-
26th Mart 2010

Ilıman İslam_Ahmed Kalkan

posted in AYRIMCILIK, GÜNCEL |

“Ilıman İslâm” İfâdesi, Allah’ın Dini Olan İslâm’a Bir İftiradır

“Ilımlı” kelimesi, bilindiği gibi, lügat anlamıyla, fazla sıcak ve soğuk olmayan demektir. İnsanlar ve onların ideolojileri, inançları için kullanıldığında da, “aşırı olmayan, ölçülü, mûtedil” anlamlarında kullanılır. Yani sıcaklığı giderilmiş, ılımlılaştırılmış anlamında. Bununla radikal olmayan anlayışlar kastedilir. Radikallik de, köktencilik, her alanda köklü değişiklik ve yenilik eğilimi, sertlik, keskinlik, aşırılık anlamlarında kullanılıyor. Aslında radikallik/radikalizm, Batıdaki çıkış ve kullanılış şekliyle, geçmişteki kurumlardan tamamıyla kurtulmak amacını güdenlerin düşünce tarzı ve öğretisini belirten ve keskin yenilik akımı için kullanılan bir terimdir. Köklü değişiklik isteme konusunda uygun düşse de eski kurumlara tümüyle karşı çıkılıp her şeyiyle yenilik eğilimi ve keskin bir yenilik taraftarı olmak anlamında muvahhid müslümanlara radikal denilmesi hiç doğru olmaz. Kaldı ki, müslümanın radikali, ılımlısı vb. olmaz. Müslüman müslümandır, ona “müslüman” ismini Allah vermiştir (22/ Hacc, 78).

Muvahhid müslümanlar, kendilerine ne ılıman, ne radikal, ne dinci denilmesini isterler. Onlar Allah’ın verdiği isimle şeref duyarlar. Hele, “İslâm” dini için kullanılan değişik sentezlere, Allah’ın vermediği başka adlandırmalara hiç iltifat etmezler. İslâm’ı farklı ayrımlara tâbi tutup dini sulandırmaya, suyu ılımlı hale getirmeye tümüyle karşıdırlar. İslâm, aşırı mıdır? Yani Kur’an’ın ve sünnetin çizgisindeki İslâm, ölçüsüz müdür? Kime göre, nasıl bir aşırılıktır bu da, onu ölçülü hale getirmeye yeltenebiliyorlar? Kur’an’ın sınırlarını çizdiği “İslâm”, kaynar derecede sıcak mıdır ki, “ılımlısı” istenmektedir? Her konuda ölçü ve “İslâm”ın ölçülü olup olmamasında karar mercii Allah mıdır, perde arkasına gizlenen ve halka din biçen egemen güçler mi? “Ilıman İslâm” ifâdesi, Allah’ın dini olan gerçek İslâm’a iftiradır, ona hakarettir, onu suçlamaktır ve reforma ihtiyacı olduğu anlayışıyla onu tahrif etme çabasıdır. “Ilımlı İslâm” kavramından ancak bunlar anlaşılır. 

Radikal ve ılımlı tâbirleri bütünüyle Batı kaynaklıdır. Onlar, önce etiketle yaftalamayı, sonra uygun gördükleri bu yakıştırmayla insanları suçlayıp cezalandırmayı pek severler; yani hem dâvâcı, hem savcı, hem yargıç ve hem de gardiyan ya da cellat rolünü. Bununla da yetinmeyip müslümanların kavramlarının ve dinlerinin içini de kendi bâtıl zihniyetleri doğrultusunda doldurmaya, insanları da bu yeni şekil verdikleri kavrama ve dine uydurmaya çalışırlar. Bu, bir anlamda rablik taslama, insanları ve inançlarını yeniden inşâ etmeye çalışmadır. O yüzden Kur’an, Batılılara (ehl-i Kitaba): “Allah’tan başkasına tapmama, O’na hiçbir şeyi şirk koşmama” yanında, “Allah’ı bırakıp da bazı insanları, birbirlerini rab edinmemeye, ilâhlaştırmamaya” çağırır ve bu bizim de bu çağrıyı yapmamızı (diyalog değil, dâvet tebliğ) emreder. Bu âyetin sonunda da bizim halimizle ve dilimizle şöyle dememiz istenir: “…Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘bizim müslüman olduğumuza şâhit olun!’ deyiniz.” (3/Âl-i İmrân, 64)

Ilımlı İslâm tâbiriyle içi boşaltılmış bir din kastedilmektedir. Tevhidî içe rikten soyutlanmış, cihadı, ahkâm (hükümle ilgili) âyetleri, toplumsal emir ve yasakları, devlet talebi olmayan, küfre ve şirke karşı hiçbir tavrı olmayan bir din oluşturulmaya çalışılmaktadır. Çok eski zamanlardan beri bu amaca yönelik çalışmalar yapılmakla birlikte, İsrail’in sömürgesi konumundaki ABD’ nin başını çektiği Batı, özellikle ikiz kulelere saldırılardan sonra bu yoldaki çalışmaları yoğunlaştırdı.

BOP, Ortadoğu’nun dinini yeniden şekillendirmeyi, yani ılımlılaştırmayı hedefleyen bir projedir. Türkiye yönetimini de hem demokrasi ve hem de ılımlı İslâm’ı bir arada yürüttüğü için model ülke kabul etmekte, yöneticilere “lâ”sı olmayan ılımlılaştırılmış bu dini (ki, buna “İslâm” demek doğru olmaz) diğer ülkelere de pazarlamasını istiyor. Türkiye’de devletin dininden ve düzenin öngördüğü din anlayışından (ulusal Türk dini halini almış özel dinden, ılımlı İslâm’dan) râzı olduğunu ısrarla belirtiyor. Görünen o ki, yöneticilerin de bu rolden pek şikâyetleri yok. Bu coğrafyadaki düzen ve tâğutlar, bir taraftan kendi ülkelerinde tevhidî muhtevâdan uzak, demokrat, Atatürkçü, devletçi, ulusalcı, laik, muhâ fazakâr (neyi muhâfaza ediyorsa) bir dini, yani “ılımlı İslâm”ı, dinini yaşamak isteyen müslüman halk için tek alternatif şeklinde sunuyor. Diğer yandan bu tahrif edilmiş din anlayışını diğer ülkelere Batı adına ihraç etmeye, kendilerini örnek almalarını istemeye çalışıyor.            

Ilımlı İslâm kavramı, gerçek İslâm’ın zor olduğu, aşırı olduğu önyargısından yola çıkılarak oluşturulmuş alternatif beşerî bir din anlamı taşır. İslâm, hiç de zor bir din olmadığı, dünya ve âhiret saâdetini en kolay, en kestirme ve en doğru yoldan elde etmenin adı olduğu halde; bazıları onu zor, kaynar derecede sıcak kabul ediyorlar da, kendi şeytanlarının ve şeytanlaşmış arzularının doğrultusunda hoşlanacakları kolay, basit ve ılımlı bir din dizayn edip halka “sizin dininiz bu olmalı” deme gücünü kendilerinde görüyorlar.

İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin olması doğaldır. Aslında aziz İslâm’ın teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez (2/Bakara, 286). Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; İslâm’ın tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler (42/ Şûrâ, 13).

İslâm’da zorluk değil; kolaylık esastır. Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki: “…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” (2/Bakara, 185)

İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın gerçekleriyle çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hükümlerin zor ve çağa uymadığını zannedenler; kendi hevâla rına uyan, Allah’ı bırakıp tapacakları putlarını elleriyle yapanlar, ya da kendi görüşünü Allah’ın koyduğu ölçüden daha doğru sanan ahmaklardır. İslâm, insanlara altlarından kalkamayacağı hiç bir şeyi teklif etmemiştir. İslâm’ın bütün emir ve yasakları (hükümleri), insanlara faydalı olan güzel şeyleri kazandırmak, zararlı olan çirkin şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur.

Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır. Dinimizde nass’la  (kesin deliller ile) sâbit olan şeyleri değiştirmek, zamana ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Ilımlı İslâm kavramıyla, tek hak din olan İslâm, atmalar ve katmalarla dejenere edilmek, çağın bâtıl ideolojilerinin ve sapık insanların güdümünde uyduruk bir din oluşturulmak istenmektedir.  

Günümüzde İslâm’ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.

Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık yolunu terk etmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm’ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za’fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik za’fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.

Allah’a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine şirin, gerçek din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler… hep gayri İslâmî yönelişlerin ya da dini sulandırıp ılıman İslâm çizgisinin, bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. Meselâ içki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık zannettirir. Fâhişelik ve câhiliyyenin “hayat kadını” deyip özendirdiği bayat kadınlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay ve güzel bir şey olmasa gerektir.

“Lâ râhate fi’ddünya.” İnsan, zaten dünyada tam ve mutlak bir kolaylık ve rahat içinde yaşayamaz; Bu kural, zengin-fakir, her dönem ve her yerdeki tüm insanlar için geçerlidir. Yoksa, cennetin kıymeti olmazdı. İnsan, hayatın zorluklarını ya Allah için çekecek ve bu doğal zorlukları kolaylık ve güzelliklere çevirecek ve âhiret sermayesi yapacak; ya da gayri meşrû bir amaç uğruna zorluklara katlanacak, zorluklar katlanarak büyüyecek ve öteki dünyada zor bir hayat onu bekleyecektir.    

Allah’ın râzı olduğu bu tevhid dinini yeniden dizayn edip reforma tâbi tutmaya, onu tahrif edip yeniden şekillendirmeye kim, hangi hakla cür’et edebilir? Bu yetkiyi onlara kim veriyor? Câmi duvarını pislemeye kalkanların da, onlara seyirci kalanların da âkıbetleri hiç iyi olmayacaktır. Taşlar (tâğûtî düzenin yasalarıyla) bağlı ve itler (özgürlük yemiyle) azgın olsa da bu sonuç değişmeyecektir. Bir kısmını kabul edip bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle Allah’ın dinini parça parça edip gruplara ayrılanlarla müslümanların hiçbir (olumlu) ilişkileri olamaz (6/En’âm, 59).

Bazıları kalkıyor, İslâm’ı ikiye ayırıyor: Radikal İslâm, ılımlı İslâm diyor. Cici İslâm, ağza biber sürülecek İslâm şeklinde iki çeşit İslâm ortaya koymaya çalışıyor. Tabii, tercihlerini, yönlendirme ve dayatmalarını kendilerinin veya kendilerinden daha alçak bazı insanların içini doldurduğu cici dinden yana koyuyorlar. Allah’ın Kur’an’la tanımlayıp Peygamberiyle örneklendirdiği dini beğenmeyip değiştirmek isteyen bu tipler, bir anlamda -hâşâ- Allah’a din öğretmeye kalkıyorlar.

“De ki: ‘Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (49/Hucurât, 16).

Bu, vahiy dinini akıl dini haline getirmek, İlâhî dini beşerî din ölçülerine indirmek, yani tahrif etmektir. Bir zamanlar hak din olan hıristiyanlık ve yahûdiliğin başına gelenlerin aynısını İslâm için de yapmaya çalışıyor ılımlı İslâm anlayışını dayatan muharrref din sahipleri.

İçinde “hak”dan bazı unsurlar taşıyan “bâtıl”, en tehlikeli bâtıldır. Bâtıl/küfür, kendi aslî yapısıyla İslâm’ın karşısında durmayı göze alamadığı için, hak maskesi takarak, hakla koalisyona girerek, sûret-i hakdan gözükerek kalleşçe, münâfıkça İslâm’ın karşısına geçiyor. Dine karşı din, İslâm’a karşı ılımlı İslâm yaklaşımıyla cahil kitleleri safına çekmeye, gerçek İslâm’ı içten yıkmaya çalışıyor. Bu, modern zamanlarda icat olunan yeni bir keşif değil; kâfirlerin çok eski, ilkel bir taktiği. Medine münâfıklarından farklı bir şey yok küfür cephesinde.

Ilımlı İslâm’ı savunmak, insanı tanrı yerine koymaktır, ilâhlık taslamaktır, İslâm’ı yeniden şekillendirip, atmalar ve katmalarla onun içeriğini yönlendirmeye kalkmaktır. Tâğut denen bu azgın sapıklar, kendilerinin râzı olacağı bir din istiyorlar. Allah’ın bizim için seçip râzı olduğu dinden onların râzı olmayacakları belli.

“Sen onların dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (2/Bakara, 120).

 O yüzden, bu ılımlı İslâm denen ucûbe, egemen güçlerin, global küfrün râzı olacağı farklı bir dindir; adına İslâm denilse de hak din olan, Allah’ın seçtiği ve râzı olduğu İslâm değildir. Kur’ân-ı Kerim, bunlar hakkında bakın neler diyor? 

“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilirdi (işleri bitirilirdi). Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (42/Şûrâ, 21)
“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85)

“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.” (61/Saff, 7)
“Onların çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.” (12/ Yûsuf, 106)

Gerçek mü’minlerin vasfını ve tavrını da Kur’an şöyle belirtiyor:
“Gerçek mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte sâdıklar (iman iddialarında doğru olanlar) ancak onlardır.” (49/Hucurât, 15)

Her gün, namaz kılarken 40 defa duâ ediyor ve O’nun dosdoğru dinini tâkip edeceğimize dair bir anlamda Allah’a söz veriyoruz:

“(Ey Allah’ım) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. Bize hidâyet ver, dosdoğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiğin, lütufta bulunduğun kimselerin (peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, sâlihlerin) yolunu; gazaba uğramış (yahûdilerin) ve dalâlette olan sapıkların (hıristiyanların) yolunu değil!” (1/Fâtiha, 5-7)

Ilımlı İslâm denen bu sahte din, hakka bâtılın karıştırılması, hakla bâtılın koalisyonudur. İlâhî dinden bazı hususlarla emperyalist keferenin bazı prensiplerinin karması olan uydurma bir karışımdan, çirkin bir sentezden başka bir şey değildir.

İslâm, “lâ (hayır!)” ile başlar. “Lâ ilâhe illâllah” demeyen insan müslüman kabul edilmez. Tarihsel ve güncel ilâh yerine konulan her türlü sahte tanrıları, güç odaklarını, otorite anlayışını, yani tâğutları reddetmeden müslümanlık olmaz (2/Bakara, 256). Ilımlı İslâm denilen şey, “lâ”sız bir İslâm anlayışıdır. Reddedecek, tavır alacak, savaşacak bir düşmanı olmamak; her şeyle ve gayri müslim herkesle diyalog içinde kardeş-kardeş, barış içinde yaşamak… Kendisine ve her şeyden önce dinine kast eden bunca zâlime karşı nasıl olacaksa bu!… Aslında bu çirkin kavramla istenen şey belli: müslümanın iğdiş edilmesi, işgalcilere karşı direnç ve tavır gösteremeyecek şekilde pasifize edilmesi, emperyalist zâlimlere kul ve köle edilmesi…

Allah’ın yanında tek hak din olan İslâm (3/Âl-i İmrân, 19), Allah tarafından tamamlanmış ve Peygamberimiz tarafından bize sunulmuştur.

“…Bugün size dininizi kemâle (olgunluğa ) eriştirdim, üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip beğendim, ondan râzı oldum…” (5/Mâide, 3).

İslâm, tarih boyunca Allah’ın insanlara gönderdiği dinin genel adıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’ an’la tamamlanan ve olgunluğa ulaşan bu din, aslî kaynakları yönüyle kıyâmete kadar bozulmadan devam edecektir. Bu dinin Kitabı olan Kur’ ân-ı Kerim, Allah’ın koruması altındadır ve asla değişmeyecek, tahrif olmayacaktır. İnsanların din hakkındaki görüşleri ve değerlendirmeleri değişse bile, İslâm, Allah’ın dini olarak devam edecektir. Bu dine inananlara ‘müslüman’ adını Allah vermiştir (22/Hacc, 78). Geçmiş peygamberler de müslümandı, onlara inanan insanlar da. O peygamberler de insanları yalnızca İslâm’a dâvet ettiler. (2/Bakara, 128, 131-133, 135-136; 3/Âl-i İmrân, 20, 67 vd.).

İslâm, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassâsiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır.

Müslüman, kalbiyle, diliyle davranışlarıyla İslâm’a teslim olduğunu, Allah’a itaat ettiğini gösterir. Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir.
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36).

Allah’ı hakem kabul etmeyen, O’nun hükmüne râzı olmayan, O’nu her konuda tek ölçü kabul etmeyen kimse müslüman olabilir mi? Allah’ın dinini beğenmeyen, O’nun dininde bazı eksiltmeler veya artırmalar yapan, o dindeki bazı hükümleri yok sayan veya başka görüşlerle sentezleyen kimseden daha sapık kim olabilir?! Ilımlı İslâm denilen şey, işte böyle bir sapıklıktır.     

 

Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini

Müşrikler İbrâhim (a.s.)’in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl inanışlarının inşâsı ile nasıl basit çıkarlarına uyan uydurma bir din çıkarmış iseler, onların tâkipçileri de Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra aynı yolu izliyorlar. Tarihî süreç içerisinde İslâm top lumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; hadisler uydurarak ikinci kaynağın duruluğuna halel getirmeye gayret etmişler, hikâye, kıssa ve menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır. Halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, bid’atlere din diye yapışmaları, İslâm’a vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Müslüman olduğunu söyleyen halkın çoğunluğu, önem vermediği için vahyi hiç anlamıyor veya yanlış anlıyor. Bu konuda suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey, hoca ve tebliğcilerdedir.                           

Bütün bu mirasın yanında, yerel ve global küfrün çok çirkin tavırlarına muhâtap oldu modern çağın Müslümanları. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak, gerçek dini öğrenip yaşamak kahramanlık istemektedir. İslâm’a düşman düzenlerin, resmî kurumların, okulların ve çevre şartlarının gerçek İslâm’a giden yolu nasıl tıkayıp uzlaşmacı bir yolu din diye sundukları ortadadır. 

Kalabalıklar, yaşayışlarını dinleri olduğunu söyledikleri İslâm’a göre yön vermek yerine; hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik… İslâm’ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah’ın rızâsı değil; çağın icapları tayin etmekte ve din çağın icaplarına göre te’vil edilmek sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.

Modernizm, Batı tarzı hayat biçimi, kapitalizm ve ne olduğu belli olmayan demokrasi ve bu çerçevede egemen güçlerce oluşturulmuş konjonktür asıl kabul edilmiştir. Ve merkezdeki bu yapı doğrultusunda İslâm te’vil edilmeye, kuşa benzetilmeye, moda akımlarla sentez edilmeye çalışılmaktadır. İslâm’ı ırkla, ulusalcılıkla, resmî dayatma ve kabullerle, vatan anlayışıyla, şahsî kanaatlerle, lider ve örgütlerle, çağdaş felsefî akımlarla, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri gözükmektedir.

İslâm’ı sadece vicdan özgürlüğü olarak görenler mi ararsınız, sadece Allah’la kul arasındaki ilişki olarak anlayanlar mı? Dünyamızı düzenlemek için gelen İslâm’ın dünya hayatına, kamusal alana karışmasını istemeyenlerden tutun da, İslâm’a şeytanlarının söylediği şekilde bir içerik kazandırmaya çalışanlara kadar ne ararsanız bulursunuz müslümanlık adına, Kur’ an’ın anlattığı ve Peygamber’in yaşadığı gerçek İslâm dışında.

Bugün okullarda öğretilen mecburî din, câmilerden halka empoze edilmeye çalışılan din, medyanın % 90’ında gündeme getirilen din, İslâm’ın sahtesidir, ılımlısıdır; aslı değil. TV’den, kimi bürokratların, particilerin, yöneticilerin, sözde aydınların ağzından kafasını uzatan şeytanın tebliğ etmeye çalıştığı bu ılımlı ve sahte dindir.  

Ortadan kaldıramayacaklarını anladıkları İslâm, isim olarak var olmalıydı ancak, hüküm ve uygulama alanından kaldırıldığı gibi, pratik hayattan da uzaklaştırılmalı ve özellikle kamusal alanlardan tümüyle kaldırılmalıydı. Bunun en kolay yolu, müslümanlık adına müslümanlığa cephe açmak, din adına gerçek dini dışlamaktı. Açık cephe alarak fertlerin içinden sökemedikleri Allah inancını köreltip etkisiz hale getirmenin, müslümanlığı tahrif etmeye çalışıp İslâm inanç ve yaşayışını saptırmanın, “müslümanım” dediği halde kâfir gibi yaşamanın adını “ılımlı İslâm” koymuşlar. Bu tanımlarla uyuşmayan Kur’an’ın istediği İslâm ise, “radikallik, fundamentalizm, köktendincilik, terör, bölücülük, taassup, bağnazlık, yobazlık, irtica” gibi yaftalarla çirkin gösterilmeye çalışılmış ve belirli mesafeler alınmıştır. Halk sadece ismen müslüman kalsın, ama müslümanlığın içini İslâm düşmanları doldursun ve “ancak şu şekildeki bir müslümanlığı yaşayabilirsin” diye halkın dinini yönlendirsinler; yerlisiyle yabancısıyla egemen küfrün zorba güçleri tarafından istenenleri ve yapılanları böyle değerlendirmek gerekiyor. 

 Ilımlı İslâm anlayışı, zıtları birleştirme çabasıdır; hâlbuki zıtlar birleşmez. İki ayrı şeyin sentezinden farklı yeni bir şey ortaya çıkar. İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Uzlaşma ve sentezi, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Artık resmî devlet İslâm’ı, Atatürk tipi, onun ilkelerine uygun İslâm(!) gibi tuhaf sentezler uygulama alanları bulmakta. Hıristiyanlık benzeri, uzlaşarak tahrif edilmiş bu İslâm’ların elbette Allah’ın dini olan İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur, bazı benzer yönleri olsa da.

Mevcut ortama boyun eğip bâtılla uzlaşan ılımlı İslâm anlayışına sahip kimse, gücünü kabul ettiği çevre ve zihniyetin boyasına girer. Bir müslümanın kâfirlerin şekil ve rengine girmesi mümkün müdür? “Ey mü’minler, deyiniz ki: ‘Biz Allah’ın boyasına (dinine) girmişiz. Allah’ın boyasından daha güzel ne olabilir? İşte biz O’na ibâdet edenleriz.” (2/Bakara, 138)

Hakkı bâtılla örtüp hakka bâtılın katıldığı bu sentez ve tâvizci yaklaşım, Allah’ın insana fıtrat boyasıyla sürdüğü rengi, bâtılın çirkin renkleriyle karıştırarak alaca bulaca olmak, çok renkli olacağım diye renksizleşmektir. Bukalemun bir hayvandır, düşmanından korunmak için renk değiştirmesi onunla ilgili olarak İlâhî sanatın tecellîsidir. Ama, insan için bulunduğu ortama göre renk alan yapı, iki yüzlülüktür; onurlu müslümanın değil, şahsiyetsiz münâfı ğın karakteridir. 

Ilımlı İslâm anlayışı, her şeyden önce, Allah’ın dininden tâviz vererek egemen küfür dünyasıyla uzlaşma çabasıdır. Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşarak, İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Bu uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek İlâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin.
“Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir.” (2/Bakara, 256)

Dindeki kolaylığın ölçüsü, Allah’ın hudûdudur. Allah’ın göstermediği kolaylıkları Allah adına, din adına göstermek dini tahrîf etmeye kalkmaktır. Sözgelimi, halka kolay cennet vaadleri yapılmakta, bol keseden sevap dağıtılmaktadır. Meselâ, şuna benzer ifâdeler çok duyulmuş ve yazılmıştır: “Filan kandil gecesinde şu şekilde, şu rekâtta nâfile namaz bir yıl boyunca bütün günahların silinmesine sebep olur.” (Hâlbuki, Peygamber sünnetinde ne kandil gecesi kutlamak, ne de anlatılan rekât ve şekilde namaz vardır, ne de bol keseden vaatler.) “Namaz kılmayan bir erkek, başını örtmeyen bir kadın, bu davranışlarla nasıl olsa kâfir olmaz, Allah affeder, o yüzden bu insanların davranışları eleştirilmemeli, din zorlaştırılmamalıdır; zaman sana uymazsa sen zamana uyarsın, sen Kitaba uymuyorsan, Kitabına uydurursun, tâviz vermeden yaşanmaz, devlete karşı tavır alınmaz, herkesle iyi geçinmeli, kâfirlere karşı da hoşgörülü olunmalıdır…” gibi yaklaşımlar, dini kolaylaştırmak adına tahrîf etmek demektir. Dine ilâveler (bid’atler) ve bu şekilde dini zorlaştırmalar ne kadar büyük suçsa, dinden eksiltmeler, dini insanların arzu ve hevesine uygun hale getirecek tâvizler de o oranda cinâyettir.
“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine şeriat kıldılar?” (42/Şûrâ, 21)

Ilımlı İslâm düdüğü çalanların maksadı, nefislerine zor gelen dini kolaylaştırmak adına sulandırmak, kendi hevâlarından bir din oluşturmaktır. Müslüman, Allah’a teslim olan demektir. Aklını, hevâsını, çevresini, insanların isteklerini değil; Allah’ın hükmünü ölçü alan kimse… Onun kolay-zor ölçüsü de, İslâm’ dır; Allah’ın hükmüdür.
“Bunlar, Allah’ın (koyduğu) hudutları/sınırlarıdır. Kim Allah’a ve peygamberi’ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâp vardır.” (4/Nisâ, 13- 14)

“(Sana şu tâlimâtı verdik:) Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların hevâlarına/arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni fitneye düşürüp ondan saptırmamalarından sakın, buna dikkat et. Eğer yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” (5/Mâide, 49).

“Şimdi sen, kendi hevâsını ilâh edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözünün üstüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir? Siz hâlâ öğüt ve ibret alıp düşünmeyecek misiniz?” (45/Câsiye, 23)

“Sonra da seni din konusunda şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin hevâlarına/isteklerine uyma.” Ahmed Kalkan

http://www.mutefekkir.com/?vuslat=yazi&id=1561&k=59

This entry was posted on Cuma, Mart 26th, 2010 at 16:20 and is filed under AYRIMCILIK, GÜNCEL. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz