-
21st Eylül 2008

Zikir Çekmek, Zikretmek ve Allah’ın Zikri – Hakkı Yılmaz

posted in *ANAKAYNAK KUR'AN |

ZİKİR ÇEKMEK, ZİKRETMEK / ZİKRULLAH (ALLAH’IN ZİKRİ)

Din Adına Toplumdaki Yanlışlar” adlı kitabımızda da yer almış olan bu konu maalesef toplumda sürekli yanlış algılanıp yanlış olarak uygulanmaktadır. Bu nedenle konuyu tekrar gündeme getirmekte yarar görüyoruz.

Bu incelememiz kendi kişisel yorumumuza veya herhangi bir mezhebin, meşrebin, hizip ya da cemaatin görüş ve ön kabulüne değil, tamamen Kur’an’a dayanan tahlillerden oluşmaktadır. İncelememizin amacı, konunun Kur’an ile sağlamasının yapılarak bu alandaki yanlış bakış açılarının düzeltilmesine katkı sağlamaya yöneliktir. Çünkü dine ait bir sözcüğü veya kavramı en iyi ve en doğru şekilde öğrenmenin yolu Kur’an’a bakmaktır. Zira Yüce Allah, vermiş olduğu görevleri kullarının nasıl yapacağını sadece Kur’an’da açıklamıştır. Bunları anlamak ve uygulamak için ne kimsenin himmetine ne de izahına gerek vardır. Her inanan, dine ait konuları öncelikle Kur’an’dan bizzat kendisi okur, anlar ve uygular; yöntem budur.

Yüce Allah, dinle ilgili olup da Kur’an’ın indiği dönemde Arap toplumunda var olmayan veya var olmasına rağmen orijinalliğini yitirmiş her sözcük ve kavramı, herhangi bir şekilde tahrifata uğramaması için Kur’an’da herkesin anlayacağı tarzda açıklamıştır. Buna karşılık, yozlaşmamış, bozulmamış sözcük ve kavramlar ise “Ma’lumu ilam (bilineni tekrar bildirme)” olmasın diye Kur’an’da izahat verilmeksizin yer almıştır. Zira aksi durum Kur’an’ın vecizliği ile bağdaşmaz. Meselâ Kur’an “namaz”ı tarif etmemiştir. Çünkü “es-salat [namaz]” sözcüğü Araplar arasında bilinen ve “sürekli niyaz etmek” ve “sosyal destek” anlamında kullanılan bir sözcüktü. Gerçekten de “ salat”, İbrahim peygamberden itibaren bütün peygamberlere görev olarak verilmiş ve toplumlarda varlığını devam ettirmiştir. (Enfal/35, Tövbe/54, Enbiya/73, Bakara/43, Âl-i Imran/43, Hud/87, Meryem/31, 55, Ta Ha/14) Kur’an’da “namaz” tarif edilmemiştir ama “abdest” adı verilen namaz öncesi temizlik, eski toplumlarda olmadığından Maide suresinde açıklanmıştır:

5Maide/6: Ey iman sahipleri! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin, topuklara kadar ayaklarınızı da (meshedin/yıkayın). Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin. …

Bu konudaki bir başka örnek de “yevmü’d-din” terimidir. Bu kavram da peygamberimiz ve Arap toplumu tarafından önceden bilinmeyen ve ilk defa Fatiha suresinde geçen bir kavramdır. Bu kavramın ne olduğu ise İnfitar suresinde açıklanmıştır:

82İnfitar/15–19: Din günü girerler oraya. Onlar ondan görülmeyecek şekilde uzaklaşmış değillerdir. Ve Din gününün ne olduğunu sana ne bildirdi? Sonra, Din gününün ne olduğunu sana ne bildirdi? Bir gündür ki o, hiçbir kimse başka bir kimse için hiçbir şeye güç yetiremez. Ve o gün buyruk yalnız Allah’ındır.

Keza “leyletü-l kadr [kadir gecesi]” tabiri de insanlara ilk olarak Kur’an ile duyurulmuş ve ne olduğu yine Kur’an’da açıklanmıştır. Diğer taraftan, eski toplumlara da farz kılınmış bir ibadet olan “oruç” kavramı, zaman içerisinde orijinalliğini kaybettiğinden, Kur’an’da detaylı olarak açıklanmıştır. Orucun ne zaman tutulacağı, orucun süresi, orucu kimlerin tutup kimlerin tutmayacağı, oruçlunun yapabileceği ve yapmaması gereken davranışlar, Bakara suresinin 183–187. ayetlerinde herkesin anlayabileceği bir şekilde açıklanmıştır. Böyle olmasına rağmen, oruç ibadetini hâlâ başkalarından öğrenmeye çalışanlara tavsiyemiz, birazcık zahmete katlanarak konuyu Kur’an’dan okumaları ve bu vesileyle Kur’an ile tanışmalarıdır.

Dinlerini Kur’an’dan öğrenen inananlar öncelikle şunu bilmelidirler ki, Kur’an Allah’ın koruması altındadır ve hiç kimsenin onu bozması ve içine yalan yanlış şeyler sokması mümkün değildir:

15Hicr/9: Hiç kuşkusuz Biz, o “Zikr”i Biz indirdik, Biz… Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız.

Ayrıca dinlerini Kur’an’dan öğrenenler akıllarından hiç çıkarmamalıdırlar ki, Kur’an anlaşılmaz, çözümü zor denklemler yumağı değildir. Kur’an “mübin”dir, “mufassal”dır. Açıklanması gereken her şey onda açıklanmıştır. Yüce Allah’ın mesajını öğrenebileceğimiz tek yetkili kaynak Kur’an’dır. Bu mesaj orada açık açık anlatılmış ve izah edilmiştir. Örnek olarak İsra ve Fussılet surelerinde Kur’an’ın “şifa” olduğu bildirilmiştir:

17İsra/82: Ve Biz Kur’an’dan, inananlar için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Ve (bu,) zalimlerin yıkımını artırmaktan başka katkı sağlamıyor.

41Fussılet/44: Ve eğer Biz onu yabancı dilde bir Kur’an yapsaydık, elbette “Ayetleri detaylandırılmalı değil miydi? İster yabancı dilde ister Arapça!” diyeceklerdi. De ki: “O, iman edenler için bir kılavuz ve bir şifadır.” İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Ve Kur’an onlar üzerine bir körlüktür. Onlara çok uzak bir mekândan seslenilmektedir.

Kur’an’ın neye “şifa” olduğu ise Yunus suresinde açıklanmıştır:

10Yunus/57: Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet geldi.

Görüldüğü gibi, Kur’an’ın neye şifa olduğu sorusu Yüce Allah tarafından yine Kur’an’da cevaplandırılmıştır. Allah’ın açıklamalarına göre Kur’an nezleye, gribe, ülsere, kansere, baş ağrısına, diş ağrısına değil, göğüslerdekine yani düşüncenin, aklın ürünü olan hastalıklara şifadır. Diğer bir ifadeyle, Kur’an küfür, şirk, her türlü ahlâksızlık ve her türlü rezilliği de içine alan gönül yaralarına, gönül dertlerine şifadır. Ayette bu “şifa”nın “öğüt” de olduğu bildirildiğine göre, demek oluyor ki düşüncenin, aklın ürünü olan hastalıklardan mustarip olanlar, ancak bir şifa olan bu öğüdü [Kur’an’ı] okuyup anladıklarında bu dertlerinden kurtulacaklardır. (Amenna/ şüphesiz inandık ve tasdik ettik.) Muskacılara gidip içinde ne olduğunu bilmediği kâğıt parçalarını alarak üstlerinde taşıyanların, Kur’an’ı süslü kılıflar içinde saygıyla evin en yüksek yerinde asılı tutarak ondan medet umanların, ne anlattığını bilmeden onu hatmedip duranların ne olacağı ise uzun uzun tefekkür edilmesi gereken bir durumdur.

Dine ait konuların sadece Kur’an’dan öğrenilmesi gerektiğine dair bu açıklamalardan sonra asıl konuya dönelim:

“ZİKR” sözcüğünün sözlük anlamı “anmak, hatırlamak, hatırdan çıkarmamak, öğüt almak, unutmamak, ibret almak” demektir. (el Müfredat; zkr mad.) Sözcük, gerek “zikr” mastarı ve gerekse diğer tüm türevleri olarak Kur’an’da hep bu sözlük anlamıyla kullanılmıştır.

Ancak sözcük “ez-Zikr” olarak [harf-i tarif ile belirtili bir sözcük yapılarak] mecaz-ı mürsel sanatıyla “öğüt verme” anlamı ekseninde Semavî Kitaplar [Vahiy, İlâhî Kitap, Kur’an, İncil, Tevrat, Zebur] içinde kullanılmıştır (Âl-i Imran/58, A’râf/63, 69, Hicr/6, Enbiya/7, 42, 50, 105, Furkan/29, Şuara/5, Ya Sin/69, Sad/1, 8, 49, 87, Zümer/23, Fussılet/41, Şuara/5, Zühruf/36, 44, Kamer/25, Kalem/51, Tekvir/27, Ta Ha/14, 99, 113, Saffat/3, 168, Talâk/10, Mürselât/5, Müminun/71, En’âm/90).

“Zikr” sözcüğü “zikrullah” olarak ifade edildiğinde anlamı “Allah’ı anmak” demek olur ki, üzerinde duracağımız ana konu da budur. Nitekim Kur’an ayetlerinde “zekera” fiili “Allah” lafzını tümleç alarak “… Allah’ı anarlar”, “… Allah’ı çokça anın!” tarzında kullanılmıştır. Bir kelimeyi kendine mef’ul [tümleç] alan bir fiil, mastar halindeyken o kelimeye “muzaf” da olabilir. “Allah’ı çokça anın!” ile “… Allah’ı anmaya koşunuz”, “… Kalpler Allah’ı anmak ile huzur bulur” ifadeleri buna örnektir. “Allah” lafzı birinci cümlede “üzkürû” fiilinin mef’ulü [tümleci], ikinci ve üçüncü cümlelerde ise “zikr” mastarının “muzaf”ı olmuştur. Bu Arapça kaidesiyle anlatılmak istenen temel nokta şudur: Bir fiil ile ona tümleç olan sözcük beraberce ne anlama geliyorsa, aynı sözcük isim tamlamasında o fiilin mastarına muzaf olduğunda da beraberce aynı anlama gelir. “Allah’ı anar” ile Allah’ı anmak” ifadeleri buna örnektir.

Kur’an’da yüzlerce ayette geçen ”zikr” mastarı ve bu sözcükle yapılmış “zikrullah” tamlaması “salât”, “zekât”, “savm [oruç]” gibi bir terim olmayıp “yemek”, “içmek” gibi eylem ifade eden sözcüklerdir. Bilindiği gibi, “namaz”, “belirli zamanlarda, belirli beden hareketleriyle, belirli dua ve ayetlerin okunmasıyla yapılan kulluk” anlamında bir terimdir. Aynı şekilde “oruç” da bir terim olup “belirli bir zaman diliminde ve özel bir amaçla yemeyi, içmeyi ve cinsel ilişkiyi terk etmek” demektir. Zikr ve zikrullah ise birer terim değildir.

İşin aslı böyle olmasına rağmen, Arapçadan Türkçeye yapılan tüm çevirilerde “zikr” sözcüğü Türkçeleştirilmeden Arapça olarak bırakılmış ve böylece sözcük, sanki bir dinî terim gibi kullanılagelmiştir. Bu bilgisizlik, her zamanki gibi, açıkgözler ve art niyetliler tarafından çokça istismar edilmiştir. Bu istismara uygun olarak cahil halk arasında zikir halkaları, zikir şekilleri ve zikir aletleri icat edilmiştir. Bu sözcüğün yanlış algılandığının farkında olan İslâm düşmanları ise, binlerce senedir sürdürdükleri faaliyetlerine bu konuyu da dâhil ederek Müslümanların daha fazla uyuşturulmalarını, daha çok perişan edilmelerini, daha derin bir sapkınlığa düşürülmelerini sağlamaya çalışmışlardır. Bilerek ya da bilmeyerek bu istismara alet olanlar, bu sapkınlığın faziletlerini anlatan kitaplar yazarak bunları Müslümanlara satmışlardır.

Kur’an’ın birçok ayetinde “zikrullah [Allah’ın anılması] olgusundan bahsedilerek bunun önemine ve gereğine değinilmektedir:

3Âl-i Imran/191: O [Aklını kullanan] kişilerdir ki, ayakta, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler: “Ey Rabbimiz! Sen bunu boşu boşuna yaratmadın! Senin şanın yücedir. Bizi ateşin azabından koruyuver!”

4Nisa/103: Sonra da namazı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sonra sükûnet bulduğunuzda da, namazı tam bir biçimde yerine getirin. Namaz, müminler üzerine vakitlenmiş bir farz olmuştur.

2Bakara/114: Ve Allah’ın mescitlerini, içlerinde Allah’ın adı anılmasın diye engelleyen ve onların yıkımı için uğraşan kişiden daha zalim kim olabilir! Böylelerinin, o mescitlere girmeleri ancak korka korka olacaktır. Onlar için dünyada bir rezillik vardır. Bunlar için ahirette de büyük bir azap vardır.

Ankebut 45: Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Şüphesiz ki namaz, çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki Allah’ı anmak daha büyüktür. Allah yaptığınız şeyleri bilir.

Hadid 16: İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah’ı anmak ve Hakk’tan gelen için ürpersin de daha önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş de kalpleri katılaşmış kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu da yoldan çıkmıştır.

Zümer 22: Peki Allah kimin göğsünü İslâm’a açarsa, o zaman o, Rabbinden bir ışık üzerinde olmaz mı? Öyleyse Allah’ı anmaya karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte onlardır, açık seçik sapıklık içindekiler.

Ta Ha 42: Sen ve kardeşin ayetlerimi götürün ve Beni anmakta ikiniz de gevşeklik etmeyin.

Ta Ha 124–126: Kim Benim anılmamdan [beni anmaktan] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki: “Rabbim, ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?” (Allah) Der ki: “Bu böyledir, ayetlerimiz sana geldiğinde sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun.”

A’râf 205: Ve sabah akşam [her zaman] kendi içinden, korkarak ve yalvararak, yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma!

Cinn 17: Onları, onun içinde imtihan edelim. Kim Rabbinin anılmasından yüz çevirirse Rabbi onu, gittikçe yükselen bir azaba sokar.

Nur 37: Öyle erkekler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alış veriş onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar kalplerle gözlerin ters döneceği günden korkarlar.

Münafikun 9: Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa işte onlar, hüsrana uğramışların ta kendileridir.

Cuma 9: Ey inananlar! Toplantı günü namaz için çağrı yapıldığı zaman Allah’ı anmaya koşun, alış verişi de bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

Bakara 152: Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Ve Bana şükredin, Bana nankörlük etmeyin.

Ra’d 28: O kişiler inanan ve kalpleri Allah’ı anmakla yatışan kişilerdir. Gözünüzü açın! Kalpler yalnız ve yalnız Allah’ı anmakla yatışır / tatmin olur.

Kur’an’da bu kadar önem verilen “zikrullah”ın ne demek olduğu, nasıl yapılacağı ancak yine Kur’an’dan öğrenilebilir. Ne var ki, cehalet, gaflet veya dalalet gibi nedenlerle konu Kur’an’dan değil, İslâm düşmanlarından öğrenilmeye kalkışılmış, sonuçta ortaya “zikr çekmek” diye tuhaf ve anlaşılmaz uygulamalar çıkmıştır. Bu uygulamalar daha çok geri kalmış, yoksul ve eğitimsiz Müslüman ülkelerdeki cemaat ve tarikatlar eliyle yaygınlaşmış, haftanın belirli gün ve saatlerinde ellerine doksan dokuzluk, binlik, on binlik tespihler alan insanlar, halkalar halinde güya zikir yaptıklarını zannederek “Allah, Allah”, “La ilahe illallah, La ilahe illallah” veya “Hu, Hu” diye bağırıp durmuşlardır. İşin en acıklı yanı, bu yaptıklarıyla da kolayca cennete gideceklerine inanmışlardır.

Kesinlikle bilinmelidir ki, ne bu zikir anlayışı ne de ona bağlı olarak gelişen bu garantici cennet inancı doğrudur. Bu tür yoz ve yozlaştırıcı anlayışların hiç kimseye yararı yoktur. Parayı çok seven veya paraya ihtiyacı olan bir kimsenin herhangi bir para kazanma uğraşısına girmeden, eline bir tespih alıp günde binlerce kez “para, para, para, …” diye sayıklamak suretiyle para kazanması nasıl mümkün değilse, ahirette cennetle ödüllendirilmek isteyen bir kimsenin de, yukarıda açıkladığımız yoz ve saçma davranışlarla Allah’ın rızasını kazanması mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah, cennetin bedelini Kur’an’da bildirmiştir:

Tövbe 111: Kesinlikle Allah, Müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek üzere satın almıştır. …

Cennetin bedelinin canlarımız ve mallarımız olduğunu söyleyen yukarıdaki ayet Kur’an’da duruyor iken, bir Müslüman’ın belli sayılarda tespih çekerek Allah’ın rızasını kazanacağını ve cennete gireceğini umması, anlaşılır bir davranış değildir. İslâm düşmanları tarafından uydurulan bu tür yalanlar, Müslümanları gayretten, faaliyetten, rekabetten uzaklaştırıp tembelliğe, miskinliğe ve uyuşukluğa sevk etmektedir. Bu durum, bu yalanlara uyarak dünya hayatını Allah’ın razı olmayacağı şekle sokanların ahiret hayatlarını da karartmaktadır.

Oysa Allah’ın bizden beklediği doğru davranışların hepsi Kur’an’da mevcuttur. Bir Müslüman olarak bize düşen, Allah’ın bizden istediklerini Kur’an’daki şekliyle öğrenip uygulamaktır. Konumuz hakkında da Yüce Allah, kendisini anmamızı emretmiştir. Dinini Kur’an’dan öğrenen bir Müslüman’ın bunun nasıl yapılacağını öğrenmek için yapacağı tek şey Kur’an’a başvurmaktır. Çünkü, “Madem ki Yüce Allah kendisini anmamızı istemiştir, bunun nasıl yapılacağını da mutlaka bize bildirmiştir.” mantığı ile başvurulacak ve Allah’ın mesajını taşıyan yegâne kaynak Kur’an’dır. Nitekim Yüce Allah, “zikrullah” eyleminin, kendisinin gösterdiği şekilde yapılmasını istemiştir:

Bakara 198: Rabbinizden bir lütuf istemenizde hiçbir sakınca yoktur. Sonra Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ari-Haram’da Allah’ı anın. Ve O’nu O’nun size gösterdiği gibi anın. Ve siz bundan önce gerçekten sapkınlardan idiniz.

Yüce Allah’ın bize kendisini anmamız için gösterdiği, öğrettiği şekil ise iki ayet sonrasında bildirilmiştir:

Bakara 200: Sonra da ibadetlerinizi bitirdiğinizde yine Allah’ı anın, tıpkı babalarınızı andığınız gibi. Hatta daha kuvvetli bir anışla anın. İnsanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz bize dünyada ver!” diyen kimselerdir. Onun için de ahirette bir nasip yoktur.

Ayetlerden açık ve net olarak anlaşıldığı gibi, Yüce Allah kendisini babalarımızı andığımız gibi, hatta daha kuvvetle/şiddetle anmamızı emretmektedir. Bu durumda öncelikle babalarımızı nasıl andığımızı düşünmemiz gerekmektedir. Bir insanın herhangi bir sayaçla gece gündüz “Baba, Baba …” diye diliyle babasını anması söz konusu olamayacağına göre, burada düğümü çözecek olan ipucu, babamızı anmamızın, onu düşünmemizin nasıl olması gerektiğindedir.

Evlatlarına “Oğlum/kızım, beni unutma!” diye tembih eden babaların bu sözle evlatlarının kendilerini sayıklamalarını kastetmedikleri kesindir. O hâlde babalarımızı anmamız, onları düşünmemiz, onları aklımızdan çıkarmamamız, üzerimizdeki haklarını düşünüp onlara olan maddî ve manevî sorumluluklarımızı hatırlamamız, sevgide ve saygıda kendilerine kusur etmememiz demektir.

“Zikrullah”ı belirli sayıdaki ifade kalıplarıyla yapmayı doğru bulan zihniyetin, Allah’ın Bakara/152’de verdiği “Beni anın ki, ben de sizi anayım” mesajı hakkında ayrıca kafa yormaları ve Allah’ı “Allah, Allah …” diye anan kimselerin, Allah’tan da kendilerini “kulum, kulum …” diye anmasını bekleyip beklemediklerini düşünmeleri gerekir.

Bu dini en iyi anlayan ve en iyi uygulayanların, peygamberimiz ile onun çağdaşı olan ve dini eğitimlerini ondan alan sahabe olduğu şüphesizdir. O güzide Müslümanlar bu ayetleri bugünkü tarikat, tekke ve tasavvuf anlayışıyla anlayıp uygulamamışlardır. Onların belirli sayılarla “Allah, Allah …” diye zikrettiklerini kimse duymamış, hiçbir kitap yazmamıştır. Onlar, kişinin aynasının “iş” olduğunun, lâfına bakılmayacağının bilincindeydiler. Bu nedenle de ömürlerini hep öğrenerek, öğreterek, Allah için mücadele [cihad] ederek geçirmişlerdir.

Zikrullah / Allah’ın anılması, halk arasında uygulandığı şekliyle elde tespih, dil ile “Allah, Allah …” demek değildir. Zikrullah / Allah’ın anılması, Allah’ın biz kulları üzerindeki haklarını ve bize sunduğu nimetleri düşünmek, O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi ikide bir kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmaktır. Allah’ın bizden istediği de budur. (Hakkı YILMAZ) http://www.istekuran.com/index.php?page=8c3bb2e15d9fc663f0e0522ef168dc9a&id=66

This entry was posted on Pazar, Eylül 21st, 2008 at 05:06 and is filed under *ANAKAYNAK KUR'AN. You can follow any responses to this entry through the RSS 2.0 feed. You can leave a response, or trackback from your own site.

Yorum Yaz