetler olarak kabul edildiği takdirde Zümer-23’teSözün en güzeli” olarak nitelenen Kur’ân, aynı zamanda kapalı, anlaşılmaz âyetler de içeriyor olacaktır. Bu ise kapalı, anlaşılmaz âyetlerin “sözün en güzeli” olması anlamına gelir ki, Kur’ân ile böyle bir tuhaflığın bağdaşması mümkün değildir.
İşin doğrusu, müteşâbih âyetler anlaşılır, birden çok ve birbirinden güzel anlamlar içeren, kim hangisini anlarsa anlasın bu anlamların hepsinin de doğru olduğu âyetlerdir.
Kur’ân, Âl-i Imran Sûresinin 7. âyetinde bu âyetlerin tevilinin mümkün olduğu bildirilmektedir. Belirtmek gerekir ki, “تأويل – te’vil” sözcüğü kimilerinin “yorumlama”, kimilerinin de “tefsîr etme” anlamında kullandığı, dolayısıyla anlamı çarpıtılmış sözcüklerden biridir. Aslında sözcük “الرّجوع – rücû geriye dönüş” anlamındaki “ا ول – evl” sözcüğünün tef’il babından mastarıdır. Türkçedeki “evvel, ilk” sözcükleri de bu sözcükten gelmektedir.
Te’vil” sözcüğü, geriye dönüş şeklindeki kök anlamından değişerek tedbir [arkalaştırma] yani birinci, ikinci, üçüncü şeklinde ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik sırasına koymak anlamlarında kullanılır.
Bu anlamlara göre müteşâbih âyetlerin te’vîli demek, o âyetlerin birbirinden güzel, birbirine benzeyen açık seçik anlamlarının arka arkaya sıralanması, bu anlamların öncelikli bir sıraya tabi tutulması demektir. Yoksa anlamları sadece Allah tarafından bilinen kapalı ve anlaşılmaz âyetlerin ancak “râsihûn” denen ehil kimselerce yorumlanabilmesi değildir.
Karşıt anlamlı oldukları iddia edilen muhkem ve müteşâbih ile müteşâbih âyetlerin te’vîli konularındaki daha ayrıntılı bilgiye bu kelimelerin geçtiği Kur’ân âyetleri incelenirken değinilecektir. Yine de unutulmamalıdır ki, âyetteki muhkem ve müteşâbih kelimeleri birer terim olmayıp sözlük anlamlarında kullanılmış normal sözcüklerdir.

KUR’ÂN’IN İFADESİNDEKİ MUCİZE BAŞKA BİR DİLDE GÖSTERİLEMEZ

Peygamberliklerini kanıtlamaları için bazı seçilmişlere Allah tarafından ihsan edilmiş farklılıklara mucize denilmektedir. İnsanlar evrendeki fiziksel ve biyolojik süreçlere aykırıymış gibi görünen bu farklılıklarla karşılaştıklarında onların ancak Allah’ın yardımıyla ortaya çıkabileceği kanaatine sahip olurlar ve bu farklılıkları sergileyenlerin Hak peygamber olduklarına inanırlar.
Mucizeler genellikle peygamber gönderilen toplumların ilerleme gösterdikleri alanlarla ilgili olmuştur. Meselâ Mûsâ (as) döneminde Mısır’da en revaçta olan konu sihir olduğu için, Mûsâ’nın insanları düşünmeye sevk edecek farklılığı da asa/değnek ve beyaz el şeklindeki mucizeler şeklinde ortaya çıkmıştır. İllüzyon gibi sanal görüntülere alışkın olan o toplumdaki bu mucizeler tümüyle sihri alt etmeye yöneliktir. Nitekim Mûsâ’nın karşısına, onu alt etmek üzere yine sihirbazlar çıkarılmıştır. Buna karşılık Mûsâ koca bir yılana dönüşen asasıyla sihirbazların sihirlerini bozmuş, sonuçta göz yanılsamasından farklı olduğu her bakımdan açık olan bu gerçek görüntüler karşısında sihirbazlar Mûsâ’nın hak peygamber olduğunu kabul ve tasdik etmişlerdir.
Peygamberimizin mucizesi olan Kur’ân da, Arapların en ileri olduğu edebiyat alanında gerçekleşmiş bir mucizedir. Gerçekten de Arap Edebiyatı, bizim edebiyatımız da dahil olmak üzere tüm dünya edebiyatına kaynak olmuş bir edebiyattır. Kur’ân tam anlamıyla edebî bir mucizedir. Edebi alandaki yüksek seviyesi dünyaca da kabul edilen bir toplum içinden bir kişi çıkmış ve başta toplumdaki edebiyatçılar olmak üzere herkesi hayran bırakan sözler söylemeye başlamıştır. Toplumu tarafından çok iyi tanınan bu kişinin daha önce edebiyatla hiç ilgilenmemiş olması insanları büyük bir şaşkınlığa düşürmüştür. Öyle ki, “Ben yazmadım, ben uydurmadım, bunlar bana Allah’ın vahyettiği âyetlerdir” dediği halde kibirli şairler ona inanmamış, o sözlerden daha güzelini söylemek Sûretiyle onu alt etmek için ihtirasla gayret göstermişlerdir. Buna rağmen o sözlere benzer edebi metinler ortaya koyma konusunda tam bir acze düşmüşlerdir. Özetle, normal hayatındaki konuşmaları ile yine o eski Mekkeli Muhammed olan bu kişi, kendisine vahyolunduğunu söyleyerek okuduğu Kur’ân ile bir mucize sergilemiştir.
Dikkat edilirse burada iki ayrı mucizenin bulunduğu anlaşılır. İlki, daha önce edebiyatla hiç ilgilenmemiş bir kişinin birden bire mükemmel güzellikte sözler söylemeye başlaması; ikincisi ise bu sözlerin bir benzerinin hiçbir insan tarafından oluşturulamaz özellikte olmasıdır.
Kur’ân’la ilgili mucizeler bu ikisiyle sınırlı değildir. Onda ayrıca gaybe, gaybın bir parçası olan geleceğe ait mucizeler de vardır. Bu mucizeler gerçekte Rabbimizin mucizeleri olup peygamberimizin şahsında ve Kur’ân’da sergilenmiştir.
Kur’ân’ın “Mu’cizü’l-Beyân” [İfade Mucizesi] oluşu sadece indiği zaman dilimi için değil, bugün için de geçerlidir. Bu özelliğini kıyâmete kadar devam ettireceği de bir o kadar kesindir. Ne var ki, bu mucizevî özelliği sadece Kur’ân’ın orijinal dili olan Arapça’da görülebilmekte, çeviri yoluyla başka bir dile taşınamamaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’ı herhangi bir dile çevrilmiş mealinden okuyanların bu mucizeyi görmesi ve fark etmesi ne yazık ki mümkün değildir.
Kur’ân’da çoğu günümüz Türk Edebiyatı’nda da kullanılmakta olan bir çok edebi sanat vardır. Kendi içlerinde ayrıca kısımlara ayrılan bu edebi sanatlardan bazıları şunlardır:
Teşbih, Hakikat, Mecaz, İstiare, Kinaye, Haber-İnşa cümlesi: Emir, Nehy, İstifham, Temenni, Nida, Kasr, Vasl-Fasl, İcaz, İtnab, Tıbak, Mukabele, Umum-Husus, İcmal-Tafsil, Mûsâvat, Zikir-Hazf, Cinas, Seci, Husnü’l-İbtida, Husnü’l-İntiha, İltifat vb.
Bu çalışma Kur’ân’ın iniş sırasına göre yapılmıştır. Çünkü Kur’ân’ı daha iyi anlamak için onu Sûrelerin iniş sırasına göre incelemekten yanayız. Aslında Kur’ân kronolojik sıralamaya uyularak parça parça inen âyetler, necm necm inen âyetler, gruplar hâlinde inen âyetler arka arkaya getirilmek Sûretiyle yeniden tertip edilmeli ve bu şekli ile okunup anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bize göre böyle bir düzenleme son derece gereklidir. Ancak bu gereklilikten önce bir zorunluluk daha vardır. Zira Rabbimiz Vâkıa Sûresinde bu hususa dikkatimizi çekmiştir:
“Hayır! Yıldızların yerlerine-zamanlarına yemin ederim ki/parça parça inmiş âyetlerin yerlerini-zamanlarını [inişini] kanıt gösteririm ki…” Vâkıa; 75.
Bugün için Sûrelerin ve âyetlerin iniş sırasını tamamen doğru olarak belirlemek imkân dâhilinde değildir. Bunun nedeni, bu amaçla hazırlanmış ve gerekli incelemelerden geçmiş, kuvvetli belgelere dayanan bir düzenlemenin mevcut olmayışıdır. Ancak; Kur’ân’ın üslûp ve içeriği göz önünde bulundurulmak şartı ile eski tespitlerden yola çıkılarak yapılacak bir çalışma, her ne kadar tam doğru bir tertibe ulaşmayı sağlamasa da, doğruya yakın bir tertibe yaklaşılmasını mümkün kılabilir.
Bilindiği gibi, Kur’ân bir kerede toplu olarak değil, iyice sindirilmesi, ortaya çıkan her bir problemi çözmesi ve en gizlileri bile deşifre etmesi gerekçeleriyle parça parça, necm necm, bölüm bölüm indirilmiştir:
“Ve inkâr edenler: ‘Kur’ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?’ dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böyle [parça parça indirdik] . Ve Biz onu tane tane okuduk. Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, sana hakkı, doğrusunu ve en güzel açıklamayı getirmeyelim.” Furkan; 32,33
Bu şekilde parça parça, necm necm, bölüm bölüm inen âyetler, Kur’ân’dan öğrendiğimize göre ilk dönemlerden itibaren sayfa sayfa yazılmış ve sûreler hâline getirilmiştir. Çünkü bazı âyetlerde [Bakara 23; Tövbe 64, 86, 124, 127; Yunus 38; Nur 1; Muhammed 20, Hud 13] Kur’ân Sûrelerinden , Abese 13’te de Kur’ân sayfalarından bahsedilmektedir. Fakat Abese Sûresinin 13. âyetinde sözü edilen Kur’ân sayfaları ne maddi olarak bugün elimizdeki 605 sayfadır, ne de diğer âyetlerde sözü edilen Sûreler 114 adet olarak tespit edilmiş Sûrelerdir. Çünkü bugün elimizdeki Kur’ân sayfaları hattatların yazdığı sayfalardır. 114 adet olarak belirlenmiş Sûreler ise “Sûre”den söz eden âyetlerin indiği zamandaki Sûre anlayışı ile değil, yıllar sonra sahabenin içtihatlarındaki anlayış ile belirlenmiş Sûrelerdir.
Bizim anlayışımıza göre, Kur’ân’daki her necm [vahy bölümü] bir sayfa, her konu da bir Sûre idi.
Gönül, her bir necmin iniş sırasının belirlenmiş olmasını, Sûrelerin tertibinin de bu sıralamaya uygun olarak yapılmış olmasını isterdi. Bunun Kur’ân’ın daha iyi anlaşılması konusunda kolaylık sağlayacağı kanısındayım. Şahsen içimde İslâm ülkelerindeki akademisyenlerin ortak çabalarıyla böyle bir çalışma yapılacağı ve bunda başarı sağlanacağı yönünde bir umut taşımaktayım. Ne var ki, şimdilik bu hayalin önünde bir takım engeller mevcuttur.
SAYFA ve SÛRELERİN OLUŞUMU: Elimizdeki Mushaf, sayfa ve Sûrelerin sıralanışı yönünden kronolojik sıraya göre değil, sahabenin görüşleri doğrultusunda oluşturulmuştur. Özellikle belirtmek gerekirse, Kur’ân Allah’tan bu sıra ve tertip üzere gelmemiştir. Bu nedenle sûrelerin tertibi konusunda İslâm bilginleri ve araştırmacılar arasında geniş bir ihtilâf vardır. Mevcut tertibin peygamberimiz tarafından yapıldığını, yani tertibin tevkifî [vahye dayalı] olduğunu iddia edenler olduğu gibi, sahabenin içtihatlarıyla yapıldığını ileri sürenler de vardır.
Tertibin tevkifî olduğunu ileri sürenler, Halife Osman zamanında yazılan ve “İmam” ismi verilen Mushaf’ın bütün sahabe tarafından muhalefet edilmeden icmaen kabul edildiğini de iddia etmişler ve diğer şahıs Mushaflarının yakılmasının mevcut tertibin Allah tarafından vahiy ile yaptırıldığına yeterli kanıt olduğunu söylemişlerdir. Hâlbuki Kur’ân’da böyle bir vahiy yoktur. Olmadığı için de “vahy-i gayr-i metluv” şeklinde bir kavram ihdas edilmiştir.
İmam Malik’in de içinde bulunduğu ve mevcut tertibin sahabe içtihadına dayandığını kabul eden görüş sahipleri ise, sahabe elinde bulunan Mushafların farklı tertiplerde oluşunu kendi görüşlerinin doğruluğuna kanıt olarak göstermektedirler.
Bizim bu konudaki görüşümüz şudur: Mevcut tertibin tevkifî olduğunu iddia edenler, her şeyden önce bu iddialarına Kur’ân’dan herhangi bir delil getirememektedirler. Konunun irdelenmesine “bu konuda icma var” gibi bağlayıcı tavırlarla karşı çıkılması gerçeği yansıtmadığı gibi, Kur’ân’a ve İslâm’a da uygun değildir. Çünkü tarihsel olarak bu konuda bir icmanın var olduğu ileri sürülemez; konu bilimsel adıyla “Müttefakun aleyh” [oy birliği sağlanmış] bir konu olmayıp “Muhtelefün fih” [tartışmalı] olan bir konudur. Nitekim İbn-i Mesud’un Mushaf’ında Tevbe Sûresinin başında besmele olduğunu nakleden kaynakların mevcudiyeti, konunun tartışmalı olduğunu göstermektedir. Ayrıca âyetlerin tertibinde herhangi bir ihtilâf olmamakla beraber bazı sahabilerin Sûrelerin tertibinde farklılıklar olan Mushafları kendi yanlarında muhafaza ettikleri de nakledilen rivâyetler arasındadır. Nitekim bugünkü Mushaf’ın dışında, İbni Mesud Mushaf’ı, Ali Mushaf’ı, İbni Abbas Mushaf’ı, Ubeyy b. Ka’b Mushaf’ı gibi farklı tertip edilmiş Mushaf’ların da varlığı bilinmektedir. İbni Mesud’un Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Nisa, Âl-i İmran … şeklinde sıralanmış olan Sûreler, Osman’ın Mushaf’ında Fatiha, Bakara, Âl-i İmran, Nisa … şeklinde sıralanmıştır. Her iki Mushaf’ta da iniş sırası gözetilmemiştir. İniş sırasına göre tertip edildiği söylenen Ali Mushaf’ı ise Alak, Müddessir, Kalem, Müzzemmil, Tebbet, Tekvîr, A’lâ … Sıralamasıyla, önce Mekkî Sûreler sonra da Medenî Sûreler şeklinde tertip edilmiştir. Sûrelerin tertibinde görülen bu farklılıklar, tertibin tevkifî olmayıp sahabenin içtihatlarına göre yapıldığına delâlet etmektedir.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Kur’ân okurken âyet ve Sûrelerin sıralanışı ile ilgili olarak herhangi bir Kur’ân âyetinden destek almayan, tertibi hakkında müçtehitlerin icma ettikleri kanıtlanamayan ve birden fazla mevcudu bulunan tertiplere uymak hiçbir şekilde zorunlu değildir.
Mekkî ve Medenî Sûreler ayırımı, Sûrelerin indiği mekânlar dikkate alınmadan, sadece Hicret göz önüne alınarak yapılmıştır. Çünkü mekâna göre bir ayırım yapılmış olsaydı, yollarda inen Sûreleri, meselâ Mina, Arafat, Bedir ve Uhud gibi bölgelerde inen Sûreleri de ayrı bir kısım olarak saymak gerekecekti.
Mekkî ve Medenî şeklinde bir ayırım yapılmış olmasına rağmen, bazı Sûrelerin tamamının Mekkî ve bazı Sûrelerin de tamamının Medenî olmadığı bilinmektedir. Yani bazı Mekkî Sûrelerin içinde Medenî döneme ait, bazı Medenî Sûrelerin içinde de Mekkî döneme ait âyetler vardır. Bu âyetlerden bazıları bu cildin ilgili bölümlerinde belirtilmiştir.
Sûrelerin kaç tanesinin Mekkî, kaç tanesinin Medenî veya kaç tanesinin karışık olduğu üzerinde görüş birliği sağlanmış değildir. Suyûtî’ye göre 82 Sûre Mekkî, 20 Sûre Medenî, geriye kalan 12 Sûre ise ihtilâflıdır. Ubeyy b. Ka’b’a göre 87’si Mekkî, 27’si Medenî’dir. Nöldeke’ye göre 90’ı Mekkî, 24’ü Medenî’dir. Mısır Meliki Fuat’ın 1342’de ilmî bir heyete tetkik ettirerek bastırdığı Mushaf’a göre ise, Sûrelerin 86’sı Mekkî, 28’i Medenî’dir. Bu mushafın her Sûresinin başında o Sûrenin Mekkî veya Medenî olduğu, Mekkî ise içindeki Medenî âyetler, Medenî ise içindeki Mekkî âyetler, Sûrenin hangi Sûreden sonra nazil olduğu ve ihtiva ettiği âyet sayısı bildirilmektedir.
Sûreler, içlerindeki dikkat çekici bir kelimeye veya genel içeriğine göre isimlendirilmiştir. Bu nedenle bazı Sûrelerin birden fazla ismi vardır. Meselâ Fatiha Sûresine yirmi kadar isim verilmiştir: Fatihatu’l-Kitab, es-Seb’ul’l-Mesâni, Ummu’l-Kitab, el-Kâfiye, el-Esâs, ed-Dua … gibi. Enfal Sûresinin diğer bir ismi Bedr, İsra Sûresininki Subhân, Neml Sûresininki Süleyman, Fatır Sûresininki el-Melâike’dir. Bazen de iki veya ikiden fazla Sûreye müşterek bir isim verilmiştir. Meselâ Bakara ve Âl-i İmran Sûrelerine ez-Zahrâvân, Felâk ve Nâs Sûrelerine de el-Muavvizetân denilmektedir.
Peygamberlere ait kıssaları ihtiva eden Sûreler, genellikle Sûrede konu edilen peygamberin adı ile isimlendirilmişlerdir: Nuh, Hud, İbrahîm, Yusuf, Muhammed Sûreleri gibi. Çeşitli kavim ve kabilelerden bahseden bazı Sûreler de o kavimlerin isimleriyle adlandırılmışlardır: Benû İsrail, el-Melâike, el-Cinn, el-Münafikûn, el-Mutaffifûn Sûreleri gibi. Ancak bu bir kural olmadığı gibi, Sûrelerin bahsettikleri konuya göre adlandırılmaları şart da değildir. Meselâ Mûsâ’dan bahseden Tâ Hâ, Kasas ve A’râf Sûrelerinden hiç biri Mûsâ Sûresi diye adlandırılmamıştır.
Besmeleler, yani elimizdeki Mushaflarda her Sûrenin başında bulunan besmeleler Kur’ân’dan olmayıp iki Sûre arasını belirtmek amacıyla hattatlar tarafından konulmuştur. Fâtiha Sûresinin başındaki besmele ise Kur’ân’dandır ve o Sûrenin birinci âyetidir. Nüzul sırasına göre Fâtiha Sûresi beşinci sırada yer aldığından, biz Fâtiha’nın besmelesinden önce de ayraç olarak besmele koymuş bulunuyoruz.
Yukarıda sıraladığımız ve Kur’ân’dan olmayan, sonradan icat edilmiş bir takım farklılıklar Kur’ân’ın iniş sırasına göre tertiplenmesini engellemiş bulunmaktadır. Oysa her Müslüman Abese Sûresinin 13. âyetinde bildirilen Kur’ân sayfaları ile Bakara, Tövbe, Yunus, Nur, Muhammed ve Hud Sûrelerinde bildirilen Kur’ân Sûrelerini talep edebilir. Bu talebin tabiî bir hak olarak görülmesi gerekir. Bu hakkı teslim etmekle yükümlü olanlar ise, bilgi, belge ve sorumluluk sahibi olan herkestir.
Nüzul sırasının neden gerekli olduğu sorusunun tek cevabı, “Kur’ân’ı daha iyi anlamak için”dir. Ancak; Kur’ân’ın nüzul sırasına göre okunması yönündeki önerimizi yanlış değerlendirip başka tertipteki Mushaflardan Kur’ân okunmasının yararsız olduğu görüşünü benimsediğimiz anlamı çıkarılmamalıdır. Meselâ, o günkü iktidarın görüşüne göre tertip edildiği için “Resmî Mushaf” diye bilinen ve Halife Osman tarafından tertip ettirilen Mushaf, sahabenin içtihadıyla oluşturulmuştur. Dolayısıyla sahabeler gibi Kur’ân hakkında engin bilgi birikimi olanlar için böyle bir tertibin yararsız olduğu söylenemez. Ancak; Kur’ân ve İslâm hakkında yeterli birikimi olmayanların, Kur’ân’ı tanımayıp da yeni tanıyacak olanların ve cahiliyet dönemindekine benzer bir küfür ve şirk ortamında bulunanların bu Mushaf’tan gereği gibi yararlanamama riskleri vardır. “Resmî Mushaf” tabir edilen bugünkü tertipteki Kur’ân’ı başından itibaren ilk defa okumaya başlayan bir kimsenin, ister Arapça orijinalinden okusun, isterse mealinden okusun, Bakara Sûresinin 6. ve 7. âyetlerine geldiğinde kafası karışacak, Kur’ân’a ve İslâm’a karşı olumsuz hisler duyacaktır. Okunan mealin hatalı olması durumunda ise, duyulan olumsuz tepki alenî bir düşmanlığa dönüşebilecektir. Samimiyetle belirtmek gerekirse, toplumumuzda bu âyetleri anlamış insan sayısının zaten oldukça az olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Bir de Kur’ân’ı ilk defa eline alan kimseler tarafından okundukları düşünülürse, bu kimseler İslâm’a yakınlaşacakları yerde Kur’ân’ı anlamamaları veya yanlış anlamalarından dolayı İslâm karşıtı hâline gelebilecektir. Bu âyetler şunlardır:
“Gerçek şu ki, şu kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; iman etmezler. Allah onların kalpleri ve kulakları üzerine mühür vurmuştur; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Büyük azap da onlar içindir.” Bakara; 6, 7.
Bize göre, bu âyetleri anlayabilmek için Kur’ân’dan en az beş bin âyetin sindirilircesine öğrenilmiş olması gerekir. Çünkü bu âyetler ilk inen âyetlerden yaklaşık on yıl sonra inmiştir. Bakara Sûresindeki bu âyetleri o gün duyanlar ve okuyanlar, anlamlarını gereği gibi anlayabilecek bir alt yapıya sahiptiler. Bu nedenle de onları rahatça anladılar. Aynı âyetler bugün de alt yapısı uygun olanlar için anlaşılabilir niteliktedir. Ama ya Kur’ân ile yeni tanışanlar ve alt yapısı olmayanlar? Böylelerinin “Demek ki, bazı kimselerin kalpleri ve kulakları Allah tarafından mühürlendiğine ve uyarılmaları da kendilerine yarar sağlamadığına göre, İslâm’ın ne olduğunu veya Allah’ın ne istediğini öğrenmek için boşuna çaba sarf etmenin de yararı yoktur” diye düşünmeleri ve Kur’ân’ı bir daha açmamak üzere terk etmeleri kuvvetle muhtemel değil midir?
Eğitim ve öğretim, bir sistem ve yöntem gerektirir. Bugün hazırlık sınıfında İngilizce öğrenmeye başlayan bir öğrenciye nasıl hemen Shakespeare okutulmuyorsa, ilkokulda matematikle yeni tanışan çocuğa nasıl hemen üslü veya köklü sayılar değil de önce doğal sayılar öğretiliyorsa, Kur’ân eğitimine yeni başlayan birine de peygamberimizin ancak yirmi ikinci yılda aldığı vahiy bilgilerinin verilmesiyle başlanmamalıdır. Onlarla başlandığı takdirde de o âyetlerin gereği gibi anlaşılabileceği konusunda iyimser olunmamalıdır.
Bu görüşümüzü doğruladığı kanısında olduğum bir diğer örnek de Fâtiha Sûresinin sırasıyla ilgilidir. Bilindiği gibi, Fâtiha Kur’ân’ın en başında yer alan Sûredir ve bugüne kadar böyle okunmuştur. Fakat Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir Sûrelerinden sonra, iniş sırasına göre beşinci sırada okunması hâlinde, daha önce farkına varılmamış anlamlarının ortaya çıktığı bu usulü deneyenlerce ifade edilmektedir.
Kur’ân’la ilgili olarak onun değişik özelliklerini de kapsayan en geniş açıklama, bu alanda en muteber kaynak olarak gördüğümüz İmam Suyutî’nin “el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı eseridir. Amacımız Kur’ân’ı ona ilk muhatap olanlar gibi tanımak, anlamak, yaşamak ve sonra da anladıklarımızı başkalarına sunmak olduğu için, Kur’ân ilimleriyle ilgili detayları uzun uzadıya nakletmenin şimdilik gereği yoktur. Bu sebeple Kur’ân ile ilgili diğer özellikler, çeşitli sûrelerde yeri geldiğinde açıklanacaktır.
Geçmişteki tespitleri de dikkate alarak okuyucuya sunmaya çalıştığımız Mushaf tertibi, herkes tarafından bu konudaki en ciddî eser olarak bilinen Hattat Kadroğlu’nun Mushaf’ıdır.

Kadroğlu’nun Mushafındaki Nüzul Sırası MEKKE DÖNEMİ

 Sûrenin- Adı

Nüzül-Sırası

Mushaftaki-Sırası

Sûrenin-Adı

Nüzül-sırası

Mushaftaki-Sırası

Alak

1

96

Meryem

44

19

Kalem

2

68

Ta-Ha

45

20

Müzzemmil

3

73

Vakıa

46

56

Müddessir

4

74

Şuara

47

26

Fatiha

5

1

Neml

48

27

Mesed

6

111

Kasas

49

28

Tekvîr

7

81

İsra

50

17

A’lâ

8

87

Yunus

51

10

Leyl

9

92

Hud

52

11

Fecr

10

89

Yusuf

53

12

Duha

11

93

Hicr

54

15

İnşirah

12

94

En’âm

55

6

Asr

13

103

Saffat

56

37

Adiyat

14

100

Lokman

57

31

Kevser

15

108

Sebe

58

34

Tekasür

16

102

Zümer

59

39

Mâûn

17

107

Ğafir

60

40

Kâfirûn

18

109

Fussılet

61

41

Fil

19

105

Şûra

62

42

Felâk

20

113

Zühruf

63

43

Nâs

21

114

Duhan

64

44

İhlâs

22

112

Casiye

65

45

Necm

23

53

Ahkâf

66

46

Abese

24

80

Zariyat

67

51

Kadr

25

97

Ğaşiye

68

88

Şems

26

91

Kehf

69

18

Büruc

27

85

Nahl

70

16

Tin

28

95

Nuh

71

71

Kureyş

29

106

İbrahîm

72

14

Karia

30

101

Enbiya

73

21

Kıyame

31

75

Müminun

74

23

Hümeze

32

104

Secde

75

32

Mürselat

33

77

Tur

76

52

Kaf

34

50

Mülk

77

67

Beled

35

90

Hakka

78

69

Tarık

36

89

Mearic

79

70

Kamer

37

54

Nebe

80

78

Sad

38

38

Naziat

81

79

A’râf

39

7

İnfitar

82

86

Cinn

40

72

İnşikak

83

84

Ya-Sin

41

36

Rum

84

30

Furkan

42

25

Ankebut

85

29

Fatır

43

35

Mutaffifin

86

83


MEDİNE DÖNEMİ

Sûrenin-Adı

Nüzül-Sırası

Mushaftaki-Sırası

Sûrenin-Adı

Nüzül-Sırası

Mushaftaki-Sırası

Bakara

87

2

Haşr

101

59

Enfal

88

8

Nur

102

24

Âl-i-Imran

89

3

Hacc

103

22

Ahzab

90

33

Münafikun

104

63

Mümtehıne

91

60

Mücadele

105

58

Nisa

92

4

Hucurat

106

49

Zilzal

93

99

Tahrim

107

66

Hadid

94

57

Teğabün

108

64

Muhammed

95

47

Saff

109

61

Ra’d

96

13

Cuma

110

62

Rahmân

97

55

Feth

111

48

İnsan

98

76

Maide

112

5

Talâk

99

65

Tövbe

113

9

Beyine

100

98

Nâsr

114

110

Yukarıdaki sıralamada Zilzal, İnsan, Rahmân ve Ra’d sûreleri Medine dönemi sûreler içinde yer almıştır. Ne var ki, son çağ araştırmacıları bu sûrelerin de Mekke dönemine ait olduğu kanaatindedirler. Sûreler, içerik ve üslup itibariyle de Mekke dönemine ait sûrelere benzemektedirler.
Belirtmeyi gerekli gördüğüm hususlardan biri de, bu kitapta peygamberimiz için sadece Allah’ın verdiği unvanların kullanılmış olduğudur. Rabbimiz, Elçisine karşı gösterilmesini istediği saygılı davranışları Kur’ân’da şöyle bildirmiştir:
“Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin. Allah’a karşı takvalı olun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz bilincinde olmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret (korunmuşluk) ve büyük bir mükâfat vardır. Sana odaların arka tarafından seslenenlerin çoğu akıllı davranmıyorlar. Ve eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok koruyan, çok esirgeyendir.” Hucurat; 1–5.
Gönül isterdi ki, peygamberimiz ile aynı çağda yaşayalım, ona sahabe/arkadaş olalım; böylece ona karşı yukarıdaki âyetlerde Yüce Allah’ın emrettiği şekilde hürmet ve itaat gösterelim. Böyle bir imkânımız olmadığına göre, bize düşen ona uymak, onun izinden gitmek olmalıdır. Onun izinden gitmek ise, onun yaptığı ve vasiyet ettiği şeye uymakla mümkündür. Peygamberimizin elçilik süresince yaptığı ve tüm Müslümanlara vasiyet ettiği tek şey Kur’ân’a uymak olduğuna göre, bizim de yapmamız gereken şey Kur’ân’a uymak ve onu yaşamaktır.
Bu kitapta dikkat ettiğimiz şeylerden biri de Resulullah’ı hangi isim ve sıfatlarla anacağımız konusudur. Klâsik kitapların birçoğunda peygamberimiz için birer saygı ifadesi olarak “aleyhisselam”, “s.a.v.”, “Hz.”, “eşref-i mahlûkat [yaratılmışların en şereflisi]”, “fahr-i kâinat [evrenin övüncü]”, “sırr-ı levlâke levlâk [evrenin kendisi hürmetine yaratıldığı]”, “sahibü’l-hülleti ve’t-tac, rakibu’l-Burak fi leyleti’l-miraç [miraç gecesinde Burak’a binen Hülle ve taç giyen], “ilklerin ve sonların efendisi” gibi Allah’ın peygamberimize vermediği isim ve rütbeler kullanılmaktadır. Kur’ân’ın uygulamasını esas alarak biz de o rütbe ve deyimleri peygamberimiz için kullanmaktan uzak durduk. Çünkü Rabbimiz peygamberimizi Kur’ân’da şu ifadelerle zikretmektedir:
رسول اللّه – Allah’ın Elçisi ”(Fetih; 29, Ahzab; 40 )
النّبىّ الامّى – Nebiy-yi Ümmi (Anakentli Peygamber)” (A’râf 157)
ا لنّبىّ – Nebi (Peygamber)” (Enfal 64, 65, 70; Ahzab 1, 28, 45, 50, 59; Mümtehıne 12; Talâk 1; Tahrim 1)
خاتم النّبىّ – Hatemu’n-Nebiyyîn [peygamberlerin mührü, sonuncusu, zirvesi]” (Ahzab 40)
Allah, kendi peygamberini bu âyetlerdeki isim ve niteliklerle andığı gibi, onu kendisinin selâmladığından başka şekilde selâmlayanların kimler olduğunu da Kur’ân’da şöyle bildirmiştir:
Fısıldaşmaları yasaklanan, sonra yine o yasaklandıklarına dönmeye kalkışarak günah, düşmanlık ve Peygamber’e karşı gelme konusunda fısıldaşanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman seni Allah’ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlıyorlar. Kendi içlerinden de: “Bu söylediklerimiz yüzünden Allah’ın bize azap etmesi gerekmez miydi?” derler. Cehennem onlara yeter. Oraya yaslanacaklardır. Ne kötü dönüş yeridir!” Mücadele; 8.
Âyete göre Rabbimiz, peygamberimizi Allah’ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlayanların bu davranışını ikiyüzlü olduklarının bir göstergesi olarak değerlendirmektedir. İfrat ölçüsünde bir sapma olan bu davranışı sergileyenlerin aslında peygamberimizin ahlâkıyla ve sünnetiyle [Kur’ân’a uyması ve Kur’ân’ı yaşamasıyla] bir ilgilerinin bulunmadığı, sadece çıkar sağlamayı amaçladıkları anlaşılmaktadır.
Peygamberimiz hakkında kullanılan fakat gerçek anlamından koparılarak yozlaştırılmış bulunan bir başka kavram da “salâvat” tır. Salât ve salâvat kavramlarının ne olup ne olmadığı, Allah’ın izniyle kitabımızın Kevser sûresinin işlendiği bölümünde açıklanmıştır.
Biz de peygamberimiz için Rabbimizin verdiği unvanlardan başka bir unvan ve sıfat kullanmayarak Kur’ân’ın bize gösterdiği yol ve usulden ayrılmadık. Konuyla ilgili olası eleştirilerden korkmadığımız gibi, bu konuda suskunluk göstermenin bile sapkınlığa taviz vermek olacağını düşündük.
Kitabımızda Kur’ân’ın kavramlaşmış kelimeleri için en uygun Türkçe karşılıkların bulunup kullanılmasına özen gösterdik. Dil konusunda bugüne kadar yeterince özen gösterildiğini ileri sürmek mümkün değildir. Türkçe olarak basılan meal, tefsîr ve diğer dinî kitaplarda binlerce sözcük ve kavram ya Arapça kalmış, ya da Farsça gibi başka bir yabancı dille bize intikal etmiştir. Dolayısıyla dini terminolojimizdeki salât , salâvat, abdest, oruç, gusül, zikir, fikir, resûl, nebi, belâ, fitne gibi pek çok sözcük ve kavram hiçbir zaman Kur’ân’daki gerçek anlamıyla anlaşılamamıştır.
Bunun sonucu olarak da:

  • Önce bir ulema sınıfı oluşmuş ve dinin Kur’ân’dan değil, bunların kısıtlı anlayışlarından öğrenileceği anlayışı yaygınlaşmıştır.
  • Giderek dini ilkeler yozlaştırılmış ve saf din hurafelerin istilasına uğramıştır.
  • İstilâ sonucunda din paramparça olmuş, sayısı belli olmayan mezhepler ve meşrepler ortaya çıkmıştır.
  • Bu mezhep ve meşrepler giderek daha doktriner yapılara dönüşmüştür.

Oysa Yüce Rabbimiz, Kur’ân’dan önce yolladığı kitapları, mesajını iletmek istediği o toplumların diliyle yolladığı gibi, gönderdiği peygamberleri de yine mesajını iletmek istediği o toplumların içinden seçmiştir. Çünkü Rabbimizin amacı, mesajın muhataplar tarafından iyice anlaşılmasını sağlamaktır:
“Ve Biz onlara açıkça ortaya koysun diye her peygamberi yalnız kendi kavminin/halkının diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini/dileyeni saptırır, dilediğini/dileyeni de doğru yola iletir. Çünkü O, çok güçlüdür, hikmet sahibidir.” İbrahîm; 4.
Nitekim Âdem, Nûh, İdris, İbrâhim, Mûsâ, … Îsâ peygamberlerin getirdikleri mesajlar hep kendi halklarının ana dillerinde olmuştur. Dolayısıyla Kur’ân da Arapça konuşup anlaşan bir topluma gönderildiği için Arapça olarak inmiştir. Bu ilahi sünnete göre eğer Kur’ân Türklere inseydi Türkçe, Rûmlara inseydi Rûmca, Fransızlara inseydi Fransızca olacaktı. Zira toplumların mesajı anlayabilmeleri, aldıkları mesajın kendi dillerinde olmasına, doğru anlamaları da kendi dillerini iyi bilmelerine bağlıdır. Kur’ân Arapça olmasına rağmen muhataplar Arapçayı iyi bilmiyorlarsa mesajı iyi anlamaları da söz konusu olamaz.
Kur’ân her ne kadar ilk olarak Arap toplumuna hitap etmiş olsa da, Kur’ân’ın muhatapları dünya üzerindeki tüm insanlardır. (Sad 87; Nisa 105, 174; Yunus 57; İbrahîm 52) Peygamberimiz de tüm insanlığın, farklı diller konuşan tüm halkların peygamberidir. (Enbiya 107; A’râf 158 ve Sebe 28)
Dünya üzerinde yüzlerce farklı dil kullanan toplum yaşamaktadır. Bu durumda insanların tümünün Arapça öğrenmesi söz konusu olamayacağına göre, Kur’ân’ın dünyadaki diğer dillere çevrilmesi zorunludur. Bu zorunluluğun yerine getirilmesi ve bütün insanların Allah’ın mesajını alabilmesinin sağlanması mevcut Müslümanların manevi sorumluluğudur.
Bu sorumluluğu yerine getirme konusunda kendini yetkin gören ilim adamlarının en önemli görevi, Kur’ân’ın dili olan Arapça’yı ve çeviri yapacakları dili çok iyi bilmeleri, çeviri sırasında anlamı o dilde verilmemiş tek bir sözcük bile bırakmamalarıdır. Çünkü yarı Türkçe, yarı Arapça, yarı Farsça bir çeviriden ne bir Türk, ne de bir başka toplumun bireyi bir şey anlayabilir. Nakıs ve yetersiz bir çeviri ile Allah’ın mesajının gereği gibi aktarılabilmesi imkânsızdır. Kelime ve kavramların bir başka dilin sözcükleriyle karşılanması da yetmez. Kur’ân sözcüklerinin indiği dönemdeki saflığıyla anlaşılıp bugüne aktarılabilmesinin de başarılması gerekir. Aksi halde otantik anlamların aktarılamaması mesajın da yeterli düzeyde anlaşılamamasına neden olur. O günkü ifadelerin maslahat [yarar] ve mefsedet [zarar] doğrultusunda modernize edilerek aktarılmasında ise bize göre bir sakınca yoktur. Çünkü kelimelerin kendisi değil, mesajın içeriği önemlidir.
Dile ve çeviriye verilen önem ile aksi davranışların sonuçları, Rabbimizce Kur’ân’da açıklanmıştır. (Bakara 75; Nisa 46; Maide 13, 41)
Sonuç olarak Kur’ân, bütün sözcüklerin ne anlama geldiklerinin tam olarak anlaşılmasını sağlayacak biçimde başka dillere çevrilmelidir. Yapılan çeviride kapalı, anlaşılmaz tek bir sözcük bile bırakılmamalıdır. Eğer elinizdeki bu çeviride bir kapalılık, anlaşılmazlık varsa, bu Kur’ân’dan değil, çevirenin yetersizliğindendir.
Size bu Kur’ân sofrasını hazırlayan âciz kul, yedi yaşından beri Kur’ân’la ve Kur’ân ilimleri ile iç içedir. Türkçe ve Arapça yüzlerce tefsîr, meal ve Kur’ân ile ilgili kitap okumuş, incelemiş ve tahlil etmiştir. Bütün bunlardan sonra, gördüğü lüzum üzerine Allah’ın izniyle bu kitabı kaleme almaya başlamıştır. Yukarıda açıklanan gerekçeleri göz önünde tutarak Kur’ân’ı hiçbir etki altında kalmadan “Lisanü’l-Arab ”ın sözcük anlamlarını, ifade tekniklerini, Kur’ân’ın tertilini ve bütünselliğini gözeterek günümüz Türkçesiyle sizlere sunmaya çalışmıştır. Ecrini de sadece âlemlerin Rabbinden ummaktadır.
el-Ismetü lillâhi vahdeh [Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]… (HAKKI YILMAZ-İşaret Yayınları)
http://www.tebyinulkuran.com/index.php?page=Sunus

This entry was posted on Cumartesi, Ekim 4th, 2008 at 08:18 and is filed under KİTAPLAR. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

There is currently one response to “Tebyinu’l-Kur’an(Kur’an’ın Beyanı)-İşte Kur’an-Hakkı Yılmaz”

Why not let us know what you think by adding your own comment! Your opinion is as valid as anyone elses, so come on... let us know what you think.

  1. 1 On Ekim 29th, 2011, samet said:

    mükemmel bir tahlil, Rabbim sizlerden razı olsun Hakkı Yılmaz, sizin gibi ilim adamlarına çağımızın çokça ihtiyacı var..

Yorum Yaz