-
28th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Doğumdan sonra yaşam var, ya sonrası?

Anne rahmine düşen ikiz kardeşler önceleri herşeyden habersizmiş. Haftalar birbirini izledikçe onlar da gelişmişler. Elleri, ayakları,iç organları oluşmaya başlamış. Bu arada, etraflarında olup biteni farketmeye başlamışlar. Bulundukları rahat, güvenli yeri tanıdıkça mutlulukları artmış. Birbirlerine hep aynı şeyi söylüyorlarmış:

“Anne rahmine düşmemiz, burada yaşamamız ne harika değil mi?
Hayat ne güzel şey be kardeşim!”

Büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyayı keşfe koyulmuşlar. Öyle ya, hayatın kaynağı neymiş? İşte bunu araştırırken, karşılarına anneleriyle onları birbirine bağlayan kordon çıkmış. Bu kordon sayesinde, hiçbir zahmet çekmeden, güven içinde beslenip büyütüldüklerini tesbit etmişler.

“Annemizin şefkati ne kadar büyük! Bize bu kordonla ihtiyacımız olan herşeyi gönderiyor.”

Artık aylar birbiri ardınca geçiyor, ikizler hızla büyüyor, diğer bir deyişle “yolun sonu”na yaklaşıyormuş. Bu değişiklikleri hayretle gözlemlerken, bir gün gelip bu güzelim dünyayı terkedeceklerinin işaretlerini almaya başlamışlar.

Dokuzuncu aya yaklaştıklarında, bu işaretleri daha kuvvetli hissetmeye başlamışlar. Durumdan telaşlanan ikizlerden birisi diğerine sormuş: “Neler oluyor? Bütün bunların anlamı nedir?” Öteki daha sakin ve aklı başındaymış. Üstelik, bulundukları bu dünya çoğu zaman ona yetmiyor; duyguları daha geniş bir alemi arzuluyormuş. O cevap vermiş:

“Bütün bunlar, bu dünyada daha fazla kalamayacağız anlamına geliyor”.

Ve eklemiş: “Buradaki hayatımızın sonuna yaklaşıyoruz.”

“Ama ben gitmek istemiyorum” diye haykırmış kardeşi. “Hep burada kalmak istiyorum.”

“Elimizden gelen birşey yok. Hem, belki doğumdan sonra hayat vardır.”

“Bize hayat veren o kordon kesildikten sonra bu nasıl mümkün olabilir ki?” diye cevaplamış öteki.

“Bize hayat veren kordon kesilirse nasıl hayatta kalabiliriz, söyler misin bana? Hem, bak bizden once başkaları da buraya gelmiş ve sonra da gitmişler. Hiçbirisi geri gelmemis ki bize doğumdan sonra hayat olduğunu söylesin. Hayır, bu herşeyin sonu olacak.”

Bütün bunları söyledikten sonra eklemiş: “Hem, belki de anne diye birşey de yok!”

“Olmak zorunda” diye itiraz etmiş kardeşi. “Buraya başka türlü nasıl gelmiş olabiliriz, nasıl hayatta kalabiliriz ki?”

“Sen hiç anneni gördün mü?” diye üstelemiş öteki. “O belki de sadece zihinlerimizde var. Bir annemiz olduğu düşüncesi bizi rahatlattığı için onu belki de biz uydurduk.”

Böylece, anne rahmindeki son günleri derin sorgulamalar ve tartışmalarla geçmiş. Sonunda doğum anı gelmiş çatmış.

İkizler dünyalarını terkettiklerinde gözlerini başka bir dünyaya açmışlar ve sevinçten ağlamaya başlamışlar. Çünkü gördükleri manzara hayallerinin bile ötesindeymiş…

(Anthony de Mello’dan) http://www.gebelik.org/dosyalar/hikaye.html

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

21st Şubat 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

SEVDİĞİN KADAR SEVİLİRSİN

YERİN SENİ ÇEKTİĞİ KADAR AĞIRSIN,

KANATLARIN ÇIRPINDIĞI KADAR HAFİF…

KALBİNİN ATTIĞI KADAR CANLISIN,

GÖZLERİNİN UZAĞI GÖRDÜĞÜ KADAR GENÇ!…

SEVDİKLERİN KADAR İYİSİN,

NEFRET ETTİKLERİN KADAR KÖTÜ…

NE RENK OLURSA OLSUN KAŞIN GÖZÜN,

KARŞINDAKİNİN GÖRDÜĞÜDÜR RENGİN!…

YAŞADIKLARINI KÂR SAYMA;

YAŞADIĞIN KADAR YAKINSIN SONA…

NE KADAR YAŞARSAN YAŞA,

SEVDİĞİN KADARDIR ÖMRÜN!…

GÜLEBİLDİĞİN KADAR MUTLUSUN,

ÜZÜLME, BİL Kİ AĞLADIĞIN KADAR GÜLECEKSİN…

SAKIN BİTTİ SANMA HER ŞEYİ,

SEVDİĞİN KADAR SEVİLECEKSİN!…

GÜNEŞİN DOĞUŞUNDADIR DOĞANIN SANA VERDİĞİ DEĞER,

VE KARŞINDAKİNE DEĞER VERDİĞİN KADAR İNSANSIN…

BİR GÜN YALAN SÖYLEYECEKSEN EĞER,

BIRAK KARŞINDAKİ SANA GÜVENDİĞİ KADAR İNANSIN!..

AY IŞIĞINDADIR SEVGİLİYE DUYULAN HASRET,

VE SEVGİLİNE HASRET KALDIĞIN KADAR ONA YAKINSIN…

UNUTMA! YAĞMURUN YAĞDIĞI KADAR ISLAKSIN,

GÜNEŞİN SENİ ISSITTIĞI KADAR SICAK!…

KENDİNİ YALNIZ HİSSETTİĞİN KADAR YALNIZSIN,

VE GÜÇLÜ HİSSETİĞİN KADAR GÜÇLÜ…

KENDİNİ GÜZEL HİSSETTİĞİN KADAR GÜZELSİN!…

BUNU UNUTTUĞUNDA ALDIĞIN HER NEFES KADAR ÜŞÜRSÜN,

VE KARŞINDAKİNİ UNUTTUĞUN KADAR ÇABUK UNUTURSUN…

ÇİÇEK SULANDIĞI KADAR GÜZELDİR,

KUŞLAR ÖTEBİLDİĞİ KADAR SEVİMLİ…

BEBEK AĞLADIĞI KADAR BEBEKTİR,

VE HER ŞEYİ ÖĞRENDİĞİN KADAR BİLİRSİN!…

BUNU DA ÖĞREN!…

SEVDİĞİN KADAR SEVİLİRSİN !!!

CAN YÜCEL


DOSTLAR

Dostlar ırmak gibidir…

kiminin suyu az, kiminin çok ,

kiminde elleriniz ıslanır yalnızca,

kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya …

İnsanlar vardır; üstü nilüferlerle kaplı, bulanık bir göl gibi…

Ne kadar uğraşsanız görünmez dibi.

Uzaktan görünüşü çekici, aldatıcı,

İçine daldığınızda ne kadar yanıltıcı….

Ne zaman ne geleceğini bilemezsiniz;

sokulmaktan korkarsınız, güvenemezsiniz!

İnsanlar vardır;

Derin bır okyanus…

İlk anda ürkütür, korkutur sizi.

Derinliklerinde saklıdır gizi,

daldıkça anlarsınız,

Daldıkça tanırsınız;

yanında kendinizi içi boş sanırsınız.

İnsanlar vardır, coşkun bir akarsu…

Yaklaşmaya gelmez, alır sürükler.

Tutunacak yer göstermez beyaz köpükler!

Ne zaman nerede bırakacağı belli olmaz;

bu tip insanla bir ömür dolmaz.

İnsanlar vardır; sakin akan bir dere…

İnsanı rahatlatır, huzur verir gönüllere.

Yanında olmak başlı başına bır mutluluk.

Sesinde, görüntüsünde tatlı bir durgunluk.

İnsanlar vardır; çeşit çeşit, tip tip.

Her biri başka bir karaktere sahip.

Görmeli, incelemeli, doğruyu bulmalı.

Her şeyden önemlisi insan, insan olmalı…

İnsanlar vardır; berrak, pırıl pırıl bir deniz.

Boşa gitmez ne kadar güvenseniz.

Dibini görürsünüz her şey meydanda.

Korkmadan dalarsınız, sizi sarar bir anda.

İçi dışı birdir çekinme ondan.

Her sözü içtendir, her davranışı candan…

Can Yücel

SEN

Sende sevgisizliği sevdim.

İyi oldu gelmediğin”.

Bu yol korkaklar için değildir

iyi oldu gelmediğin

Bu sulardan her babayiğit içemez,

Bu köprüden her benim diyen geçemez,

iyi oldu gelmediğin

Yumuşacık yürek gerek,

sevgi kadar derin gözler,

inançlı bir bilek gerek

iyi oldu gelmediğin.

Sen, bilindik kıyıların sığ sularından açılmadan yaşarsın

Sen, okyanus mavisine uzaklardan bakarsın,

Biz, yürüyemeyeceğin kadar uzak,

düşleyemeyeceğin kadar renkli,

ve berrak bir ülkeye birlikte gidemezdik.

Sen, açık denizlerden habersiz bir balık,

yalçın tepelerden uzak bir martısın.

Sen, benim için korkak,

herkes için heryerdeki insansın.

İyi oldu gelmediğin.

Alınmanı istemem,

darılman üzer beni,

sana yalan söyleyemem.

Tabi, hep sevdim seni,

sende sığ suları, sende martıları,

açık denizden habersiz balıkları,

sıradan insanları.

Geçemeyeceğin köprüleri,

düşleyemeyeceğin mavileri

sende korkaklığı sevdim.

Sende sevgisizliği sevdim.

İyi oldu gelmediğin.

Korhan ABAY



posted in ŞİİRLER | 0 Comments

21st Şubat 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ÖZLÜ SÖZLER

Ø“Hayır” demesini bilmeyen kişinin “Evetler”inin bir anlamı yoktur.”

Ø

Øİtiraz kabul etmeyen bir ilişkide sadakat iddiası sahtedir.*

Ø

ØHayatınızda anlam arayışınız yoksa ilahi standartlara ihanet içindesiniz.*

ØVar olan her şeyin var oluş aşamasında ilahi bir program vardır.*

ØYaşadıklarımız, yaptıklarımızın sonucu olarak ilahi adaletin gerçekleşmesidir.*

Ø

ØRüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uykudan uyanmaktır.

Ø

Ø“Para her şeyi yapar” diyen kişi, para için her şeyi yapabilecek kişidir.*

ØPara için değerlerini satanlar kadar parayla her şeyi satın alabileceğini zannedenler, bir gün aldıklarının da sattıklarının da para etmediğine tanık olurlar.*

Ø

ØSıfırdan başlamak, temiz bir sayfa açmak için sahip olduğumuz pek çok şeyin sağlamasını yeniden yapmalıyız.*

Ø

ØNe kadar yaşadığınız değil nasıl yaşadığınız daha önemlidir.*

Ø

ØHiçbir hak arayışı ve dayanışma boşa gitmediği gibi hiçbir haksızlık ve zulüm de karşılıksız kalmaz.*

Ø

ØSorumluluktan kaçanlar ileride daha ağır yük yüklenmek zorunda kalırlar.*

Ø

ØBir kişinin ilkeleri yoksa ondan her şey beklenir, değerleri yoksa ondan hiçbir şey beklenmez.*

Øİlkeler; evrenseldir, insanı dik tutar, onurlu kılar. Değerler insana hayat verir, can verir, onu huzurlu kılar. Birbiriyle iç içedirler.*

Ø

ØBazen fırça, pürüzleri düzeltmek ve üzerimizdeki tozları ve lekeleri gidermek içindir.*

Ø

ØAlt düzey bir bakış açısına sahip insanlar kişileri (dedikoduyu), orta düzey bir bakış açısına sahip insanlar olayları (sosyal olayları), üst düzey bir bakış açısına sahip insanlar ise ilkeleri ve değerleri (evrensel değerleri) konuşur ve tartışırlar. Küçük bir olay, üst düzey bir bakış açısına sahip biri için ilkesel bir değerin bir parçasıdır. Büyük bir olay, alt düzey bir bakış açısına sahip biri için sıradan bir çıkar ilişkisidir.*

Ø

ØYokuşlardan kaçanları daha sarp yokuşlar beklemektedir.*

Ø

Øİş yapmış olabilmen için mesafe almış olman gerekir. Kuvvet uygulamadan mesafe alamazsın. Kuvvet uygulasan bile mesafe alamıyorsan yaptığın iş sıfırdır.*

ØSorgulanmamış bilgi, zamanla dogmatik bir inanca ve ezbere bir yaşama dönüşür.*

ØGelişim, eleştirileri dikkate almaya bağlıdır.*

ØHarekete dönüşmeyen hiçbir şey tepki almaz.*

ØDeğişmeyenler, ölüler ve delilerdir.*

ØDoğruluk nasıl ahlaki bir erdem ise doğru bilgiye ulaşmak için gösterilen gayret de ahlaki bir erdemdir. Kişi doğruyu öğrenmeden ne denli doğru insan olabilir ki!

ØKaranlıklar olmasaydı yıldızları göremeyecektik.*

ØBüyük patlamalar büyük yıldızlar doğurur.

ØParmağın gösterdiği nokta yerine parmağa bakanlar, asıl görülmesi gerekeni göremezler.

ØYa herkes özgür olur veya hiç kimse.*

ØKuralların egemen olmadığı yerde krallar egemen olur.*

ØÇöplükte gül biteceğine olasılık vermeyen biri, çiçek bahçesinde yaşayamaz.*

ØDürüstlük ve erdem, kişiler ve kişisel çıkarlar değil değerler üzerinden verilen mücadeleyle gerçekleşir.*

ØAffetmek özgürleşmektir.*

ØKişi yaptığı seçimlerin sorumluluğunu üstlenebildiği ölçüde özgürdür. Sorumluluğu başkasına yükleyen kişi henüz rüştünü ispat etmemiştir.*

Ø

Øİnsanlığın parayla ölçüldüğü yerde haktan söz edilebilir mi?*

ØHaklının itibarla belirlendiği yerde adaletten söz edilebilir mi?*

ØSevginin sahtelikten beslendiği yerde dostluktan söz edilebilir mi?*

ØDeğerin güç-kuvvete bağlandığı yerde onurdan söz edilebilir mi?*

Øİnancın yalan üzerine kurulduğu yerde dinden söz edilebilir mi?*

ØKazancın hileyle büyüdüğü yerde ticaretten söz edilebilir mi?*

Ø

ØBilmek bir durum, inanmak bir duruştur. “Türkiye’de şu kadar sayıda sigara içen vardır” bir bilgi, “sigaraya karşıyım” bir duruştur.*

Ø

ØHerkesin zinciri vardır. Zayıf veya güçlü. Zincirsiz (bağsız-bağlantısız-sorumsuz) yaşamaya kalkışanlar, eninde sonunda en kısa zincire vurulurlar.*

Ø

ØKİŞİYİ AHLAKİ YÖNDEN NASIL TANIYABİLİRİZ? 1)İyiyi kötüden ayırt edebiliyor mu? 2)Bu ayrıma uygun davranıyor mu? 3)Erdemli davranışlarda onur duygusu yaşıyor mu? 4)İlkelere ve değerlere ters düşen eylemleri için utanç duyma eğilimi var mı?

Øİlkeler; omurgadır, kolonlar ve kirişlerdir; değerler ise hayattır, organlardır, duvarlardır, kapı, cam-çerçevedir.

Øİlkeler; evrenseldir, insanı dik tutar, onurlu kılar. Değerler insana hayat verir, can verir, onu huzurlu kılar. Birbiriyle iç içedirler. *

Ø

ØAlt düzey bakış açısına sahip insanlar kişileri-orta düzey bakışa sahip insanlar olayları-üst düzey bakış açısına sahip insanlar ilkeleri-değerleri konuşur ve tartışırlar.

Ø

Øİlkesizlik omurgasızlık, değersizlik organsızlıktır.*

Ø

Øİlkeleri evrensel düzeyde olmayan kişinin ilahi değerlerle iç içe olması mümkün değildir.*

Ø

ØEvrensel ilkeler ilahi değerlerle uyumlu olmadıkça kalıcı mutluluğu yakalamak zordur.*

Ø

ØEvrensel değerler ilahi ilkelerle uyumlu olmadıkça kalıcı huzuru yakalamak zordur.*

Ø

ØAllah adına söylenen her söz çok önemlidir; ama doğru değildir. Çünkü bu yönde birbiriyle çelişen binlerce söz vardır ve tüm insanlığı bağlayıcıdır.*

Ø

ØAllah adına yapılan her iş çok önemlidir; ama doğru değildir. Çünkü bu yönde birbiriyle çelişen binlerce eylem vardır ve tüm insanlığı bağlayıcıdır.*

Ø

Øİnsan yalnızca ekmek ve suyla değil, asıl sevgiyle ve umutla yaşar. İnsan ekmekle ve suyla beslenir, ama sevgiyle ve umutla yaşar. * 200906

ØKopyalara dayalı ilişki her türlü aldatılma ortamına en uygun zemindir.* 201006

Ø

ØKaranlığa küfredeceğine veya üç maymunu oynayacağına bir mum da sen yak! 200906

Ø

ØSöylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür…
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür…
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür…
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür…
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür…
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür…
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür…

ØDünyayı sevmek yetmez, onu anlamak gerekir… Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir.*

Ø

ØTanrı, bazılarının öz, bazılarının üvey yakını değildir.*

ØÇalışanlar geçinirler; mücadele verenler kazanırlar.*

ØMücadele vermeden bir şeyleri kazanamazsınız.*

ØKaybetmeyi göze almadan kazanamazsınız.*

ØEkmeğini mücadele vererek elde ettiklerine inananlar, mücadele vermekten vazgeçmezler.*

ØAdalet, haksızlık yapana zulüm gibi gelir.*

ØGeçersiz her bahane, karşı tarafı kandırmayı amaçlayan bir çeşit yalandır.*

ØMış gibi davranmak, bir çeşit yalan söylemektir(kandırma girişimidir).*

ØAbartılı davranmak, bir çeşit yalan söylemektir(kandırma girişimidir).*

ØKıvırma ve çarpıtmalar, bir çeşit yalan söylemektir(kandırma girişimidir).*

ØSöylenmesi gereken bir gerçeği veya doğruyu gizlemek, bir çeşit yalandır(kandırma girişimidir).*

ØGösteriş yapmak(riya), bir çeşit yalandır(kandırma girişimidir).*

ØKompleksli ve kaprisli davranışlar, bir çeşit yalandır(kandırma girişimidir).*

Øİkiyüzlü ve binbir surat davranışlar, bir çeşit yalandır(kandırma girişimidir).*

ØAsıl söylenmesi gerekeni söylememek, gizlemek veya geciktirmek, dürüstlük değildir.*

ØHiçbir şey olmamış gibi davranmak veya bir şeyler olmuş gibi davranmak, bir çeşit yalandır(kandırma girişimidir).*

ØSusan(zihinsel dilsiz) insanın gizlemekte olduğu bir şeyler vardır.*

ØBahaneler, bir çeşit yalanlardır(kandırma girişimidir).*

ØKüçük yalanlar, büyük yalanların habercisidir.*

ØHer türlü yalan, olumsuz bir iz bırakır; açtığı derinlik ölçüsünce kişiyi etkiler.*

ØYalan, en fazla mağduru yıpratır ve yalancıyı yalama yapar.*

ØDoğal yapıya ters olduğundan, dünyadaki nüfusun büyük çoğunluğu, açıktan(doğrudan) yalan söylemez. Onun yerine dolaylı yollardan yalan söylemeyi seçerler.*

Ø

ØYalan, kişinin ve çevrenin kendisine olan güvenini yer bitirir.*

Ø

ØBir yerde küçük insanların gölgeleri büyük gözüküyorsa orada güneş batıyor demektir.

Ø

ØKişinin gerçek yüzü; a)Zor durumlarla karşılaşıldığında, b)Ayrılık-kopuş anında, c)Tartışma-sürtüşme (öfke) anında, d)Zorlu yolculuklarda, e)Üçüncü şahısların yanında, f)Eline geniş olanaklar geçtiğinde, g)Birtakım değerler karşılığında, birtakım çıkarlar teklif edildiğinde ortaya çıkar.***08.08.2004

Ø

Øİnsanlık nerede başlar: Yanınızdakilere yapılan saygısızlığın, haksızlığın, kötülüğün ve zararın size yapıldığını varsayarak, buna uygun bir davranış içine girmekle…Erdem nerede başlar: Başkalarına yapılan saygısızlığın, haksızlığın, kötülüğün ve zararın size yapıldığını varsayarak, buna uygun bir davranış içine girmekle… ***

ØKarşınızdakini memnun etmeye kalktığınızda, kendinizi mutsuz edersiniz.*

ØAnlayışınızı(bakış açınızı) değiştirmeden hayatınızı değiştiremezsiniz.*

Ø

ØTekrarlanan veya gitgide büyüyen hataların arkasında temiz bir niyet, geçerli bir mazeret, masum bir neden olamaz.*

Ø

ØGerçek itiraf aklımızdan geçenleri değil, kafamıza taktıklarımızı, düşündüklerimizi, inandıklarımızı ve yaptıklarımızı ortaya dökmektir.*

Ø

ØKendi başınıza bir sorunu aşamıyorsanız, onca denemelere rağmen tıkanıyorsanız, size sunulan doğru çözümü kurtuluşunuz için tek çözüm olarak görüp, ona kilitlenmedikçe sorununuzu aşamazsınız.*

Ø

ØKendini beğenmiş(kibirli) adam, kendini beğenmişliğin iğrenç bir şey olduğunu biliyor ve kendisinde de görüyorsa, bunu değiştirir. Eğer iğrenç olduğunu biliyor, ama kendisinde göremiyorsa, gösterince belki değiştirir. Kibirliliğin iğrenç bir şey olduğuna inanmak bir tarafa bununla gurur duyuyor ve bunu övüyorsa, onun değişmesi olanaksız gibidir.*

Ø

ØÖlüme atlayanlar dünyayı, dünya da onları hiçe saymaktadır.*

Ø

ØAkıllı insan mutsuz olmamak için değil, mutlu olmak için yaşama katılır.*

Ø

ØHatalı olmanıza bağladığınız nedenler kalitenizi, düzelmek için getirdiğiniz çözüm yolları akıl seviyenizi ortaya koyar.*

Ø

ØGörmek akıllılığın, göstermek sorumluluğun gereğidir.*

Ø

ØGöremeyen akıllı, gördüğü halde gereğini yapmayan sorumlu davranmamaktadır.*

Ø

ØGördüğü halde görmemiş, görmediği halde görmüş, yaptığı halde yapmamış, yapmadığı halde yapmış gibi davranan yalancılık eğilimi içindedir.*

Ø

ØHiç kimse, çevresine mavi boncuk dağıtarak dürüst olamaz.*

Ø

ØAklını kullanan insanlar, kendilerini geride kalanlarla değil, öne geçenlerle kıyaslarlar.*

Ø

ØBaşına gelecekleri düşünmeyen insan, tedbirli davranamaz.*

Ø

ØAklını kullanan doğruları bulmuş, yanlışlara karşı koymuştur.*

Ø

ØKendi düşüncelerinin değerini bilmeyen, zamanın değerini bilemez.*

Ø

ØBaşkasını çukura düşürmek isteyen kişi oraya kendisi düşer.*

Ø

ØAsılsız yollardan doğruyu arayan, yanlışların içine düşer.*

Ø

ØKişi inandığı gibi yaşar; ama düşündüğünü fırsat buldukça yapar.*

Ø

ØDoğru kararlar vermek için; 1)Konuşmak için konuşmamalısın, 2)İnanmadığın şeyi yapmamalısın, 3)Konu hakkında kapsamlı ve kesin bilgi sahibi olmalısın, 4)Başkalarının kararlarını da dinlemelisin, 5)Kendi beynini kullanarak, yüreğinin sesine kulak vermelisin.*

Ø

ØEn büyük yolculuklar, ilk adımla başlar.*

ØEn büyük yangınlar, bir kıvılcımla başlar.*

ØEn büyük dostluklar, basit sıcak mesajlarla başlar.*

ØEn büyük kavgalar, küçük iğnelemelerle başlar.*

Ø

Øİnsan, kendi doğrularına bakarak, başkalarının yanlışlarıyla avunarak batıyor.*

Øİnsanlar seyretmeyi seviyorlar, katılımı değil.

Øİnsanlar anlamadıkları şeye daha kolay inanıyorlar.*

Ø

ØBana kızıyorsan, yanlışımı gösterip kanıtla veya daha doğru bir alternatif getir.*

Ø

Øİnançlarımız; oturmuş, kökleşmiş, kemikleşmiş düşüncelerimizdir.*

Ø

ØBizler; bildiklerimiz, inandıklarımız, yaptıklarımızın ve tepkilerimizin toplamıyız.*

Ø

ØTakanlar, takılanların daima önündedirler.*

Ø

ØDakikaları dikkate almayanlar, saatleri kaybederler; saatleri dikkate almayanlar dakikaları bile bulamazlar.*

Ø

ØBirinci olmak kolay, birinci kalmak zordur.

Ø

ØSahiplenilmeyen bilgi sahibini ya ukala yapar, ya da hammal.*

Ø

Øİnsanın bildikleriyle inandıkları çelişirse, ondan dürüstlük bekleyemeyiz.*

Ø

ØBizler bildiklerimiz, inandıklarımız ve yaptıklarımızın toplamıyız.*

Ø

ØÖğrendiklerimizi biliyor, yaşadıklarımıza inanıyoruz.*

Ø

ØBilgilerini update etmeyenler, geri kalmaya mahkumdurlar.*

Ø

ØMutlu olmak istiyorsan, bunun planını sen yap: Sevdiğin işi yap, sevdiğin insanlarla birlikte ol! Akıllı, dürüst, dost ve üretken ol! Başkasından beklediğin şeyi, sen ver, karşılık bekleme! Alıcı olmaktansa verici olmayı yeğle! Verici olmayan insanlarla dost olma!*

ØMutsuz olmak istemiyorsan, hak ettiğinden fazlasını isteme! Hak ettiğinden fazlasını istiyorsan, onu hak edecek şeyi yap. Hak ettiğinden fazlasını istersen, başkalarının esiri olur ve şamar oğlanına dönersin.*

Ø

ØHuzurlu olmak istiyorsan, daima dürüst ol(Açık ol/Yanlış yapanlara göz yumma/Göz yummadığına kişiye davranışında istikrarlı ol/İnanmadığını şeyleri söyleme, yapma/Hata yaptığın zaman, başkalarını beklemeden kendini yargılamasını bil, başkalarını değil/Hata yaptığın zaman, özür ve bahane getirme/Duygularını gizleme/Başkalarını rahatsız edici davranışlardan uzak dur, medeni ol/Dürüstlere değil, dürüst olmayanlara karşı tedbirli ol/Ölçülü ol/Basit ve gelip geçici çıkarlar peşinden koşma, onların mücadelesini verme)!*

Ø

ØYaptığın/yapmadığın, söylediğin/söylemediğin her şeyin bir bedeli vardır. Bedelini ödemeyi göze alıyorsan yap, söyle!*

Ø

ØBüyük mutluluklar, büyük mücadeleler sonucunda elde edilir.*

Ø

ØKalıcı mutluluğu arayanlar, sabretmesini bilmelidirler.*

Ø

ØPaylaşacak bir şeyiniz kalmadıysa, dostluğunuz bitmiş demektir.**

Ø

Øİçimizdeki beni yok etmeden, bir yaşamaktır.*

Ø

ØKendi benini kaybetmeden biz olabilmektir.”

Ø

ØDost huzur verir.*

Ø

ØBize düşmanlık gösterisinde bulunanlara karşı dostluk gösterisinde bulunanlar bizden değildir. Her ikisi de bizden dostça bir beklenti içine girmemelidir.*

Ø

ØYanlış yaptığınızda gerektikçe size en acımasız davranan, doğru yaptığınızda gerektikçe en çok kuçak açan kişi, sizin gerçek dostunuzdur. Yanlış yaptığınızda size masaj yapar gibi dokunduran, doğru yaptığınızda da size masaj yapar gibi okşayan kişinin size dost olduğu kuşkuludur.*

Ø

ØSizi değil, düşüncelerinizi sevdiğini söyleyenler sizin düşüncelerinize inanmıyordur.*

Ø

ØHoşlanmadığınız biriyle birlikte olmak, kendi kendinize tecavüz etmektir.*

Ø

ØDostun iyisi senin yanlışlarını gösteren, doğruları yapmana destek olandır.*

Ø

Øİttiğin zaman yürüyen araba, seni zor durumda bırakır.*

Ø

ØKişiye bakarak değil, fikrine bakarak değer ver.*

Ø

ØKıskanan kişi, paylaşmasını bilmeyen kişidir.*

Ø

ØZayıf insanlar kendilerine zayıf dostlar ararlar.*

Ø

Øİçini açmayan kişi kibrini açar.*

Ø

Øİnsanın iyisi hayırlı olan şeyleri, değersiz olan şeylere değişmez.*

Ø

ØSizin dostunuz, sizi uyaran, uyarıcı mesajlar verendir.*

Ø

Øİki taraf da birbirlerine bir şeyler veriyorsa, orada dostluk vardır. Sadece bir taraf veriyor, diğer taraf bir şeyler vermiyor; ama alıyorsa, o diğerini kullanıyor demektir. İki taraf da birbirlerine bir şeyler vermiyorsa, orada çıkar ilişkileri var, taraflar birbirlerini idare ediyorlardır. Dostluğun dışındaki tüm ilişkiler uzun süreli olmayacaktır. Parazitlik yapan ikinci durumdaki kişi uyanıklığı, diğer tarafında aptallığı/saflığı/iyi niyeti oranında bu ilişki sürebilir. Üçüncü gruptaki kişiler ise, önlerine fırtınalar, duvarlar veya yeni daha üst çıkarlar buluncaya kadar ilişkilerini sürdürebilirler.*

Ø

ØBaşkalarının yanında gösteriş yapan, unutma ki seninle başbaşa kaldığında kibirlenir.*

Ø

ØBaşkalarının yanında konuşmaktan çekinmeyenler, sizinle birlikte iken kibirli davranabilirler.*

Ø

ØSizin yanınızda gayet iyi dost olanlar, başkalarının yanında gösteriş adına çekingenlik gösterebilirler.*

Ø

ØKibirlilik, gösteriş düşkünlüğü ve kıskançlık, kişilik sahibi olamamaktan kaynaklanır.*

Ø

ØKıskanç insanlar, kıskançlıkları ölçüsünde kötülüklere teşebbüs ederler.*

Ø

ØKıskançlık, doğru yapan veya yanlış yapmayan insanlardan rahatsız olmak veya onları engelleme yoluna gitmektir.*

Ø

ØDeğer arayanlar, zaten değersizdirler ya da az buçuk değerlerini de kaybederler.*

ØDeğer arayanlar, hem tapınmayı, hem tapılmayı özlüyorlar.*

ØDeğer arayanların kişiliklerini kaybettiğini bilmeyen var mı?*

Ø

ØHerkes beklentisi ölçüsünde adım atar.*

Ø

ØYükselmek için ilahlar arayanlar alçalırlar.*

Ø

Øİlahlarında gözünde yücelmek isteyenler, gerçekte daha da alçalırlar.*

Ø

ØYükselmenin de alçalmanın da sınırı ve sonu yoktur.*

Øİnsanlar, ne kadar aşağıda olurlarsa, o kadar kendilerini yukarıda sanıyorlar.*

Ø

ØYükseliş ve alçalış, insanlara endeksli değil, dürüstlük ve mücadeleye endekslidir.*

ØYükselmek için mücadele verenler, kendilerine kul ve köle arıyorlar demektir.*

Ø

ØNe yükseklik ve ne de alçaklık mücadelesi verin. İnandığınız şeyler için savaşım verin; zaten hak ettiğiniz yere gelirsiniz.*

Ø

ØYükselmek veya alçalmak için mücadele etmeye gerek yok. Siz zaten inandığınız seviyedesiniz.*

Ø

Øİnsanlardan beklenti içine girenler, elbette başarısız olacaklar, elbette hayal kırıklığına uğrayacaklardır.*

Ø

Øİnsanlardan beklenti içinde olanların, kişilik sahibi olduklarından söz edilemez.*

Ø

ØKimden beklentilerimiz varsa, ona kul oluyoruz demektir.

Ø

ØBeklenti, bir çeşit tapınmadır.*

Ø

Øİnsanlardan beklenti içine girenler, hem aşağılanırlar, hem pişman olurlar.*

Ø

ØŞeref ve itibarı kimin yanında arıyorsanız, arzularınızı da onların yanında arayın.*

Ø

ØŞeref ve itibarı başkalarının yanında arayanlar, var olan şeref ve itibarlarını da kaybederler.*

Ø

ØYükselmek için doğru şeyler için uğraş vermek, dürüst kişilere destek olmak; yanlış yapmamak ve kötülere karşı mücadele etmek yeterlidir.*

Ø

ØYükselmek için mücadele verenler, alçaklıklarını kendileri belgelemişlerdir.*

Ø

Øİnsan kendisini nasıl hissediyorsa o kadar değil, ne kadar değer üretiyorsa o kadar piyasa değerine sahip olur.*

Ø

ØBatağa batanlar, kişiliklerini kaybetmişlerdir.*

Ø

ØDoğallığın dışındaki her tavır, kişiliğin zedelenmiş halidir.*

Ø

ØKendilerine güvenmeyenler kişiliksizdirler.*

Øİnanmadığı şeyleri yapanlar kişiliksizdirler.*

Ø

ØÖzgüveni olanlar, çevrelerini değiştirirler. Özgüveni olmayanlar, kendilerini bile değiştiremezler.*

Ø

ØDünyanın en korkakları, özgüveni olmayan kişilerdir.*

Ø

ØÖzgüveni olmayanlar, bukalemun gibidir.*

Ø

ØÖzgüveni olanlar, kendi başlarına bir çevredir. Özgüveni olmayanlar, kendilerine bir çevre ararlar; ama doğru dürüst bir çevreleri dahi yoktur.*

Ø

ØÖzgüveni olanlar, değişim ve gelişimin öncüsü, kişiliksizler ise, gerilimin ve geriliğin öncüleridir.*

Ø

ØDoğulu gibi ilkeli, batılı gibi medeni ve dürüst bir insan gibi kişilikli olmalısın.*

Ø

ØTehlikelere karşı önlem almayı ciddiye alan insanlar güvenilir insanlardır.*

Ø

ØDünyanın en güvensiz insanlarından biri de, başına geleceklere karşı önlem almayandır.*

Ø

ØGerektiğinde gülmesini ve ağlamasını bilmeyen; gerektiğinde rahatsız olmayan ve sinirlenmeyen; gerektiğinde sevinmeyen ve üzülmeyenler dünyanın en güvensiz insanlarıdır.*

Ø

ØGüvensiz insanlar arasında emniyet içinde yaşamak, daha tehlikelidir.

Ø

ØGüvenilir olanı test etmek, bir çeşit kumar oynamaktır.*

Ø

ØHaklı nedene dayanan her duyguyu(ağlamak-gülmek-sinirlenmek-sevinmek v.b.) dolu dolu yaşamak kişiyi daha sağlıklı ve daha huzurlu yapar. Haklı nedene dayanmayan herhangi bir duyguyu yaşamak ise, kişiyi gerer, strese sokar.*

Ø

ØDürüst insanlar, duyguları doğru zamanda ve doğru yerde dolu dolu yaşayanlardır. Dürüst insanlar en sağlıklı insanlardır. Sahtekarlar da en sağlıksız ve kişiliksiz.*

Ø

ØYaşaman gereken duyguyu geciktirme. Ertelenmiş duyguyu yaşamak, seni mutlu edemez.*

Ø

Øİçinde olanları, sadece duygularınla ortaya koyabilirsin.* Duygularını baskı altına alanlar, alçalmaya mahkûmdurlar.*

Ø

ØMelankoli(çöküntü, bunalım, kriz, mikromanyaklık) içinde yaşayanlar, sanki egosuz yaşıyorlar; sanki onların idleri(dürtüsel arzuları) ve süperego(maskeleri, sansürleri) var; ama bunları disipline edecek egodan(ben) yoksunlar.* Benlik duyguları gelişmemiş. Duygularını kısanlar(Melankoli=Mikromanyak).*

Ø

ØDuyguları içten geldiği gibi değil, başkalarının beğenisini kazanmak için abartanlar megalomanyaklardır. Onlar kendilerini zeki ve güçlü sanırlar.Duygularını abartanlar(Megalomanyak).*

Ø

ØSiz, size verilen duyguların tamamını yaşarsınız; ama bunları ne amaçla yaşadığınız önemlidir. Sevinçlerini yanlış yerlerde kullananlar, üzüntülerini de yanlış yerde kullanırlar.*

Ø

ØHırsların ve ihtirasların başladığı yerde saf duygular sona erer.

Ø

ØYaşam planınız sizin elinizde değilse, varlığınızı rastlantıya bırakmışsınız demektir.

Ø

ØYaşamak demek, tehlike içinde olmak demektir.

Ø

ØŞerefle bitirilmesi gereken en ağır görev hayattır! Bu nedenle bir lokma için şerefini ayaklar altına almaya, bir anlık zevk için namusunu lekelemeye, bir zamanlık mevki için ayak öpmeye, günlük menfaatlar için faziletini kopartmaya değmez.

Ø

Øİnsanların beynindeki önyargıyı yok etmek, atomu parçalamaktan daha zordur.

Ø

ØDolmuş insanı boşaltmayı, boşalmış insanı doldurmayı dene.*

Ø

ØBir toplumun aile yapısını bilmeden, o toplumu değiştiremezsin.

Ø

ØBir şey sallantındaysa, onu sallayan birisi var demektir zaten!*

Ø

ØEn çok çiy damlası, en sessiz gecede düşer, biliyorum.

Ø

Øİnsan doğru zamanda yaşamazsa, asla doğru zamanda ölemez.

Ø

ØAsık suratlı olmak için yüzümüzde on dört kasın çalışması gerekiyor, gülmek içinse üç kas.

Ø

ØDeğişmeyenler sadece ölülerdir.*

Ø

ØDans eden bir yıldız doğurmak isteyen, önce kendi içinde büyük taşkınlıklar ve kaos yaşamak zorundadır.

Ø

ØBelki benim öğrencilerim henüz dünyaya gelmediler. Benim günlerim yarından sonraki günler. Bazıları ölümlerinden sonra doğarlar!

Ø

ØBir ton gorili kelebek ağıyla yakalamak.

Ø

ØBaşkaları sizi geçici olarak durdurabilir; ama siz kendinizi sürekli olarak durdurabilirsiniz.

Ø

ØDeğişim; ancak yeterince güçlü arzular olduğunda mümkün olacaktır.

Ø

ØAlışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılamayacak kadar güçlü olur.

Ø

ØDeğiştiremediğin şartların da tadını çıkarabilmelisiniz.*

Ø

ØYaşam tarzlarından ve yetişme biçimlerinden ötürü, insanların zihnini bir takım saplantılar ve kuruntular oluşturur. Bu kuruntu ve saplantılar, insanın gerçeği görmesini ve doğaya hakim olmasını engeller.

Ø

ØDoğal bir ortam katılımı getirir.*

Ø

ØGüçlü gözyaşları temizler.

Ø

ØAnlatınca açılabileceğine, konuşunca bazı yüklerin atılabileceğine inanıyorum.*

Ø

ØBazen, sorulmayan soru en önemli sorudur.*

Ø

ØGerçeğin ne kadarına dayanabilirsin?

Ø

ØHer insan, gerçeğin ne kadarına dayanabileceğini seçmeli.

Ø

ØSöylenilecekleri söyle, yapılacakları yap; ama şikâyetçi olma!*

Ø

Øİdeal evlilik ilişkisi, her iki insanın da yaşamını sürdürmesi için bu ilişkiye muhtaç olmadığı zaman kurulanıdır.

Ø

ØBir beyinsel üretici olmaya ve ortaya yeni üreticiler meydana getirmeye hazır değilsen çocuk yapma. İhtiyaç için çocuk doğurmak yanlış bir şey, yalnızlığını hafifletmek için çocuğu kullanmak yanlış, insanın kendisine benzer bir kopya çıkarmayı kendine amaç edinmesi de yanlış. Tohumlarını geleceğe doğru kusarak ölümsüzlüğü araması da yanlış, sanki onlar bilinç taşırmış gibi. Nietzche

Ø

ØÇocuklarınızı yetiştirmek için önce kendinizi yetiştirmeniz gerek. Aksi halde, hayvani ihtiyaçlarınız ya da yalnızlığınız ya da içinizdeki boşlukları doldurmak için çocuk sahibi oluyorsunuz demektir. Bir baba olarak göreviniz bir başka benlik, bir başka Ali, Veli, Ayşe, Fatma değil; daha yüce bir şey üretmektir. Bir çözüm üretici üretmektir.

Ø

ØEvlilik bir hapishane değil, içinde daha yüce bir şeylerin yetiştirildiği bir bahçe olmalıdır. Belki de evliliğinizi kurtarmanın tek yolu onu bitirmektir.

Ø

ØEvlilik bağını koparmanız, onun sizi koparmasından daha iyidir.

Ø

Øİnsan güzel bir tenin altındaki çirkinliği görmemek için gözlerini kör etmeden bir kadını sevemez; derinin altında kan, damarlar, yağ, sümük, dışkı; bu fizyolojik iğrençlikleri görmez. Âşık insan kendi gözlerini çıkarmalı, gerçeklerden feragat etmelidir. Benim için ise, böyle bir gerçek dışı yaşam, yaşarken ölmek demektir.Nietzche

Ø

ØAkıllı insanlar; dürüstlüğe, aklı kullanmaya, çalışkanlığa, bilgi ve beceriye, sonra da fiziksel görünüme öncelik verirler.*

Ø

ØBizler arzu edilenden ziyade arzulamaya âşığızdır.

Ø

ØEn çok arzu edilen kadın en çok korkulan kadındır. Tabii bunun nedeni onun ne olduğu değil, bizim onu nasıl gördüğümüzdür.

Ø

ØAşık olmak demek, yaşamdan nefret etmek demektir.,

Ø

ØSevgi, bilinçli bir tercih; aşk ise, kendini kaybediştir.*

Ø

ØAşk, bir anda başlar, bir anda biter.*

Ø

Øİnsanlar aşk için, kendilerini de aşık olduklarını da bir anda harcayabilirler.*

Ø

ØAşık olan, aşık olduğu kişiyi bir anda göklere de çıkarabilir; yerin dibine de geçirebilir. Oysa sevgi, karşınızdaki kişide gördüğünüz güzellikler ve doğru şeylerden dolayı ağır ağır başlar; yanlış yapınca da ağır ağır biter.*

Ø

ØKimse sevdiğini bir anda sevmedi, bir anda da terk etmedi.

Ø

Øİnsanlar aşk ile sevginin ayırımını yapabildikleri zaman, aşık olmaktan kurtuldukları zaman, gerçek özgürlüğe kavuşurlar.*

Ø

ØHer aşık, aşık olduğuna kul-köle olur; yanlış isteklerine boyun eğer. Oysa seven, yanlışa boyun eğmez; yanlışları düzeltmek için mücadele verir.*

Ø

ØFiziksel görünüme ve ekonomik güce öncelik verenler, sonuçta kaybederler.*

Ø

ØBir insan dürüst bir dosta sahip olmaktan daha güzel bir hazineye nasıl sahip olur ki?*

Ø

ØBir insan, dürüst ve çalışkan olan yüzlerce, binlerce insanı sevebilir; ama bir meczup, sadece bir kişiye aşık olur.

Ø

ØAşk ile sevginin ayırımı belki şuralarda ortaya çıkar: Sevdiğinizi zannettiğiniz kişinin her türlü isteğini, -örneğin, uyuşturucu kullanma, hırsızlık yapma, adam öldürme, kendine ve insanlara zarar verme gibi isteklerini- sırf o istediği için kabul ediyorsanız, siz aşıksınız, demektir. Dünya üzerinde o kadar ciddi olaylar yaşanırken, bunlara kayıtsız kalıyor ve sevdiğinizi zannettiğiniz kişiden başkasını gözünüz görmüyorsa, siz aşıksınız demektir. Çevrenizde onca haksızlıklar oluyor ve siz de bunlara aldırmayarak, kafanız hâlâ bu kişiyle meşgulse, siz aşıksınız demektir. Bu durumda sizin ne kendinize ve ne de çevrenize bir yararınız olmaz.Sizden sorumluluk beklenmez. Çünkü siz dünyada sadece iki kişinin yaşadığını sanmaktasınız. Oysa seven insanlar çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalmazlar.*

Ø

ØAşık olmak, saplantı içine girmektir.*

Ø

ØAşık olanlar, bir kişinin dışında kalan her şeye karşı kördürler.*

Ø

ØAşk, bir takıntıdır. Takıntı gerçekçi değil.*

Ø

ØAşk, avanaklıktır. Aklı birkaç karış havada olmaktır.*

Ø

ØMensup olduğun topluma verebileceğin bir hizmet, yapabileceğin bir katkı var ise ve sen yapmıyorsan; sen ya tembelsin, ya bencilsin ya da KORKAKSIN!

Ø

ØKendisi sürekli tükettiği halde, bir şeyler üretemeyen bir insanın ne kadar zararlı olduğunu düşünebiliyor musunuz?*

Ø

ØHerkes, bir şeyler üretmedikçe enflasyon zorunludur.*

Ø

Øİnsanın değeri yok diye sızlanıyorsun. Üretmeyenlerin değerinden söz edilemez.

Ø

ØÇocuğu, ya da bir insanı kim yetiştirir, kim değiştirebilir? Anne-baba, çevre… Doğru değil! Çocuk bulunduğu çevrede kime hayranlık, ilgi, yakınlık ve sevgi duyuyorsa, o yetiştirir, o değiştirebilir. Daha doğrusu onun yetiştirmesine gerek kalmaz. Çünkü çocuk o kimseyi, örnek alır, model alır, onu aynalar. Çocuk onun karakteriyle karakterlenir. İlgi, yakınlık ve sevgi duymadığı birisi, isterse babası olsun, onu yetiştiremez, değiştiremez; tam tersine çocuk, yakınlık duymadığı kişinin söylediklerinin aksini yapar. Kişi birini beğenebilir, takdir edebilir, onunla ilgili olumlu duygular besleyebilir; ama bu onu aynalayacağı anlamına gelmez.*

Ø

ØBildiğin zaman susma, bilmediğin zaman konuşma.*

Ø

Øİyi öğretmen, öğrencesinden de bir şeyler öğrenendir.*

Ø

ØYürümesini öğrenmeden uçamazsınız.”

Ø

ØSıfırı sıfırla bin kez de çarpsanız yine sıfır elde edersiniz!

Ø

ØSenin yolunu ben tasarlayamam, çünkü o zaman senin yolun olmaz. Ama yeterince cesaretin varsa, kendi yolunu kendin bulursun.

Ø

ØNasıl farklı yaşanacağını size ben söyleyemem, diyelim ki söyledim, o zaman da başka birinin tasarladığı bir yaşamı yaşıyor olurdunuz.

Ø

ØBenim ‘biz’ haline getirebilmem için önce ‘ben’ olmam gerek.*

Ø

ØBir psikologun, bir ruh çözümcüsünün herkesten daha fazla ihtiyacı vardır sertliğe. Yoksa içi yalnızca acımayla dolar. Öğrencisi ise sığ sularda boğulur.

Ø

ØBugün en iyi öğretmenin, öğrencisinden bir şeyler öğrenen öğretmen olduğunu anladım.

Ø

ØToprak ne kadar zengin olursa, orada bir şey yetiştirememen de o kadar affedilmez olur.

Ø

Øİçeri çektiğiniz nefes, dışarı verdiğiniz nefesten daha soğuktur.

Ø

ØUçmak istiyorsunuz, ama uçmaya kanat açmakla başlayamazsınız. Size önce yürümesini öğretmek zorundayım ve yürümeyi öğrenmenin ilk adımı, kendi kurallarına uymayan insanın başkaları tarafından yönetilmek zorunda kalacağını anlamaktır. Başkalarının kurallarına uymak, insanın kendisini yönetmesinden çok, hem de çok daha kolaydır.

Ø

ØKendinden hiç hoşlanmayan pek çok insan gördüm; bunlar önce başkalarınıkendileri hakkında iyi düşünmelerini sağlamaya çalışırlar. Bunu başarınca da bu sefer kendileri hakkında iyi düşünmeye başlarlar. Ama bu sahte bir çözümdür; bu başkalarının otoritesinin altına girmeyi kabullenmektir. Size düşen ödev kendinizi kabullenmenizdir, benim sizi kabullenmemin yollarını aramak değil.

Ø

ØBir kitap bizi alıp diğer kitapların üzerine çıkaramıyorsa o kitabın neresi iyidir?*

Ø

ØUstalık, karşındaki insanın zaafları ya da hataları karşısında onu yargılamadan, dışlamadan veya onunla bağları koparmadan, onun düzelmesi için sevgiyle, cesaretle ve gerçeklerden uzaklaşmadan zaafları veya hataları aşma konusunda ışık yakmaktan, kendi çözümünü kendisinin bulmasını sağlamaktan, onu aydınlatmaktan geçmektedir.*

Ø

ØDisiplin, kararlılık ve denetimdir.*

Ø

ØYüzü kızaran tek hayvan biz miyiz?

Ø

ØDürüstlük, insanlık için yararlı şeylerin mücadelesini vermek; doğrulardan taviz vermemek; daima doğru şeyler yapanların yanında olup onların destekçisi olmak ve yanlış yapanların savunucusu olmayıp onların karşısında olmak; içimizdekilerin bakışlarımıza, sözlerimize, ses tonumuza, dahası tüm organizmamıza yansımasıdır.*

Ø

ØDuvarı sağlam olmayanın duvarı tepeye çıktığı zaman göçer.

Ø

ØTemeli sağlamolmayanbina, kurulduğu yere çöker.

Ø

ØKökü hastalıklı olan ağacın içinde zehirli kurtlar gezer.

ØSağlam ağaç fırtınalı havada belli olur.(Köklerinin sağlam olup olmadığıyla)

Ø

ØÇürük bir ağaç, üzerinde uzun süre sağlam meyve taşıyamaz.

Ø

ØSağlam ağaç da, üzerinde uzun süre çürük meyve taşımaz.

Ø

ØGururlu bir yüceliğe erişmek isteyen ağaç fırtınalı hava ister. Yaratıcılık ve keşif de acıda saklıdır.

Ø

ØEn ulu ağaç en yükseklere uzanan ve köklerini en derinlere –hatta kötülüğün içine. salan ağaçtır.

Ø

ØBaşkalarını değil, daima kendini oyna. Kendin doğru değilsen, doğru olanı oynamayı dene.*

Ø

ØDürüst olursan sevilirsin, kıvırtırsan kovulursun.*

ØÇalışkan olmayan insan, boş şeylerle uğraşan insandır.*

ØDoğruysa uy, yanlışsa karşı koy.*

Ø

ØYapılacak ilk devrim, insanın kendi içinde yapacağıdır; insanın kendi hakkında bir düşünceye sahip değilken, bir düşünce uğruna savaşması yapılabilecek en tehlikeli şeylerden biridir.

Ø

ØYaprağı gür, ama kökü zayıf bir ağaç ilk güçlü rüzgârda devrilir, buna karşılık kökü güçlü ama azyapraklı ağaçta can suyu bin bir güçlükle dolaşır; kökler ve yapraklar aynı ölçüde gelişmelidir kiağaç hem rahat gelişsin, hem zamana meydan okusun.

Ø

ØDürüst bir dost bulmak, bir hazine bulmak gibidir. Dürüst bir dostu kaybetmek, tüm servetini kaybetmeye benzer. O serveti tekrar kazanmak için tekrar tüm hayatını ortaya koyman gerekir.*

Ø

ØDuygularını içlerinden geldiği gibi yaşayamayanlar özgür değildir; dürüst de değildir.*

ØDürüst insanlar beynini sonuna kadar kullanmak zorundadır. Sahtekarlar ise, beynini sadece büzer.

ØDürüstlük, başkalarını rahatsız etmeden, kimseye zarar vermeden içten geldiği davranmaktır.*

ØPısırık insanlar, dürüst olamazlar. Kişiliksizler de.*

Ø

ØKişinin kalitesi/gerçek yüzü, ayrılık(kopma) anında, öfke anında, zor zamanda veya üçüncü şahıslar yanında ortaya çıkar.*

Ø

ØParazitler, bağırsak da yaşar, bağırmasak da.

ØGurur aptalın oyuncağıdır.

Ø

Øİnsanların elindeki para özgürlüğün; ardına düşülen para ise köleliğin ifadesidir.

ØKendi aklını kullanamayan insan, kitapların en güzeline de inansa özgür düşünemiyor demektir.

ØKendi tutkularının tutsağı olmayan kişi özgürdür.

Øİnsan tanrılarını silemeyen özgür değildir.*

ØGerçek özgür olan hiçbir zaman köle olmaz, çünkü köle ancak korkan kimsedir. Köle olan da aynı nedenle özgür olamaz, görünüşte özgür olsa bile. Bilge, başkalarının doğal efendisidir, görünüşte köle olsa bile. Dış durumlar önemsizdir; bilge, kölelik içinde bile özgürdür.

Ø

ØAşkım için kendimi, özgürlüğüm için aşkımı da feda ederim.

Ø

ØDoğruyu anlatanın sorumluluğu, bunu aktarmakla biterken dinleyenin sorumluluğu dinlemekle bitmez. dinlediğine sahiplenmesi gerekir.*

Ø

ØKaynatmak isteyenler, kaynayıp giderler.*

ØYanlış yapmayayım diye sakın hiçbir şey yapamaz duruma gelme!

ØIşığımızı engelleyen duvarları ya aşmak, ya da kaldırmak zorundayız.”

ØEngeller, gözünüzü doğru hedeften ayırdığınız zaman ortaya çıkan korkunç şeylerdir.

ØZorluklarla karşılaştığında başını kuma gömmekten vazgeç!.. Çünkü senin başının kumun içinde olduğu dönemde de Dünya dönüyor!..

ØBir engelle, bir fırsat arasındaki fark; ona karşı olan tutumunuzdur. Her fırsatın bir zorluğu ve her zorluğun bir fırsatı vardır.

ØFırsatların sayısı, onları görecek insan sayısından çok daha fazladır.

ØHayatınızın direksiyonuna başkası değil, kendiniz geçin.*

ØHayatınızın en değerli günü doğduğunuz gün ile neden doğduğunuzu öğrendiğiniz gündür.

ØDaha iyi olmak için çalışmayan iyi olarak kalamaz.

Ø

ØSaygınlığı içinde yaşadığın ortam; karakteri inandığın doğrular belirler.

ØSaygınlık, sandığın; karakter olduğun şeydir.

ØSaygınlık fotoğraftır; karakter ise yüz…

ØSaygınlık dışarıdan; karakter içeriden gelir.

ØSaygınlık, yeni bir topluluğa girdiğinde sahip olduğun; karakter ise, yeni bir topluluğa giderken elinde olandır.

ØSaygınlık, zengin veya fakir; karakter ise mutlu veya mutsuz yapar.

ØSaygınlık, insanların mezar taşına kazıdıkları; karakter ise, meleklerin Allah ‘ın huzurunda senin için söyledikleridir.

ØSaygınlık, insan hayatı için her şey; karakter ise, saygınlığı yakalamanın koşuludur.

Ø

ØHer şeye ‘evet’ demek zayıflık, güçsüzlük ve acizliktir; ‘Hayır’ diyebilmek, güçlü bir karakterin göstergesidir.*

ØSevgi için dürüstlük, saygı için insan olmak yeterlidir.

ØSevgi için zamana ihtiyacımız vardır; saygı ise zaman gerektirmez.

ØBeni sevmek demek; öncelikle beni anlamak, beni önceliklerime sahip çıkmaktır; aç mıyım, susuz muyum, hasta mıyım, düşünerek buna yönelik çözümlerin peşine düşmektir.*

ØSaygı, farklılıkları kabullenebilmedir. Saygı, başkalarının görüşlerini ve inançlarını kabul etmek değildir.*

ØSaygı bir empati, bir hoşgörü, bir nezaket ve bir kabalaşmamadır. Saygı, dinlemek, alay etmemek, hakaret etmemek ve küçümsememektir.*

ØSaygı, başkalarının yerine kendini koyabilmedir.*

ØSaygı, birtakım kusurları cezalandırma yoluna gitmemektir.*

ØSaygı, başkalarını anlayabilmedir.*

ØSaygı, herkese; sevgi ise, sadece dürüstlere karşı gösterilir.* Yanlış yapanlara saygı, doğru yapanlara sevgi gösterilir.*

ØSevgiyle bağlanmadığınız insanlar sizi kolay kolay aldatamazlar.*

ØSevmek, birlikte olmaktan geçer.*

ØSizi değil, düşüncelerinizi sevdiğini söyleyenler, düşüncelerinize inanmıyordur.*

ØDoğu’da saygı, Batı’da sevgi eksik; Doğu’da hoşgörü, Batı’da samimiyet eksik değil mi? Batı ‘da kişilik sahibiymiş gibi, Doğu’da kişiliğine güvenmeyen bir insan modeli ortaya çıkar. Oysa gerçek kişilik sahibi olmak, saygı ve sevginin birarada olmasıyla mümkündür.*

ØDoğallığın olduğu yerde, gerçek saygı ve sevgi tesis edilir.*

ØDoğallığın olmadığı yerdeki saygı ve sevgi sahtedir.*

ØKendi bacamızın dumanını görmek için başkasının pencerine gitmemiz zorunludur.*

Øİşitirsen unutursun; görürsen hatırlarsın; yaparsan anlarsın. Okuduklarının %10 ‘unu; duyduklarının %20 ‘sini; gördüklerinin %30 ‘unu; hem görüp, hem duyduklarının %50 ‘sini; söylediklerinin %80 ‘ini; davranışlarınla birlikte söylediklerinin %90 ‘ını hatırlarsın.

ØBilgi öğretilir; ancak, bilgiyi kullanabilme becerisi öğretilemez… Beceri, çalışma sonucunda kazanılır.

ØÜşüyen insan, ateşi düşünerek ısınamaz.

ØÇalışmak gerektiğini düşünerek başarılı olamazsın.

Ø

ØBir şey TERCİH ise; yapmak zorunda olduğunuz için yaparsınız. Bir şey İNANÇ ise; istediğiniz için yaparsınız.

ØBir şey TERCİH ise; istediğiniz zaman yaparsınız. Bir şey İNANÇ ise; isteseniz de, istemeseniz de yaparsınız.

ØBir şey TERCİH ise; yalnızca bir seçenek olarak görürsünüz. Bir şey İNANÇ ise; zorunluluk olarak görürsünüz.

ØBir şey TERCİH ise; zorlanınca değiştirirsiniz. Bir şey İNANÇ ise; asla değiştirmezsiniz.

ØBir şey TERCİH ise; açık bir tanım veremezsiniz. Bir şey İNANÇ ise; ulaşılabilir ve değerli bir hale getirirsiniz.

ØBir şey TERCİH ise; ulaşamayabilirsiniz. Bir şey İNANÇ ise; kesinlikle ulaşırsınız.

Ø

Øİnsanlar inandıkları şeyleri yapmalı; inandıkları şeyleri konuşmalı. İnandıkları şeyler yanlışsa, sözlerinive davranışlarını değil, inançlarını değiştirmeli. İnançlarını değiştirmenin yerine söz ve davranışlarını değiştirenler, bizi kandırmak isteyen ikiyüzlülerdir.*

Øİnanmadıkları şeyleri yapanlar ikiyüzlülerdir. Onlar yanlışı da yapsalar, doğruyu da yapsalar kişiliksizdirler.*

Øİnanıyorsanız yaparsınız. Sadece doğru bulursanız, yapıp yapmayacağınızı düşünürsünüz.*

Øİnanıyorsanız mutlaka çözümler bulursunuz. Sadece doğru buluyorsanız, zor gelince engeller bulursunuz.*

Øİnananlar, yapacakları işlerde kınanmaktan çekinmezler.

ØYaşam zorlukları yenme savaşıdır.*

Ø

Øİnanıyorsanız görür ve gösterirsiniz,

Øİnanıyorsanız susmaz, konuşursunuz,

Øİnanıyorsanız boş durmaz, araştırırsınız,

Øİnanıyorsanız yaşama geçirirsiniz,

Øİnanıyorsanız duygularınızı gizleyemezsiniz,

Øİnanıyorsanız unutmazsınız,

Øİnanıyorsanız başarırsınız…

Ø

ØBaşarılı insan, daima çözümün bir parçasıdır; başarısız insan ise, daima sorunun bir parçasıdır.

ØBaşarılı insanın her zaman bir programı vardır; başarısızın ise, her zaman bir mazereti vardır.

ØBaşarılı insan, işine yardım edeyim, der; başarısız ise:“ Bu, benim işim değildir.” der.

ØBaşarılı insan, her soruna bir çözüm bulur; başarısız ise, her çözümde bir sorun görür.

ØBaşarılı insan:“ Zor olabilir, ama imkansız değildir.” der; başarısız:“ Mümkün olabilir, ama çok zor.” der.

ØBaşarılı insan, en olumsuz durumda bile bir çıkış noktası görür; başarısız, en olumlu durumda bile engeller bulur.

Ø

ØBir insanın başarısı ile başarısızlığı arasındaki ayırıcı çizgi, zamanı ne kadar iyi yönettiği konusunda ortaya çıkar.

ØElimizden gelen her şeyi yapabilseydik, kesinlikle hayretten dilimizi yutardık.

ØYenilgiyi daha baştan kabul eden insanlar, hiçbir zaman zafere kavuşamazlar.

ØHiç kimse başarı merdivenlerini elleri cebinde çıkmamıştır.

ØYüzünüzü güneşe döndüğünüzde gölge arkada kalır.

ØVazgeçmek; geçici bir sorun için kalıcı bir çözümdür.

ØBaşarısızlık bozguna uğramak değildir; ertelemedir. Bizi yolumuzdan geçici olarak saptıran dolambaçlı bir yoldur; bir çıkmaz sokak değildir.

Ø

ØEğer bir çocuk, sürekli eleştirilmişse; kınamayı ve ayıplamayı öğrenir.

ØEğer bir çocuk, kin ortamında büyümüşse; kavga etmeyi öğrenir.

ØEğer bir çocuk, alay edip aşağılanmışsa; sıkılıp utanmayı öğrenir.

ØEğer bir çocuk, devamlı utanç duygusuyla eğitilmişse; kendini suçlamayı öğrenir.

ØEğer bir çocuk, hoş görüyle yetiştirilmişse; sabırlı olmayı öğrenir.

ØEğer bir çocuk,desteklenip yüreklendirilmişse; kendine güven duymayı öğrenir.

ØEğer bir çocuk, aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse; bu dünyada mutlu olmayı öğrenir.

Ø

ØDinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar.

Ø

ØAdalet, topaldır; ağır yürür; fakat gideceği yere ergeç varır.

ØAdalet, haksızlık yapana zulüm gibi gelir.*

Ø

Øİki insan arasındaki tek fark, sahip oldukları zaman değil, bunu nasıl kullandıklarıdır.

ØDün tecrübedir öğren..yarın tahmindir planla..bugün fırsattır kullan.

Ø

ØÇalışanlar geçinirler; mücadele verenler kazanırlar.*

ØMücadele vermeden bir şeyleri kazanamazsınız.*

ØKaybetmeyi göze almadan kazanamazsınız.*

ØEkmeğini mücadele vererek elde ettiklerine inananlar, mücadele vermekten vazgeçmezler.*

Ø

ØMecburiyetten kusanlar, içlerindekini tam boşaltmadan temizlenemezler.*

ØArınmak istemeyen kimseler, istemeden de olsa kirliliklerini ortaya dökebilirler.*

ØDoğruların değil, felaketlerin değiştirdiği insanlar gerçekte değişmemişlerdir.*

Ø

ØKendi kabuğuna çekilen insan, ne dikenin acısını, ne gülün kokusunu tanıyabilir. Bu da onu, gerçek yaşamı tanımaktan uzaklaştırır.

ØYalnızlığımı elimden aldıkları halde gerçekten eşlik etmeyenlerden nefret ederim.

Ø

ØBazıları için af(cezalandırılmama) bir ödüldür(Bkz. Affetmek)-42/30*

ØBazıları için affedilme bir ödül olabilir; oysa affetmek, sadece cezalandırma yoluna gitmemektir.*

Ø

ØHaberi nasıl gördüğünüz, nereden baktığınıza bağlıdır.

Ø

ØAncak haz verecek şeylerin ölçüsünü acı verecek şeylerin karşısında iyice tartıp değerlendirmeyi bilen kimse, daha büyük hazlar için daha küçük hazlara yüz çevirmeyi öğrenen, hatta sırasında daha büyük hazza erişmek için acıyı üzerine almaya hazır olan kimse, erdemli bir insan adını almaya hak kazanmıştır. Böyle bir kimse artık mutluluğunu rastlantıya değil, kendi akıllılığına ve kendi eylemine borçludur.

Ø

ØHer iş ve hamlede önce hedef ve amacın tayin edilmesi gerekir ki, insan vesilelere(nedenlere) bağlanıp kalmasın.

Ø

ØÖğrenci hazır olduğunda, öğretmen gelir.

Ø

ØYanlışları ve kötülükleri Allah ‘tan korktuğun için değil, yanlış ve kötü olduğu için yapma; ama yanlış ve kötülük yaptığın zaman, Allah ‘tan kork. Doğruları ve iyilikleri Allah ‘tan ödül bekleyerek yapma; ama doğruları ve iyilikleri yaptığın zaman, Allah ‘ın yardım edeceğini ve karşılık vereceğini ümit et.*

ØBir şeyin yanlış ve kötü olduğunu Kur’an, akıl ve bilim yoluyla öğrenebilirsin.*

ØAllah ‘ı hesaba katarak kötülüklerden kaçınmak, Allah ‘tan korktuğun için kötülüklerden kaçınmak değildir. Bu ifade, yanlış ve kötülükleri Kur’an ‘dan öğrenerek kesin bilgiyle inanma, bu konuda kuşkuya düşmeme; yanlış ve kötülük yaptığın zaman Allah ‘ın karşılık vereceği bilincinde olmaktır.*

Ø

ØDüzeltmek nasıl olur mu dedin? İşte sana ipucu: Akıllı bir öğrenciyi, akıllı bir tüccarı düşün. Öğrenci zayıf alıyorsa, tüccar malını satamıyorsa nelere dikkat eder? a)Başarısızlığın ve zayıf almanın gerçek nedenlerini tek tek sıralar. b)Bundan sonra bu sorunun üstesinden gelebilmek için gerçekten yapabileceği şeyleri tek tek sıralar. Kandırmadan ve kendini avutmadan… Hatayı düzeltmede atılacak ilk ve en önemli adım, NEDENLER VE ÇÖZÜMLER ‘dir. Nedenleri ve çözümleri sunarken ne ölçüde dürüst, samimi ve gerçekçi olursanız, sorunu o ölçüde aşarsınız.

ØUygarlık, yozlaşmadan uzlaşabilmedir.*

ØMedeni olmak, belli bir asra ve çağa ait bir davranış değildir.*

ØHata yapmış olsan da, ilkeli, uygar ve kişilikli olmalısın.*

ØKişilikli insanlar ne alçalırlar ne de böbürlenirler.*

ØDoğal olan, abartısız ve yapmacıksız olandır.*

ØGüneşin bize ulaşmasını istiyorsak, gölgeden çıkmamız gerek.

ØDin, karakter ve kişilik etiğidir.*

ØSÜRÜ PSİKOLOJİSİ: Grubun üyelerini, elindeki olanakları ve bilgiyi fazlasıyla yeterli görme: Bizim yeterli düzeyde adamımız, paramız, hastanemiz, okulumuz, marketimiz, manavımız, kasabımız, terzimiz, berberimiz, doktorumuz, mühendisimiz, öğretmenimiz, hocamız var. Grubun dışındaki her şeyi ve herkesi gereksiz ve fazlalık olarak görme, ilgisiz kalmak .*

Ø

ØDua etmek, Allah ‘a yaklaşmanın en güzel yoludur. İnsanla Allah arasındaki en güçlü ilişki duadır.

ØHer haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır=Her şey olacağına varır-6/67

ØÖrtülerine bürünenler(kepenkleri çekenler – çevrelerine duvarlar örenler) gerçekleri göremezler-11/5 71/7

ØKesin bilmediğin şeyi izleme-17/36

ØKötü tuzak, sadece sahibine dolanır-35/43

ØDürüstleri aldatanlar, aldanırlar; ama farkına da varmazlar-2/9

ØBaşkalarının göstermesiyle yürüyenler, bir gün karanlıklar içinde çakılıp kalmaya mahkumdurlar-2/17-20

ØAnlamayanların, suskunların ve göremeyenlerin gerçeklere dönmelerini beklemek nafiledir-2/18

ØBatağa batanlar, ışığa tahammül edemezler; kendi gayretleriyle değil, dürtmelerle yürürler-2/20

ØBozguncular da, eşkıyalar da, meslekleri zarar vermek olduğu halde düzelttiklerini düşünürler-2/11-12

ØYalan söyleyenlerin içlerinde hastalık vardır-2/10

Øİdeal bir öğreti, iyilikseverlerin aleyhinde olamaz-9/91

ØKişiyi sözlerinden çok davranışları ve duyguları tanıtır. Bu da özveride bulunduklarıyla ölçülür-2/203-208

(Turgut Çiftçi) http://www.hakveadalet.com/ozun-sozu-sozun-ozu-ozlu-sozler

<span “>

posted in ÖZLÜ SÖZLER | 0 Comments

5th Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kur’an’la konuşan kadın

Abdullah İbni Mübarek anlatıyor;

‘’Bir gün hacca gidiyordum, Irak-Suriye topraklarından geçerken yalnız bir kadına rastladım. Selam verdim;

Selamımı “Söz olarak Rahim bir Rab’den selam sözüdür onların duyacağı’’(36Yasin/5 ayetiyle aldı.

’’Buralarda ne yapıyorsun?’ diye sordum.

“ALLAH kimi yoldan çıkarmışsa, ona yol bulduracak yoktur”(7A’raf /186) ayetini okudu. . .

Anladım ki, yolunu kaybetmiş. Nereye gittiği soruma ;

“Bir gece kulunu Mescid-i Haram’dan alıp Mescid-i Aksaya götüren Allah’ı tesbih ederim”(17İsra/1) ayetiyle karşılık verdi.

Anladım ki, geçtiğimiz hac mevsiminde haccını tamamlamış, Kudüs’e gidiyor.

“Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin?” dedim.

”Tam üç gece (yani üç gündür)”(19Meryem/10”) dedi.

Yiyecek verme teklifinde bulundum.

“Sonra orucunuzu gün batıncaya kadar tamamlayın”(2Bakara/187) ayetini okudu.

”İyide Ramazan da değiliz” dedim.

“Kim ALLAH için nafile bir hayır yaparsa, ALLAH her hayrın karşılığını verendir, her şeyi hakkıyla bilendir”(2Bakara/15) ayetiyle cevap verdi.

”Yolculukta oruç açılabilir” dedim.

“Ama orucu tutarsanız, bu hakkınızda daha hayırlıdır”(2Bakara/184) ayetini okudu.

Niye benim gibi konuşmadığını sordum.

“Ağzından tek bir söz bile çıkmasın ki, yanında onu gözleyen ve o sözü kaydetmeye hazır bir gözcü bulunmamış olsun”(50Kaf/1) dedi.

”Kimlerdensin?”diye sordum

. ”Bu konuda kesin bilgin yok (ailemi söylesem de tanımazsın). Sonra göz de kalp de (görmeden, kesin bilgiye dayalı olmadan verdiğin her hükümden) sorumludur. ”(17İsra/36) ayetiyle cevap verdi.

“Hata ettim, hakkını helal et” dedim

”Bugün size kınama yok. ALLAH sizi bağışlasın”(12Yusuf /92) dedi.

Deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum.

”Hayır adına ne işlerseniz ALLAH onu bilir”(2Bakara/215) ayetiyle karşılık verdi.

Devemi yanına getirdim, binecekken.

”Mü’min erkeklere söyle, bakışlarını sakınsınlar”(24Nur/30) ayetini okudu.

Gözlerimi çevirdim; binecekken deve ürküp kaçtı, bu arada elbisesi az yırtıldı.

“Başınıza musibet olarak ne gelirse, bu bizzat işleyip, onu hak etmeniz sebebiyledir”(42Şura/30) ayetini mırıldandı.

“Sabret, deveyi bağlayayım!”dedim.

Bu hususta Süleyman’ı anlayışlı ve daha isabetli davranır kıldık”(21Enbiya /79) ayetini okuyarak, devemi yönlendirme konusunda benim daha başarılı olduğumu kastetti.

Deveye bindi ve “Bunu bize baş eğdiren Allah’ı tesbih ederim; yoksa bunu biz başaramazdık. Ve sonunda şüphesiz Rabbimize döneceğiz!”(43Zuhruf/13-14) ayetlerini okudu.

”Haydi!” diye deveyi hızlandırdım.

“Yürüyüşünde (ve davranışlarında) vakur ol ve sesini yükseltme. seslerin en çirkini eşeğin sesidir!”(31Lokman/19) mukabelesinde bulundu.

Yürürken şiir okumaya başladım. ”Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun!”(73Müzzemmil/20) dedi.

“Şiir okumak haram değil ki !”dedim.

“Bu hususu ancak idrak ve basiret sahipleri düşünür anlar!” (2Bakara/269) cevabını verdi.

Bir süre gittik; sonra evli olup olmadığını sordum.

“Ey iman edenler! Cevabı verildiğinde sizi üzecek meselelerden sormayın!”(5Maide/101)ayetini okudu.

Derken kafilesine ulaştık ve “kafile içerisinde kimsen var mı?” dedim

“Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür!”(Kehf/46) dedi.

Anladım ki, evladı var. İsimlerini sordum.

. ”ALLAH İbrahim’i dost edindi; ALLAH Musa ile konuştu; Ey Yahya, Kitab’a kuvvetle tutun!”(4Nisa/125, 164; 19Meryem/12) ayetlerini okudu.

”Ey İbrahim, ey Musa, ey İsa! “diye kafileye seslendim. Nur yüzlü üç genç ”Buyur!” diye çıkageldi.

Onlara para verip, ”Bununla içinizden birini şehre yollayın! Yemeklerin helal ve temiz olanına baksın ve size bir yiyecek getirsin. Dikkatli davransın!”(18Kehf/19) dedi.

Yiyecek gelince bana “Geçmiş günlerinizde yaptıklarınızın karşılığında şimdi afiyetle yiyip için!”(69Hakka/24) dedi.

Çocuklara, ”Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten yemem!”dedim. ”Annemiz” dediler. “Ağzından Allah’ın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar korkusuyla 40 yıldır böyle sadece Kur’an’la konuşur.

İbn Mübarek, bu hadiseyi Kur’an’da her şeyin bulunduğuna delil olarak anlatırdı.

posted in ÖYKÜLER | 2 Comments

23rd Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Birinci Öğüt

Güzel bir tarlada yabani bir ot bitmiş. Tarlanın sahipleri, yabani otu yok etmek için durmadan biçer dururlarmış, ot bu yüzden çoğaldıkça çoğalmış. Günün birinde, iyi kalpli, bilge bir çiftlik sahibi bu tarlanın sahiplerini ziyarete gelmiş. Onla­ra birçok öğütler vermiş, bu arada da, yabani otu biçmemele­rini, otun bu yüzden çoğaldığını, onu kökünden çıkarmak ge­rektiğini söylemiş.

Ama tarla sahipleri iyi kalpli bilgenin yabani otu biçmeyip sökmek gerektiği hakkındaki sözlerine -sözlerine önem ver­memelerinden mi, söylediklerini anlamadıklarından mı, yok­sa bu öğüdü yerine getirmek işlerine gelmediğinden mi, her nedense- hiç kulak asmamışlar. Bu konuda kendilerine sanki hiçbir şey söylenmemiş gibi yabani otları biçmeye devam et­mişler. Böylelikle otlar çoğalıp durmuş. Gerçi sonraki yıllarda iyi kalpli bilge çiftlik sahibinin öğüdünü hatırlatanlar olmuş, ama kulak asmamışlar, gene eskisi gibi hareket etmeye devam etmişler. Zamanla yabani ot topraktan çıkar çıkmaz biçmek artık sadece bir adet değil, kutsal bir gelenek gibi olmuş. Tar­ladaki yabani otlar da günden güne çoğalmış. O hale gelmiş ki, artık tarlada yabani ottan başka bir şey yetişmez olmuş. İn­sanlar bundan şikayet eder, işi düzeltmek için birçok çarelere başvururlarmış. Ama çarelerden yalnız bir tanesini, iyi kalpli bilge kişinin onlara çoktan önermiş olduğu çareyi uygulamaz -larmış. En sonunda, tarlanın acınacak hale geldiğini gören ve iyi kalpli bilgenin unutulmuş öğütleri arasında, yabani otu biçmeyip köküyle beraber sökmek gerektiği hakkındaki söz­lerini hatırlayan bir adam çıkmış, tarlanın sahiplerine yanlış hareket ettiklerini, iyi kalpli bilge kişinin yapılması gereken doğru işi çoktan göstermiş olduğunu söylemiş.

Sonra ne olmuş biliyor musunuz? Tarlanın sahipleri, bu adamın hatırlattığı şeyin doğru olup olmadığını araştıracak, doğruysa yabani otlan biçmekten vazgeçecek, doğru değilse ona yanıldığını söyleyecek veya bu öğütlerin yersiz olduğunu, onları yerine getirmenin gerekli olmadığını ispat edecek yer­de, bu üç ihtimalden ne birincisini, ne ikincisini, ne de üçün­cüsünü yapmışlar. Tam tersine hatırlattığı şeyler için o adama gücenmişler, kızmışlar. Bazıları onun için; “Bilgenin sözlerini yalnız kendisinin doğru yorumladığını sanan akılsızın, kendi­ni beğenmişin biri.”, başkaları; “Yanlış yorumlar yapan, iftira­cı, zararlı bir adam.” demiş. Daha başkaları da o adamın yap­tığının, bunları kendi kafasından uydurmak değil, sadece her­kesin saygı duyduğu bilgenin sözlerini hatırlatmak olduğunu hiç düşünmeyerek; “Yabani otu çoğaltmak, insanları tarlala­rından etmek isteyen kötü bir adam.” diyorlarmış. “Yabani otu biçmememizi söylüyor, halbuki otu yok etmezsek büsbütün çoğalacak, tarlamızı mahvedecek. Yabani ot yetiştirecek olduk­tan sonra tarlaya ne lüzum var?” der, o adamın otu biçmeyip kökleriyle beraber sökmeyi tavsiye ettiğini hiç akıllarına getir-mezlermiş. Böylece o adamın akılsız, yalancı, insanların zara­rını isteyen biri olduğu görüşü o kadar kökleşmiş ki, herkes onu azarlar, onunla alay eder olmuş. Adamcağız sürekli yaba­ni otu çoğaltmak istemediğini, hatta çiftçinin en önemli işle­rinden birisinin de zararlı otları yok etmek olduğuna inandı­ğını, iyi kalpli bilgenin sözlerini hatırlatmaktan başka bir şey yapmadığını tekrar eder durur, ama kimseye dinletemezmiş. Çünkü artık o adamın, iyi kalpli bilgenin sözlerini yanlış yo­rumlayan, yabani otların çoğalmasını sağlayarak insanlara za­rar vermek isteyen, kötü ve kendim beğenmiş biri olduğuna adamakıllı inanıyorlarmış.

Benim başıma da Allah’ın kötülüğe karşı zor kullanmamak hakkındaki öğüdünü hatırlattığım zaman aynı şey geldi. İn­sanlar, bu kuralın üzerinde fazla durmadıklarından mı, yoksa uygulanması güç bir kural olduğunu düşündüklerinden midir bilinmez, zaman geçtikçe onu terk ettiler. Yaşayış tarzları bu öğütten çok uzaklaştı. En sonunda o hale geldi ki, bu öğüt in­sanlara yepyeni, işitilmemiş, acayip, hatta saçma bir şey ola­rak görünmeye başladı, iyi kalpli bilgenin zararlı otu biçme­yip sökmek gerektiği- hakkındaki öğüdünü hatırlatan adamın başına gelen şey, aynı şekilde benim de başıma geldi.

Tarlanın sahipleri bu öğüdün, zararlı otu yok etmemeli şek­linde olmayıp akıllıca ortadan kaldırmaktan bahsettiğini nasıl özellikle gizlemiş ve “O adamı dinlemeyelim, delinin biri, za­rarlı otları çoğaltmamızı istiyor” demişlerse, kötülüğe karşı zor kullanmayıp onu sevgi ile kökünden yok etmek gerektiğini söylediğim, zaman, benim bu sözlerime karşı da; “Onu dinle­meyelim, delinin biri. Kötülüğe karşı koymamamızı öğütlüyor. Böylece kötülüğün bizi mahvetmesini istiyor.” dediler.

Ben, kötülüğün kötülükle ortadan kaldırılamayacağını, kö­tülüğe karşı şiddete başvurmanın kötülüğü artırmaktan başka bir şeye yaramadığını, kötülüğün, ancak iyilikle yok edilebile­ceğini söyledim.

Benim de sözlerim yanlış anlaşıldı. Sözde ben, Kutsal kita­bın kötülüğe karşı mücadele etmemeyi öğütlediğini söylüyor-muşum. Böylece bütün hayatmca zor kullanmış olan, zor kul­lanmayı seven herkes, sözlerimin yanlış yorumunu hemen be­nimsedi. Böylece kötülüğe karşı zor kullanmamak yolundaki bu öğüt, yanlış, mantıksız, dine aykırı, zararlı bir şey olarak tanındı. Bu yüzden insanlar da kötülüğü yok etmek bahane­siyle rahat rahat kötülük etmeye devam ediyorlar.

İkinci Öğüt

Vaktiyle birtakım insanlar un, yağ, süt ve daha birçok yiye­cekler satarak para kazamrlarmış. Ama daha fazla kazanmak, daha çabuk zengin olmak için, bu insanlar gün geçtikçe sat­tıkları mallara zararlı, daha ucuz şeyler karıştırmaya başlamış­lar. Una kepek ve kireç, tereyağma nebati yağ, süte su ve tebe­şir tozu katmışlar. Bu yiyecekler, onları satın alıp kullananla­rın eline gelinceye kadar her şey yolunda gidiyormuş; büyük toptancılar malları küçük toptancılara, onlar da perakendeci­lere satıyorlarmış. Birçok ambarlar, dükkanlar varmış, ticaret de görünüşte iyi gidiyormuş. Bu durumdan tüccarlar çok memnunmuş.

Yiyeceklerini kendileri yapamayan, bu malları satın almak zorunda olan şehirlilere gelince, bunlar hiç memnun değil­miş. Yiyecekler tatsız, sağlıkları için zararlıymış. Un da, yağ da, süt de kötüymüş. Ama şehrin piyasasında bu karışık mallar­dan başka mal olmadığı için, şehirliler bunlan satın almaya devam ediyorlarmış. Yemeklerin tatsız olmasında, sağlıklarının bozulmasında hep kendilerini suçlu buluyor, bunu yemekle­rin kötü hazırlanmış olmasına yoruyorlarmış. Tüccarlara ge­lince, yiyeceklere ucuz, yabancı maddeler katmaya devam ediyorlarmış.

Bu iş uzun zaman, böylece sürüp gitmiş. Bütün şehirliler bu­nun acısını çekiyorlarmış, ama kimse hoşnutsuzluğunu açıkça ifade edemiyormuş.

Günün birinde evdekileri, çiftliğinde hazırladığı yiyecek­lerle besleyen bir ev kadını şehre çıkagelmiş. Bu ev kadını, bütün gününü mutfakta geçirirmiş; tanınmış bir aşçı değilmiş ama güzel yemekler hazırlamayı, ekmek pişirmeyi biliyor­muş.

Kadın şehirde birtakım yiyecekler almış, yemek pişirmeye başlamış. Ekmekler pişmeden dağılmış, nebati yağla kızartı­lan börekler hiç lezzetli olmamış, sütü kaynatmış, kaymak tutmamış. O zaman kadın yiyeceklerin iyi olmadığım düşü­nüp hepsini birer birer gözden geçirmeye kalkışmış. Sonuçta tahmininin doğru olduğunu anlamış. Unda kireç, tereyağında nebati yağ, sütte de tebeşir tozu olduğunu görmüş. Kadın yi-yeceklerdeki bu hileleri görünce pazara gitmiş. Tüccarların suçlarım yüksek sesle yüzlerine vurarak iyi cins, besleyici, hi­lesiz mallar satmalarını yahut da dükkanlarını kapatmalarını söylemiş. Ama tüccarlar kadına aldırış etmemişler, mallarının en iyi cinsten olduğunu, bütün şehirlilerin yıllardan beri bun­ları kullandığını, bu malların ödül kazandığını anlatmışlar; ona ödüllerini göstermişler. Ama kadın yine de susmamış;

— Bana ödül değil, çocuklarımın yediklerinde karınlarının ağrımayacağı, temiz yiyecekler lazım, demiş.

Tüccarlar cilalı çekmecelere doldurulmuş, görünüşte bem­beyaz, temiz unu, güzel çanakların içinde bulunan, ancak uzaktan yağı andıran maddeyi, şeffaf parlak kaplardaki beyaz sıvıyı göstererek;

Sen iyi un, iyi yağ görmemişsin teyze, demişler.

Kadın;

Görmez olur muyum? Bütün hayatım yemek hazırlamak­la geçti. Pişirdiğim yemekleri çocuklarımla oturup iştahla yer­dik. Mallarınız bozuk. İspatı meydanda! diyerek dağılmış ek­meği, nebati yağda kızartılmış börekleri, sütün dibine çökmüş olan maddeyi göstermiş. “Mallarınızı dereye atmalı veya yak­mak, onların yerine de iyilerini almalı…” demiş.

Kadın dükkanların önünden ayrılmamış, gelen müşterilere hep aynı şeyleri bağıra bağıra tekrar edip durmuş. O kadar ki alıcıların içine şüphe düşmüş.

O zaman patavatsız ev kadınının satışlarına zarar verebile­ceğini anlayan tüccarlar, müşterilere;

Şu deli kadına bakın efendim! demişler, İnsanların açlık­tan ölmesini istiyor. Bütün yiyecekleri dereye atmamızı ya da yakmamızı söylüyor. Bunun sözünü dinler de size yiyecek sat­mazsak ne yer, ne içersiniz? Dinlemeyin onu. Köyden gelmiş, cahilin biri. Yiyeceğin iyisini, kötüsünü nereden bilsin? Hase­dinden böyle yapıyor. Fakir olduğu için, herkesin de kendisi gibi fakir düşmesini istiyor.

Tüccarlar toplanmış olan kalabalığa böyle demişler. Kadı­nın yiyecekleri yok etmek değil, kötülerinin yerine iyilerini al­mak istediğinden ise özellikle bahsetmemişler.

Bunun üzerine kalabalık kadının üzerine yürüyüp azarla­maya başlamış. Kadıncağız yiyecekleri yok etmek istemediği­ni, aksine bütün hayatmca çocuklarına, kendisine yemek ha­zırlamakla uğraştığını bu yüzden iyi yiyecekten anladığını, dolayısıyla insanlara yiyecek satmaya kalkan kişilerin yiyecek adı altında, yiyeceklere zararlı maddeler katıldığını anlayabi­leceğini, bunun yapılmamasını istediğim söylemiş durmuş. Ama ne söylediyse dinleyen olmamış. Çünkü kadının, insan­ları ihtiyaçlan olan yiyeceklerden mahrum etmeye çalıştığına inanılmış bir kere.

Benim de başıma ilimden, sanattan söz ettiğim zaman aynı şey geldi. Benim bütün hayatımca biricik besinim bu olmuş­tur. Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum, ama başkalarının da bu besinden faydalanması için elimden geleni yaptım. Bu, benim için lüks bir şey değil de, temel besin olduğu için, bu­nun ne zaman gerçek besin, ne zaman sadece besini andıran, sahte bir şey olduğunu bilirim. İşte, zamanımızda fikir piyasa­sına sürülen besinlerin tadına baktığım, o besinle sevdiğim in­sanları beslemeyi denediğim zaman bu besinlerin büyük kıs­mının gerçek olmadığını anladım. Ama, fikir piyasasına sürü­len bilimin, sanatın baştan başa sahte olmasa bile, yer yer, önemli sayıda gerçek sanata yabancı şeylerle karışık olduğunu gördüm. Fikir piyasasından aldığım şeylerin ne benim için, ne de yakınlarım için hazmedilebilecek cinsten olmadığını, hatta yalnız bu kadarla kalmayıp zararlı da olduklarım söylediğim zaman, beni azarlamaya, bana bağırıp çağırmaya başladılar. Bu gibi yüksek değerlerden anlamayan, cahil bir adam oldu­ğum için bu sözleri söylediğime herkesi inandırmaya çalıştı­lar. Kendileri de fikir alışverişi yapan bu adamların, birbirleri­ni de, durmadan sahtekarlıkla suçladıklarını söylediğim, her devirde bilgi, sanat adı altında insanlara birçok zararlı, kötü şeyler sunulduğunu, zamanımızda da aynı tehlikenin sürdü­ğünü, işin hafife alınamayacak bir hale ulaştığını, insanın ru­hunu zehirleyen şeylerin, vücudu zehirleyen şeylerden çok daha büyük bir tehlike taşıdığını bu yüzden bir manev. beti!) olarak sunulan fikrî eserleri dikkatle incelemek, aralarında sahte zararlı olanları bir yana bırakmak gerektiğini hatırlat­tığımda hiç kimse, ne bir yazıda, ne de bir kitapta benim bu sözlerime cevap verdi. Tersine, her dükkandan, tıpkı o kadı­na yaptıkları gibi; “Delinin biri! Bize buyurun, bize! İlim ve sanatı yok etmek, ekmeğimizi elimizden almaya çalışıyor. Ondan korkun. Bizde en yeni Avrupa malları var.” diye bağır­dılar.

Üçüncü Öğüt

Birkaç kişi yolda gidiyormuş. Bir ara yollarım şaşırmışlar. Öyle ki, düz yerden değil, bataklıkların, çalılıkların, dikenle­rin arasından, yol vermez ormanlar arasından geçmek zorun­da kalmışlar.

O zaman yolcular iki gruba ayrılmış; gruplardan biri dur­mayıp şimdiye dek gittikleri yönde ilerlemeye karar vermiş. Kendilerini de, başkalarım da, doğru yoldan ayrılmadıklarına, eninde sonunda hedeflerine varacaklarına inandırmaya çalışı­yorlarmış. Öteki gruptakiler, tutulan yolun yanlış olduğunu, doğru olsaydı, o zamana kadar hedefe çoktan varmış olmala­rı gerektiğini söyleyerek doğru yolu aramak, bunun için de çeşitli yönlerde, elden geldiğince çabuk yürümek gerektiğini ileri sürmüşler. Böylece yolcular ikiye ayrılmış; bazıları aynı yönde ilerlemeye, bazıları bütün yönlerde yürümeye karar vermişler. Ama aralarından bir kişi ne birinci, ne de ikinci fik­ri kabul etmiş, ilerlemeye devam etmeden ya da başka yönle­ri denemeden önce, durup içinde bulundukları durumu iyice düşünmek, ondan sonra bir karar vermek gerektiğini söyle­miş. Ama heyecana kapılmış, bulundukları durumdan kork­muş olan yolcular, yollarını kaybetmediklerine, doğru yoldan ancak kısa bir zaman için ayrıldıklarına, onu kısa sürede bu­lacaklarına inanıyor, böylece kendilerini avutmak istiyor, en çok da korkularını unutmak için bir an önce harekete geçmek istiyorlarmış. Bu istek o kadar kuvvetliymiş ki, o adamın ileri sürdüğü fikri her iki taraf da öfkeyle, azarlamayla, alayla kar­şılamış. Bazıları; “Bu ancak korkakların, güçsüzlerin, tembel­lerin dinleyebileceği bir öneridir.” diye çıkışmışlar. Bir kısmı, “İnsan hedefine, bulunduğu yerden ayrılmadan, hiçbir şey yapmadan nasıl ulaşabilir? Güzel bir öğüt doğrusu.” diye alay etmiş. Bir başka grup da, “Gücümüzü, gayret etmeye, engel­lerle çarpışmaya, engelleri yenmeye harcamaz da korkaklar gi­bi onlara boyun eğersek insanlığımız nerede kalır?” demişler. Çoğunluktan ayrılan adam, yanlış yolda ilerlemeye devam ederlerse, hedeflerin ulaşmak yerine ondan büsbütün uzakla­şacaklarını, oradan oraya atılıp bütün yönleri denemekle de aynı şeyi yapmış olacaklarını; doğru yolu bulmak için tek ça­renin, güneşe, yıldızlara bakarak hedefe götürecek yönü sap­tamaktan ibaret olduğunu, ama bunun için de her şeyden ön­ce durmak gerektiğini, bu duraklamanın aynı yerde saymak demek olmadığını, bunu yaparak doğru yolu bulacaklarını, sonra da ondan bir daha ayrılmadan ilerleyeceklerini, fakat bunu yapmak için her şeyden önce durup durumu incelemek gerektiğini söylemişse de hiç dinleyen olmamış.

Böylece ilk grup, o zamana kadar yürüdükleri yolda ilerle­meye devam etmiş. İkinci grup, bir o yöne bir bu yöne gide­rek bütün yönleri denemiş. Ama ne birinci ne de ikinci grup dikenlerin, çalıların arasından çıkabilmiş. Bugün hala yolları­nı anyor, bir türlü yollarım bulamıyorlarmış.

Bizi işsizlik meselesi denilen karanlık ormana, insanlığı di­bine doğru çeken bir bataklık olan silahlanma yarışma giden yolun, belki de asıl tutulacak yol olmadığını, yolumuzu şaşır­mış olabileceğimizi söylediğim; “Yanlış olma ihtimali olan bu akımı bir zaman için durdurup gerçeğin bildiğimiz genel, ölümsüz ilkelerine dayanarak, amacımıza ulaşmak için daha önce saptadığımız yolun bu yol olup olmadığını anlasak daha iyi olmaz mı?” diye sorduğum zaman, benim de başıma aynı hal geldi. Bu soruma kimse cevap vermedi. Bir tek kişi çıkıp da; “Biz yolumuzu şaşırmadık, buna şu, şu sebeplerden dola­yı eminiz” demedi. Bir tek kişi bile, belki de yanıldığımızı, yi­ne de elimizde uygulanabilecek, doğru bir usul bulunduğunu söylemedi. Ama herkes kızdı, gücendi, benim, sesimi bastır­mak için hep bir ağızdan; “Biz zaten tembel, geri kalmış insan­larız, üstelik bir de tembelliği, işsiz dolaşmayı, elimizi kolu­muzu bağlamayı öğütleyenleri dinlersek halimiz ne olur?” de­nildi. Hatta ‘aylaklık’ sözünü kullananlar bile oldu. Kurtulu­şun, ne olursa olsun çıkılan yolda ilerlemek olduğuna inanan­lar da, türlü yönleri denemekte olduğunu sananlar da, “Onu dinlemeyin! Bizimle beraber gelin. Durmaya, düşünmeye ne lüzum var? Çabuk yürümeliyiz! Her şey nasıl olsa kendiliğin­den düzelir!” diye bağırdılar.

Evet, insanlar yollarını şaşırdılar. Bu yüzden de acı çekiyor­lar. Öyle sanıyorum ki asıl yapılması gereken şey, bizi içinde bulunduğumuz yanlış yola sürükleyen akımı kuvvetlendirme­ye değil, durdurmaya çalışmaktı. Bence, ancak bu yolda de­vam etmeyip durduğumuz zaman içinde bulunduğumuz du­rumu nispeten doğru olarak kavrayabilir ve bizi tek bir insa­nın, tek bir zümrenin değil, bütün insanların, her birimizin aradığı büyük saadete, insanlığın saadetine doğru götürecek olan yolu bulabiliriz. Oysa yapılan nedir? İnsanlar bir sürü şeyler uyduruyor, ama onlan asıl kurtaracak olan çareye baş­vurmuyorlar. Bir an olsun durmaya cesaret edemediklerinden yanlış hareket etmeye, böylece felaketlerini çoğaltmaya devam ediyorlar. İçinde bulunulan korkunç durumu kavrıyor, bun­dan kurtulmak için ellerinden geleni yapıyor, pek çok şey de­niyorlar. .. Ama durumlarını gerçekten düzeltecek olan tek şe­yi yapmak istemiyor, bu şey kendilerine tavsiye edildiği za­man öfkeleniyorlar.

Yolumuzu kaybedip etmediğimize ya da nasıl kaybettiği­mize ve ne kadar derin bir ümitsizlik içinde olduğumuza da­ir içimizde en ufak şüphe olsaydı; halimizi düşünmemiz için verilen öğüde karşı takınılan bu tavırdan daha kuvvetli bir de­lil bulunmazdı. (Tolstoy, EFENDİ İLE UŞAK,s.115-127, Timaş Yay.)

Lev Nikolayeviç Tolstoy

Lev Tolstoy (1828-1910)

Toprak sahibi soylu bir ailenin oğlu olarak 28 Ağustos 1828’de doğdu. Babası Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, 1812 yılı Napolyon savaş­larına katılmış emekli bir yarbaydı. On altı yaşında Kazan Üniversitesi’ne başladı. Resmi eğitime duyduğu tepki nedeniyle okulu bıra­kıp Yasnaya Polyana’daki çiftliğine döndü.

Yirmi dört yaşında orduya katılarak Kırım ve Kafkasya’da dört yıla yakın subaylık yaptı. Savaş ve şiddete duyduğu nefret yüzün­den ordudan ayrıldı.

Yirmi dokuz yaşında Avrupa seyahatine çıktı. Proudhon’la tanı­şarak başta eğitim olmak üzere pek çok konuda yakın ilişkiye gir­di. Rusya’ya döndüğünde çiftliğindeki köylü çocukları için açtığı okulda alternatif bir eğitim deneyini başarıyla uyguladı. Yasyana Polyana dergisinin yanı sıra Rusya’nın birçok bölgesindeki okullar­da da kabul gören ders kitapları yayımladı. 1869’da yayımladığı “Savaş ve Barışın ardından ruhsal bir bunalım yaşadı. Varlığın ma­nasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı‘na çekildi. İlahi­yatçılarla sürdürdüğü tartışmaları sonucunda resmi Hıristiyanlık inancına duyduğu güvensizliğin yersiz olmadığını gördü. Yeni Ahit’in özüne bağlı kalarak kendini arayış serüvenini sürdürdü.

Çok istediği halde, ailesi karşı çıktığı için topraklarını köylülere bırakamadı. Fakat, kişisel harcamalarını büyük ölçüde azalttı; aris­tokrat yaşam tarzını bırakıp bedensel işlerde düzenli olarak çalış­maya başladı. Huzur içinde ölümü karşılayacağı bir yer arayışı için 1910 yılının 28 Ekim gecesi malikanesini terk etti. On gün sonra bir tren istasyonunda öldü.

Tolstoy’un ölümü bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. Bir­çok ülke yasını tuttu.

Doğumunun yüzüncü yılında başlatılan bir çalışmayla eserleri 90 ciltte toplandı. Tolstoy, Shakespeare’den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır.

posted in ÖYKÜLER | Öğütler-Tolstoy için yorumlar kapalı

23rd Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Harran’da kültür belgeseli yapıyorduk; çevremizi saran çocuklarla sohbet ederek. İçlerinden biri, 12 yaşlarında filan, okulunda sınıf birincisi olduğunu, tatillerde turist rehberliği yapıp para kazandığını söyledi. –GAP’lı yıllarda bölgeye ilgi artmış, turistler gelir olmuştu ya. Çocuklar da çevredeki tarihi yapılar hakkında bir şeyler ezberlemişler; yabancı birini gördüklerinde hemen yanaşıp “Mister, mister, mani mani” diye işe girişiyorlar.– Sınıf birincisinin gözlerinde gerçekten zekâ ışıl ışıl parlıyordu. Çocukken bizlere çok sorulan bir bilmece geldi aklıma: “Söyle bakalım” dedim, “Bir kilo demir mi ağırdır, bir kilo pamuk mu?” Onu hafife aldığım için beni küçümseyen bir ifadeyle, “İkisi de aynıdır elbet!” dedi. Önce sevindim; yaşasın, yeni nesiller iyi yetişiyordu valla!.. Fakat cevap verirken gözlerindeki ışıltı matlaşmıştı. –Oysa bilirsiniz; zihin çözüm üretmeye çalışırken beyinde oluşan enerji gözlere yansır, sanki kıvılcımlar oluşturur, hatta “Gözleri elektriklendi, cin gibi oldu” deriz.– İşte, o ışıltıyı göremeyince, cevabı ezbere verdiğinden kuşkulandım ve aynı soruyu farklı kelimelerle tekrarladım: “Peki, beş kilo demir mi ağırdır, beş kilo pamuk mu?” Şaşırdığını gizlemeye çalışıp aynı küçümsemeyle yanıtladı: “Eee, o zaman demir ağırdır elbet!”

Ezberci eğitim, tıpkı konfeksiyon üretim gibi. Belli soruların cevapları, “Eğitim bandına giren hammaddelere –ki onlara öğrenci denir– topluca enjekte edilerek –ki buna ezberletme denir– yasal bandrol yapıştırılır –ki onlara diploma denir– ve ‘işlenmiş mallar’ pazara sevk edilir. Bunlar, ezberlerinin türüne ve kapasitesine göre değişen alanlarda iş görürler. Ezberledikleri sorular sorulduğu sürece gayet iyi çalışırlar. Cevabı ezberletilmemiş olan durumlarda ise ezber kapasitesi daha yüksek olan ‘otorite’ler işe el koyar. Böylece her şey tıkır tıkır yürüyor…muş… gibi… görünür…

Ezber yaşam, kolay yaşamdır. Hangi soruya, hangi cevabın verileceğini insan bir kez ezberledi mi, artık sırtı yere gelmez. Soruyu duyar duymaz, zihindeki otomatik mekanizmalar devreye girer. Dosya arşivinde filanca numaralı dosyanın hangi rafta olduğunu ezbere bilip hemen getiren memur gibi, sorunun cevabı kendiliğinden geliverir. Ezberci eğitim hem yönetenler hem yönetilenler için hayatı kolaylaştırdığından, bu eğitim anlayışı, egemenliğini yüzyıllardır sürdürmektedir.

Ne var ki, ezber bilgiler güncellenmediğinde, ezbercinin zihnindeki ‘mekanik otomat’ yeni ve bilinmedik sorular karşısında kilitlenip kısa-devre yapar. İşte bu sayede, ezbere konuşanları tanımak kolaydır: Bilmedikleri sorular sorulduğunda öfkelenir, soruyu soranı azarlar, ya da ‘kasten çelme takmakla’ suçlarlar… (Mehmet Akın)

http://www.gaste.biz/yazar.php?makale_ID=39&yazar_ID=28

posted in EDEBİYAT | 0 Comments

23rd Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bir kördüğüm hikâyesi

Nerede hata yaptık? Nasıl davransaydık bu kördüğüm çözülürdü sizce, hı?..
Paket ipleri vardır hani, lazım olur diye biriktiririz. Bizde de vardı. Ve bir gün lazım oldu. Evin afacanı olarak, “Getiriyorum” deyip fırladım. Çekmecede üst üste yığılmış rengârenk ipleri aldım. Fakat her kimin marifetiyse, ipler birbirine karışmıştı! En serbest görüneni seçtim. Derinlerde başka iplere dolaşıkmış, ne bileyim. Çekince, diğerleri de hareketlendi. “Nasıl olsa kurtulur” deyip biraz daha çektim… İyice dolaştılar… –Mutlaka başınıza gelmiştir, bilirsiniz, insanın içini sıkıntı basar. Ve sıkılınca da -zekâsını yeterince uygarlaştırmış değilse- ‘hayvani nefs’ dediğimiz güdüleri üstün gelir, kaba kuvvete başvurur.– Ben de öyle yaptım ve daha güçlü çektim. Kahretsin; düğümlendiler!..

İçerdekiler “İp nerede kaldı!” diye seslenince, beceriksizlik duygusuna kapıldım. İplerin düğümü, yüreğime sıçradı. “Küçümseyecekler yine!” düşüncesiyle, kendi olumsuz duygumu onlara transfer ettim ve beceriksizliğin yanına bu kez ‘öfke’ de eklendi. İpleri toplayıp, –bu arada, bana hak versinler diye yumağı daha da dolaştırdım mı, yoksa o öfkeyle istemeden mi oldu, hatırlamıyorum– iyice karışmış yumak elimde, bağırarak girdim içeriye: “Kim oynadı bunlarla!” Öfkem inandırıcı olmuştu, herkes birbirine bakıp suçlu aramaya başladı ve sonunda, faili meçhul her suç gibi ‘yabancı parmağı’ aranıp, temizlikçi kadına yıkıldı… –Buraya kadarki hataları sayayım: İlk başta sakin olmalı ve iplerin karışma huyu olduğunu hatırlamalıydım… Derin bir nefes almalı, beynime oksijen gönderip zekâmı beslemeliydim. Benliğimi-egomu savunma güdüsüyle öfke üretmek yerine, sorunu içerdekilerle paylaşmalıydım… Ve en önemlisi: “Kim yaptı bunu!” diye geçmişten suçlu aramanın yararsızlığını bilmeliydim. Çünkü sorun kimin yaptığı değildi, sorun ipleri çözmekti.–
Bilgiçliğiyle pek övünen büyük amcam, “Ver şunu!” deyip yumağı aldı, inceledi; sonra ‘usta cerrah’ tavrıyla, bir ucundan çekmeye başladı. Sanırım zekâsı benimkinden uygar değildi, çünkü ipler başka bir noktada yine düğüm oldu. Çözülecek düğüm sayısı ikiye çıkmıştı. O ana kadar ilgilenmeyenler dâhil, herkes konuşmaya başladı. “Kırmızıyı değil, yeşili çek!” “Hayır, en kolayı beyaz!” “Ne beyazı lan aziz kardeşim, pembe apaçık duruyo, kör müsün!” “Lan deme abi, doğru konuş!” “Bak şerefsize! Büyüğüne karşı mı geliyosun, hırt!”

Haydaaa! Benliklerimizdeki geçmiş kayıtlar, fırsat yakalayıp ‘şimdi’ye fırlamıştı. Esas sorun, yani düğümlenmiş yumak unutuluverdi. Yine bir aile kavgası başlıyordu…

Birbirleriyle uğraşırken, asıl sorun olan düğümlü yumağı unutmuşlardı. Yeşilde ısrar eden amcam, “Ya kırmızı, ya hepsi çöpe!” diyen dayımı “ayrımcılıkla” suçladı. Dayım nefretle tısladı: “Konuyu siyasete çekeceksek, umreden getirdiğin kaçak incileri de konuşalım.” Eyvah! Amcam, utancından veya öfkesinden kıpkırmızı olmuş, koltuktan kalkarken, babam yaş avantajını kullandı: “Şimdi ikinize de başlıycam! Değer mi iki kuruşluk ip için? Hem, bakın, beyaz uç kurtulmak üzere!” Babamın müdahalesi beklenmedik bir sonuç verdi. Demin hırlaşanlar, bu kez babama karşı birleştiler. Amcam “Sen hep renksizlikten yanasındır abi!” dedi. Dayım sinsice destekledi: “Bu yüzden erken emekli ettiler zati. Ablam boşuna mı iş arıyo!” Haydaa! Babam çok incinmişti, anneme baktı: “Senden mi öğreniyo kardeşin bu lafları?” Annem, dedikodusunun açığa çıkmasından duyduğu telaşı gizleyip, “Yok ayol, huyunu bilmez misin, saçmalıyo işte!” derken, ezici bakışlarla dayımı sindirdi. Sonra havayı değiştirmek için fırlayıp yumağı aldı, “Sizin aklınız ermez, kadın işi bu!” dedi. Amcamın “Seninkinin feministliği depreşti!” diye homurdanmasını ise duymazlıktan geldi. Ne var ki birkaç dakika uğraştıktan sonra pes etmek zorunda kaldı. Yumak eskisinden beter olmuştu. Erkekler feminizmle dalga geçerken, annem “Gösteririm ben size!” deyip, elinde yumak, mutfağa kaçtı…

O sırada teyzem bambaşka bir çözüm önerdi. “Ayol, ip niye lazım? Paket bağlamak için, di mi? E, ne gerek var, seloteyple yapıştırsak ya!” Ah teyze, edilecek laf mı bu! Bu kez, “Hediye paketinde seloteyp olmaz!” diyenlerle “Siz de amma şekilcisiniz be!” diyenler kapıştı. Eski ittifaklar dağıldı, yenileri oluştu. Kavga bitsin diye –çünkü birbirlerine darılırlarsa pizza getirtmekten vazgeçerlerdi– komşudan ip istemeye gidiyordum ki, mutfaktan dönen annem “Buyrun, istediğinizi seçin!” diyerek bir sürü kısa ip attı ortaya. Yumağı bıçakla ortasından ikiye kesmişti!.. Amcam “Yine bölücülük yaptı!” dedi; dayım “En radikal çözüm!” diye alkışladı; babam “Bu resmen darbecilik!” diye kınadı….

Birden fark ettim: Evet, ipler farklı renklerde ve kısaydı; ama çoğu serbest ve düğümsüzdü. Bazı sözler geldi aklıma: “Farklılık yoksa birlik doğamaz.” “Hepimiz aynı özün farklı biçimleriyiz.” “Tırtıldan iğrenip kelebeği övmek, hayatın sırrını bilmemektir.” Evet; tek-renk saplantıları yüzünden, büyüklerim önlerindeki imkânı göremiyorlardı!.. Yere oturup ipleri birbirine bağladım. Ortaya çıkan rengârenk uzun ip, ambalaj kâğıdının renklerine öyle güzel uymuştu ki, herkes beğendi. Amcam bile keyiflenip, pizzacıya telefon etti… (Mehmet Akın) http://www.gaste.biz/yazar.php?makale_ID=54&yazar_ID=28

posted in EDEBİYAT | 0 Comments

23rd Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Ezberci sistemin kuralı: Soru sormak yok!

Çocukken beni çok şaşırtan şey, ‘büyük’lere soru sorduğumda takındıkları tutumdu. Bazen soruma güzelce cevap verir, hatta “ne akıllı şeysin sen” diye başımı okşarlardı. ‘Demek ki soru sormak akıl işiymiş’ diye düşünürdüm. Bazen de tam tersine, sorduğum soruya sinirlenir, ya “Saçmalama!” diye azarlar, ya “Ayıp!” diye utandırır, ya da “Günah!” diye korkuturlardı. Kafam karışırdı. Soru sormak iyi miydi, kötü mü? Böylece, yıllarca cevabını bulamayacağım, nur topu gibi bir sorum olmuştu: Soru sormak ne zaman iyidir, ne zaman kötü?

Yaşım ilerleyip, hele çoluk çocuk sahibi olup sözüm ona ‘büyükler’ sınıfına katılınca, sorunun cevabını kendimde buldum: Çocuğum bana ‘bildiğim’ bir soru sorduğunda güzelce yanıtlıyor; bilmediğim bir soru geldiğinde ise sinirleniyordum. Peki, niçin? Çünkü cevabı bilemeyince ‘küçük düştüğümü’ hissediyor, utanıyor, utanç duygusunun ürettiği olumsuz enerjiyi ‘öfke’ye dönüştürerek boşaltıyordum. Bu sebepsiz öfkeyi haklı göstermek için de ‘sorunun ayıp ya da saçma olduğunu’ buyuruyordum. –Ezbercinin anayasası, madde 1: Cevabı bilinmeyen sorular sormak tehlikeli ve yasaktır.– Peki, niçin utanıyordum? Belki de birileri bana ‘bilmemenin utanç verici olduğunu’ öğretmişti. –Oysaki hepimizin aşina olduğu çok güzel bir söz vardı: Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp.– İyi ama öğrenmek için soru sormak lazım! Hayır, soru sormak da ayıp! Hmm, öğrenmemek ayıp soru sormak ayıp merak etmek tehlikeli meraksız olmak aptallık zzzzt crrrrttt püfff… Aklım karıştı, sistemde kısa-devre!..

Neyse ki ‘eğitim sistemleri ve sorunları’ konusunu sorgulayıp yeni fikirlerle tanıştığımız oranda, durum epey açıklık kazanıyor… Ezberci eğitim sisteminde, hangi bilgilerin ‘kesin doğru’ olduğu, baba –veya hoca– tarafından önceden kabul ve ilan edildiğinden, sadece bu kesinliği sarsmayacak sorulara izin var. Kesinliği sarsan sorular ise ‘tehlikeli ve yasak’. Çünkü bu sorular, aynı zamanda ‘baba’nın, ‘öğretmen’in, ‘otorite’nin de bilgi düzeyini sorgular; açıkçası ‘huzuru bozar’…

Yeni ve çağdaş eğitimde ise tam tersine, çocuklar soru sormaya teşvik ediliyor. İsabetli sorular sorabilen öğrenci, ödüllendiriliyor! Öğretmen, çocuğun konuyu kavrayıp kavramadığını, yine çocuğun sorduğu sorudan anlıyor. Doğru soruları sormayı öğrenmeden, doğru yanıtlara ulaşmak mümkün değil. Bu konuda söylenmiş güzel sözlerden biri: “Eğer soru yanlış ise, bulunacak cevapların hiçbiri doğru olmayabilir.” Doğru soruları sormayı öğretmenin ilk koşulu ise, soru sorma cesaretini ve becerisini kazandırmak. (Mehmet Akın) http://www.gaste.biz/yazar.php?makale_ID=41&yazar_ID=28

posted in EDEBİYAT | 0 Comments

23rd Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bahaneler Genel Müdürlüğü

Bahane kelimesi Farsça’dan girmiş dilimize. Sözlüklerde “sebep, gerekçe, vesile” diye geçse de gündelik kullanımda daha çok “uydurma gerekçe, uydurma vesile” anlamına geliyor. “Gönül sohbet ister, kahve bahane” deyişindeki gibi iyi niyetli bahaneler de var; ama ağırlıklı olarak bahane, ‘işimizi niye yapmadığımıza’ dair uydurduğumuz –ve asıl sebebi yansıtmaktan uzak– sahte mazeret demek… En bilindik örneği, “Elektrikler kesildi, çalışamadım hocam!” Söyleyen de dinleyen de biliyor ki gerçek sebep bu değil. Ama yapacak bir şey yok; çünkü elektrik kesilmesi, yeterince yaygın ve geçerli…

Bahanelerin tartışmasız kabulü konusunda toplumda adeta bir ‘consensus’ var. Bahane, toplumsal yaşamın sürdürülebilirliğinin vazgeçilmez gereği. “Gösterdiğin bahaneye inanmıyorum ama kabullenmek zorundayım; çünkü aksi halde kendi bahanelerime de itiraz yolunu açmış olurum.” Aylardır sizi aramayan arkadaşınızdan telefon geliyor: “Dün gece rüyamda gördüm seni!” Zihninizde beliriveren düşünce gayet net: “Yine ne isteyecek acaba?” Ama bunu ona söylemeniz, ‘toplumsal sözleşme’ye aykırı; çünkü bir iki hafta sonra, sizin de rüyanızda onu görmeniz gerekebilir

Bahanenin gerçeği yansıtmıyor olması, tekil durumlarda önemsiz görünüyor. Ama ciddi bir araştırma yapılsa, bahanelerin hayatımızı zincirleme etkilerle nasıl belirlediğini anlar, belki tüm sorunlarımızın temel nedenini keşfederiz: Ödevini niçin yapmadın? “Dün evimizi sel bastı, hocam!”; Filanca mahalleyi niçin sel bastı? “Çok yağmur yağdı, mazgallar çöple tıkanmış, şefim!”; Çöp tankları niçin yetersiz? “Ödenek kesilince müteahhit işi bıraktı, müdürüm!”; İhaleyi niçin ona verdiniz? “Yukarıdan tavsiye edilmişti, başkanım!” … Bir ev ödeviyle başlayan bahaneler zincirini sürdürsek, işin ucu en üst kademelere kadar varacak, ama yazmaya yerimiz yetmez. –Bu da yazarın bahanesi… Dikkat edilirse, tüm bahanelerin ortak noktası, ‘fail’in meçhul oluşu. Gösterilen sebepler geçerli, fakat yapan hep ‘başkası’ ve kimliksiz.

Bahanelerin bir zayıf yanı da hızla bayatlamaları. Aynı konuda sürekli aynı bahaneyi gösteremeyiz; her defasında yenilemek gerek. Bu ise epeyce zekâ gerektirir ki, o kadar akıllı olsak zaten ödevimizi yapardık ve bahaneye gerek kalmazdı… Bu yüzden diyorum ki, acilen bir Bahaneler Genel Müdürlüğü kurulmalıdır. ‘Bahane uydurma’ konusunda deneyimli seçkin kişilerden oluşacak kadrolarca ‘geçerli bahane standartları’ belirlenmeli, standarda uygun yeni bahaneler üretilmeli, böylece toplumsal uzlaşmanın bu en büyük ihtiyacı karşılanmalıdır. Bulunacak bahanelerin sadece vatandaşı rahatlatmakla kalmayıp, yıllardır cıcığı çıkmış bahanelerle inandırıcılığını yitirmiş tüm kamusal ve özel kurumların da ufkunu açacağı kesindir…

 

Pazartesi, bahanelerin “başkalarını kandırmaya yönelik” olanlarına değinmiştik. Bugün sıra “kendimizi kandırmaya” yarayan bahane ve mazeretlerde. –Yanlış kullanıma neden olmayayım; bahane ile mazeret arasında ‘öncelik/sonralık’ farkı var: Çoktandır aramadığım birini “seni rüyamda gördüm’ diye ararsam, bu ‘bahane’ oluyor; “telefonum bozuktu, o yüzden arayamadım’ dediğimde ise ‘mazeret’…

Başkalarının bize karşı kullandığı bahane veya mazeretlerle dalga geçmek kolay; peki ya kendimizinkiler; hele ‘kendi kendimizi kandırmaktan’ başka işe yaramayanlar. –Kişisel repertuvarımdan örnek verip ‘karizma’yı çizdirmek istemiyorum; o yüzden ‘komşumun kızı’nı harcayacağım: Her karşılaştığımızda dert yanar; “Gitarı çok seviyorum, ah, çalmayı öğrenebilsem!..” Aylarca aynı yakınmayı duymaktan sıkılıp, sonunda sordum: “ E, niye öğrenmiyorsun?” “Gitarım yok!” dedi. “E, niçin almıyorsun?” “Çok pahalı!” –Hemen belirtmem gerek; bu genç hanım, en pahalı markaları giyinir ve en pahalı kozmetikleri kullanır–. ‘Amcalık’ kredime güvenerek biraz zorladım: “İki aylık giyim ve makyaj masrafınla, çok iyi bir gitar alabilirsin.” Hay söylemez olaydım! O günden beri sohbeti kesti, sadece buruk tebessümleriyle yetiniyorum.

Kendimizi kandırmaktan kurtulmak için, önce “heves, istek, niyet, irade” gibi –genellikle birbiri yerine kullandığımız– kelimeleri deşmemiz lazım: Yapmak istediğimiz şeyi, sahiden yapmak istiyor muyuz? İstiyorsak, istemek ile yapmak arasındaki ‘mesafe’yi kapatacak bir ara-eylem gerekiyor: Niyet etmek… Niyet kavramı kültürümüzde önemlidir; bir eyleme girişirken önce bir ‘niyet’ cümlesi kurarız. Sanırım bu, iki işe yarıyor: Hem henüz soyut olan ‘istek’ duygusunu daha somut kılıyor ve zihnimizde ‘belirgin bir görüntü’ –vizyon– yaratıyor. Hem de ‘irade’ dediğimiz, ‘düşünceyi eyleme dönüştürme’ gücünü tetikliyor. –Bugünün EEG teknolojisiyle bile, beynimizdeki enerji oluşumları görüntülenebilmekte. Yakın gelecekte, kuantum teknolojileri sayesinde tüm zihinsel etkinliklerin gözlemlenmesi mümkün olacak. İşte o zaman; ‘soyut istek’ aşamasında beynimizin neresinin ne kadar ışıdığını; ‘niyet’ aşamasında ışımanın nerede nasıl arttığını; ‘eylem iradesi’ oluştuğunda ne tür enerjilerin nerelerde yoğunlaştığını gözümüzle görebileceğiz. –Fazlaca ‘uçtuğumu’ düşünüyor olabilirsiniz; ama inanın, bunlar gerçekleşmek üzere.

Böylece, ‘bahane ve mazeret’ üretiminin nice gereksiz enerji tüketimine ve düşünce kirliliğine yol açtığını; ‘niyet ve irade üretme’ aşamalarında ise aksine, birbirini tetikleyen ve çoğaltan nice nitelikli enerjiler oluştuğunu görebileceğiz. O zaman, Bahaneler Genel Müdürlüğü’ne ihtiyaç kalmayacak. Önce ‘neyi, niçin istediğimizi’ sorgulayarak, yani ‘niyet’imizi somutlaştırarak; sonra da harekete geçip ‘bilgi, iş ve değer’ üreterek, hayata hakkını verebileceğiz. –Bunu zaten yapıyor olanlara ne mutlu!.. (Mehmet Akın)

http://www.gaste.biz/yazar.php?makale_ID=118&yazar_ID=28

 

KONUYLA İLGİLİ DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN LÜTFEN AŞAĞIDAKİ BAŞLIKLARI İNCELEYİNİZ…

1) İletişim Çatışmaları ve İletişimi Geliştirmenin Yolları
2) Niyet ve Bahane Kandırmacaları
3) Sorumsuzluk, İhmal, Bencillik ve Soyutlanma_Ka’b bin Malik
4) Bahaneler ve Mazeretler
5) Eleştirmek ve Eleştirilmek
6) Eleştirinin Önemi
7) Münafık, İkiyüzlü, Kararsız, İlkesiz ve Duyarsız Kimdir?
8) Münafıkların Özellikleri
9) Ahlak Odaklı Din, Allahlı Dindir
10) Dürüstlük Dinin Özüdür
11) Adanmış ve Aday İnsan
12) Kur’an’da İlahi Adalet İlkeleri
13) Soru Sormanın Yöntemi ve Adabı
14) Yeni Sınıfın İdeolojisi: Kariyerizm ve Konformizm
15) Ahlak, Adalet, Emek ve Sermaye
16) Doğruluk Kaygısı_Montaigne
17) Kendimizi Kime Beğendirelim?

posted in EDEBİYAT | 0 Comments

23rd Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bize ‘din’den bahset

Gündelik hayatta çok sık rastladığımız “Din ayrı dünya ayrı”, “Dini bu işlere bulaştırma”, “Yine mi dini konular?”, “Hoca camide” veya “Dünyaya çok daldık, biraz da dinden bahset” gibi serzenişlerle kendini ele veren bilinçaltımızdaki “din anlayışının”, bizim coğrafyalarda, iki bin senedir değişmeyen bir algılamaya dayandığını düşünmekteyim.

Dinden bahsetmeyi, yaşayan hayattan ayrı bir buud (boyut) olarak algılayan, ruhlardan, ölülerden, atalardan, türbelerden, ayinlerden, ritüellerden bahsetmeyi dinden bahsetmek olarak anlayan Uzak Asya’nın Şaman dinleri

İş tâ buralara kadar gidiyor.

Bakın nasıl…

***

Eskiden Gök Tengri vardı şimdi yukarıda Allah…

Eskiden şaman vardı şimdi şehy, hoca, dede, baba, pir…

Eskiden ulular vardı şimdi kutuplar…

Eskiden hacetleriyle gömülü kabirler vardı şimdi hacet kapısı türbeler…

Eskiden kurban ayini vardı şimdi kurban bayramı…

Eskiden uğursuz domuz yılı vardı şimdi domuz yemek haram…

Eskiden ruh çağırma vardı şimdi ruhuna fatiha…

Eskiden kutsal geceler vardı şimdi kandil geceleri…

***

Kanaatimce Türklerin Kuzey Avrasya dinleri (Şamanizm) formunda algıladıkları “din anlayışı” iki bin yıldır hiç değişmedi. Bu nedenle Türkiye’de “Şaman-İslam sentezi” var. Dini hayat Şaman-İslam sentezinin birbirine karışmış görüntü ve ritüellerinden oluşuyor. Yani Türkler iki bin sene önce Şamanizm’i nasıl anlıyorsa bugün İslam’ı da öyle anlıyor. Orhun ırmağı kenarlarında din nasıl algılanıyorsa Dicle, Fırat, Gediz, Tuna boylarında da öyle. Ortaasyada bakış neyse Anadolu’da da öyle…

Dinin dipten akan esas formunda bir değişiklik yok. Sadece üstteki isim, etiket, figürler, şekiller ve semboller değişmiş.

***

Bu forma göre din dediğiniz bir takım ayin ve ritüellerden ibarettir; dün kurban ayini bugün namaz…

Din dediğiniz bir meslektir ve mensuplarınca icra edilir; dün şaman bugün şeyh, baba, dede, hoca…

Din dediğiniz esasında öbür dünya ile ilgilidir; dün ölmüşler çağırılırdı bugün ölmüşlere okunur, din bu bağı kurar…

Din dediğiniz esasında moralle ilgilidir; askeri ölüme hazırlamaya ve cepheye sürmeye yarar. Dün Altay dağlarına bugün Cudi’ye…

Din dediğinizin yeri esasında tapınaktır; dün şaman çadırında bugün camide…

***

Bu nedenle “Türkiye’de çoğunluğun dini sorunları var” dendiğinde şu denmek istenir; namaz kılamıyor, başını örtemiyor, Kur’an okuyamıyor, dini tahsil yapamıyor

Buna aynı din formatında şöyle cevap verilir: “Camiler açık, beş vakit ezan okunuyor, hacca gidiliyor, binlerce türbe ziyaret ediliyor, kandil gecelerinde mevlitler okunuyor, daha ne?

Yani bu ülkede “dini sorun” namazla, camiyle, başörtüsüyle, Kur’an kurslarıyla, imam hatiplerle, mevlitlerle, türbelerle, musalla taşlarıyla ilgili bir sorundur.

Öyle ya din daha başka nedir ki?

Dinden bahsetmek bunlardan bahsetmektir.

Şaman-İslam sentezine göre din bunlardan ibaret.

İşin ilginç olanı Türkiye ikliminin neredeyse tamamı dini böyle anlıyor.

***

Peki, bir ülkede dinimsi bir şeyin değil de; gerçekten “İslam’ın” var olduğunu nereden anlayacağız?

Ne olursa oraya “İslam’ın ruhu” damardan girmiş demektir?

Hangi göstergelere bakacağız?

Var olan anlayışa göre namaz kılanların sayısı artıyorsa….

Örtülü kadınlar çoğalıyorsa…

Camilerin sayısı artıyorsa…

Şehirlerden gürül gürül ezan sesleri geliyorsa…

Her yandan Kur’an sesleri yükseliyorsa…

Orada “din” var demektir, daha ne?

Veya…

Hırsızlık yapanların eli kesiliyorsa…

Zina edenler taşlanıyorsa…

Kadınlar kara çarşaflara bürünüyorsa…

Mirasta kadına bir erkeğe iki pay veriliyorsa…

Şahitlikte iki kadın bir erkeğe denk görülüyorsa…

Dört eşliler her geçen gün artıyorsa…

Oraya “şeriat” gelmiş demektir, daha ne?

***

Birisi “nusuku” diğeri haddleri” dinin göstergesi olarak görüyor.

Nusuk yani namaz, ezan, oruc, hac, kurban, cenaze…

Hadd yani el kesme, sopa vurma, ikiye bir pay…

Halbuki bunların her biri birer araçtır. Amaç can, mal, ırz ve namus güvenliğinin sağlanmasıdır. Nusuklar manevi, haddler de maddi araç…

Amaç ne? Tevhid ve adalet!

Şeâir-i İslam bu, din bu!

***

Demek ki bir ülkede İslam’ın var olup olmadığını anlamak için, Allah’tan başkasına tanrılar gibi davranılıp davranılmadığına ve “suç oranlarına” bakacağız. Bu ikisine tevhid ve adaletin gerçekleşmesi diyoruz. Eğer bir toplumda bu ikisi cidden ete kemiğe bürünmüşse İslam oraya damardan girmiş demektir.

Bugün Türkiye cezaevlerinde (İran, Suud-i Arabistan ve Amerika da oranlar pek farklı değil) 95 bin tutuklu ve hükümlü var. Bunların büyük çoğunluğu üç temel suçtan yatıyor; can, mal, ırz ve namus güvenliğini ihlal…

Bunlar Kur’an’da “hukuku’l-ibad” (insan hakları) kapsamında değerlendirilen ve haklarında ceza (hadd) öngörülen yegane üç temel suç…

Bunlar almış başını gidiyor fakat günde beş vakit ezan okunuyor, camiler dolup taşıyor, kandil gecelere akın var ve türbelerde mahşeri kalabalıklar toplanıyor! (Türkiye örneği).

Ne işe yarar?

Veya bunlar almış başını gidiyor siz hala el kesiyor, sopa vuruyor, mirası ikiye bir pay ediyor, iki kadını bir erkeğe denk görüyorsunuz! (İran, Suud-i Arabistan örneği).

Ne işe yarar?

İslam insanlara sırf ayin yaptırmak veya ceza çektirmek için değil; insanoğlunun asil arayışlarına yoldaş olmak ve toplumun sahici yaralarını sarmak için geldi!

Bu nedenle “dini sorun” hayatla ilgili her sorundur. Hayat, acısıyla tatlısıyla yaşanıyorken dinde yaşanıyor demektir. Çünkü din hayatın ta kendisidir.

Dini böyle almazsanız örneğin “adalet” meselesini dini bir sorun olarak göremezsiniz.

“Gelir dağılımındaki eşitsizliğin” dinle alakasını kuramazsınız.

“Tuzla’da ölen işçilerle” dini gurupların hiç birisi ilgilenmez.

Çünkü “dinden bahsetmek” bunları içermez. O ayrı bir şeydir.

Oysa bu din “diri diri gömülen kız çocuklarının” feryad-u figanı olarak doğmamış mıydı?

Gömülen çocuklar dinin en baş meselesi olamamış mıydı?

Dini sorun demek esasında bu ve benzeri “hayata dair” sorunlar demek değil miydi?

***

Görülüyor ki Türkiye’de “din” denince akla gelenin kökten bir dönüşüme ihtiyacı var. Bir zihniyet devrimine ihtiyaç olduğu apaçık ortada.

Çünkü “Koşup gelerek Uzak Asya’dan/ Bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanan” bu iklimin dipten akan din algısı iki bin senedir hiç değişmedi. Uzak Asya’da nasılsa Akdeniz’e uzandığında da aynı…

Hun İmparatorluğu’nda Şamanizm neye tekabül ediyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nde de Müslümanlık ona tekabül ediyor.

Bugün Türkiye’de dine “nusuk” (ezan, namaz, hac, oruç, kurban, bayram, kandil, cenaze) çerçevesinin dışına çıkmayacak şekilde bir rol biçilmiş durumda. Bütün din bundan ibaret sayılıyor. Bu rol, Orta Asya yıllarında Şamanizm’e biçilen rolün figür ve ritüel değişikliğine uğramış haliyle hemen aynısı.

Öte yandan dini, haddlerin (el kesme, recm, sopa, kısas, miras ve şahitlikte ikiye bir, çok eşlilik vs.) uygulanmasından ibaret “Arap karakterinde” görenler var. Onlara göre de bunlar İslam’ın “ahkamı” olup bunlarsız İslam asla olamaz.

Halbuki İslam’ın olmazsa olmazları mihverinde “Cenâb-ı Hakk” adının olmasından da anlaşılacağı gibi gerçek, hak, adalet, doğruluk, dürüstlük, ahlak, iyilik, güzellik, söz, vefa, sadakat vb. hikmetli hükümler (evrensel değerler) dir. Bunlar dinin direkleri olup esasında “ahkâm” bunlardır. “Allah’ın hükümleriyle hükmetmek”, bu ahkamı yani insanı kötülüklere karşı “gem’in azı dişlerine geçerek atı tutması” gibi tutan ve böylece onu yönlendiren, yücelten ‘hikmet/hukm’leri hayata geçirmekten başka bir şey değildir.

‘Nusuk’lar, hikmetli hükümleri (evrensel değerleri) boyuna yeniden üretmenin manevi araçları, ‘hadd’ler de onları koruyup kollamanın maddi araçlarıdır. Manevi araçlar dinin direği olmamakla birlikte değişmezler. Oysa hadler hem dinin direği değildirler hem de zamana ve mekâna göre uygulamada yenilenebilirler. Böylece gerçek hayat dininin kalbi, yaşamın temposu ile birlikte atar. Onu tapınak dinlerinden ayıran en önemli fark buradadır…

***

Bu nedenle Halil Cibran’ın “Ermiş” kitabındaki şu muhteşem aneknotu “Bize dinden bahset” diyen çocuklarınıza anlatın;

Bilge kişi ölmeden hemen önce halkını geniş bir meydanda toplar. Gerçekleri son bir kez hepsinin huzurunda dile getirir. Halkla arasında nefis bir diyalog kurulur.

Halktan biri öne çıkarak “bize” der “sevgiden söz et”

Bilge anlatır, anlatır, anlatır…

Bir diğeri “bize aşktan, evlilikten söz et” der, anlatır…

Bunu “alışveriş hakkında ne dersin?” diyen biri izler, anlatır…

“Çocuklardan bahset” derler, anlatır…

“Eğitimden bahset” derler, anlatır…

“Çiftçilikten bahset” derler, anlatır…

“Alınterinden, emekten ve adaletten” bahset derler, anlatır…

Ve daha günlük hayatın türlü sorunlarından söz etmesi istenir. Bilge hepsi hakkında hikmetli sözler söyler, anlatır, anlatır, anlatır…

Konuşmasının sonuna doğru birisi “Bize ‘din’den bahset” deyince Bilge şöyle cevap verir;

“Bahsettim ya, dinlemedin mi?”

Ve devam eder: “Siz zamanınızı, bunlar Allah’ın saatleridir, bunlar bizim saatlerimizdir diye ayırabilir misiniz? Öyleyse din, yaşadığımız hayat ve tüm davranışlarımızdır. Her an Allah huzurunda olduğunun bilincinde, öylesine titiz, doğruyu gözeterek temiz bir hayat yaşamaktan daha güzel bir din olur mu?” (İhsan Eliaçık) http://www.haber10.com/makale/11563/

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

23rd Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Bilgi ile yaşamak

Yazının adı “Bilim yapar gibi yaşamak” olacaktı; ürkütmesin diye sadeleştirdim. Ama ısrarlıyım; hepimiz, ‘bilim yapar gibi’ sürdürebiliriz hayatımızı. Bilim yapmak, çok sade bir tanımla, “Mevcut bilgileri işleyerek yeni bilgilere ulaşmak” demek… Sıradan bir örnekle gireyim: Sokağı süpürüyorum. Rüzgârın geldiği yöne sallıyorum süpürgeyi. Kolumun ivmesi ile rüzgârın ivmesi çatışıyor, tozlar ve çöpler havada uçuşuyor. Hem ben toz yutuyorum, hem çevremdekiler. Üstelik çöpler kürekte toplanamıyor, –yani ‘amaç’ gerçekleşmiyor. Bana sorarsanız, sorun yok. “Süpür!” dediler, görevimi ezberledim, yapıyorum. Bitmeyen işin ve yutulan tozun sorumlusu ise rüzgâr!.. Biraz ötede bir başka adam; o da süpürüyor. Fakat sırtını rüzgâra vermiş. Hem süpürgeyi, hem rüzgârı kullanıyor, çöpler küreğe akıyor. Bu adam ezberci değil; rüzgâra ilişkin bilgisini ‘şimdi-burada’ işine uyarlıyor. ‘Süpür!’ emrine odaklanmamış; süpürmenin amacının ‘temizlik’ olduğunu biliyor

Örnekteki sıradanlığı küçümseyip, ‘Bunun neresi bilim?” diyorsanız… Peki, daha karmaşık bir iş seçelim; ‘etli türlü’ pişirelim. Etleri ve sebzeleri birlikte tencereye doldurup pişirdim; oh, lezzetse lezzet, doymaksa doymak… Komşum ise önce etleri pişiriyor, sebzeleri cinsine göre 10, 15, 20 dakika sonra ekliyor. Çünkü yemeğin sadece ‘doyurucu’ değil, ‘sağlıklı’ da olmasını istiyor. Farklı malzemelerin farklı sürelerde piştiğini; gereğinden fazla pişerse sebzedeki vitaminlerin ‘öldüğünü’ biliyor. Böylece, malzeme doğrama işini de önceden değil, ‘süreç içinde’ yaparak, harcadığı toplam zamanı azaltıyor… Arada bir buharı koklayıp “Sarımsak lazım” veya “Nane yakışır” diyor. Biliyor ki “koku, yemeğin sesidir” ve komşum ‘ezber’ini tekrarlamak yerine, kokladığı seslerle şimdi-burada ‘doğaçlama’ yapıyor. Böylece yeni lezzet bilgileri de üretiyor.

Bireysel ve toplumsal boyutlarda örnekleri çoğaltabilir; ‘ezbere yaşamak’ ile ‘bilgiyle yaşamak’ arasındaki farkı hepsinde görebiliriz… Karıncaların o sabah yuvalarından çıkmadığını görüp, yağmur yağacağını anlamak gibi… Yakın gelecekte hangi bilgilerin yaşamsal önem kazanacağını kestirip, çocukların eğitiminde bunlara öncelik vermek gibi… Dağların kar tutmadığı yıllarda orman yangınlarının artacağını bilmek; rüzgâr türüne ve şiddetine göre farklı söndürme taktiklerini önceden belirlemek gibi… Bir otoyol yaparken arazi rantının toplumun –kişilerin değil– yararına nasıl değerlendirileceğini; bir ırmağın suyunu yönlendirirken ekosistemin nasıl etkileneceğini öngörmek gibi… Geçmişteki hatalardan gerçekçi ve çok-yönlü bilgiler üretip, geleceği daha bilinçli tasarlamak gibi…

İnsanlık tarihi de, tanrısal öğretiler de, ‘bilgi’nin en yüce değer ve en kutlu nimet olduğunu söylüyorlar ısrarla. Gerçekten inanıp, gerçekten doğru işler yapmamız; gerçekten ‘bilerek’ yaşamamız için… (Mehmet Akın 13.08.08) http://www.gaste.biz/yazar.php?makale_ID=119&yazar_ID=28

posted in EDEBİYAT | 0 Comments

4th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

 

Bekliyorum gelme istersen

Zor işler yapıyoruz zor zor zor! Yürek dizgin tutmuyor. Durup dururken sevdalanıyoruz. Kendimizi kurtarıp sahtekar suratlarımızdan, bütün kalbimizle seviyoruz. Acı çekmek yerine yalan söylemek kolay. Bir hayırsızın peşini gözlemek yerine uçurtma ipi gevşetmek zevkli. Her akşam uyumamak her sabah sersem gibi dolaşmak yerine akşamdan hikayeler uydurup, yalancıktan kahkahalar tükürmek rahatlatıcı. Zor işler yapıyoruz zor zor zor! Yüzümüzün rengi kaçık sürekli, ellerimiz kederden titriyor. Ağzımızda bir sakız gibi onun ismini çiğneyip duruyoruz . Zor işleri seviyoruz, insanız ya insan gibi sevdalanmayı biliyoruz. Karşıdan gelecek cevabı beklemeden son kararı bir çırpıda veriyoruz. Verdiğimiz her kararın üzerine bir tütsü gibi acının belendiğine aldırmadan, yüreğimizin her yanını yangın yerine çeviriyoruz.

Tütsü tütüyor, sen kokusuyla mest olurken biz korun acısıyla tükeniyoruz. Vazgeçmiyoruz, zor işlerin arkasında adam gibi durmaktan, başka şey bilmiyoruz.

Biz çift başlı yılanı ninemizin anlattığı masallardan tanıyoruz. Aşkı erdem, ayrılığı sabır, beklemeyi sadakat sınavı olarak biliyoruz. Değil bir sevdayı terk etmek, yolda yarenlik ettiğimiz arkadaşımızı bir lahza yalnız komayı ayıp belliyoruz. Hiçbir ayıp bizim koynumuzda büyüyemez. Biz yalanla aynı yatakta, hainle aynı hendekte, zalimle aynı safta olmanın nasıl becerildiğini bilmiyoruz.

Bir bir hesabını tutarak sevda davet olunmaz yüreğe. Üstelik görmez aşık; yanağın gamzesini, dudağın büzgüsünü. Olmasa da olur sevimli bir çehre, olmasa da olur şekilli parmaklar, olmasa da olur deniz kokulu bakışlar. Aşık aşıksa eğer, sevdanın tahayyülü, onu gerçeğinden daha fazla mest eder.

Bıraktık peşinden koşturmayı sevdanın. Vefa durağında bekliyoruz. Vazgeçtik yokluğunun yarasına şiir bastırmaktan. Kanasın, sızısından zevk almayı anlıyoruz. Unuttuk gizli kovuklarda name peşine koşturmayı. İçimizin dehlizlerinde kaybolmaktan zevk alıyoruz. Şarkılar acıyı meşk ederken, sevdanın adını da ansın beis yok. Biz, her zaman olduğumuz yerde bekliyoruz.

Şimdi sormak gerek gönül eyleyene, kimsin sen? Ve içimize dönüp anlamak gerek kahredici yoksulluğa neden sabredildiğini. Uzun yolun uzun sabırlarla tükenen sonu var, anlatanlardan biliyoruz. Çok kahır var biliyoruz. Gözyaşının yoldaşı olmaya ‘eyvallah’ diyoruz. Uzun yollar bekleyip, her gelmeyişi bir sonrasına erteleyeceğimizi en başından kabul ediyoruz. Aklımızın en ücra köşesinden geçmeyecek seni yargılamak, söz veriyoruz. Ancak bunca acının, türkü gibi üzerine yakıldığı canan, kimsin sen?

Zor işler yapıyoruz zor zor zor. Gitmek değil beklemek bize düşen. Gelince sevinmek kolay, biz senin gelmemene sevdalanıyoruz. Yüreğimiz var, bekleyecek zamanımız olsun diye yakarıyoruz. Yanalım, zaman kül eylesin serseriliğimizi.

Ey sevgili, sen olsan bekler misin bilmiyoruz. Biz bekleriz! Gelmeyeceğin üzerine söz çıkmaz ağzımızdan. Gelinceye kadar sabrederiz. Gelmezsen, gelmezsin! Kaybeden biz olmayız. Sana tadılmamış bir aşk, bize aşkla beklemenin tadı kalır. İnsan, insanlığından asıl sevdası olmadığında ayrı kalır. (İrfan Gürkan Çelebi) http://www.takvim.com.tr/2007/06/09/yaz1693-31400-150.html

 

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

29th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KATI SIVI GAZ

Madde katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç farklı halde bulunur. Katı maddelerin atomları çok yakın biçimde yan yana dizilmişlerdir. Yani atomlar arasında boşluk yoktur. Bu nedenle belli bir hacim ve şekilleri vardır. (moleküller bir araya gelerek atomları oluştururlar)

Sıvı maddelerde, sıvı molekülleri birbirine çok yakındır. Bu nedenle moleküller arası çekim kuvveti de fazladır. Bu çekim kuvveti nedeniyle sıvı maddelerin belirli bir hacimleri vardır. Hacminin olması demek belirli bir yer kaplaması demektir. Sıvıların hacimleri olmalarına karşın, belirli bir şekilleri yoktur. Kondukları kabın şeklini alırlar. Moleküller arasındaki mesafe kısa olduğundan, sıvı maddeler de katı maddeler gibi sıkıştırılamazlar.

Gazlarda ise moleküller arasındaki mesafe uzak olduğu için sıkıştırılabilme özelliği gösterirler.

Bu konuyu doğal yaşamda fikirler ve bilgiler yönünden ele alırsak; kişi doğru bir bilgi ediniyor ve bunu bize de aktarıyor. Artık o bilgi onun bilgisi değil hepimizin bilgisi olmuştur. Biz bu bilgiyi Ahmet’in ya da Mehmet’in bilgisi olarak görürsek o bilgiler bizlerin hayatına asla yön veremez. Aynı zamanda doğruyu bulan kişi onu(doğruyu) bizim hayatımıza yön verecek şekilde, anlayacağımız dilden bize aktarmalı, hayatımıza indirgemelidir. Doğruyu bize ‘katı bir madde ‘ biçiminde enjekte edemez.

şünün bir kere, ameliyat oldunuz ve doktor bir hafta yemek yemenizi yasakladı. Yemek ihtiyacınızı da serum sayesinde gideriyorsunuz. Oysa siz doktoru dinlemeyip katı maddeler halinde almakta diretseniz, bünyeniz kabul etmeyeceğinden ciddi rahatsızlıklar geçirirsiniz. Yani bir serumu kanınıza enjekte edebiliriz. Fakat katı bir maddeyi vücuda enjekte etmeye kalkarsak metabolik yapıyı yani canlı yapıyı bozar ve ölüme yol açarız. Burada serum bizim hücre yapımıza göre şekil alır. Fakat katı bir madde yapımıza uymaz. Çünkü katı maddelerin kana geçmeden önce sindirilmeleri gerekmektedir.

Bulduğumuz doğruya kabımıza göre şekil vermeliyiz. Fakat bu şekli verirken eklemeler ve çıkarmalar yapmamalıyız.

Örneğin bana şekerli su çözeltisi veriliyor. (Şeker katı bir maddedir ve su içinde çözünmüştür. Şeker çözünen ve su ise çözücüdür, şekerli su maddesine de çözelti adı verilir.) Ben bunu kendi kabıma göre şekillendiriyorum. İçine biraz da tuz atayım, bakalım ne olacak? diyorum. Fakat görüyorum ki o çözelti artık şekerli su olma özelliğini yitirmiştir. Yani bana bir doğru geliyor ve ben bu doğruya kendimden, bilmeden, araştırıp doğru olup olmadığını görmeden bir şeyler katıyorum. Ve sonuç fiyasko!

Bana düşen o çözeltinin, maddenin en küçük yapı taşı olan moleküllerini incelemek, ayrıntılarını bulmak, insanlara göstermek, örneklerle genişletmek ve insanların hayatına indirgemek olmalıdır.

Gazlar uçuculuk özelliği gösterirler. Bir gazı enjektöre doldurup vücuda enjekte etmeye kalksak, vücut bunu dışarı atmak isteyecektir. Doğal yollarla da vücutta biriken gazlar vardır. Örneğin yapısında azot(N) bulunduran besinler, gazlı besinlerdir. Bu besinler vücutta, mide ve bağırsakta gaz yaparlar. Vücudumuz çeşitli yollarla bu gazları dışarı atar. Çünkü gazlar hiç bir faaliyette yer almayan gereksiz maddelerdir.

İnsanları fikir bakımından katı, sıvı ve gaz olarak tanımaya çalışalım. (Katı olanlar; tutucu ve din adına her şeye ‘evet’ diyen, sıvılar doğrulara yatkın olanlar, gazlar ise; din adına her şeye ‘hayır’ diyen kişiler olarak düşünelim.)

Katı konumda olan kişiler, kendilerine kendilerince bir yol çizmişler ve kesinlikle bu yolun dışına çıkmazlar. Yani belli bir şekilleri vardır. Olaylara at gözlüğüyle ve dar kalıplar içinde bakarlar. Onlara getirdiğinizin doğru olup olmadığına bakmazlar. Dışardan gelen etkilere karşı kör, sağır ve dilsizler gibi cılız tepkiler gösterirler. Sonunda büyük bir etkiyle sahip oldukları şekil yok olursa, hiç bir işe yaramazlar.

Örneğin bir cam vazoyu aldınız. İçine çiçek koyacağınız sırada elinizden kaydı ve yere düşüp tuzla buz haline geldi. Alıp yapıştırmaya kalktınız. Fakat artık o kırık parçalar vazo özelliğini kaybetmiş olmalarından dolayı işlev görmezler.

Fikirleri sıvı, yani kaba göre şekil alan bir kişi düşünelim. Bu kişi doğruları gördüğünde doğrulara göre şekil alabilir. Fakat yanlışlara göre de şekil alabilir. Burada önemli olan aklı kullanmak ve alınan şeklin doğru olup olmadığını sorgulamaktır.

Normal insanların yapması gereken şey kaba göre şekil almaktır. Sorgulamak, beyni kullanmak ve dağarcığı genişletmek çok önemlidir.

Örneğin; doymuş çözelti hazırlarken, (bir çözücü çözebileceği en fazla maddeyi çözmüş ise buna doymuş çözelti denir. Eğer içine daha fazla madde koyarsak dibe çöker ve çözeltiye karışmaz.) 100cm3 suda 10kg şekeri çözmek istiyoruz. Fakat şekerin 7kg’lık kısmı çözünüyor. Geriye kalan 3kg ise, dibe çöküyor. Burada yapılması gereken suyun miktarını arttırmaktır. Ben suyun miktarını arttırınca dibe çöken 3kg’lık maddeyi de çözebilme imkânını bulmuş olacağım.

Bizler beynimizi ne kadar çok kullanırsak, o kadar çok hücre işlev göstermeye başlar. Yani kullanılan organlar gelişir, kullanılmayanlar körelir.

Bizim bu bilgileri kalıcı hale getirmemizin yani yukarıdaki örnekte doymuş çözeltiden arta kalan 3kg’lık şekeri çözeltiye katabilmek için nasıl su eklemek gerekiyorsa, burada da dağarcığımızı geliştirmek için hücre sayısını arttırmamız yani beynimizi çokça kullanmamız gerekir.

Sıvılarda durum böyleyken, gelelim gazlara. Hatırlayacağımız gibi gazların sıkıştırılma özellikleri vardır. Örneğin kolonya şişesindeki gazlar, koladaki karbondioksit(CO2)gazı, kabın içinde o kabın şeklini alıyor gibi gözüküyorlarsa da şişenin kapağını açtığımızda uçup gider.

Yani ne kendiliğinden bir şekilleri vardır ne de sonradan bir şekil alırlar. Onlar her zaman kısıtlanmadan kaçarlar. Özgürlüğü sınırsız yaşamak isterler. Ama hiç bir özgürlük sınırsız değildir. (15.06.98)

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

29th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

KÖKÜ KURTLANAN AĞ

Bir grup ağaç vardır. Kökleri bir fakat dallanmış. Dallarında ise farklılıklar var. Kimisinin dalları uzun, kimisinin dalları kısa, kimisi uzun zaman içerisinde meyveler verip olgunlaşşlar. Yenecek hale gelmiş(doğru insan). Diğer bir kısım ağaçlar filiz vermiş fakat yaprak açmamış, meyve vermemiş. Meyve vermek için de çaba yok, öylesine kalmış. Bunların dışında başka ağaçlar da var. Bunlar çiçek açmış meyve vermiyor. Neden mi? Kökünde kurtlanma var. İlaçlanması gerekiyor. İlaçlamak için bahçıvan bulup ilaç alacaksın, ağaçları ilaçlattıracaksın. Artı diplerini gübrelemek, çapalamak, sulamak gerekiyor. Fakat bunların hiç biri yapılmıyor. Bu ağaçların kökünde kurt olduğu için meyve veremiyor.

Bu konudaki gerçeği görmek için kişi öncelikle ağaçların %100 kurtlu olduğuna inanması gerekir. Kökündeki kurtların çapını ölçüp boyutlarını bilmesi. Bunu yapmak için çok çok çalışması ve ağacın kökünde ki kurtları görmesi. Bu konuda ki yaptığı hatalara dönmemesi gerekir. Eğer bunları yapmıyor. Gayrette etmiyorsa ağacın kökünde ki kurtlanma çoğalacaktır. Sonunda kökler çürüyüp ağacın devrilmesine neden olacaktır.

Çürüyüp devrilen ağaçlar bir gün yanıp kül olacaktır. Örneğin kökü sağlam olan ağacı sallarsan meyvesi düşer. Kökü sağlam olmayan ağacı sallarsan meyvesi düşene kadar kendisi düşer.

Bir kısım ağaç daha var. Bu ağaçlara su dokuyorsun, diplerini çapalıyorsun, gübreliyorsun her türlü bakımı yapmak istiyorsun. Fakat bu kadar emek vermene rağmen ağaçlar da hiç bir gelişme göremiyorsun. Ne yapacağını şaşırıp kaldığın için fen ve ziraatla uğraşan birisinin yanına gidip, bu ağaçların çok zayıf olduğunu söylüyorsun. Bana bu ağaçlara ne yapmamla ilgili gübre çeşitlerini ve ağaç geliştirme haplarını önermesini istiyorsun. Fen ve ziraatla uğraşanlar çeşitli önerilerde bulunuyorlar. Bu önerilere harfiyen uyarak ağaçlara uygulamaya çalışıyorsun. Gel gör ki ağaçlar zayıf, cılız, cansız… Şiddetli bir rüzgâr estiği zaman devrileceğinden korkuyorsun. Oysaki biz bu ağaçların çok sağlam olması için gayret ediyoruz ki gelen her türlü rüzgâra karşı dayanıklı olsun. Allah ‘ın izniyle öyle bir dayanma gücü ki. Şiddetli rüzgâr, lodos, saman yeli ağacın tepesini yere indirse bile güçlülüğünü göstersin ve dayanıklı olsun.

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments

29th Temmuz 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

ENERJİ VE IŞIK

Kocaman bir şehir düşünün. Ortasında büyük bir trafo var. Şehrin bütün köylerine ve kasabalarına enerji ve ışık vermek için kurulmuştur. Kasabalılar enerji ve ışık almak istiyorlar fakat onların atalarından kalma el fenerinin, gaz lambasının (geleneksel inanç ve uygulamalarının) ortadan kalkmasını istemiyorlar. Kasabalılar diyorlar ki: “Sizin vereceğiniz enerji ve ışık gibi bizim lüksümüz(rivayetler) var. Enerjinin verdiği ışığı verir. Lüks olmadan enerjinin verdiği ışıktan bir şey anlamayız çünkü biz lüksün verdiği ışığa alıştık. Onun ışığıyla aydınlanıyoruz. Enerji ve ışıkla beraber lüksün olması gerekir. Enerjiden biz anlamayız ancak onu derinlemesine bilen insanlar anlar” Ataları bunlara iki şey emanet etmiş birincisi enerji ve ışık ikincisi lüksleri, eğer bu iki şeye sadakat gösterirlerse doğruyu bulurlar. Diyorlar ki: “Eğer biz enerji ve ışıkla uğraşırsak güçlü gelen ışık ve enerji bizi çarpar. Ya da yanlış anlarsak enerji ve ışığın verdiği sigortalar atar. Enerjinin yüzünden karanlıklarda kalırız. En iyisi ondan biz anlamayız onu ancak bilenler anlar. Biz ise ancak bizi çarpmayacak, bize ışık verecek lüksümüzle uğraşalım. Onunla uğraşarak ve kurcalayarak enerjinin ve ışığın nasıl ve neden sorularına cevabı ancak onda buluruz. Çünkü atalarımız lüks konusunda çok uğraşşlar” nasıl mı? Tıpkı At, ot meselesinde olduğu gibi. Atı yakalamak için yalancıktan ot ile yakalamayı ölçü alanlar gibi. Kasabalılardan biri lüks almak için gidiyor. Sağlam bir yerden alıyım diyerek yola çıkıyor. Birde ne görsün lüks alacağı adam bir tutam otla atını aldatıyor. Alacaklı adam diyor ki: “Bu adam sağlam birisi gözükmüyor bu adamdan lüks alınmaz. Çünkü atını aldatandan lüksü nasıl alalım diyor. Bununla övünüyor yani demek istiyor ki biz lüksü alırsak çok sağlam bir yerlerden alırız. Yüzde yüz enerji ve ışığı lüksün verdiği ışıkla anlarız. Enerji ve ışıkla her şey elde edemeyiz. Bunun yanında lüksün olması gerekiyor. Lüksün içinde gaz ve tüp var(din bilginleri) Gaz ve tüp olmazsa ışıklanamayız diyorlar” Daha doğrusu onlara : “Enerjinin ışığına uyun denildiği zaman. “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya onlar aklı bir şeye ermemiş ya da doğruyu bulamamışsa!” 2/170

Diğer bir kasabanın halkı ise enerji ve ışık alıyor(Allah ve Ku’ran). Bütün tesisatlar inanarak döşenip, enerji ve ışık onlara veriliyor. Deniyor ki: “Bu ışıkla özgürsünüz istediğiniz şekilde israf etmeden, yerli yerinde, gerektiği şekilde kullanmaları söyleniyor.” Fakat bunlar enerji ve ışıklarını düzenli, israf etmeden, yerli yerinde, gerektiği şekilde kullanmadıkları için iki de bir trafodaki ana kofra arızalanıyor. Arızalanan(hata) ışığın yapılmasını onlara öğretmek istiyorsun ama bunlar biz ışıktan anlarız fakat arızalanan yerleri nasıl tamir ederiz? Onlara soruluyor siz bu enerji ve ışıkla yaşamak istiyor musunuz bunlar evet diyorlar. Bunlara söyleniyor ki bu arızayı düzeltmek istiyorsunuz fakat öğrenip, çalışmadan nasıl halledeceksiniz. Bunlar bu arızayı yüzde yüz bilmedikleri bunun arıza olduğuna inanmadıkları için bozulan arızayı bir türlü yapamıyorlar. Neden mi? Enerjinin ve ışığın doğru olduğunu biliyorlar. Fakat ona sahiplenmeyip, onun kendilerinin işlerini kolaylaştıracağına yeteri kadar inanmıyorlar. Buna yüzde yüz inansalar arızalanan bölgeyi tamir etmek için gayret içinde olacaklar. Ya da bilen birisine gidip bu arızayı anlatması bunu ben halledemedim demesi veya ben bu arızayla uğraştım fakat bunu ben kendi işim gibi görmediğim için ben bu arızayı(hata) yapamıyorum bana yardımcı olur musunuz dedikten sonra. Karşında ki ustayı çok iyi dinlemelisin. Verdiği talimatlara harfiyen uyup arızalanan bölgeyi hemen tamir etmeye girişeceksin. Eğer bu kadar öğretilenlerden sonra bu işi başaramıyorsan bu işin sonu helaktir. Bu gidişle başkaları geliyor onlara enerji ve ışık bağlıyor. Biraz faydalanıyorlar yine dikkatsizlik ve düzenli şekilde kullanmama sonucu ışıklar gidiyor. Tekrar enerji ve ışıklar usta tarafından bağlanıyor. Enerji ve ışıklar geliyor. Bunlar bu ışıkta yine devam ettirmeye çalışıyorlar fakat çok fazla bilmedikleri için karanlıklarda kalıyorlar. En son bir şans daha veriliyor. Bunlara ışıktan olan bütün doğrular anlatılıyor. Onlara bunu şöyle yapın şunu böyle yapın deniyor. fakat bunlar aynı şeyleri tekrarladıkları için ışıkta yürümesini iyi bir şekilde değerlendiremiyorlar. Yine bekliyorlar ki bize enerji ve ışık veren birisi gelsin. Fakat her zaman doğruyu getiren şahıs gelmiyor. Çünkü uğraşa uğraşa bıkmış artık canına tak demiş ne halın varsa gör.

Diğer bir kasabanın köylüleri enerji ve ışığı duyuyorlar. Enerji ve ışık için çok seviniyorlar. Bu ışık bizim işimize çok yarayacak diye, bütün köylüler kalkıp kasabaya gidiyorlar. Enerji ve ışığın köye nasıl gideceğini ve bu işi nasıl öğreneceklerini, köylerinin nasıl aydınlanacağını bilmeleri için bilen birisine başvuruyorlar. Bilen birisi bunlara enerji ve ışığın faydalarını ve zararlarını anlatıyor. Köylülere kendi konuştuklarını iyi dinlemelerini ve bu işin temel kurallarını öğrenmelerini istiyor. Usta diyor ki:” Sizin için önemli olanları söylemek istıyorum.

Trafodan alınan enerji ve ışığın temel kuralları çok önemli. Bu temel kuralların önemli olduğuna yüzde yüz inanmanız ve bunların tesisatını çok iyi bilip bütün köylere bağlamasını bilmelisiniz ki. O köylerin insanları da enerji ve ışıktan faydalanıp işlerini kolaylaştırsınlar” Köylüler ustanın anlattıklarını çok iyi dinledi. Tesisat yapmasını inanarak ve mükemmel bir şekilde kendilerini eğiterek ders aldılar. Köylüler ders aldıklarıyla pirim almak için enerji ve ışığı alıp köylerine döndüler. Bu köylüler, öğrendikleri temel kuralları köyde kalan köylülere anlattılar. Köylülerden bazısı bu konuşmaların çok doğru olduğunu bazısı ise bu konuşmaların saçma olduğunu düşünüyorlar. Fakat doğru düşünen insanlar enerji ve ışığın bir an evvel köylerine gelmesini istiyorlar. Bu işin gerçekleşmesi için enerji ve ışığı doğru bulan köylülerin bir birlerini desteklemesi veya bir birlerine yardım etmeleri gerekiyor. Köylüler enerji ve ışığın yüzde yüz doğru olduğunu bilip, inandıkları için bir araya geldiler. Ders alan köylüler bir birlerine ben şu eve enerji ve ışık bağlıyacağım. Öteki ben de bu eve enerji ve ışık bağlayacağım diye işbirliği yaptılar. Köylüler öyle bir çalışmayla çalıştılar ki bir an evvel o köye enerji ve ışık bağladılar. Bu köylülerin enerji ve ışığı doğru bulanlar enerji ve ışıktan faydalanmak için evlerine çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, buzdolabı, firin ve benzeri aletler alarak işlerini kolaylaştırmaya başladılar. Fakat şunu unutmamak gerekir. Ders alanlar pirim almak için kendi köylerine ve evlerine enerji ve ışığı bağladıkları gibi başka köylere de bağlamaya başladılar. Öyle bir çalışmayla çalışıyorlar ki diğer köylülerde bu çalışmaya şaşıp kalıyorlar. Yine de bu çabaya karşın hiç durmadan çalışıyorlar. Yorulmak nedir bilmiyorlar. Bunun tam tersi yaptıkları işten çok memnunlar. Yani sevinçten yaptıkları işi içtenlikle yapıyorlar. Köydeki işleri bitirdikten sonra. Kafalarını kullanarak sanayileşmeyi düşünmeye başladılar.(Erdemli davranışlar) Bunlardan kimisi demir çelik, kimisi bakır, kimisi un, kimisi deterjan, kimisi cam, kimisi kereste ve buna benzer çeşitli fabrikalar kurmaya başladılar. Fabrikalar durmaksızın, işçiler de yorulmadan mışıl mışıl çalışıyorlar.

posted in ÖYKÜLER | 0 Comments