-
23rd Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Birinci Öğüt

Güzel bir tarlada yabani bir ot bitmiş. Tarlanın sahipleri, yabani otu yok etmek için durmadan biçer dururlarmış, ot bu yüzden çoğaldıkça çoğalmış. Günün birinde, iyi kalpli, bilge bir çiftlik sahibi bu tarlanın sahiplerini ziyarete gelmiş. Onla­ra birçok öğütler vermiş, bu arada da, yabani otu biçmemele­rini, otun bu yüzden çoğaldığını, onu kökünden çıkarmak ge­rektiğini söylemiş.

Ama tarla sahipleri iyi kalpli bilgenin yabani otu biçmeyip sökmek gerektiği hakkındaki sözlerine -sözlerine önem ver­memelerinden mi, söylediklerini anlamadıklarından mı, yok­sa bu öğüdü yerine getirmek işlerine gelmediğinden mi, her nedense- hiç kulak asmamışlar. Bu konuda kendilerine sanki hiçbir şey söylenmemiş gibi yabani otları biçmeye devam et­mişler. Böylelikle otlar çoğalıp durmuş. Gerçi sonraki yıllarda iyi kalpli bilge çiftlik sahibinin öğüdünü hatırlatanlar olmuş, ama kulak asmamışlar, gene eskisi gibi hareket etmeye devam etmişler. Zamanla yabani ot topraktan çıkar çıkmaz biçmek artık sadece bir adet değil, kutsal bir gelenek gibi olmuş. Tar­ladaki yabani otlar da günden güne çoğalmış. O hale gelmiş ki, artık tarlada yabani ottan başka bir şey yetişmez olmuş. İn­sanlar bundan şikayet eder, işi düzeltmek için birçok çarelere başvururlarmış. Ama çarelerden yalnız bir tanesini, iyi kalpli bilge kişinin onlara çoktan önermiş olduğu çareyi uygulamaz -larmış. En sonunda, tarlanın acınacak hale geldiğini gören ve iyi kalpli bilgenin unutulmuş öğütleri arasında, yabani otu biçmeyip köküyle beraber sökmek gerektiği hakkındaki söz­lerini hatırlayan bir adam çıkmış, tarlanın sahiplerine yanlış hareket ettiklerini, iyi kalpli bilge kişinin yapılması gereken doğru işi çoktan göstermiş olduğunu söylemiş.

Sonra ne olmuş biliyor musunuz? Tarlanın sahipleri, bu adamın hatırlattığı şeyin doğru olup olmadığını araştıracak, doğruysa yabani otlan biçmekten vazgeçecek, doğru değilse ona yanıldığını söyleyecek veya bu öğütlerin yersiz olduğunu, onları yerine getirmenin gerekli olmadığını ispat edecek yer­de, bu üç ihtimalden ne birincisini, ne ikincisini, ne de üçün­cüsünü yapmışlar. Tam tersine hatırlattığı şeyler için o adama gücenmişler, kızmışlar. Bazıları onun için; “Bilgenin sözlerini yalnız kendisinin doğru yorumladığını sanan akılsızın, kendi­ni beğenmişin biri.”, başkaları; “Yanlış yorumlar yapan, iftira­cı, zararlı bir adam.” demiş. Daha başkaları da o adamın yap­tığının, bunları kendi kafasından uydurmak değil, sadece her­kesin saygı duyduğu bilgenin sözlerini hatırlatmak olduğunu hiç düşünmeyerek; “Yabani otu çoğaltmak, insanları tarlala­rından etmek isteyen kötü bir adam.” diyorlarmış. “Yabani otu biçmememizi söylüyor, halbuki otu yok etmezsek büsbütün çoğalacak, tarlamızı mahvedecek. Yabani ot yetiştirecek olduk­tan sonra tarlaya ne lüzum var?” der, o adamın otu biçmeyip kökleriyle beraber sökmeyi tavsiye ettiğini hiç akıllarına getir-mezlermiş. Böylece o adamın akılsız, yalancı, insanların zara­rını isteyen biri olduğu görüşü o kadar kökleşmiş ki, herkes onu azarlar, onunla alay eder olmuş. Adamcağız sürekli yaba­ni otu çoğaltmak istemediğini, hatta çiftçinin en önemli işle­rinden birisinin de zararlı otları yok etmek olduğuna inandı­ğını, iyi kalpli bilgenin sözlerini hatırlatmaktan başka bir şey yapmadığını tekrar eder durur, ama kimseye dinletemezmiş. Çünkü artık o adamın, iyi kalpli bilgenin sözlerini yanlış yo­rumlayan, yabani otların çoğalmasını sağlayarak insanlara za­rar vermek isteyen, kötü ve kendim beğenmiş biri olduğuna adamakıllı inanıyorlarmış.

Benim başıma da Allah’ın kötülüğe karşı zor kullanmamak hakkındaki öğüdünü hatırlattığım zaman aynı şey geldi. İn­sanlar, bu kuralın üzerinde fazla durmadıklarından mı, yoksa uygulanması güç bir kural olduğunu düşündüklerinden midir bilinmez, zaman geçtikçe onu terk ettiler. Yaşayış tarzları bu öğütten çok uzaklaştı. En sonunda o hale geldi ki, bu öğüt in­sanlara yepyeni, işitilmemiş, acayip, hatta saçma bir şey ola­rak görünmeye başladı, iyi kalpli bilgenin zararlı otu biçme­yip sökmek gerektiği- hakkındaki öğüdünü hatırlatan adamın başına gelen şey, aynı şekilde benim de başıma geldi.

Tarlanın sahipleri bu öğüdün, zararlı otu yok etmemeli şek­linde olmayıp akıllıca ortadan kaldırmaktan bahsettiğini nasıl özellikle gizlemiş ve “O adamı dinlemeyelim, delinin biri, za­rarlı otları çoğaltmamızı istiyor” demişlerse, kötülüğe karşı zor kullanmayıp onu sevgi ile kökünden yok etmek gerektiğini söylediğim, zaman, benim bu sözlerime karşı da; “Onu dinle­meyelim, delinin biri. Kötülüğe karşı koymamamızı öğütlüyor. Böylece kötülüğün bizi mahvetmesini istiyor.” dediler.

Ben, kötülüğün kötülükle ortadan kaldırılamayacağını, kö­tülüğe karşı şiddete başvurmanın kötülüğü artırmaktan başka bir şeye yaramadığını, kötülüğün, ancak iyilikle yok edilebile­ceğini söyledim.

Benim de sözlerim yanlış anlaşıldı. Sözde ben, Kutsal kita­bın kötülüğe karşı mücadele etmemeyi öğütlediğini söylüyor-muşum. Böylece bütün hayatmca zor kullanmış olan, zor kul­lanmayı seven herkes, sözlerimin yanlış yorumunu hemen be­nimsedi. Böylece kötülüğe karşı zor kullanmamak yolundaki bu öğüt, yanlış, mantıksız, dine aykırı, zararlı bir şey olarak tanındı. Bu yüzden insanlar da kötülüğü yok etmek bahane­siyle rahat rahat kötülük etmeye devam ediyorlar.

İkinci Öğüt

Vaktiyle birtakım insanlar un, yağ, süt ve daha birçok yiye­cekler satarak para kazamrlarmış. Ama daha fazla kazanmak, daha çabuk zengin olmak için, bu insanlar gün geçtikçe sat­tıkları mallara zararlı, daha ucuz şeyler karıştırmaya başlamış­lar. Una kepek ve kireç, tereyağma nebati yağ, süte su ve tebe­şir tozu katmışlar. Bu yiyecekler, onları satın alıp kullananla­rın eline gelinceye kadar her şey yolunda gidiyormuş; büyük toptancılar malları küçük toptancılara, onlar da perakendeci­lere satıyorlarmış. Birçok ambarlar, dükkanlar varmış, ticaret de görünüşte iyi gidiyormuş. Bu durumdan tüccarlar çok memnunmuş.

Yiyeceklerini kendileri yapamayan, bu malları satın almak zorunda olan şehirlilere gelince, bunlar hiç memnun değil­miş. Yiyecekler tatsız, sağlıkları için zararlıymış. Un da, yağ da, süt de kötüymüş. Ama şehrin piyasasında bu karışık mallar­dan başka mal olmadığı için, şehirliler bunlan satın almaya devam ediyorlarmış. Yemeklerin tatsız olmasında, sağlıklarının bozulmasında hep kendilerini suçlu buluyor, bunu yemekle­rin kötü hazırlanmış olmasına yoruyorlarmış. Tüccarlara ge­lince, yiyeceklere ucuz, yabancı maddeler katmaya devam ediyorlarmış.

Bu iş uzun zaman, böylece sürüp gitmiş. Bütün şehirliler bu­nun acısını çekiyorlarmış, ama kimse hoşnutsuzluğunu açıkça ifade edemiyormuş.

Günün birinde evdekileri, çiftliğinde hazırladığı yiyecek­lerle besleyen bir ev kadını şehre çıkagelmiş. Bu ev kadını, bütün gününü mutfakta geçirirmiş; tanınmış bir aşçı değilmiş ama güzel yemekler hazırlamayı, ekmek pişirmeyi biliyor­muş.

Kadın şehirde birtakım yiyecekler almış, yemek pişirmeye başlamış. Ekmekler pişmeden dağılmış, nebati yağla kızartı­lan börekler hiç lezzetli olmamış, sütü kaynatmış, kaymak tutmamış. O zaman kadın yiyeceklerin iyi olmadığım düşü­nüp hepsini birer birer gözden geçirmeye kalkışmış. Sonuçta tahmininin doğru olduğunu anlamış. Unda kireç, tereyağında nebati yağ, sütte de tebeşir tozu olduğunu görmüş. Kadın yi-yeceklerdeki bu hileleri görünce pazara gitmiş. Tüccarların suçlarım yüksek sesle yüzlerine vurarak iyi cins, besleyici, hi­lesiz mallar satmalarını yahut da dükkanlarını kapatmalarını söylemiş. Ama tüccarlar kadına aldırış etmemişler, mallarının en iyi cinsten olduğunu, bütün şehirlilerin yıllardan beri bun­ları kullandığını, bu malların ödül kazandığını anlatmışlar; ona ödüllerini göstermişler. Ama kadın yine de susmamış;

— Bana ödül değil, çocuklarımın yediklerinde karınlarının ağrımayacağı, temiz yiyecekler lazım, demiş.

Tüccarlar cilalı çekmecelere doldurulmuş, görünüşte bem­beyaz, temiz unu, güzel çanakların içinde bulunan, ancak uzaktan yağı andıran maddeyi, şeffaf parlak kaplardaki beyaz sıvıyı göstererek;

Sen iyi un, iyi yağ görmemişsin teyze, demişler.

Kadın;

Görmez olur muyum? Bütün hayatım yemek hazırlamak­la geçti. Pişirdiğim yemekleri çocuklarımla oturup iştahla yer­dik. Mallarınız bozuk. İspatı meydanda! diyerek dağılmış ek­meği, nebati yağda kızartılmış börekleri, sütün dibine çökmüş olan maddeyi göstermiş. “Mallarınızı dereye atmalı veya yak­mak, onların yerine de iyilerini almalı…” demiş.

Kadın dükkanların önünden ayrılmamış, gelen müşterilere hep aynı şeyleri bağıra bağıra tekrar edip durmuş. O kadar ki alıcıların içine şüphe düşmüş.

O zaman patavatsız ev kadınının satışlarına zarar verebile­ceğini anlayan tüccarlar, müşterilere;

Şu deli kadına bakın efendim! demişler, İnsanların açlık­tan ölmesini istiyor. Bütün yiyecekleri dereye atmamızı ya da yakmamızı söylüyor. Bunun sözünü dinler de size yiyecek sat­mazsak ne yer, ne içersiniz? Dinlemeyin onu. Köyden gelmiş, cahilin biri. Yiyeceğin iyisini, kötüsünü nereden bilsin? Hase­dinden böyle yapıyor. Fakir olduğu için, herkesin de kendisi gibi fakir düşmesini istiyor.

Tüccarlar toplanmış olan kalabalığa böyle demişler. Kadı­nın yiyecekleri yok etmek değil, kötülerinin yerine iyilerini al­mak istediğinden ise özellikle bahsetmemişler.

Bunun üzerine kalabalık kadının üzerine yürüyüp azarla­maya başlamış. Kadıncağız yiyecekleri yok etmek istemediği­ni, aksine bütün hayatmca çocuklarına, kendisine yemek ha­zırlamakla uğraştığını bu yüzden iyi yiyecekten anladığını, dolayısıyla insanlara yiyecek satmaya kalkan kişilerin yiyecek adı altında, yiyeceklere zararlı maddeler katıldığını anlayabi­leceğini, bunun yapılmamasını istediğim söylemiş durmuş. Ama ne söylediyse dinleyen olmamış. Çünkü kadının, insan­ları ihtiyaçlan olan yiyeceklerden mahrum etmeye çalıştığına inanılmış bir kere.

Benim de başıma ilimden, sanattan söz ettiğim zaman aynı şey geldi. Benim bütün hayatımca biricik besinim bu olmuş­tur. Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum, ama başkalarının da bu besinden faydalanması için elimden geleni yaptım. Bu, benim için lüks bir şey değil de, temel besin olduğu için, bu­nun ne zaman gerçek besin, ne zaman sadece besini andıran, sahte bir şey olduğunu bilirim. İşte, zamanımızda fikir piyasa­sına sürülen besinlerin tadına baktığım, o besinle sevdiğim in­sanları beslemeyi denediğim zaman bu besinlerin büyük kıs­mının gerçek olmadığını anladım. Ama, fikir piyasasına sürü­len bilimin, sanatın baştan başa sahte olmasa bile, yer yer, önemli sayıda gerçek sanata yabancı şeylerle karışık olduğunu gördüm. Fikir piyasasından aldığım şeylerin ne benim için, ne de yakınlarım için hazmedilebilecek cinsten olmadığını, hatta yalnız bu kadarla kalmayıp zararlı da olduklarım söylediğim zaman, beni azarlamaya, bana bağırıp çağırmaya başladılar. Bu gibi yüksek değerlerden anlamayan, cahil bir adam oldu­ğum için bu sözleri söylediğime herkesi inandırmaya çalıştı­lar. Kendileri de fikir alışverişi yapan bu adamların, birbirleri­ni de, durmadan sahtekarlıkla suçladıklarını söylediğim, her devirde bilgi, sanat adı altında insanlara birçok zararlı, kötü şeyler sunulduğunu, zamanımızda da aynı tehlikenin sürdü­ğünü, işin hafife alınamayacak bir hale ulaştığını, insanın ru­hunu zehirleyen şeylerin, vücudu zehirleyen şeylerden çok daha büyük bir tehlike taşıdığını bu yüzden bir manev. beti!) olarak sunulan fikrî eserleri dikkatle incelemek, aralarında sahte zararlı olanları bir yana bırakmak gerektiğini hatırlat­tığımda hiç kimse, ne bir yazıda, ne de bir kitapta benim bu sözlerime cevap verdi. Tersine, her dükkandan, tıpkı o kadı­na yaptıkları gibi; “Delinin biri! Bize buyurun, bize! İlim ve sanatı yok etmek, ekmeğimizi elimizden almaya çalışıyor. Ondan korkun. Bizde en yeni Avrupa malları var.” diye bağır­dılar.

Üçüncü Öğüt

Birkaç kişi yolda gidiyormuş. Bir ara yollarım şaşırmışlar. Öyle ki, düz yerden değil, bataklıkların, çalılıkların, dikenle­rin arasından, yol vermez ormanlar arasından geçmek zorun­da kalmışlar.

O zaman yolcular iki gruba ayrılmış; gruplardan biri dur­mayıp şimdiye dek gittikleri yönde ilerlemeye karar vermiş. Kendilerini de, başkalarım da, doğru yoldan ayrılmadıklarına, eninde sonunda hedeflerine varacaklarına inandırmaya çalışı­yorlarmış. Öteki gruptakiler, tutulan yolun yanlış olduğunu, doğru olsaydı, o zamana kadar hedefe çoktan varmış olmala­rı gerektiğini söyleyerek doğru yolu aramak, bunun için de çeşitli yönlerde, elden geldiğince çabuk yürümek gerektiğini ileri sürmüşler. Böylece yolcular ikiye ayrılmış; bazıları aynı yönde ilerlemeye, bazıları bütün yönlerde yürümeye karar vermişler. Ama aralarından bir kişi ne birinci, ne de ikinci fik­ri kabul etmiş, ilerlemeye devam etmeden ya da başka yönle­ri denemeden önce, durup içinde bulundukları durumu iyice düşünmek, ondan sonra bir karar vermek gerektiğini söyle­miş. Ama heyecana kapılmış, bulundukları durumdan kork­muş olan yolcular, yollarını kaybetmediklerine, doğru yoldan ancak kısa bir zaman için ayrıldıklarına, onu kısa sürede bu­lacaklarına inanıyor, böylece kendilerini avutmak istiyor, en çok da korkularını unutmak için bir an önce harekete geçmek istiyorlarmış. Bu istek o kadar kuvvetliymiş ki, o adamın ileri sürdüğü fikri her iki taraf da öfkeyle, azarlamayla, alayla kar­şılamış. Bazıları; “Bu ancak korkakların, güçsüzlerin, tembel­lerin dinleyebileceği bir öneridir.” diye çıkışmışlar. Bir kısmı, “İnsan hedefine, bulunduğu yerden ayrılmadan, hiçbir şey yapmadan nasıl ulaşabilir? Güzel bir öğüt doğrusu.” diye alay etmiş. Bir başka grup da, “Gücümüzü, gayret etmeye, engel­lerle çarpışmaya, engelleri yenmeye harcamaz da korkaklar gi­bi onlara boyun eğersek insanlığımız nerede kalır?” demişler. Çoğunluktan ayrılan adam, yanlış yolda ilerlemeye devam ederlerse, hedeflerin ulaşmak yerine ondan büsbütün uzakla­şacaklarını, oradan oraya atılıp bütün yönleri denemekle de aynı şeyi yapmış olacaklarını; doğru yolu bulmak için tek ça­renin, güneşe, yıldızlara bakarak hedefe götürecek yönü sap­tamaktan ibaret olduğunu, ama bunun için de her şeyden ön­ce durmak gerektiğini, bu duraklamanın aynı yerde saymak demek olmadığını, bunu yaparak doğru yolu bulacaklarını, sonra da ondan bir daha ayrılmadan ilerleyeceklerini, fakat bunu yapmak için her şeyden önce durup durumu incelemek gerektiğini söylemişse de hiç dinleyen olmamış.

Böylece ilk grup, o zamana kadar yürüdükleri yolda ilerle­meye devam etmiş. İkinci grup, bir o yöne bir bu yöne gide­rek bütün yönleri denemiş. Ama ne birinci ne de ikinci grup dikenlerin, çalıların arasından çıkabilmiş. Bugün hala yolları­nı anyor, bir türlü yollarım bulamıyorlarmış.

Bizi işsizlik meselesi denilen karanlık ormana, insanlığı di­bine doğru çeken bir bataklık olan silahlanma yarışma giden yolun, belki de asıl tutulacak yol olmadığını, yolumuzu şaşır­mış olabileceğimizi söylediğim; “Yanlış olma ihtimali olan bu akımı bir zaman için durdurup gerçeğin bildiğimiz genel, ölümsüz ilkelerine dayanarak, amacımıza ulaşmak için daha önce saptadığımız yolun bu yol olup olmadığını anlasak daha iyi olmaz mı?” diye sorduğum zaman, benim de başıma aynı hal geldi. Bu soruma kimse cevap vermedi. Bir tek kişi çıkıp da; “Biz yolumuzu şaşırmadık, buna şu, şu sebeplerden dola­yı eminiz” demedi. Bir tek kişi bile, belki de yanıldığımızı, yi­ne de elimizde uygulanabilecek, doğru bir usul bulunduğunu söylemedi. Ama herkes kızdı, gücendi, benim, sesimi bastır­mak için hep bir ağızdan; “Biz zaten tembel, geri kalmış insan­larız, üstelik bir de tembelliği, işsiz dolaşmayı, elimizi kolu­muzu bağlamayı öğütleyenleri dinlersek halimiz ne olur?” de­nildi. Hatta ‘aylaklık’ sözünü kullananlar bile oldu. Kurtulu­şun, ne olursa olsun çıkılan yolda ilerlemek olduğuna inanan­lar da, türlü yönleri denemekte olduğunu sananlar da, “Onu dinlemeyin! Bizimle beraber gelin. Durmaya, düşünmeye ne lüzum var? Çabuk yürümeliyiz! Her şey nasıl olsa kendiliğin­den düzelir!” diye bağırdılar.

Evet, insanlar yollarını şaşırdılar. Bu yüzden de acı çekiyor­lar. Öyle sanıyorum ki asıl yapılması gereken şey, bizi içinde bulunduğumuz yanlış yola sürükleyen akımı kuvvetlendirme­ye değil, durdurmaya çalışmaktı. Bence, ancak bu yolda de­vam etmeyip durduğumuz zaman içinde bulunduğumuz du­rumu nispeten doğru olarak kavrayabilir ve bizi tek bir insa­nın, tek bir zümrenin değil, bütün insanların, her birimizin aradığı büyük saadete, insanlığın saadetine doğru götürecek olan yolu bulabiliriz. Oysa yapılan nedir? İnsanlar bir sürü şeyler uyduruyor, ama onlan asıl kurtaracak olan çareye baş­vurmuyorlar. Bir an olsun durmaya cesaret edemediklerinden yanlış hareket etmeye, böylece felaketlerini çoğaltmaya devam ediyorlar. İçinde bulunulan korkunç durumu kavrıyor, bun­dan kurtulmak için ellerinden geleni yapıyor, pek çok şey de­niyorlar. .. Ama durumlarını gerçekten düzeltecek olan tek şe­yi yapmak istemiyor, bu şey kendilerine tavsiye edildiği za­man öfkeleniyorlar.

Yolumuzu kaybedip etmediğimize ya da nasıl kaybettiği­mize ve ne kadar derin bir ümitsizlik içinde olduğumuza da­ir içimizde en ufak şüphe olsaydı; halimizi düşünmemiz için verilen öğüde karşı takınılan bu tavırdan daha kuvvetli bir de­lil bulunmazdı. (Tolstoy, EFENDİ İLE UŞAK,s.115-127, Timaş Yay.)

Lev Nikolayeviç Tolstoy

Lev Tolstoy (1828-1910)

Toprak sahibi soylu bir ailenin oğlu olarak 28 Ağustos 1828’de doğdu. Babası Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, 1812 yılı Napolyon savaş­larına katılmış emekli bir yarbaydı. On altı yaşında Kazan Üniversitesi’ne başladı. Resmi eğitime duyduğu tepki nedeniyle okulu bıra­kıp Yasnaya Polyana’daki çiftliğine döndü.

Yirmi dört yaşında orduya katılarak Kırım ve Kafkasya’da dört yıla yakın subaylık yaptı. Savaş ve şiddete duyduğu nefret yüzün­den ordudan ayrıldı.

Yirmi dokuz yaşında Avrupa seyahatine çıktı. Proudhon’la tanı­şarak başta eğitim olmak üzere pek çok konuda yakın ilişkiye gir­di. Rusya’ya döndüğünde çiftliğindeki köylü çocukları için açtığı okulda alternatif bir eğitim deneyini başarıyla uyguladı. Yasyana Polyana dergisinin yanı sıra Rusya’nın birçok bölgesindeki okullar­da da kabul gören ders kitapları yayımladı. 1869’da yayımladığı “Savaş ve Barışın ardından ruhsal bir bunalım yaşadı. Varlığın ma­nasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı‘na çekildi. İlahi­yatçılarla sürdürdüğü tartışmaları sonucunda resmi Hıristiyanlık inancına duyduğu güvensizliğin yersiz olmadığını gördü. Yeni Ahit’in özüne bağlı kalarak kendini arayış serüvenini sürdürdü.

Çok istediği halde, ailesi karşı çıktığı için topraklarını köylülere bırakamadı. Fakat, kişisel harcamalarını büyük ölçüde azalttı; aris­tokrat yaşam tarzını bırakıp bedensel işlerde düzenli olarak çalış­maya başladı. Huzur içinde ölümü karşılayacağı bir yer arayışı için 1910 yılının 28 Ekim gecesi malikanesini terk etti. On gün sonra bir tren istasyonunda öldü.

Tolstoy’un ölümü bütün dünyada büyük yankı uyandırdı. Bir­çok ülke yasını tuttu.

Doğumunun yüzüncü yılında başlatılan bir çalışmayla eserleri 90 ciltte toplandı. Tolstoy, Shakespeare’den sonra dünya dillerine en çok tercümesi yapılan yazardır.

posted in ÖYKÜLER | Öğütler-Tolstoy için yorumlar kapalı

21st Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Gelenek Rasyonalite Çatışmasının Mantıkdışı Boyutları-Öztürk_Eygi

Sünniliği savunan ‘Mehmet Şevket Eygi’ adlı bir köşe yazarı, Kur’an Müslümanlığına açıkça tavır almıştır. Bu konuda muhatap aldığı kişinin kamuoyundaki güncel olarak zedelenmiş zaafından yararlanmış ve köşe yazısında İslam’ı Kur’an’dan anlamaya karşı açık hakaretler savurmuştur. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığını da tepkisiz kalmakla suçlamıştır. Dinin rasyonel ve gelenekçi yüzü bu polemikte zaman zaman satır aralarında kendini açığa vurmuştur. Yazının muhatabı olarak Prof. Y. Nuri Öztürk, kendisini savunma moduna girmiş, ehlisünnet taraftarı olduğunu ispatlamaya girişmiş, muhatabına benzer sertlikte köşesinde karşılık vererek tarihten Kur’an eksenli bazı din bilginlerini kendi savunduğu değerlerin doğruluğuna kanıt olarak göstermiştir:

 

 

Bir İlahiyatçıya Açık Mektup- Mehmet Şevket Eygi

SAYIN Bay İlahiyatçı!..

Size muhterem demiyorum ama sayın diyorum.

Gayem polemik yapmak, çıngar çıkartmak, horoz döğüşü sergilemek değildir.

Yıllardan beri Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanlarını sapıklıkla suçluyor, gerçek Müslümanlığı tahkir edici ifadelerle aşağılıyor ve asıl doğru İslâm’ı kendinizin bulduğunu ilan ediyorsunuz.

Yanılıyorsunuz, yanıltıyorsunuz…

İslâm’ın en doğru yorumu Ehl-i Sünnet Müslümanlığıdır.

Asıl Kur’ân Müslümanlığı sizin anlattığınız değildir, Ehl-i Sünnet Müslümanlığıdır.

Gerçek İslâm, ilmihallerde anlatılan İslâm’dır.

Sizin, bunu anlayacak derecede Arapçanız ve din kültürünüz vardır ama birtakım şahsî menfaatler uğrunda bu temel gerçeği görmezlikten geliyorsunuz.

Doğrusu Allah’ın ayetlerini çok ucuza sattınız.

Din eğitimi almamış, din kültürü olmayan birtakım cahil vatandaşları kandırdınız ama çok büyük ve korkunç vebal altında kaldınız.

Bu yolla birkaç milyon dolar edindiniz.

Hayli şöhret-i kâzibe sahibi oldunuz.

Nefs-i emmârenizi tatmin ettiniz.

Lâkin âhiretinizi berbat ettiniz.

Terazinin bir kefesinde 1400 yıldan beri gelip geçmiş ulema, suleha, gerçek müctehidler, eimme, fukaha var; öbür kefede siz varsınız.

Siz onların ayaklarının tozu olamazsınız.

Sizin zerre kadar ağırlığınız yoktur.

Kaç defa yazdınız, “Peygamber bir postacı idi, öldü, işi bitti…” diye.

Bu ne kadar yanlış ve çarpık bir iddiadır.

Peygamber bu fanî dünya hayatına veda etmiştir ama rehberliği, önderliği Kıyamet’e kadar devam edecektir.

Biz Ehl-i Sünnet Müslümanları O’nun ruhaniyeti ile birlikte yaşıyoruz.

Kendisini şahsen görmüyoruz ama bize yol gösteren, bizi aydınlatan Sünneti ve sahih hadîsleri yanımızdadır.

Sayın İlahiyatçı!.. Peygamberi bırakıp da sizin peşinizden mi gideceğiz?

Yooo, o kadar akılsız ve deli değiliz.

Sizin ne demek istediğinizi anlamaz değiliz.

Peygamber’i bırakın benim peşimden gelin demek istiyorsunuz.

Yağma yok.
Ne dersen de, biz Müslümanlar fıkhın, şeriatın dört kaynağı oldunuğunu biliyoruz.

Allah’ın Kitabı, Peygamberin Sünnet’i, Ümmet’in icmâı ve bir de kıyas-ı fukaha.

Tarih boyunca bu ümmeti aldatan bozuk insanlar bulunmuştur.

Siz de onlardan birisiniz.

Müslümanları Kur’an’la aldatmak istiyorsunuz.

Buharî’de bir hadîs var, bilirsiniz.

Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz Kıyamet’e kadar otuz küsur Deccal ve Kezzab (yalancı) zuhur edecek, bunlar ya tanrı olduklarını, yahut nebi olduklarını iddia edeceklerdir buyuruyor.

Peygamber öldü, o bir postacı idi, işi bitti…

İlmihal Müslümanlığını bırakın.

Benim anlattığım Kur’ân Müslümanlığına gelin derken, siz satır aralarında kendinizi Peygamber mi göstermek istiyorsunuz?

Evet, sayın İlahiyatçı siz bir deccal, siz bir kezzabsınız.

Allah’ın ayetlerini ucuza sattınız.

Fâni servet, kâzib şöhret, biraz alkış, tantana…

Lüks hayat ve sonra…

İki metrelik bir çukur, birkaç metre kefen bezi…

Yarın Mahkeme-i Kübra’da, Huzur-i Rabbü’l-âleminde bu yaptıklarınızın hesabını nasıl vereceksiniz?

Siz bâtıl ve sapık inançlarınız ve görüşleriniz uğrunda Kur’ân’ı heva, re’y ve nefsanî hevesinizle yorumladınız.

Siz dinî hükümlerin kaynağı olarak Sünnet’i devre dışı bırakmak istediniz.

Siz Selef-i Sâlihîn efendilerimizin mübarek, aydınlık, temiz yolundan saptınız.

Siz kendi kafanıza göre yeni bir din türetmeye yeltendiniz.

Pek âlâ biliyordunuz ki, Kur’ân’ın en büyük ve temel açıklayıcısı Sünnet’tir.

Sünnet olmadan Kitabullah tefsir edilemez.

Bir ara her konuşmanız için binlerce lira ücret alıyordunuz.

Para para para… İşte sizin sevdanız.

Ehl-i Sünnet’in gerçek imamları kesinlikle doğru yoldadır.

Müctehidler, fukaha, muhaddisler, müfessirler doğru yoldadır.

Abdülkadir Geylanî, Ahmed er-Rufaî, Şah Nakşibend, İmamı Rabbanî ve diğer büyük mutasavvıflar hep doğru yoldadır.

Onlara ters düşen siz yanlış yoldasınız.

Siz maalesef dâl ve mudilsiniz.

Tevbe edip, geçmiş günahlarınızdan pişman olmanız için henüz vakit, imkân ve fırsat var.

Gurur ve kibrinizi, nefsaniyetinizi, dünya sevginizi yenip de tevbe eder misiniz bilemiyorum.

Aldattığınız saf halkın vebalini nasıl taşıyacaksınız?

Sayın İlahiyatçı!..

Siz yıllar boyunca maalesef insî bir şeytan gibi hareket ettiniz.

Kapalı kapılar ardında agresif din düşmanlarıyla nasıl konuştuğunuzu, onlarla nasıl işbirliği yaptığınızı bilmez değiliz.

Siz halkı Kur’ân’la aldatıyorsunuz.

Tekrar ediyorum: Asıl Kur’ân Müslümanlığı muteber ilmihal kitaplarında yazılı olandır.

Biz Müslümanlar, dinimizi ilmihal kitaplarından öğreneceğiz, itikadımızı akaid imamlarımızdan öğreneceğiz.

Kur’ân-ı Kerim’i, mânalarını, hükümlerini, inceliklerini ehliyetli gerçek müfessirlerden öğreneceğiz.

Sen bir vâdide, biz Müslümanlar başka bir vâdideyiz.

Senin yolun çıkmaz yol. (12.11.2008 Milli Gazete)

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=21214

 

İslâm’a Yapılan Saldırılara Diyanet Niçin Cevap Vermiyor? Mehmet Şevket Eygi

Yine birtakım kendini bilmezler, başta Ebû Hureyre radiyallahu anh olmak üzere Ashab-ı Kiram’ın büyüklerinden nice muhterem zata saldırıyor, onları hadîs uydurmakla suçluyor.

Sünnet ve hadîsleri yıkmaya yönelik bu harekete karşı niçin ilmî ve mukni (inandırıcı) cevaplar verilmiyor?

İslâm dünyasında dinsiz ve kâfir oryantalistlere karşı Hz. Ebû Hureyre’yi müdafaa ve iftiraları red ve cerh konusunda nice eser ve makale kaleme alınmıştır.

Bunların özeti yapılıp niçin halk bu konuda aydınlatılmıyor?

Ülkemizde mezhepsizlik, fıkıh düşmanlığı yayılmaktadır.

Her biri yüksek dereceli, faziletli, takvalı örnek Müslüman olan müctehid imamlar aleyhinde cehalete, yalana, iftiraya, kine, garaza, kötü niyete dayalı propagandalar yapılıyor.

Diyanet bu konuda Müslüman halkı niçin uyarmıyor?

Kendini bilmezler Ehl-i Sünnet Müslümanlığını Emevî dini olarak göstermeye yelteniyor.

Diyanet’in bu gibi iftiralar karşısında da dişe dokunur bir müdafaası, cerh ve ibtali yok.

Adam, kitaplarında, hac ibadeti esnasında şeytan taşlama diye bir şey olmadığını yazıyor. Cevap yok.

Kitap da Diyanet kitabevinde satılıyor…

Maddeleri çoğaltmayayım.

Yüce dinimiz, kutsal kitabımız, fıkhımız, mukaddesatımız saldırıya uğruyor, en câhilce iftiralar atılıyor.

Müslümanların zihinlerini karıştırmak için şeytanca propagandalar yapılıyor.

Diyanet’in bunlara mutlaka cevap vermesi gerekir.

Diyanet’e bağlı kitap dükkânlarında alınıp satılan kitaplar hakkında kaba bir eleme yapılması şarttır.

Kur’ân’ı heva ve re’y ile tefsir edenlerin, Sünnet düşmanlarının, fıkıh düşmanlarının, naylon müctehidlerin kitapları alınmamalı, satılmamalıdır. (15.11.2008-Milli Gazete) http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=21265

 

 

 

Hurafe soytarısına açık mektup (1)- Y. Nuri Öztürk

Sen! Dişleri dökülmüş, gözlerinin nuru uçmuş, fesat ve gıybet yaratığı hurafe soytarısı!
Sen; bir zamanlar ‘Yeşil Kuşak İslamı’ adındaki ABD yapımı sömürü dinine ve emperyalizme uşaklık ediyordun, şimdilerde ise itibar göremediğin bir cemaate öfken yüzünden ABD ve dinler arası diyalog düşmanı kesildin.

Ona buna ‘din baronu’ diye saldırıyorsun.

Uzun zamandan beri sakladığın paslı dişlerini yeniden çıkararak, ‘ikiyüzlü varakpâre’de iki kez de banasaldırmışsın.

Neymiş efendim!

Ben, Hürriyet Com.tr’deki ‘Korsan İslamlar’ başlıklı yazımda “İslam Kur’an’dadır, gerçek İslam’ı Kur’an’da bulursunuz; Batılıların icat ettikleri Ilımlı İslam’da, BOP İslamı’nda değil” demişim.

Allah şehadetini kabul etsin!

Evet, aynen öyle diyorum. Bununla kastettiğim, Kur’an’ın onaylamayacağı bütün ‘sözde İslamlar’ı dışlamaktır.

Sen buna katılmıyorsun, denetim hakkını Kur’an’a vermeyi kabul etmiyorsun.

Allah, beni benim bu imanımla, seni de senin o imanınla haşretsin! Kimin âhiretinin berbat olduğunu o zaman görürsün.

Benim ‘Kur’an’daki İslam’ adlı kitabımı, söz ve söylemimi sünneti dışlamak olarak anlamak tam bir ahmaklık, bunu halka bu şekilde propaganda etmekse tam bir namussuzluktur.

Kur’an, “Peygamber’e uyun!” demiyor mu? Defalarca diyor. O halde, Kur’an’daki İslam, Peygamber’e uymayı otomatik olarak içermektedir.

Haysiyetsiz yobaz! Bir adam, hem Kur’ancı hem de Kur’an’ın tebliğcisi olan Hz. Peygamber’i dışlayıcı nasıl olur? Senin ruhun, idrakin, vicdanın, insanlığın, insafın yok mu?

Senin hiç değilse hayvanlığın da mı yok?

Benim ‘Kur’an’daki İslam’ demem, İslam’ı anlatırken bu tarzı seçmem, tevhit dininde din adına son sözü söyleyen kaynağın da tek olması gerektiğine vurgu yapmak içindir. Elbette ki İslam’ın din kaynağı denince sadece Kur’an’ın anlaşılmadığını biz de biliriz. O bir teknik, ilmî meseledir. Benim söylediğim ise İslam’ın temel ilkesi olan tevhit (birlik) umdesine vurgu yapmaktır.

Aynı vurgu, benim ifadelerimin aynısıyla, yüzlerce muvahhit bilgin tarafından asırlardır yapılıyor. Bu vurgu, benden daha ısrarlı ve keskin ifadelerle Gazalî gibi bir bilgin tarafından bile eseri el-Müstasfa’da yapılmıştır.

Sen bunları bilir misin? Bilebilme şansın var mı?

Ben, ‘Kur’an’daki İslam’ derken ilk miyim, tek miyim? Hayır! Benden önce yüzlercesi var. Ben gökten inmedim, yerden bitmedim. İslam mirasının eserlerini, ulemasını izleyerek bu noktalara geldim.

Hayatımda bir gayrımüslim okulun önünden bile geçmedim. Baba ocağında, aynı zamanda hocam olan babamdan ana dilimden önce Kur’an dilini, Türk alfabesinden önce Kur’an alfabesini öğrendim. Türkiye’de ve Batı mekteplerinde 30 yıl Arap Dili ve Edebiyatı, Kur’an ilimleri okuttum.

Bütün bunlardan sonra, her şeyi bir kenara koyup da senin gibi hurafeci, örtülü şirk hamallarından din mi öğreneceğim?

Dinde son sözü söyleyecek kaynak vurgusu başkadır, dinin kaynakları vurgusu başkadır. Sen bunların farkını anlayacak ilme, irfana, deneyime, en önemlisi iyi niyete sahip misin?

Bütün kaynakların son denetleyicisinin, son hüküm merciinin Kur’an olduğunu, olması gerektiğini inkâr edebilir misin? Edersen, İslam adı altında İslam düşmanı oryantalistlerin ekmeğine yağ sürmüş olmaz mısın?

Benim anlatmak istediğim işte bu.

Ama senin gibi kara cahil bir hurafe soytarısı bu incelikleri ya hiç anlamıyor yahut da anladığı halde iblisane bir siyasetle anlamazlıktan geliyor. Kalem elinde, aklına geleni yazıyorsun. Sömürdüğün tek şey, bu konuları gereğince bilmeyen halkın duygularıdır.

Buna tenezzül edecek kadar düşük bir adamsın sen. Tıpkı bütün hurafeci, echel(EN CAHİL) yandaşların gibi…

Bir defa şunu bil:

Ben, Kur’an’ı, en büyük hocam olan babamın önünde üç yaşında öğrendim, 9 yaşımda ezberledim. Onbeş yaşıma geldiğimde, yine o babanın verdiği eğitimle, İslam din kaynaklarının ana kitaplarını özgün dillerinden okuyabiliyordum. Sonraki yıllarım ve hizmetlerim, milletimizce bilinmektedir.

Senin gibi kıskançlık marazına yakalanmış nankörler itiraf etmese de, kırk yılı aşkın zamanım, şükürler olsun, İslam’a, insana, ilme, irfana hizmetle geçti. Binlerce öğrencim ülkenin dört bir yanında hizmet vermektedir. Her biri ‘best seller’ olmuş altmış küsur kitabın altında imzam var.

Ve hâlâ sürüp giden hizmetlerimin heyecanı ve şükrü içindeyim.

 

 

 

ELLİ YILDIR SEN NE YAPTIN, SÖYLE!

Aşağı yukarı aynı yaşlardayız. Bu süre içinde sen ne yaptın, söyler misin?

Daha bir eleştiri yazısını, muhatabının adını açıkça zikrederek yazacak mertliğe ulaşamamışsın. Kancık bir eda ile kıvırıp duruyorsun.

Ama yazamazsın! Hayatında bir gün olsun maskesiz dolaşmadın; mertçe, yiğitçe konuşmadın.

İslam tarihi, İslam fıkhı ile ilgili eleştiriler yaptığım için, beni, ‘ulemaya kafa tutmak’la itham ediyorsun.

Senin Müslümanlığın bu mu!

Eleştirisiz ilim, irfan, tekâmül olur mu? Eleştiri yapmayacaksak yıllarımızı bilgi edinmek için neden harcadık?

Kur’an bize, kendisinden başka eleştirilmez kitap, Hz. Peygamber’den başka eleştirilmez kişi olmadığını öğretmedi mi? Bunun aksini düşünmek şirk alâmeti değil midir?

Sen Şintoist misin? Ecdada, ulemaya mı tapıyorsun sen?

Ben Kur’an müminiyim. Ulemayı hem başımın üstünde tutacak kadar sever, sayarım; hem eleştiririm. Ulema bundan asla rahatsız olmaz. Sen kimsin de ulema adına ahkâm kesiyorsun!

Senin gibi kara yürekli eblehlerin, ‘tekfir’ edecek kadar saldırdıkları İmamı Âzam’ın, sahabîleri bile eleştirdiğini bilmez misin? Nitekim İmamı Âzam, bu tavrı yüzünden senin gibi echel(EN CAHİL) yobazların ağır hücumlarına uğramıştır. Sen bunları belki de bilirsin ama hesabına, saplantılarına ters düştüğü için saklarsın. (devamı yarın) ((Y. Nuri Öztürk-17 Kasım 2008-Hürriyet) http://www.hurriyet.com.tr/yasarnuriozturk/10375399.asp?gid=241

Ehlisünnete Karşı Açılan Amansız Haçlı Seferi-Mehmet Şevket Eygi

TÜRKİYE’de bir müddetten beri Ehl-i Sünnet İslâmlığına sanki amansız bir Haçlı seferi açılmıştır. Kur’an’a, Sünnet’e, akla, vicdana, mantığa, sağduyuya uygun olan Sünnîlik baltalanmakta, bin türlü iftira atılıp hezeyanlar savrulmakta, yanıltıcı düşünce ve görüşlerin propagandası yapılmaktadır. Neler denmiyor ki.

* İslâm’ın tek kaynağı Kur’an’mış, başka kaynak olamazmış.

* Sünnîlik gerçek İslâm değilmiş, Emevîlerin çıkarttığı bir dinmiş.

* Ashab âdil ve güvenilir değilmiş. Başta Ebû Hüreyre radiyallahu anh efendimiz olmak üzere nice ashab (hâşâ sümme hâşâ) binlerce hadîs uydurmuş.

* Tasavvuf bâtılmış.

* Yalancı, taqiyyeci, Müslümanları aldatan, azılı farmason, aktivist, bulaşık, karanlık Afganî büyük bir din önderiymiş, “onu karalayanlar onun taharet bezi olamazlar”mış. (Büyük ulemaya ne büyük hakaret…)

* Mezheplere, fıkha, tanzim edilmiş ahkâm-ı şer’iyeye lüzum yokmuş, herkes kendi kafasına göre Kur’an’dan yahut meal, tercüme ve tefsirlerden dinini öğrenirmiş.

* Peygamber bir postacı imiş, ölmüş işi bitmiş.

* İlmihal Müslümanlığı bozuk bir Müslümanlıkmış, asıl Müslümanlık şu veya bu türedi ilahiyatçının anlattığı İslâm’mış.

Sağlam din bilgisine sahip olmayan milyonlarca Müslümanın kafası fena halde karıştırılmıştır. Dinde reform, dinde yenilik isteyen, light/ılımlı bir İslâm türetmek isteyenlerin amaçları nelerdir? Yazdıklarından anlaşılan şudur:

Geleneksel Ehl-i Sünnet İslâmlığını beğenmiyorlar. Onun yerine ABD’nin, İsrail’in/Papalığın, Protestan Evangelistlerin, Diyalogçuların, Derin Devlet’in, Ergenekoncuların, Farmasonların, Sabatay Sevi bağlılarının istediği ehlî/light bir İslâm getirmek istiyorlar.

Böyle yeni bir İslâm türetme gayretleri, Büyük Orta Doğu Projesinin (BOP) hedefleri içindedir.

Ergenekon evrakı ve belgeleri içinde, günlük namazların ikiye indirilmesi ile ilgili bilgiler de vardır.

Vaktiyle, 1930’lu yıllarda CHP diktatörlüğü de camilere sıralar koymak, mihraba (bazı kiliselerde olduğu gibi) bir müzik aleti yerleştirmek için raporlar hazırlatmıştı. (Şu anda da, camilerin arka tarafına, lüzumundan ve gerekenden fazla sandalya konulması konusunda imamlara baskılar yapılmaktadır.)

Ehl-i Sünnet Müslümanlığının yerine bir tür İslâm Protestanlığı çıkartmak istiyorlar.

Halkı büsbütün İslâm’dan çıkartamayacaklarını anladıkları için, suya sabuna dokunmaz, kafirlere zarar veremeyecek, fıkhı ve şeriati olmayan, bir tür beşerî ideoloji ve hümanizma haline dönüşmüş hafif İslâm istiyorlar. İstedikleri Müslüman tipi şudur: Beş vakit namazı bıraksın… Cuma bile fazladır… İsterse yılda iki kez bayram namazına gidebilir (o da fazla ya)… Doğduğunda kulağına Ezan-ı Muhammedi okunmasına lüzum yoktur ama öldüğünde tabutu camideki musalla taşına konulur, kadın erkek karışık bir cemaat ile abdestsiz namazı kılınır…

Birtakım light İslâm taraftarları o kadar öfkeli, o kadar ölçüsüz, o kadar gözü dönmüştür ki, “Müslüman halk dinini muteber ve güvenilir ilmihallerden öğrensin” denildiğinde, Sünnî Müslümanlar için “Bunlar ilmihal kitabını Kur’ân’dan yüksek tutuyor…” diyecek kadar vicdansızca ve mantıksızca laflar edebiliyor.

Evet light/ılımlı İslâmcılar yeni bir din türetmek istiyor. Ehl-i Sünnet Müslümanları için “Onlar mezheplerini din haline getirdiler” iftirasını savururken, asıl kendileri yeni bir bozuk mezhep türettiklerinin farkında değiller.

Başlangıcından bu güne kadar İslâm dünyasında, Peygamberimizin (salat ve selam olsun O’na) mucizevî bir şekilde haber verdiği üzere bir sürü bozuk fırka ve grup zuhur etmiştir. Mesela “Gurabiye” fırkasının ana inancı şudur: Güya Peygamberlik Hz. Ali’ye verilecekmiş, Efendimiz ile Hz. Ali birbirlerine iki karganın (Arapçada kargaya gurab denilir) birbirine benzediği gibi benziyormuş. Vahiy getiren Cebrail aleyhisselam bu yüzden şaşırmış ve vahyi yanlışlıkla Hz. Muhammed’e vermiş!..

İlm-i kelam kitaplarında eski bozuk fırkaların hepsi tafsilatlı (ayrıntılı) bir şekilde anlatılır.

Bugünkü ligt, ılımlı, hafif, evcil İslâm çalışmaları da işte böyle fırkalar oluşmasına yol açacaktır.

Dört hak mezhep (fıkıh ekolü) ile onları birbirine karıştırmamak gerekir. Onlar mezhep değil, fırkadır.

Ülkemizdeki bir kısım İslâmcılar bozuk bir fırkayı resmî mezhep olarak kabul etmiş bir Arap devleti tarafından desteklenmektedir.

Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra, Kitab (Kur’an) ve Sünnet’e en uygun, en başarılı İslâm denemesi ve uygulaması Osmanlı sistemidir. Tabiî ki, devletin kuruluş ve yükselme devrindeki uygulama… Osmanlılar bu uygulama ile üç asır üç kıt’ada şanla şerefle, Allah’ın tevfikat-ı ilahiyesine nail olarak i’lâ-i kelimetullah yapmışlar, cihad etmişler, bilen ve anlayanların gözlerini kamaştıran bir Pax İslâmica kurmuşlardır. Osmanlı İslâm sisteminin esasları nelerdir:

1. İnançta ve uygulamada Ehl-i Sünnet ve cemaat.

2. Fıkha ve mezhebe bağlılık.

3. Şeriattan kıl kadar ayrılmamak şartıyla tasavvufa ve turuk-i sofiyyeye müsamaha ve destek.

4. İslâmî çeşitlilik (ve zenginlik) içinde sarsılmaz bir birlik.

5. Loncalar, ahîlik ve fütüvvet teşkilatı ile, başta iktisat ve ticaret olmak üzere bütün toplumsal ve sosyal teşkilatta dinin hakimiyeti.

6- Din ve devlet birliği. (Osmanlı metinlerinde sık sık “din ü devlet” tabiri geçer.)

7. Bütün Müslümanları tek bir millet ve ümmet olarak kabul etmek. Osmanlı devletine, başka ülkelerde yaşayan Müslümanlar pasaportsuz kabul edilirdi. Hattâ Tanzimat’tan sonra, sömürgelerinde yaşayan Müslümanlardan pasaport istenmesi konusunda emperyalist ve kolonyalist Avrupa devletleri Osmanlıya baskı yapmışlardı. Son devrin büyük din alimlerinden Mekke Şafiî Reisü’l-ulema’sı Ahmed Zeynî Dahlan hazretleri Fütuhat-i İslâmiyye adlı kitabının Osmanlı devleti kısmını şu cümle ile başlatır

“Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra, Kur’ân’a ve Sünnet’e en uygun devlet Osmanlı devletidir.” İşte bu yüzdendir ki, bir kısım reformcular ve İslâm perdesi altında yeni bir din türetmek isteyenler Osmanlıyı hiç sevmezler. Bozuk Afganî’yi ise baş tacı ederler.

Sevgili, aziz, muhterem din ve iman kardeşlerime tavsiye ediyorum:

Reformcuların, yenilikçilerin, naylon müctehidlerin, Afganîcilerin, diyalogçuların, evcil ve light İslâm taraftarlarının, mezhepsizlerin, telfik-i mezahip(MEZHEPLERİ BİRLEŞTİRME VEYA UYGUN OLANI SEÇME) taraftarlarının ve benzerlerinin tuzaklarına düşmeyiniz, ahıretinizi (onlar gibi) berbat etmeyiniz, Kur’ân ve Sünnet Müslümanlığı olan, gerçek din olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan kıl kadar ayrılmayınız. Gerçek icazetli ulemaya, gerçek icazetli şeyhlere, kâmil mürşidlere bağlanınız. Bir rehbere (kılavuza, yol göstericiye muhtaç olup da böyle bir kimseye bağlanmayanın şeyhi şeytan olur). Dinî bilgileri, sağlam hocalardan ve sağlam kitaplardan öğrenmeliyiz.

Yenilikçiler işi o kadar ileriye götürdüler ki, ünlü bir ilahiyat profesörü “Kur’ân, Yahudileri ve Hıristiyanları İslâm’a çağırmıyor” diyecek kadar ileri gitmiştir.

Bu konularda, içinde faydalanacağınız yazılar bulunan değerli bir internet sitesinin ismini veriyorum: www.aldananlar.org. (böyle hayli site var. Bir gün vakit bulabilirsem bunların hepsinin listesini çıkartıp bu sütunda tanıtacağım…)

(Önemli rica ve uyarma: Bozuk kimseleri tenkit ederken lütfen hakaret etmeyelim, onlara İslâmî hilm dairesinde ilmî cevaplar verelim. İlmimiz yoksa, edep ve terbiye dairesinde protesto edelim, eseflerimizi bildirelim. Bu konuda, hastalandığını duyduğu Haçlı kralı Arslan Yürekli Rişar’a, bir elçilik heyetiyle doktor gönderen büyük Sultan, büyük mücâhid, örnek Müslüman Salahaddin Eyyubî’nin yüksek ahlâkı ile ahlâklı olalım… Sabırlı, tahammüllü, terbiyeli, kibar cevaplar verelim. Onlar, “Afganî’yi karalayanlar, onun tuvalet bezi olamazlar…” diyedursunlar, biz Ehl-i Sünnet ahlâkından ve necâbetinden ayrılmayalım.) (Milli Gazete-M. Şevket Eygi-18.11.2008) http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=21314

 

 

Hurafe soytarısına açık mektup (2)- Y. Nuri Öztürk

Hurafe soytarısı, echel(EN CAHİL) adam!

‘Kur’an İslamı’ dediğim, ‘Kur’andaki İslam’ diye kitap yazdığım için beni suçluyor, hurafeci kodamanlara jurnalliyorsun.

Peki, Kur’ansız İslam mı demeliydim? Kur’an’ı bir kenara koyarak Müslüman olalım mı diyecektim?

Senin ruh dedelerin emperyalist papazlarla Evangelist Ilımlı İslamcılar da senin gibi konuşuyorlar.

Sen beni, onlar adına mı eleştiriyorsun? Sen Kur’an’dan niçin böylesine rahatsızsın?

Nüfus kâğıdına göre, sen, Hanefî mezhebindensin. Ben de Hanefî mezhebindenim. Dahası, her zaman söylediğim gibi, benim İslam meselesinde rehberim, önderim olanların başında İmamı Âzam gelir. Fikir ve iman hayatımda hep o büyük önderi örnek aldım. Müslümana yakışır bir tavır ve şuurla…

Ama senin gibi putlaştırmadım. Ben gerekirse böylesine önder bilip baş tacı ettiğim İmamı Âzam’ı bile eleştiririm. Aksini söylersem Müslüman olamam; İmamı Âzam’ı da öfkelendiririm. Çünkü o, en yetkin öğrencilerine bile, “Beni ve sözlerimi dokunulmaz kılmayın, beni eleştirin” diyordu.

Sen nasıl bir Hanefisin ki, mezhep imamına ihanet içindesin?!

Şimdi, söyle bakalım, İmamı Âzam, devrinin sadece dinci yobazları tarafından değil en ünlü uleması tarafından bile ağır biçimde eleştirilmedi mi? Bu eleştirenler içinde İbn Ebî Leyla (ölm. 148/765), Süfyan es-Servî (ölm. 161/777), Ebul-Hüzey el-Allâf (ölm. 235/849), Nevbahtî (ölm. 311/ 924 ), İmam Ebul Hasan el-Eş’arî (ölm. 324/935), İbn Hibbân (ölm. 354/965), Hatîb el-Bağdadî (ölm. 463/1070), Şeyh Müfîd (ölm. 413/1022) gibi bübyük isimler vardır. Hatta Kütübi Sitte’nin en muteberinin müellifi olan Buharî (ölm. 256/869) vardır. Ne yazık ki, bu bilginlerin bazıları, kıskançlık yüzünden veya saltanata yaranmak için İmamı Âzam’ı zındıklık, sapıklıkla itham etmişlerdir. Hatta bazıları onu, haşa, ‘kâfir’ ilan etmiştir.

İmamı Âzam, hem de en yakın meslektaşları olan ‘ulema’ (örneğin, ünlü İbn Ebî Leyla) tarafından itham edilerek hedef gösterilmiş ve yönetimin başındakilerle kurulan işbirlikleriyle ezilmiştir.

Dinciliğin en ağır zulmüne uğrayıp sonra da dinciler tarafından putlaştırılan aydınların en tipik örneklerinden biri İmamı Âzam’dır.

İslam dünyasının en büyük mezhebinin kurucusu olan, bugünkü Türkiye’de de ‘dokunulmaz, tartışılmaz’ kabul edilen İmamı Âzam (ölm. 150/767), yaşadığı günlerde, ‘dindışılık’, ‘dini tahrip etmek’, ‘peygamberin sözlerine ve sünnetine kafa tutmak’, ‘Mürcie, Cehmiyye gibi sapık mezheplere mensup olmak’la suçlanmış, sonunda da ‘kâfir’ ilan edilmiştir.

İmamı Âzam’a yapılan zulmün ibret verici yanlarından biri de şudur: İmamı Âzam’ın, kendisinden 150 yıl sonra yaşamış meslektaşlarından biri, hadisçi İbn Hibbân (ölm.354/965), ‘Kitabu’l-Mecrûhîn adlı eserinde, İmamı Âzam’ı ‘itikadı bozuk’ yani ‘kâfir’ ilan ederken, iddialarını, İmamı Âzam hakkında görülen bazı rüyalara dayandırmaktadır.

Sebeplerin başında, İmamı Âzam’ın şu düşünceleri gelmektedir:

1. Zorba Emevî ve Abbasî yönetimlerine karşı çıkması ve bu yönetimlere karşı gerekirse kılıç kullanılmasını önermesi,

2. İslam’da akılcı akımın öncüsü olması,

Akılcılığı öne çıkarmak, her devirde saltanat dincileri tarafından ‘en büyük günah’ olarak görülmüştür.

3. Hz. Muhammed dışında eleştirilmez kişi, Kur’an dışında eleştirilmez kitap kabul etmemesi,

4. Hadis diye nakledilen sözlerin Kur’an’a aykırı olanlarına Peygamberimizin sözü olarak itibar etmemesi.

İbn Haldûn’un da belirttiği gibi, İmamı Âzam’a göre, tartışmasız biçimde ve her kelimesiyle Hz. Peygamber’in sözü olan hadislerin (mütevâtır hadislerin) sayısı onyedi tanedir. Ötekilerin tümü az veya çok, şu veya bu yönden tartışmaya açıktır.

Bazı insanları ve bazı kitapları ‘dokunulmaz’ ilan eden, Peygamberimize mal edilerek nakledilen her sözü ‘hadis’ diye dayatan dincilik zihniyeti İmamı Âzam’ı, işte bu düşünceleri yüzünden, biraz da kıskançlıkların itişiyle, din dışı ilan etmiştir.

Şimdi biz, birileri böyle yapmıştır diye o büyük dahi bilgini dışlayacak mıyız?

Gerçek şu ki, tarihin âdil rüzgârı, senin gibi müfterileri, tıpkı kurumuş tezek gibi savurup götürür ama fikir çilesi çeken büyk ruhlar sonsuza kadar yaşamaya devam eder.

Sen hiç tarih okumadın mı, okudunsa bu gerçekleri görmedin mi?

Bu gerçekleri bu halkın öğrenmesi kaçınılmazdır.

Bilindiği gibi, bir fıkıh dehası olan İmamı Âzam, hayatının son günlerinde zindanlara atıldı, orada da zehirletilip öldürüldü.

İmamı Âzam’a bunları yapan zihniyet damarının senin gibi uzantıları şimdi ne yapıyorlar? İmamı Âzam’ın bugünkü benzerlerini dışlamak için, İmamı Âzam’ı putlaştırıp kullanıyorlar.

Dinciliğin şerir zihniyeti işte böyle işlemekte, İslam’ın ve Müslümanların başına işte böyle bela olmaktadır. Onun alâmeti farikası şudur: Yeni düşünce öncülerine saldırmak için eskiden sövdüğü insanları putlaştırıp kullanmak.

Bu ibret ve dehşet verici olgunun ayrıntıları, Kur’an’daki İslam adlı eserimizde çeşitli vesilelerle verilmiştir. (Y. Nuri Öztürk-18.11.2008-Hürriyet)

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10382266.asp?yazarid=277&gid=61

 

 

Hurafe soytarısına açık mektup (3)- Y. Nuri Öztürk

Kara vicdanlı cehalet timsali adam!

Beni, ‘Ehlisünnet inancını örselemek’le itham ediyorsun.

Aynı itham, İmamı Âzam’a yöneltilmiştir. Onu bir yandan; Küleynî (ölm. 329/940), Şeyh Müfîd (ölm. 413/1022) ve Ebu Hâtim er-Râzî (ölm. 277/890) gibi Şiî imamlar, Ebu Hüzeyl el-Allâf (ölm. 235/849) gibi Mutezile imamları suçlarken, bir yandan da Ehlisünnet çevresinin bazı imamları suçlamışlardır. Hatta bazıları tekfir etmiştir.

Sen ve senin gibiler, bugün bana, İmamı Âzam’a yapılanların aynısını yapıyorsunuz.

Bu nasıl bir kaderdir anlamış değilim. Anlamış değilim ama böyle bir kaderi bana layık gördüğü için de Cenabı Hakk’a şükürler ediyorum. Kubbede böyle bir ses bırakmaktan daha onurlu ne olabilir!

İşin bir başka yönü de şudur:

Ben, ne Şiîyim ne Alevî. Mezheben Ehlisünnet’tenim. Ama ben Ehlisünnetin ilim erbabındanım. Mezhebimin mensubu ulemayı gerekirse eleştiririm. Bunu İslam’a aykırı mı buluyorsun? Eğer böyle düşünüyorsan, sen Müslüman değil, ecdatperest bir müşrik olursun.

Ehlisünnet bilginlerinin İmamı Âzam’a yönelik eleştirilerinin ortak noktası, büyük imamın, ‘Ehlisünnet dışı’ gösterilmesi, sapık bir mezhep saydıkları Mürcie’nin bir ajanı olarak görülmesidir. Sana, senin gibilerin de rahatlıkla anlayacağı bir kaynak göstereyim de, git oku: Diyanet Vakfı’nın yayınladığı ‘İslam Ansiklopedisi’nin Ebu Hanife maddesini oku. Bu söylediklerimin tümünü, hatta daha fazlasını orada göreceksin.

Bu gün gelinen nokta ise İmamı Âzam’ın, Ehlisünnet inancının en önemli önderlerinden biri olduğu merkezindedir. Buna itirazın var mı?

Elbette ki yok. Ama bugün sen, İmamı Âzam’a yapılan ithamların aynısını bana yapıyorsun. Yarın bunların hesabını Allah’a ve tarihe nasıl vereceksin?

Sen, İslam tarihinin geride kalan asırlarının bu gibi iftira, bühtan ve hezeyanlarla dolu olduğunu, bugün Müslümanların bunları ıstırap ve acıyla hatırladıklarını bilmiyor musun?

Olup bitenlerden habersizsin. Kendi beynine yerleştirdiğin saplantı putunun buyruğuyla iş yapıyorsun. Söylediklerinin ilimle, ulema haysiyetiyle, İslamî vicdanla bağdaşır yanı yok. Sadece sövüp sayıyorsun.

Zihniyet dedelerin Engizisyon papazları gibi sadece aforoza gidiyorsun. Haysiyetli, iyi niyetli eleştirin varsa söyle dinleyeyim. Gerekirse sana teşekkür bile edecek haysiyetim var.

Ben ilim aşıkıyım, İslam’a hizmet gibi bir niyet taşıyorum. Elbette benim de hatalarım, sürçmelerim olur. Söylersin, dinlerim; oradan alınacak bir uyarı varsa alır, gerekeni yaparım.

Ömrümün neredeyse elli yılı bu zihniyetle, bu disiplin içinde geçti. Ben, hatamı düzeltmekten sadece onur duyarım. İlimde, “Dediğim dedik, çaldığım düdük” olmaz. İslam’da hiç olmaz. Bu ancak putperestlikte olur.

Senin iddian İslam, ama yaptığın putperestliktir, ilimsizliktir, adam olmamaktır.

Tekrar İmamı Âzam’a dönelim:

İmam Âzam Ebu Hanife şu ölümsüz tespiti yapıyor:

“Kur’an’ın onaylamayacağı bir hadis rivayet eden kişiye yaptığım ret; Peygamberimize yapılmış bir ret ve O’nu tekzip değildir. O, ancak bâtıl bir haberi Peygamber’e isnat edene yapılmış bir reddir. İtham, Peygamberimize için değil, onu yalancı için söz konusudur. Hz. Peygamber’in söylediği her şeyin başımızın ve gözümüzün üstünde yeri vardır.” (Muvaffak el-Mekkî; Menâkıbu Ebî Hanife, 87-88)

İslam düşünürlerinin önde gelenlerinden biri olan İbn Abdi’l-Berr (ölm. 463/1070)el-İntika’ adlı eserinde, İmamı Âzam’la ilgili, gerçekten ibret verici tespitler kaydetmektedir. (bk. s. 136)

İmamı Âzam, en büyük sahabenin nakilleri de olsa, Kur’an’a ve mütevâtır sünnete uymayan hadisleri kabul etmiyordu.

İmamı Âzam, yukarıda işaret edilen tutumu yüzünden hem de ömrünün son yıllarında, kendisine karşı olan saltanat dincileri tarafından ’kâfir’ ilan edilmiştir. İbn Abdi’l Berr ve Hatîb el-Bağdadî onun ‘Müslüman olup olmadığında ihtilaf edildiği’ni, ‘küfründen dönmek üzere üç defa tövbeye çağırıldığı’nı, ama tövbe edip etmediğinin bilinmediğini iddia eden sözlere yer vermekteler. (bk. İntika’, 146-149; Târîhu Bağdad,13/223-323)

Sen ve senin gibilerin bana yönelttikleri iftiranın tıpa tıp aynısıdır bu.

İmamı Âzam, Ehlisünnet’in dokunulmaz ilan ettiği Buharî (ölm. 256/869) tarafından da ağır bir biçimde eleştirilmekte ve güvenilmez adam ilan edilmektedir. (bk. Buharî; Kitabu’z-Zuafa, ilgili mad.; İbn Abdi’l Berr; el-İntika’, anılan yer)

Aynı Buharî, et-Târîhu’l-Kebîr adlı eserinde, İmamı Âzam’ı, ‘İslam’a zarar veren sapık mezheplerden birinin mensubu’ olarak nitelemektedir.

Dahası var:

Hadis alanında Şiîlerin Buharîsi sayılan Küleynî, ünlü eseri el-Kâfî’de İmamı Âzam’a lanet okuyor. Sebebi, İmamı Âzam’ın, Hz. Peygamber dışında eleştiri üstü insan kabul etmemesidir. (Küleynî, el-Kâfî, Usûl kısmı, 1/57-58)

Anlaşılan o ki, mesele, her türden dincilik saltanatının putlaştırdığı kişilere dokunup dokunmamak meselesidir. Putlaştırılan kişilere dokunursanız, zulüm ve hakaretten kurtulmanız söz konusu değildir.

Ünlü 6 hadis kitabından birinin sahibi olan Neseî (ölm. 303/915) de İmamı Âzam’ı hadiste ‘güvenilmez’ ilan etmektedir. (bk. Neseî, Kitabu’z-Zuafa ve’l-Metrûkîn, ilgili md.)

İmamı Âzam’ın, hurafe dinciliği tarafından, kendi şeflerini savunmak için geliştirilen ve bir tür ‘gizli şirk’ olan ‘tartışma üstü kişiler’ anlayışını da çok ağır bir şekilde eleştirdiğini biliyoruz. Bu eleştirilen insanlar içinde, sahabî diye kutsallaştırılanlardan bazıları da vardır. Kur’an’daki İslam eserimizden birkaç satır alarak gösterelim:

İmamı Âzam diyor ki, ‘Eğer müminlerin emiri Hz. Ali’nin izlediği tavır olmasaydı Muaviye, Amr b. As, Ebu Mûsa el-Eşa’rî gibi kebîre (büyük günah) sahiplerinin durumlarını bilemezdik.” (bk. Kadı Abdülcebbâr; Şerhu’l-Hamse, Kahire, 1965, s. 138)

“İmamı Âzam böylece, sahabî unvanı taşıyan birkaç ünlü kişiyi en büyük günahlardan bazılarını işlemekle itham ediyor. Yani onları ‘tartışılır kişi’ ilan ediyor.” (Kur’an’daki İslam, 455)

Kur’an’ın, peygamberlere bile vermediği nitelikleri sahabeye veren, onları âdeta ilahlaştıran bir zihniyet, İmamı Âzam’ın Kur’ancı ve akılcı bu söylemlerine nasıl tahammül etsin!

Evet, ‘Müslümanların en büyük mezhep imamı’ unvanına sahip olan İmamı Âzam’a bu isnat ve ithamlarla çok ağır zulümler yapıldı.

İmamı Âzam, örneklerden sadece biridir. Daha onlarcası, yüzlercesi var. Bizim Müslüman tarihimiz ne yazık ki, bu zulümlerle dolu bir tarihtir. Biz bu zulümleri, bağımsız bir çalışmayla halkımızın bilgisine sunacağız.

Bak, hurafe simsarı nasipsiz!

Dinciliğin, senin gibi, cehalet timsali teorisyenleri işin şurada anlattığım yanını saklayarak, o anda saldırdıkları kişiyi, örneğin, Atatürk’ü, İslam tarihinde ‘din dışı ilan edilen’ ilk kişi göstermek gibi bir sahtekârlığa da başvurmaktadırlar. (Y. Nuri Öztürk-19.11.2008-Hürriyet)http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10391321.asp?yazarid=277&gid=61

 

 

Bana Niçin Saldırıp Küfr Ediyorlar?M. Şevket Eygi

BAZI önemli cümle ve paragraflar vardır ki, onları ezberlemek gerekir. Aşağıdaki kısa metin de bunlardan biridir. Binaenaleyh ezberlenmesini tavsiye ederim.

Yazar Hikmet Çetinkaya diyor ki:

“Türkiye’de devletin hakim sistemi iki şeyi aradı durdu. Mümkünse İslâm’ı değiştirmek, ona gücü yetmezse Müslümanların din anlayışını değiştirmek. Kemalizmin en önemli özelliklerinden biri dinde reformu amaçlaması idi. Bunda muvaffak olunamadı. Çünkü İslâm’ın kitaba bağlı karakterleri böyle bir reformasyona ve deformasyona izin vermiyordu. Bu, Müslümanlara da kabul ettirilemedi. Ağır baskı dönemleri yaşandı Türkiye’de ama dinde reform kabul görmedi.”

(Kaynak: www.angelfire.com / ms / siyaset / index.html.)

Devletimiz ve Cumhuriyetimiz, din konusunda Müslüman halka elbette böyle suikastlar, ağır baskılar yapmaz, insan haklarını ihlâl eden planlar hazırlayıp uygulamaz. Böyle hukuk ve vicdan dışı şeyleri gayr-i meşru Derin Devlet, resmî ideoloji, Ergenekon ve buna benzer gizli güçler yapar.

Son yıllarda Müslümanları, hiç olmazsa onların bir kısmını gerçek İslâm olan Ehl-i Sünnet’ten çıkartıp; light, ılımlı, ehlî (evcil) bir İslâm türetme faaliyetleri ve propagandaları büyük hız kazanmıştır.

Gerçek İslâm’a uymayan birtakım bozukluklar, vahim yanlışlıklar görmekteyiz.

Bir tür hâricilik aldı yürüdü. Yeni yapılan bütün camiler “Mescid-i dırardır” diyecek kadar işi azıtanlar var.

İslâm’ı bozma, değiştirme, Müslümanları şaşırtma faaliyetleri içine ABD’nin CIA’sı, İsrail’in Siyonizmin MOSSAD’ı bile girdi.

CIA ile MOSSAD ile Papalıkla, Evangelist kiliselerle işbirliği yapan Müslümanlar zuhur etti.

Kur’ân, Yahudileri ve Hıristiyanları imana ve İslâm dinine çağırmıyor diyen Diyalogçu modern hocalar zuhur etti.

Sünnet’i yıkmak istiyorlar.Bu maksatla Ashabın büyüklerine, bu arada Ebû Hureyre radiyallahu anh hazretlerine saldırıyorlar.

Mezhepleri ve İslâm fıkhını kaldırmak istiyorlar.

Müslümanların dinlerini öğrendikleri ilmihal kitaplarına karşı bir hakaret, istihfaf (küçük görme), devre dışı bırakma kampanyası açılmıştır. İlmihale önem veren, ilmihal okuyan Ehl-i Sünnet Müslümanları “İlmihali, Kur’ân’dan önemli görmek” iftirasıyla karalanıyor.

Usûl-i fıkha, usûl-i tefsire, usûl-i hadîse aykırı binlerce yanlış ve bozuk görüşlerle dolu sözde din kitapları çıkartıldı.

Bu bozma, tahrif etme, saptırma işlerini kimler yapıyor?

Önceleri bu misyon dinsiz, Allahsız, fâsık, fâcir kimselere verilmişti. Sonra bu metodun başarısız olduğunu gördüler ve devreye birtakım bozuk ilâhiyatçıları, sahte İslâmcıları soktular.

İslâm’ı mihraptan yıkmak istiyorlardı.

Kısmen başarılı da oldular. Doğru dürüst din eğitimi almamış, İslâm’ı gerçek hocalardan ve güvenilir kitaplardan öğrenmemiş bir kısım halkı kandırdılar. Lâkin Müslümanların tamamını kandıramadılar, aldatamadılar, saptıramadılar.

Birkaç yıl önce yürürlüğe giren, devreye sokulan, sahneye konulan BOP’un (Büyük Ortadoğu Projesi’nin) gizli maddelerinden biri de İslâm dinini; ABD’ye, İsrail’e, Haçlılığa zarar veremeyecek uysal ve evcil bir hale getirmektir.

Bir yandan zaten balkanlaşmış, bölük pörçük hale gelmiş mevcut İslâm devletlerini daha da parçalamak ve birbirine düşürmek; öbür yandan Müslümanlardaki Ehl-i Sünnet, cihad anlayışını kaldırarak onları yabancılaştırıp köleleştirmek…

Türkiye’nin bugünkü düşkün durumunda, ülkemizdeki vahim insan hakları ihlâllerinde, İslâm’ı tahrif etme çabalarında, Müslüman halka yapılan ağır baskılarda “Lozan’ın Gizli Protokolları”nın büyük rolü vardır.

Bu protokollere göre Türkiye rejimi İslâm ile bütün ilgilerini kesecek, İslâm dünyasından kopacak, İslâm kültürüne, kimliğine, medeniyetine yabancılaşacaktı.

İslâm’ı tahrif etmek, Müslümanların kafalarını karıştırmak için neler yaptılar ve yapıyorlar?

1. Dinin tek kaynağı Kur’ân’dır diyorlar, Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanmasında gerekli ve zarurî olan Sünnet’i ve sahih hadîsleri tanımıyorlar ve Kitabullah’ın nice âyetini kendi re’ylerine heva ve heveslerine, “Derinlerden” ve şeytanlardan aldıkları talimata göre yanlış ve yanıltıcı bir şekilde tefsir ediyorlar.Bu, Kur’ân’a bir ihanettir.

2. Defalarca yazdılar. “Peygamber bir postacı idi. İslâm’ı tebliğ ettikten sonra işi bitti, öldü gitti…” meâlinde cümleler sarfettiler. Böyleleri Peygamber’i (salat ve selâm olsun O’na) ve Sünnetini devreden çıkartmak, onun yerine birtakım bozukları geçirmek istiyorlar. Sünnet olmadan İslâm, Kur’ân, Peygamber, nasıl anlaşılacaktır, doğru şekilde nasıl yorumlanacaktır?

3. Fıkıhsız, şeriatsız bir İslâm türetmek istiyorlar. Yani münzel (indirilmiş) İslâm’ı kaldırıp onun yerine uydurulmuş bir İslâm getirmek istiyorlar.

4. Ondört asırlık müctehidlerin(DİNİ OTORİTELERİN), eimmenin(İMAMLARIN), büyük fukahanın(DİN HUKUKÇULARININ) icmâ ve mutabakatlarını hükümsüz hale getirmek istiyorlar. Ta ki, meydan kendilerine kalsın.

Ehl-i Sünnet Müslümanlığı, yani gerçek İslâm, sevgili Peygamberimizin (salat ve selâm olsun O’na) zuhurundan bu güne kadar kopuksuz olarak gelmiştir. Peygamberin vârislerinin, yani ulemâ ve mürşidlerin, ucu Resûlullah’a ulaşan nurânî icazetleri, silsileleri bulunmaktadır. İşte İslâm’ı bozmak isteyenler bu zinciri kırmak, bu devamlılığı kopartıp, ehl-i İslâm’ı perişan edecek, darmadağın hale getirecek dehşetli bir kopukluk, kaos, anarşi devri başlatmak istiyorlar. Bu, bir tür terör değil midir?

Bendeniz nâçiz bir Müslüman olarak Ehl-i Sünnet için çalışıyorum. Kur’ân,Sünnet, icmâ-i ümmet, fıkıh, Şeriat için çalışıyorum. Kopukluğu ve yabancılaşmayı önleyip devamlılığı korumak için çalışıyorum. Resûlullah Efendimize (salat ve selâm olsun O’na), Sünnetine, hadîslerine, ashabına, etbâına, Ehl-i Beytine, âline bağlıyım. Selef-i Sâlihin efendilerimize bağlıyım. Ondört asırdan beri gelip geçmiş icazetli ulemaya, evliyaullaha, gerçek şeyhlere, kâmil mürşidlere bağlıyım. Halen hayatta bulunan icazetli ulemâya ve meşayihe bağlıyım, ehl-i sünnet çizgisinde olan ilâhiyatçılara da hürmetim ve güvenim vardır. (Ömürleri müzdad, hizmetleri feyyaz olsun).

Bir Müslüman olarak dinimde reform yapılmasını kesinlikle istemem ve buna bütün yasal yollarla karşı çıkarım.

İslâm ilâhî ve münzel dindir. Onda değişiklik ve yenilik yapılamaz.

Dinimizi bozmaya, tahrif etmeye yönelik bütün bid’atlere ve suikastlere karşıyım.

Dini kendime uydurmak taraftarı değilim, kendimi dine uydurmak taraftarıyım.

Elli yıllık basın yayın, yazarlık hayatımda din, iman, Şeriat, Sünnet,Kur’ân, namaz, cemaat, tesettür, sahih itikad, Müslümanların birlik ve beraberliği, Ümmet şuuru, İmamet-i Kübra için nâçizane çalıştım. Bu yüzden ağır baskılara uğradım, mahkemelerde süründüm, vatanımdan ayrı düşüp altı seneye yakın gurbette sürgün yaşadım, zindanlarda yattım, horlandım, hakir görüldüm. Hizmetlerimin karşılığında riyaset, servet, şöhret, makam, mevki, alkış talep etmedim.

İslâm dinini ortadan kaldırmak, kaldıramazlarsa bozmak isteyenlerle hiçbir zaman barışık olmadım.

Yakın zamanda büyük bir gazetede sokak serserisi ağzıyla aleyhimde seviyesiz küfürler yayınlandı. Hayvan, yobaz, müşrik, echel (en câhil) gibisinden.

Bunlara aynı üslupla cevap veremeyeceğim. Terbiyem buna müsait değildir.

Bu hakaretler bendenize bir zarar vermez. Keskin sirke küpüne zarardır.

Böyle kızıp köpürmeleri, âdi küfürler savurmaları iyiye alâmettir: Deşifre olduklarını anladılar, dini bozma çabalarının başarılı olmadığını, halkın uyandığını gördüler ve kendilerini kaybetmiş bir şekilde saldırmaya başladılar.

Bana küfreden kimse nasıl bir ilâhiyatçıdır, size bir örnek vermek istiyorum. Yakın tarihte, küfürbaz gazetede yayınlanmış bir yazısında bu adam aynen şöyle yazdı:

“Hortlamış bir sürü Damat Ferit ve Mustafa Sabri ile bütün bunlar yapılır, bütün kaleler bir bir düşürülürken, ülke aydınlanmasının önünü açanlardan biri olan adamın anıtlaşmış eserlerini yaratan açıktaki o büyük kafasını bırakıp fermuarının arkasındaki küçük kafasıyla uğraşıyor.”

Herkese soruyorum: Bir ilâhiyatçı böyle bir üslupla yazabilir mi?..

Bu adam üstelik din önderi geçiniyor. Sevsinler!..

Bırakın küfür etsin, ne mal olduğu ortaya çıksın… (Milli Gazete-M. Şevket Eygi-19.11.2008)

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=21327

 

 

Hurafe soytarısına açık mektup (4)- Y. Nuri Öztürk

Talihsiz ve nasipsiz adam!

Her şeyi bir kenara koyalım, benim bunlara ihtiyacım mı var?

Dünyanın en büyük üniversitelerinde fikirlerimi, tezlerimi tetkik eden İngilizce, Fransızca, Almanca ona yakın doktora tezi yapıldı. Ben hangi şöhretin peşinde koşacağım? Bana bu itibarı sağlayan Kur’an’a hizmet dışında ne amacım, ne emelim olabilir!

Altmış yaşına merdiven dayamış bir insanım. Şu kubbenin altında dinime-imanıma, vatanıma hizmetten başka ne beklentim kalmış olabilir!

Sende zerre kadar insanlık ve Müslümanlık olsa bu soruları benden önce vicdanında sen sorardın.

Ama senin maksadın beni karalamak, açık düşürmek.

Boşuna uğraşma! Senden önce daha birçok müfteri bu işi yaptı; sonuç alamadılar.

Söze hiç utanmadan ‘Biz Müslümanlar’ diye girip benim gibileri dışlıyorsun. Seninle birlik olman isteyen kim? Allah’ın dinini rezil eden sen ve senin gibiler değil mi?

Müslümanlık senin ve senin gibi bazı hurafeci yobazların babasının malı mı?

Sen, kimsin de bir engizisyon papazı gibi dine-imana ambargo koyup “Bu bizim” demeye getiriyorsun.

Sen ne hakla böyle bir yetki kullanmaya kalkıyorsun? Sen bunun hesabını vermeyeceğini mi sanıyorsun.

Senin İslam, iman, Müslümanların hakları, onurları adına, İslam düşmanı emperyalistlere karşı hangi mücadelen var?

Söylesene ahlaksız, hayasız adam!

Ehlisalip(HAÇ EHLİ) ile, Kelimei Şehadet’in düşmanı Haçlılarla hangi kavgan var? Onlara uşaklık dışında ne yaptın?

Sen sadece bu ülkenin gerçek Müslüman aydınlarına, Türkiye’nin bağımsız kalması için uğraş veren solcusuna-sağcısına saldırmayı bilirsin.

Senin işin gücün, Anadolu’nun temiz, duygusal insanlarını birtakım engizisyon oyunlarıyla kandırıp onun bunun üstüne salmaktır. 1960′lı yıllardan beri yaptığın melunluk ve alçaklık hep budur.

Sen, beni ‘dalalette, cehennemde göstermeyi’ ana gaye edinmiş, nefsinin kin ve nefret dürtüleriyle sadece saldırıyorsun. Yapıcı hiçbir yaklaşımın yok. Kinle dini yana yana tutuyorsun.

Benim yıllar önce İlahiyat Fakültesine dekan olmamam için kaç yazı yazdığını, onursuz iftiralarla nasıl saldırdığını, halk biliyor. Sonunda ben o fakülteye dekan oldum, dokuz yıl bu görevi en küçük bir pürüz, çekişme, olay yaratmadan yürüttüm, sonra da ülkeme hizmet için yeni bir yola girdim, siyasete atıldım.

Senin derdin beni taciz ve tahkir etmek, birtakım fesat oyunlarıyla hurafeci birilerini benim üstüme salmak.

Benim, bunlardan tırsacak adam olmadığımı hâlâ anlamadın mı?

Habire, ‘ulema efendilerimiz’ edebiyatıyla Şintoist şirk yaygarası koparıp meseleleri bilmeyen halkın duygularını sömürüyorsun. Yanlış hesabı bırak, ezberini boz, fesat makinesi uğursuz adam!

Halk artık senin gibi tabanı aşınmış mahlukların ne mal olduğunu biliyor.

Sen, o ‘ulema’ dediğin insanların herhangi birinin herhangi bir eserini okuyup anlayabilir misin? Onların eserlerinin adlarını sayabilir misin?

Sen ne biçim Müslümansın ki, ben Kur’an dedikçe senin şirk virüsü bulaşmış kanın tepene çıkıyor. Neden Kur’an’dan böylesine rahatsızsın!?

Deccal çocuğu musun sen?

Yoksa engizisyon papazlarının torunu mu?

Zerre kadar vicdanın varsa şuna cevap ver: Eğer ben, ABD ile, AB ile sıkıfıkı olsaydım sen bana saldırır mıydın? Hayır, tam aksine benden sebeplenmek için çevremde yalakalık zilletine düşer, etrafımda çanakçılık yapardın. Benzerlerine yıllarca yaptığın gibi.

Yılları Kur’an’la nefes alıp vererek geçmiş bir fikir adamına hangi cüretle din ve sünnet dersi vermeye kalkıyorsun.

Senin ar damarın yok mu be mendebur!

Yoksa kendini Kur’an’ın üstünde mi görüyorsun?

Benim sünneti dışladığımı söyleyecek kadar ahlaksız bir müfterisin. Beni ‘habire Kur’an’ı öne çıkarmakla’ itham etmene bakılırsa esas sen Kur’an’ı dışlıyorsun.

Benim sünnetin gereksiz olduğunu değil ifade, ima eden bir sözümü göster, kalemimi kırayım. Namuslu adamsan bunu yap yahut benden özür dile. Haşa ki, ben, Hz. Peygamber’in sünnetini dışlayayım! Benim dışladığım, sünnet adı altında ümmete yutturulmuş Emevî yalanlarıdır.

Kitaplarımda onlarca, belki yüzlerce hadis yer almakta, o hadislere dayanan açıklamalar, yorumlar yapılmaktadır.

Hadis, sünnet başka bir şey, uydurma hadisler ve sünnet diye Arap örflerini yutturmak başka bir şey.

Ben hadis ve sünnete saygılı, uydurmalara karşıyım. Bunu, Kur’anî ve Muhammedî imanımın bir icabı sayıyorum.

Ben çıldırmış mıyım ki sünnetsiz, Peygambersiz bir din önereyim! Peygambere saygı, ona isnat edilmiş yalanları dinleştirmek midir?

O yalanları dışlamadan, Hz. Muhammed’e iman ettiğini sananlar sonunda şeytanla aynı yere gideceklerdir.

Din meselesinde rehberim ve önderim İmamı Âzam, aynı ithamlara maruz kaldı ve benim şurada kullandığım ifadelerin aynısıyla cevap verdi.

Git, oku, öğren. Hanefî mezhebinden olduğunu söylüyorsun; git İmamı Âzamı tanı. Onu tanırsan, senin gibi fesat mollalarının bugün bana yaptıklarının aynısının, yaşadığı zamanda İmamı Âzam’a yapılmış olduğunu göreceksin.

Dehşet verici bir biçimde göreceksin.

Saldırmadan önce sadece salya biriktirme, biraz da bilgi biriktir. (Y. Nuri Öztürk-20.11.2008-Hürriyet)

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=10407145&yazarid=277

 

 

İstediklerim, İstemediklerim…- M. Şevket Eygi

DİNİME ve mukaddesatıma hizmet etmekten başka bir gayem yoktur. Parada gözüm yok, kanaatle geçinecek kadar gelirim vardır. Millî Gazete’de 1991’den bu yana ücretsiz, maaşsız yazı yazıyorum.

Hiçbir siyasî emelim yoktur. Milletvekili falan olmayı aklımın köşesinden geçirmem. Teklif edilse kesinlikle kabul etmem.

Makam, mevki, danışmanlık, idare meclisi üyeliği gibi işler istemem, teklif edilse kabul etmem.

Şöhretten nefret ederim. Çünkü büyükler “Şöhret âfettir” buyurmuşlardır.

Müslümanlar içinde derece ve rütbemin yüksek olmasını istemem. Müslümanlık bana yeter. Dünya üzerindeki bir buçuk milyar Müslümanın en sonuncusu, en hakiri olmak benim için en büyük şeref ve nimettir.

Kendimi asla beğenmem. Nefsimi çok kötülerim.

En nefret ettiğim insanlar din sömürücüsü namussuz, haysiyetsiz ve şerefsiz haşarattır.

Yüce İslâm dinini, Kur’ân’ı, mukaddesatı âlet ederek, vasıta kılarak şahsî menfaat, nüfuz, prestij, şöhret-i kâzibe kazananları sevmem, onlardan nefret ederim.

Şu değerlere çok önem veririm: İman, İslâm, Kur’ân, Şeriat, Sünnet, fıkıh, ahlâk, fazilet, hikmet (bilgelik), Ümmet, İmâmet-i Kübra.

Allah katında tek hak ve muteber din olduğu açık âyetle bildirilmiş olan İslâm’da reform yapılmasını isteyenleri tenkit ederim.

Dinde yeniliğe, değişime karşıyım.

İslâm’ın emir ve yasakları için “Onlar tarihseldir, eskiden geçerli idi, şimdi geçerli değildir” diyenlerle aram yoktur.

Mezhepsizleri, telfik-i mezâhib taraftarlarını, fıkhı ve şer’î hükümleri inkâr edenleri yanlış yolda görür ve uyarırım.

Müslümanlar arasında Ümmet şuurunun hakim olmasını isterim.

Faydalı, müsbet, meşru cemaatlere, tarikatlere taraftarım. Ancak, bu konudaki asabiyetlere karşıyım.

Belki yüz kere yazdım: Peygamberimize hakaret edilip saldırılınca susup da kendi şeyhine veya baronuna saldırılınca küplere binen Müslümanları çok ayıplarım. Onlara yazıklar olsun!

Şeriata bağlı olmak, zahirî fıkıhtan kıl kadar ayrılmamak şartıyla tasavvuf tarikatlarını severim, beğenirim ve desteklerim.

İmamet-i Kübra konusunda Müslümanların bilgili ve uyanık olmalarını isterim.

Dinimizden ödün verilmesini büyük hıyanet olarak görürüm. Kimsenin buna hakkı yoktur.

İslâm dininin müttefakun aleyh (üzerinde ittifak ve icma olan) hüküm ve müesseselerinde tartışılmasını istemem.

“Peygamber bir postacı idi. İslâm’ı tebliğ etti sonra öldü ve işi bitti…” mealindeki sözleri kabul etmem. Sevgili Peygamberimiz dinimizi tebliğ ettikten sonra vefat etmiştir ama işi bitmemiştir. O’nun hatırası, ruhaniyeti, önderliği Kıyamet’e kadar devam edecektir.

Peygamberimizin sünnetine karşı yapılan tenkitleri kabul etmem.

Ashabın tamamının âdil olduklarını kabul eder ve onlara yapılan saldırıları, hakaretleri, iftiraları meşru yollarla def etmeye çalışırım.

Ehl-i Sünneti beğenmeyenleri beğenmem.

Ehl-i sünnet dışı çığırlar açmaya, Müslümanları çıkmaz sokaklara sokmaya çalışanları tenkit etmeyi bir vazife bilirim.

Müslümanlar hicretin üçüncü asrından sonra Kur’ân’ın dört temel terimi olan Rab,İlah, din, ibadet konusunda sapıttılar, şimdi bu konuda doğruyu ben söylüyorum mealinde laflar eden, kitap yazan Pakistanlı yazarı doğru bulmam. (Büyük alim Ebu’l-Hasen Nedvî bu iddiaya bir kitapla cevap vermiştir.)

Müslümanların din konusunda cumhur-i ulemaya tâbi olmalarını isterim.

İslâm dinini Kur’ân’ın ve Sünnet’in ışığında en güzel ve derli toplu şekilde anlatan kitabın İmamı Gazalî’nin İhyau Ulum’u olduğunu kabul ederim.

Müslümanların lüks, israf, aşırı tüketim, gurur, kibir, aşırı konfor, gösteriş beyinsizliklerine düşmesinden dolayı çok üzüntü duyar ve onları dilimin döndüğü kadar uyarmaya çalışırım.

Bütün Müslümanların beş vakit namaz kılmasını ister ve bu yolda çalışırım. Hür ve mukim erkeklerin mümkün oldukça cemaatle namaz kılmasını arzu ederim.

Bütün Müslüman kadınların tesettüre girmesini isterim. Bu tesettürün elden geldiği kadar dine uygun olmasını arzu ederim.

Tefrikadan, parçalanmışlıktan, Müslümanların bölük pörçük olmasından hoşlanmam; birlik, beraberlik, tesânüd, ittihad isterim.

Zekâtların, Kur’ân’da çok açık şekilde belirtildiği üzere öncelikle fakir ve miskin Müslümanlara verilmesini isterim. Birtakım cemaatlerin ve vakıfların fıkha ve Şeriata aykırı olarak zekat toplamalarını doğru bulmam ve tenkit ederim.

Bütün Müslümanların, bu memleketin bin yıldan fazla kullanmış olduğu Kur’ân harfleriyle Türkçe okumasını, zengin Osmanlıca lisanını öğrenmesini temenni ederim.

Birtakım aşırıların hak fıkıh mezheplerine karşı çıkmalarını, mezhebe bağlı Müslümanları tahkir etmelerini, hattâ küfr ve şirkle itham etmelerini kabul etmem ve onlara karşı fıkhı ve mezhepleri savunurum.

Din hocalarının, din hizmetlilerinin, Ümmet önderlerinin icazetli ve faziletli olmalarını isterim.

Kopukluktan, ârızadan yana değilim, devamlılık taraftarıyım.

Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü cereyanına karşıyım. Bunu Müslümanlara kurulmuş bir tuzak olarak görürüm.

Müslümanların kâfirleri dost ve velî (idareci) edinmelerini, Kur’ân’a ve Sünnete aykırı tehlikeli bir davranış olarak görürüm.

Müslüman kesimin, bugünkü esaret ve zilletten kurtulmak için yeterli sayıda vasıflı, güçlü, üstün, faziletli, ahlâklı, cesur, bilge, mücahid, ihlâslı, takvalı eleman yetiştirmesini isterim.

Birtakım câhillerin bazı din büyüklerini erbab haline getirip onları putlaştırmalarından hiç hoşlanmam.

Bütün Müslümanların, bütün cemaatlerin şu temel değerler ve terimler için çalışmasını isterim: Din, iman, Kur’ân, Şeriat, Sünnet,İslâmî ahlâk, İmamet, Ümmet.

“Sen kim oluyorsun da bu satırları yazıyorsun?” diyerek bendenizi azarlayanlara da “Haklısınız, ben bir hiçim” cevabını verir, onlara selâm ve hürmetlerimi sunar, büyük küçük hepsinin ellerinden öperim. (Milli Gazete-M. Şevket Eygi-21.11.2008)

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=21366

 

 

Hurafe soytarısına açık mektup (5)- Y. Nuri Öztürk

İlim ve irfandan nasipsiz, gözü dönmüş saldırgan echel(EN CAHİL)!

Ulema diye ağzına aldığın insanlar, dincilik fesat ve hıyanetine karşı benim verdiğim bugünkü mücadeleyi asırlarca verdiler. Ulema dediğin vakit, bunlar içinde İmamı Âzam (ölm. 150/767), İbnül- Cevzî (ölm. 597/1200), Ebu Şâme (ölm. 665/1266), Necmuddin Tûfî (ölm. 716/1316) İbn Teymiye (ölm. 728/1327) ve benzeri bilginler yok mu?

Fıkıh, hadis ve tefsir alanının bu âbide isimlerini sevdiğini söyleyebilir misin? Söylersen yalan olur. Çünkü onlar senin söylediklerini değil, benim söylediklerimi savundular. Kandırdığınız halk bunları bilmez ama bu ülkede bunları bilenler var.

Tabiî senin gibi Yezitlikler yapanları bilenler de var.

Söyle bakalım!

İbn Teymiye’nin ‘Şeytan Evliyası ile Rahman Evliyasını Ayıran Kitap’ı ‘el-Furkan’ı seviyor musun? Hiç okudun mu? Arapçasını okumak gibi bir şansın yok. Tercümesi var mı bilmiyorum. Yayıncısın; bir yığın hurafe pisliğini bu millete yıllardır yutturdun. Hadi, samimi Müslümansan, İbn Teymiye’nin, asırlara ruh ve şuur vermiş bu anıt eserini tercüme ettirip yayınlat. Ben tercüme edeyim yayınla.

Bunu asla yapmazsın, çünkü o zaman sen de okumak zorunda kalırsın. Ve eminim, okursan çıldırırsın. Çünkü İbn Teymiye ve benzeri Kur’ancı ulema, kendi ifadeleriyle, ‘uydurulan din’i değil, Kur’an’ın getirdiği ‘indirilen din’i, Kur’an’daki İslam’ı anlattılar. O anlatım senin canına okur.

Ben de işte bu ‘indirilen din’i anlatıyorum. ‘Kur’an’daki İslam’ kitabım bunun için yazıldı.

İbnül-Cevzî’nin ‘İblisin Dine Soktuğu Pislikler’i anlatan ‘Telbîsu İblis’ini seviyor musun? İbn Teymiye’nin eseri için yaptığım teklifi bu eser için de yapıyorum.

O eserlerin birer özetini, benim ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ adlı kitabımdan okuyabilirsin.

Hemen kaşlarının çatıldığını, böyle bir şeyi asla yapmayacağını, onların ve benim eserimi asla okumayacağını söylediğini duyar gibiyim. Sen ve senin gibi hurafe hamalları o iki büyük bilginden asla hoşlanmaz, biliyorum.

Şimdi sana bir soru sorayım:

İbn Teymiye ve İbnül-Cevzî, Ehlisünnet’in en büyük bilginlerinden değil mi? Yoksa onlar ulema değil mi?

Bak, ben, onların devamıyım. Bunu biliyorsun; senin gibi hurafecilerin toplandığı mahfillerde itiraf da ediyorsun, ama yazdığın yazıda söylemiyorsun. Söyle de halk bilsin.

Bunu neden saklıyorsun, onursuz müfteri?

Bak, iki binli yılların koca Diyanet Teşkilatı, benim yıllardır karşı çıktığım ‘uydurma hadisleri din kitaplarından temizlemek’ için ‘uydurma hadisleri ayıklama’ çalışması başlattı. Aynı çalışma, birçok Müslüman ülkede yıllardır yapılıyor.

Asrın ‘Hadis Allâmesi’ diye anılan Nâsıruddin Elbânî (ölm. 1999) gibi bir büyük bilgin, bu güvenilmez hadisleri tanıtmak için yirmi cilt yazdı.

Sen bunları bilir misin, irfansız adam!

Bunlardan haberin yoksa bu işlere burnunu neden sokuyorsun? Yoksa bunlardan haberin var da, bana saldırmak için bilmezlikten mi geliyorsun?

İslam iman ve vicdanı senin gırtlağından aşağı geçmişse bu kadar edepsiz, bu kadar haddini bilmez nasıl olabiliyorsun?

Konuş, söyle! Bir kere olsun, namuslu adamlara yaraşır tavırla konuş!

Şöhrete aldanarak âhiretimi berbat ettiğimi söylüyorsun.

Hurafe hamalı, dalalet sembolü adam!

Sen Allah mısın ki elâlemin âhireti hakkında hüküm veriyorsun? Senin gibi, dini kin aracı yapıp ülkenin insanlarını birbirine kırdıran, dinden imandan nefret yaratan birinin bile âhiretine ilişkin söz söylemek hakkı yok iken hayatını İslam’ı sevdirmekle, dine sırt dönmüş insanları dine çevirmekle geçirmiş bir ilim adamını, senin hezeyanlarına onay vermiyor diye ‘âhireti berbat olmak’la itham etmeye utanmıyor musun?

Nereden utanacaksın? Sende hayadan eser mi kalmış! Haya duygusunun olmadığı yerde imanın olmayacağını söyleyen hadisi görmedin mi?

Bak işte, o hadis uydurma değil. Ama senin gibiler bu gerçek hadisleri değil, uydurmaları öne çıkarır. Çünkü iblisliklerine o uydurmalarda destek bulurlar, gerçek hadislerde değil.

 

 

YALAKALIĞINI NE ÇABUK UNUTTUN!

Daha iki üç ay önce, bir stüdyoda bana, “Biz seninle kardeşiz ama zıt kardeşleriz” diye yılışıyordun. Ben de, “Bu, her halde edeplenmiş” diye senin eski saldırı günahlarını unutmaya çalışıyordum. Ne oldu, seni kimler yemleyip yalladı da durup dururken yine saldırmaya başladın! Kardeş kardeşe böyle mi hitap eder?

Ha bire benim servetime, şöhretime sataşıyorsun.

Ne serveti be adam!

Ben sizin gibi, Müslümanları Allah ile aldatıp da zekât, fitre toplayarak holding mi kurdum? Benim servetim ilmim, kalemim ve kitaplarımdır.

Ha, bir de şunu bil:

Ben; fitre, zekât parasıyla beslenmedim. Onun için başı dik, alnı açık bir adamım. Benim babam da dedem de hem bilgin hem tüccardı. Şükürler olsun, kursağımda onların helal ticaret kazançları, kafamda ve kalbimde onların verdiği ilim ve irfan var.

Ya sen ve senin gibiler?

Şöhretime gelince, ben şöhretimi senin gibi kinle, fesatla, kanlı Pazar provokasyonlarıyla elde etmedim; Farsça’dan Almanca’ya, İngilizce’den Rusça’ya kadar birkaç dile de çevrilen altmış küsur eserimle kazandım.

 

 

ESAS SEN TÖVBE ET!

Beni tövbeye davet ediyorsun. Ben, Kur’an müminiyim, her gün birkaç kez tövbe ederim. Kur’an, “İstisnasız hepiniz tövbe edin!” buyuruyor.

Peki, sen, dini-imanı kana ve kine âlet eden günahlarından hiç tövbe ettin mi! ABD’nin buyruğuyla yaratıp bu ülkenin evlatlarını birbirine kırdırdığın o hain eylemlerinden, Kanlı Pazar günahlarından hiç tövbe ettin mi?

Bu ülkede senin bütün bu melunluklarını bilenler var.

Senin gibiler, bir zamanlar, İmamı Âzam’ı da böyle tövbeye davet etmişlerdi.

Sahi, olmaya sen, İmamı Âzam hakkında geçen haftalarda yazdığım iki yazıdan rahatsız oldun da azdın? Allah biliyor ya, İmamı Âzam’la ilgili o iki yazının, senin gibilerin tâğût virüsünü azdıracağı aklıma gelmişti.

Kancı ve kinci yobaz!

Sen bu hezeyanlarını elli yıldır kusuyorsun. Türkiye’yi ve İslam dünyasını getirdiğiniz yer ortada. Sizin anlattığınız Kur’an dışı dinin yarattığı sonuç, işgal altındaki Irak’tır. Nasıl, beğeniyor musunuz?

Sana son sözüm yani nasihatim şudur:

Altmış küsur yıllık müflis bir ömür geçirmiş, gözlerinin feri uçmuş bir fosilsin. İlmin yok, irfanın yok, eserin yok. Bunlarda sıfırsın. Ama insanlığın, edebin, utanman, ilme, hakka saygın olsaydı durumunu yine kurtarırdın.

Edebe, efendiliğe sığınman gerekirken sen, bir musibet yaratığı gibi, elli yıldan beri fesat üretip ona buna saldırıyor, senin gibi düşünmeyenlerin dinine imanına kalite kontrolü yapmaya kalkıyorsun. Bütün ömrün bu şerir tasallutla geçti.

Yeter artık! Kuyruğunu kıvırıp yerine otur; Allah’a sığın, ifsat ve gıybet günahlarına tövbe et. Yoksa esas senin âhiretin berbat olur.

Sadece âhiretin değil, dünyan da berbat olur. Zaten oldun olası berbat bir bozguncusun sen!

Rahat dur da hiç değilse âhir ömrün berbat olmasın! (Y. Nuri Öztürk-21.11.2008-Hürriyet)

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/10409972.asp?yazarid=277&gid=61

 

NOT: Yaşar Nuri Öztürk ile Ayşe Özgün, 18.05.2009 tarihinde Habertürk Tv’de Pazartesi akşamları yaptıkları programda bu konuyu ele almışlardır.

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

18th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Dinin afyon yüzü

Böyle başlıklı bir yazıyı ancak Marksist/ateist birisi yazar; “Ne yapıyor bu adam?” diyeceksiniz…

Belki bazıları öküz altında buzağı arayarak “kutsala saldırı” sanacak…

Hayır!

Dikkat edin “Din afyondur!” demiyorum. “Dinin afyon yüzü” olduğundan bahsediyorum. Afyon yüzden kastım ise saf dinde değil; mensuplarının din algısında ortaya çıkandır. Benim gördüğüm dinin en temel kavramı olan “Allah”ın dindarın zihninde rahatlıkla afyona dönüşebildiğidir. Bunun sebebi “Allah” kavramının doğrudan kendisi midir, yoksa onu algılayan zihin midir? Bu nedenle “Dinin afyon yüzü” ile içeriden yüzleşmenin ateistlere bırakılmayacak kadar önemli olduğunu düşünmekteyim…

Evet, bütün dinlerde olduğu gibi, dünyanın gelmiş geçmiş en aydınlık, en gerçekçi dininde bile, malesef, Akif’in tabiri ile “çehre-i memsuh” (çirkin, karanlık bir yüz) oluşturulmuş durumda…

Saf dinlerin asla yalan söylemeyeceğine inanırım. Ama onlar da zamanla yeryüzünün tozuna toprağına bulanırlar ve mensuplarının elinde afyona dönüştürülerek tanınamayacak hele getirilirler. Bununla hesaplaşmak, en çok da, bu dinlerin samimi bağlılarına düşer.

***

Dünyada en çok istismar edilen kavram hiç şüpheniz olmasın “Allah”…

Şu söz doğrudur: İyi bir insana kötü bir şey yaptırmak istiyorsanız önce Tanrı’ya inandırın. Sonra, örneğin “Tanrı şunu öldürmeni istiyor, farz” deyin, göreceksiniz gözünü kırpmadan yapacaktır…

Şu söz de doğrudur: Kötü bir insana iyi bir şey yaptırmak istiyorsanız önce Tanrı’ya inandırın. Sonra, örneğin “Tanrı bunu yapma diyor, haram” deyin, göreceksiniz yapmaya eli varmayacaktır…

Özellikle birinci halde dinin “afyon” yüzünü görürsünüz.

“Afyon” uyuşturmak demek olduğuna göre, insani açıdan bu, zihni uyuşturan, donduran, çalışmaz hale getiren şey demek oluyor. “Allah” kavramının dinin afyon yüzünde tam da bu işlevi gördüğünü görüyoruz.

***

Örneğin:

Deniyor ki: Kayadan nasıl deve çıkar? Bugün bunun bir örneği var mı? Test edebilir miyiz?

Diyor ki: Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?

Deniyor ki: İsa evin bacasından nasıl göğe çıkar? Bunun bugün bir örneği var mı? Test edebilir miyiz?

Diyor ki: Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?

Deniyor ki: Bir insanı ateş nasıl yakmaz? Bunun bugün bir örneği var mı? Test edebilir miyiz?

Diyor ki: Ne yani “Allah” yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün…

Görüyoruz ki burada “Allah” kavramı “iman etmek” adı altında “afyon” işlevi görmektedir.

Ne tarihten, ne hayattan, ne tabiattan, ne edebiyattan delil getirme, araştırma gereği duymuyor. Hatta Allah’ın kavli ayetini (Kur’an metnini) okuma gereği bile duymuyor. Dikkatle okusa orada öyle denmediğini görecek. Kevnî ayet (tarih, hayat ve tabiat) ile test etme ihtiyacı hele hiç hissetmiyor.

Tam bir Hristıyan imanı: “Önce iman et sonra düşünürsün! Absürd ama inanıyorum. Zaten din dediğin de budur!”

***

Kanımca bu Kur’an imanı değildir! Bu iman değil afyondur!

Kur’an imanı, içinde akıl olan, düşünce olan, şüphelerden, sorulardan, arayışlardan, acı çekmelerden geçerek oluşur. Canlıdır, dinamiktir. İman şu an bilfiil yaşayan, hareket halinde olandır. İnip çıkan, artıp eksilen, yeni ve taze olandır.

İtikat ise imanın külüdür. Donmuş kurallardır. Dogmatik eski akaidlerdir. İman işaret edilen yöne, itikat ise işaret parmağına yoğunlaşır. İman yaşayan hayattan, canlı tabiattan, aklın ve vicdanın uyanışından fışkırandır. İtikat ise donup kalmış olandır.

İmanın 73 şubesi vardır, en küçüğü yoldaki taşı kaldırmaktır. Yani içinde insan, hayat ve tabiat olan şeydir iman. İtikat ise 73 maddeli bir deklarasyondur; eskilerin donmuş söz yığınıdır. En küçüğü de mesh üzerine mesh haktır, inkar eden kafirdir der.

***

Şu halde, İslam’da imanın hangi köke dayandığını iyi anlamalıyız.

Hiç şüphesiz bu “Allah ve ahiret günü”dür.

Buna, aklın soruları, vicdanın sızlaması ve gönlün taşması ile ulaşılır. İman bu güvene ulaşmış dinginlikten doğan taşma, coşkunluk ve heyecanın adıdır. Taşmanın, coşmanın ve heyecanın olmadığı yerde iman da yoktur. İman hiç heyecansız olabilir mi?

Demek ki dindara heyecan veren esas muharrik Allah ve kıyamet olayıdır. Bunların ise tarihte, hayatta ve tabiatta doğrudan karşılığı yoktur. Çünkü dış dünyada görünür birer “nesne” değildirler. Bilakis sürekli varoluş, vicdani bir arayış ve gerçekleşmesi beklenen umutturlar. Bunun için serazat bir imanın (taşmanın, coşmanın, heyecanın) konusudurlar. Dindarın gönül dünyasından pınarlardan fışkıran sular gibi taşıp gelirler.

Tarihte, hayatta ve tabiatta karşılığı olan nesnel şeyler ise bilginin konusudur. Perde gerisine (verai’l-hicab) inersen yani araştırırsan, incelersen, derinliklerine dalarsan bilgisine ulaşır, ne olduğunu anlarsın.

Ama Allah’ı ve ahiret gününü araştırsan da künhüne vakıf olamazsın. Allah’ı ancak yapıp ettiklerinden yani eserinden tanırsın. Bunun için İslam dil, tarih ve kültür evreninde İlmullah (Allah bilgisi/teoloji) denmemiş de Ma’rifetullah (Allah’ı tanıma) denmiş…

Demek ki Allah’a sanki görmüşcesine (ihsan), ahirete de sanki gidip gelmişcesine (yakîn) iman etmeliyiz. Müslümana taşmayı, coşmayı ve heyecanı işte bu ikisi (ihsan ve yakîn) verir. İslam’da imanın kökleri bunlar olmak icap eder.

***

Bu nedenle, Kur’an’ın tabiri caizse “şok” iddiası kıyamet iddiasıdır.

İddiasıdır diyorum çünkü bunun ispatı ile uğraşmak söz konusu olamaz. Allah’a ve ahiret gününe imanın bilimsel ispatı olmaz. Bunun için “şok” iddiadır yani imana konu olan, ispatı veya gayr-i ispatı mümkün olmayan iman esasıdır.

Şok iddia şudur: Ölüler dirilecek! Hesap ve mizan kurulacak! Cennet ve cehennem olacak! Bütün bunları Allah yapacak!

İlginçtir, bugün daha çok “ateistlerce” sorgulanan bu şok iddia ile ilgili en esaslı soruları peygamberlerin sorduğunu görüyoruz:

Hz. Musa: “Bana kendini göster!” (A’raf; 7/143).

Hz. İbrahim: “Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster!” (Bakara; 2/260)

Bugün bu tür soruları Müslüman zihin soramıyor. “Neden?”, “Niçin?”, “Nasıl?” sorularını “Şeytanca sorular” olarak görüyor. İmanı zayıf olmanın göstergesi sanıyor.

Halbuki ilk soruyu da melekler sormuştu: “Kan dökecek ve fesat çıkaracak birisini mi yaratacaksın?” (Bakara; 2/30)

Oysa bu sorularla bize, inkarın değil imanın yolu gösteriliyor. Bize çelik gibi imana bu tür soru ve sorgularla ulaşabileceğimiz gösterilmek isteniyor.

Öyle ya, iman ile ilgili tartışmalar bu ikisi (Allah ve kıyamet) etrafında dönmüyor mu?

Diyorlar ki: Allah nerede, hani göremiyoruz?

Diyorlar ki: Ölüler dirilecekmiş! Şu toz toprak olmuş kemik yığınları tekrar dirilecek öyle mi?

Peygamber de diyor ki: Ben ğaybı bilemem, meleğim de demiyorum. Fakat inanın, zaman bu Kitabı haklı çıkaracak. Bekleyin, ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.

***

Demek ki Kur’an’da kalbin eylemi olan iman fiilinin konusu Allah ve ahiret (kıyamet) günüdür. Geri kalan ne kadar konu varsa hepsi imanın değil; bilginin konusudur.

Onun için “Ne yani olamaz mı, Allah’ın kudretinden şüphen mi var?” argümanı yalnızca burada kullanılır. Nesnesi tarih, hayat ve tabiat olan konularda da aynı argümanı kullanırsan işte “Allah” kavramı orada afyona dönüşür. İnsan zihninin tarihi, hayatı ve tabiatı kendi yalın gerçekliği içinde anlamasına engel olur. Tarihin, hayatın ve tabiatın “ne ise o şekilde” anlaşılmasına engel olan, olup bitenin içine girmemize, ona nüfuz etmemize imkan vermeyen ve bizi gerçekliğin doğasına yabancılaştıran bir fenomen haline gelir.

Demek ki ne Salih’in devesi, ne İbrahim’in ateşe atılması, ne Süleyman’ın karıncaları, ne Ashab-ı Kehf’in üç yüz yıl uyuması, ne Musa’nın denizi yarması, ne İsa’nın ölüleri diriltmesi, ne de Peygamberimizin ayı yarması vs. imanın konusu değildir!

Tamamen tarihin, hayatın, tabiatın ve bunları anlamamızı sağlayacak bilginin, belgenin, deneyin, kanıtın, araştırmanın, incelemenin konusudur. Ne dendiği üzerinde iyi çalış, tarihe, hayata, tabiata git ne olduğunu anlayacaksın. Zaten diğerlerine gitmeye bile lüzum kalmadan, daha metin üzerinde bunların hiç birisinin öyle sanıldığı gibi olmadığını göreceksin. Okumayı bilmemekten, ne dendiğini anlamamaktan, bilgiden korkmaktan, dahası “Ne yani olamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?” argümanını yanlış yerde kullanmaktan kaynaklanan kör bir “itikatın” sürüp gittiğini göreceksin.

Görülüyor ki “Ne yani ‘Allah’ yapamaz mı?” argümanı, burada, Müslüman zihni uyuşturan, tarihe, hayata ve tabiata yabancılaşmasına neden olan bir afyona dönüşmüş oluyor. Allah’ın her şeyi yapabilirliği, buradan girerek Müslüman zihnin her şeye inanabilirliğine dönüşüyor. Bu durumda “Müslüman kimdir? denince akla gelen “Gerçek’e (Hakk’a) teslim olan” değil; “Allah” deyince her şeye teslim oluveren oluyor. Gerçekte “orada” ne olup olmadığının hiçbir önemi kalmıyor. Böyle işleyen bir zihnin araştırma yapması, bilginin, belgenin, delilin, kanıtın peşine düşmesi mümkün değildir. İslam dünyası bu yüzdendir ki uyuşmuş, donmuş vaziyettedir.

“Allah” ile uyanan bir dünya, “Allah” ile uyuyan bir dünya haline gelmiştir.

İşte buna dinin öteki yüzü diyoruz.

Demek ki, kişiye bir şeyi inandırmak istiyorsanız, önce hikmetinden sual olunmaz, kudreti sonsuz, dilediğini istediği gibi yapan, keyfemayeşa bir Allah anlayışını benimseteceksiniz. Sonra, “Kudretinden şüphen mi var, hikmetinden sual mi ediyorsun, neyi dilerse onu yapar, onu da öyle yapmış işte..” diyeceksiniz. Böyle böyle inandıramayacağınız, kabul ettiremeyeceğiniz hiçbir şey yoktur.

İşte bu da dinin afyon yüzü oluyor.

***

Halbuki Kur’an’da “Allah” kavramının tam tersi bir işlev gördüğünü görüyoruz.

“Akletmez misiniz, düşünmez misiniz, neden aklınızı kullanmıyorsunuz, aklını kullanmayanı Allah zillet (pislik) içinde bırakır , ya onlar yanıldılar ise?” vs. diyerek onlarca yerde tutulmuş akılları işletmeye ve donmuş vicdanları açmaya çağırır.

Müslümanlar bunların hep inkarcılar için söylendiğini sanır. Öyle ya bir kez iman ettik mi bunlara ne gerek var. O imanla bütün her şeyi açıklarız. Sıkıştığın her yerde “Allah’ın kudretinden şüphen mi var, imanın yok mu?” de yeter.

Oysa imanın 73 şube olması, bunun da en küçüğünün “yoldan bir taşı kaldırmak” gibi daima eyleme, amele, hayata, sokağa dönük yüzü olması gibi, bir zihin eylemi olan “anlama faaliyetinin” de otuz aşaması var. Bunların tamamı da insanoğlunun tarihi, hayatı ve tabiatı anlama ve kavrama faaliyetini ifade eder. Kur’an’da gözünü yumarak inanma (mit/mythos) yoktur. Tam tersi gözünü, kulağını, kalbini tarihe, hayata ve tabiata açarak gerçeğin peşine düşme vardır. Gözleri kör, kulakları sağır ve kalplerine mühür vurulmuş olanları, ellerini (eyd), gözlerini (ebsar) ve gönüllerini (fuad) harekete geçirmeyerek uyuşturup donduranları Allah hayvandan daha aşağı yerine koyar.

Kur’an insanın idrak faaliyetine “derin kavrayış ve bilgelik” (hikmet) diyor. Türkçe’de algı, akıl, anlama, beyin, bilinç, feraset, havsala, irfan, izan, kafa, kavrayış, sağduyu, şuur, us, zeka, zihin dediğimiz şeydir.

Bu faaliyetinin otuz aşamasından en önemlilerini şunlar: Fark etmek, ispat yolunu araştırmaksızın idrak etmek (şuur), idrak edilecek şeyin manasını resmetmek (tasavvur), resmedilen şeyi zihinde korumak (hıfz), hıfzedilmiş olan şeyi unuttuktan sonra zihne geri döndürmek, hatırlamak (zikr), sözü anlamak (fehm), sözün maksadını anlamak (fıkh), sebep-sonuç sürecini izlemek, sebebi sonuca, sonucu sebebe bağlamak (akıl), maksat ve öncüllerden hareketle bilmek (dirayet), bilgi kazanma gücü (zihin), mevcut olandan hareketle mevcut olmayana geçiş (fikr), arka planı düşünmek (tedebbür), çabucak kestirme (zeka), duyuların kaybolmasından sonra geriye kalan şekil (hayal), düşünmeksizin bir anda hâsıl olan bilgi (bedihe), görünen gerçeği görünmeyen konusunda delil olarak getirmek (feraset), iç görü, kalp gözü (basiret), içses, iç buluş, (vecd)…

Bunların hepsine birden süzülmüş bilgi, bilgelik (hikmet) deniliyor. Şu halde bir kişiye hikmet verilmesi, kişinin bu melekelerini çalıştırması, işletmesi, harekete geçirmesi sonucu elde ettiği “derin anlayış ve bilgelik” demek oluyor. Demek ki Arap’ın “deveye/ata gem vurma” manasında kullandığı hikmet, bu durumda insanoğlunu gemleyici, yanlış işler yapmasını önleyici, suça ve günaha kaymaktan ve sorumsuzca yaşamaktan kurtarıcı, medeni bir insan haline getirici “gemler” olmaktadır. İşte bu gemlere Kur’an süzülmüş bilgi, bilgelik (hikme) diyor. Bu, bir insanda yukarıdaki anlama süreçlerinin tümü birden çalıştırıldığında gerçek anlamıyla ortaya çıkıyor. Aksi halde insan “gemi azıya almış at” gibi kontrolden çıkıyor…

Kur’an otuza yakın kavramla yüzlerce yerde bizden ısrarla ve boyuna bunları istiyor.

Böyle bir Allah hiç afyon olur mu?

O Allah ki Olimpos dağında oturan Yunan Tanrısı Zeus gibi, bilgiyi kendisinden çaldığı için insanı (Prometeus) Kafkas dağlarında akbabalara yem ederek cezalandıran değil; bilgiyi yani bilme yeteneğini/eşyaya isim koyma kabiliyetini insana (Adem’e) yaratılıştan bizzat kendisi lütfedendir. Üstelik bunu kullanacak aklını işletmediği için de insana kızandır.

Onun için Kur’an kendisine “zikr” der. Yani verileni/lütfedileni hatırlatma…

Peygamberler yaptıklarına “inzar” der. Yani verileni/lütfedileni (aklı ve vicdanı) derin uykulardan uyandırma, uyanışa çağırma…

Nedense bunları hep inkarcılara yönelik anlarız. “Ben zaten iman etmişim, bunlar bana hitap etmiyor” diye düşünürüz. Oysa iman sandığımız şey eskilerin “itikat” dediği donmuş kelime hisarlarından başka bir şey değildir.

Kanımca, Kur’an’daki akletme çağrılarının tümü, bugün için, doğrudan doğruya İslam dünyasına hitap etmektedir. Tümüne öncelikle, evveliyetle ve behemehal biz iman iddiasında olan ve fakat gerçekte kör bir itikat sahibi olmaktan ötesi olmayanlar muhatabız.

Çünkü kurtulmuşluk vehmi içindeyiz, uyarıları kendimize yönelik anlamıyoruz. Bir zamanların Yahudilerine dönmüşüz. İşte görüyorsunuz, şu an Allah bizi pisliğin, zilletin içinde bırakmış debelenip durmaktayız.

***

Demek ki Ali Şeriati’nin dediği gibi dini ikiye ayırmamız gerekiyor: Halkların vicdanı olan din, halkların afyonu olan din…

Kanımca buna İslam da dahildir.

Bugün İslam’ın Emevî yüzü İkbal’in tabiri ile 590 yıldır, Akif’in tabiri ile “700 küsür yıllık kitaplarla avarelik ederek” Müslüman halkları iyiden iyiye afyonlamış bulunuyor.

Müslümanın aklını, vicdanını, beynini, zihnini uyuşturmuş ve işlemez hale getirmiş bulunuyor…

İnsanlık acı ve ızdıraplarının başkaldıran sesi olarak doğmuş bir din, insanlık acı ve ızdıraplarını “kader” diyerek bastırmanın aracına haline getirilmiş…

“Zülme isyan” olarak doğmuş bir din, “ulu’l-emre itaat” adı altında zulme rızanın, harâmîye biatın telkin aracı olmuş…

“Haksızlığa itiraz”nın soylu sesi olan bir din, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanların yalaka yuvasına dönmüş…

“Hiçbir ücret istemiyorum” diyerek saf bir yürek temizliği ile başlayan bir din, pazarların en büyüğü, sektörlerin en kârlısı haline gelmiş… Kuru hurma yiyen bir kadının oğlu din pazarlarına meta yapılmış…

“Kölelere özgürlük” (fekku raqabe) diye doğmuş bir din, insanları köleleştirmenin vasıtası haline gelmiş…

“Aklını kullanmayan pisliğe batar” diyen bir dinin mensupları, insanlık liginde akıl tutulmasının şampiyonu haline gelmiş, “vahiy” adına akıl düşmanlığının kalesine dönüşmüş… Güya diğerleri de vahye karşı aklın yıkılmaz kalesi!?

Sağlığında müşriklerin bütün mucize isteklerini ısrarla reddeden, “Bende de sizin gibi bir beşerim” diyen peygambere, ölümünden sonra müşrikler ne istediyse hepsi yaptırılmış… Açın bakın “700 yıldır âverelik edip durduğumuz âsâr” bunlarla dolu…

***

Şahsen ben bütün bunlarda en etkili silahın hep “Allah” sihirli sözcüğü olduğunu gördüm: “Ne yani ‘Allah’ yapamaz mı? Allah’ın kudretinden şüphen mi var?”

Oysa, Allah yapacağını yapmış, kudretini göstermiş, görmüyor muyuz? Kafamızı kaldıralım da bakalım, ayette (Mülk; 4) geçtiği gibi yorulup o kudret ve görkem karşısında aciz kaldığımızı göreceğiz. Yaşayan mucize bu işte! Ama biz bakmıyoruz, görmüyoruz…

“Yaşayan Gerçek” gözümüzü yaşartmıyor ama ömrümüz “ölü menkıbelere” ağlamakla geçiyor. Biz yaşayana, gerçeğe, hayata, tabiata kör olmuşuz. Gözlerimiz var görmüyor, kulaklarımız var duymuyor. Geçmiş çağlarda yaşıyoruz, hatta geçmişe tapıyoruz, ölü seviciliği yapıyoruz. Ruhlardan , ölülerden medet umuyoruz. Ölülerin, cinlerin, perilerin dünyası bizim dini dünyamız. Gerçeğin, hayatın, tabiatın dünyası değil…

Peygamberimizin “İyi bakın, ibret alın, işte Allah’ın apaçık ayeti!” diye işaret ederek gösterdiği gökteki ay -elân, şimdi, şu anda, hem de her gece- bizim de tepemizde… Mu’min ellerce tıpkı onun yaptığı gibi işaret edilip gösterilmeyi mahzun mahzun bekliyor. Biz bu yaşayan ayeti görmüyoruz da, kandil gecelerinde vaizin “yarıldı, bölündü” ölü anlatılarını “Alaaddin’in sihirli lambası” ve “Uçan halı” tadında, üstelik şekerleme yapa yapa nasılda dinliyoruz?

İlkbaharda açan çiçek, sonbaharda dökülen yaprak, toprağın kokusu, göğün mavisi, suyun sesi, güneşın ışıltısı, ayın parıltısı nicedir bizi etkilemiyor. Doğayı dinlemiyoruz, oradan gelen sesleri duymuyoruz. Oysa Allah oradan her dem insanlıkla konuşuyor. Öyle ya naturalizm, sekülarizm olur!

Buradan iman mı çıkar, sanat mı, yaratıcılık mı, estetik mi? Ne?

Alıştık, alıştırıldık, “gerçek” bizi sıkıyor. Uçmak, uzaklaşmak, gerçeklerden kaçmak istiyoruz. Oysa Allah beşerle gerçeklikten uçmalar kaçmalar yoluyla değil; gerçekliğin tâ derunundan (perde gerisinden) konuşur. Biz muhtaç olduğumuzdan kaçmaktayız. Akıl ve bilgi ortaya çıktıkça dinimizin gerileyeceğini sanıyoruz. Oysa akıl ve bilgi ortaya çıktıkça gerileyecek olan “tapınak dinleri”dir; gerçek hayat dini değil…

Çünkü aklı veren Allah…

Esmayı (bilgi üretmeyi, eşyaya isim koyma yeteneğini) Adem’e veren Allah…

Adem’e (bize) akıl ve vicdan koyan Allah! İnsana oradan her dem seslenen Allah!

Onun için Cenâb-ı Hakk (Büyük, Yüce Gerçek) insan zihninin afyonu olamaz!

Gerçeğin ta kendisi olan dini de (dinu’l-hakk) halkları uyuşturma rolü göremez!

Gerçeği bilmeye ve anlamaya yarayacak aklı ve vicdanı insanoğluna kendisi veren Allah, nasıl insan zihnini uyuşturan bir afyona dönüşür? Olabilemez! Bu, varlık ve oluş tabiatına tamamen terstir. Burada bir yanlışlık var…

Adam çıkmış televizyondan “ölü din” anlatıyor. Üstelik bunun için de milyarlarca dolar para alıyor. Manzaraya bakınız: Önce kocaman harflerle zoom: “Cinler ne yerdi? Azz sonra…” Arkasından kameraya çarpraz bakarak, genizden gelen sesle, fon eşliğinde ve ekolu sesle cevap: Cinler tezek yerdi (!)… Öyle ya “Allah”ın kudretinden şüphen mi var (!).

Gel de Akif’i hatırlama:

“Allah” de ne istiyorsan becer.

Oh ne iyi, ne ala, ne şeker.”

Ey millet-i merhume! İşte bu dinin afyon yüzüdür! Uyuşturuluyorsunuz, aklınız, zihniniz çalınıyor, hayvandan bile aşağı hale sokuluyorsunuz!

Bu din afyon olsun diye gelmedi!

Kisra’nın karşısına dikilen sahabenin diliyle: Dinlerin zulmünden/afyonundan insanlığı kurtarmak için geldi! Sonra keser döndü sap döndü, gün geldi hesap döndü kendisi afyon haline geldi ha?

Öyleyse bu ne hazin bir tükeniş?

“Allah”ını seven buna itiraz eder! (İhsan Eliaçık) http://www.haber10.com/makale/13466

posted in BİLİMSEL RASYONALİTE | 0 Comments

12th Kasım 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İSÂ PEYGAMBER

İsâ (selâm ona): Allah’ın bir mu’cizesi olarak bakire Meryem’den Beytlahm’de doğmuştur. Matta İncîli İsâ ile İbrâhîm arasında 42 nesil olduğunu söyler ve İbrahim’den İsâ’ya şu ataları sayar: İbrâhîm, Ya’kûb, Yahuda, Perets, Hetsron, Ram, Amminadab, Nahşon, Salamon, Boaz, Obed Yesse, Dâvûd, Süleyman, Rehoboam, Abbiya, Asa, Yehoşafat, Yoram, Uzziya, Yotam, Ahaz, Hizkiya, Manasse, Amon, Yoşiya ,Yekonya, Şealtiel, Zerubbabel, Abiud, Elyakim, Azor, Sadok, Ahim, Eliud, Eleezar, Matta Ya’kûb,Yûsuf. Yûsuf İsâ’nın annesi Meryem’in nişanlısı idi. Henüz evlen-meden önce Meryem, Rûhu’l-Kudüs’ten gebe kalmış ve bu kendisine rü’yâsında bildirilmiş, doğduktan sonra Yûsuf, karısını ve İsâ adını verdiği çocuğu Mısır’a götürmüştür. Kral Hirodes’in ölümünden sonra tekrar ülkesine dönüp Nâsıra’ya yerleşmiştir. Büyüyen İsâ, Ürdün ırmağı kıyı­sında insanları su ile vaftiz eden Yahya’nın yanına gidip onun tarafından vaftiz edilmiştir. Yahya’nın yakalanıp öldürülmesi üzerine İsâ, Nâsıra’dan ayrılıp Zebulun ve Naftali sınırlarında deniz kıyısında bulunan Keferna-hom’a gelmiş, bölgedeki yerleşim yerlerinde dolaşarak Yahûdî dinini asl-ı safvetine kavuşturmaya çalışmıştır. “Benim şerîati yıkmağa geldiğimi sanmayın, ben yıkmağa değil, tamamlamağa geldim” demiştir.

Peygamberlik misyonuna başlamadan önceki hayatı hakkında, sadece Beytlahm’da doğup Mısır’a gitmesi ve bir süre sonra ailesiyle birlikte Nâsıra’ya dönmesinden başka bir şey bilinmiyor. Yahya tarafından vaftiz edildikten bir süre sonra kendisi peygamberlik misyonuna başlamış, Yahûdî din adamlarının direnciyle karşılaşmış, bu yüzden Kudüs dışındaki bucak kentlere giderek öğretilerini yaymağa çalışmıştır.

Onun hayatı ve öğretileri, Hıristiyan yazarlar tarafından İndilerde özetlenmiştir. İsâ, öğretilerini yaymağa başladığı zaman, Filistin’deki Bizans uydusu Yahûdî Devletinin başında Vali Pilatus vardı. İsâ’nın öğretileri, dini bir çıkar haline getirmiş olan Yahûdî hahamlarını kızdırmış, onu Kaysere karşı insanları kışkırtan, dini inkâr eden bir insan olarak göstermişlerdi. Hıristiyan kaynaklarına göre vali Pilatus, İsâ’yi yakalatıp Yahûdî hahamları tarafından muhakeme ettirdikten sonra çarmıha ger­direrek idam etti. Kur’ân-ı Kerîm’e göre de Allah onu korudu. Onu değil, başka birini ona benzeterek öldürdüler. Meryem: 44/16-34; Mü’minûn: 74/50; Bakara 92/42-61; Nisa: 98/156-159, 171-172’nci âyetler de kısa veya uzun olarak Hz. İsâ’dan söz etmektedir.

İslâm Ansiklopedisinde İsâ maddesini yazan D. B. Macdonald’ın belirttiğine göre bu ad, Yahudilerden Araplara geçmiş bir şekildir. Yahûdî-ler, duydukları kin ve düşmanlık nedeniyle İsâ’ya Esau derler ve Esau’ın ruhunun ona geçtiğini iddia ederlerdi. Bazılarına göre de İsâ adı, Musa’ya nazîr olarak Süryânî Yeşû’ kelimesinden kaynaklanmıştır. İsmin İslâm’daki îzâhı için bakınız: Beyzâvî, KuPân, III. 40; nşr. Fleischer, 1.156′, s. 2.

Macdonald’ın gönderme yaptığı Beyzâvî Tefsîrinde, Mesîh ve İsâ isimleri hakkında şu bilgi verilmektedir: Mesîh, İbrânîce mübarek anla­mındaki meşîhâ kelimesinden gelir. İsâ ise îşau ın Arapça söylenişidir. İki isim de mesh kelimesinden türemiştir. İsâ, bereketle meshedildiği (meshedilerek kutsandığı), ya da günâhlardan temizlendiği, yahut bir yerde durmayıp dünyayı dolaştığı için kendisine Mesîh denmiştir.

Kur’ân’a göre İsâ: “Meryem’in oğlu” (msl. III. 40; IV. 169; XIX. 35 ve başka yerler); bakire Meryem ‘den, bir mu’cize olarak babasız doğmuş, Allah’tan bir kelime, yahut Allah’ın kelimesi (11.40, IV. 169); Meryem’e Allah’ın düşürdüğü “^S”: Ol” kelimesidir. İsâ’nın, babasız, bir mu’czie olarak yaratılması, Âdem’in yaratılmasına benzer (111.52). İsâ, İbrânîce Maşiah’tan doğan Mesîh unvanıyla anılmıştır (III. 40; IV. 169 vs). Allah’ın ruhu (IV. 169). Aynı anlamda meleklere de rûh denilir. İsâ da doğrudan Allah’tan gelen bir rûh idi. Nitekim Allah Âdem’e şekil vermiş ve ona ruhundan (XV. 29, XXXVIII. 72) üflemiştir. Daha sonra gelen yazarlar İsâ’ya er-Rûh (Lisan: III. 290,15) veya Rûhullah (Allah’ın Ruhu) (Zemahşerî, Keşşaf: nşr. Lees, 1.338) diyorlar. Aynı zamanda İsâ Abdullah (Allah’ın kulu)dur (IX. 31, XLIII. 59), Allah’ın kulu olmaktan çekinmez (IV. 170).

Peygamber, mi’râcı esnasında İsâ’yi, ikinci gökte görmüştür (Buhârî, Kahire: 1315, V. 53). Her yerde mübarek (IX. 32); kavlu’1-hakk (hakikatin sözü) (IX. 34). O bir nebî(peygamber) (IX. 31) ve resûl(IV. 50, LVII. 27)dür. Onun risâleti bir mu’cize ve rahmettir (IX. 21). Kendisi ve anası mu’cizedirler (XXIII. 52). Bir mesel, yahut bir remz (XLIII. 57, 59) kılınmıştır. O açık deliller ve hikmet (XLIII. 63; V. 109) getirmiştir ve Allah tarafından Rûhu’l-Kudüs (II. 81, V. 109) ile desteklenmiştir. Allah ona öğretmiştir (III. 43; V. 110) ve ölüleri diriltmek, hastaları iyileştirmek, balçıktan kuşlar yaparak Allah’ın izni ile onlara can vermek (III. 44, V. 110) gibi mu’cizeleri vardır.

Şimdi biz, onun hayatının çeşitli aşamaları hakkındaki âyetleri, iniş sırasına göre izah etmeğe çalışacağız:

İsa’nın Mu’cizevî Doğumu

19/16- Kitab’da Meryem’i de an. Bir zaman o ailesinden ayrılıp doğu yönünde bir yere çekilmişti. (Evinde veya mabedde bir kenara çekilip kendini ibadete vermişti). 17-Bkz. İslâm Ansiklopedisi, İsâ maddesi, 5 (II)/1062-1064 Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de ruhumuzu ona gönderdik. (O) Ona düzgün bir insan şeklinde göründü. 18- (Meryem) Dedi ki: “Ben senden çok esirgeyen (Allah’a) sığınırım. Eğer (Allah’tan) korkuyorsan (bana dokunma).” 19- (Ruh): “Ben, dedi, sadece Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir erkek çocuğu hediye edeyim diye (geldim).” 20- “Benim nasıl oğlum olur, dedi, bana bir insan dokunmadı ve ben bir kahpe de değilim.” 21- (Rûh): “Öyledir, dedi, Rabbin: ‘O bana kolaydır. Onu insanlara bir mu’cize ve bizden bir rahmet kılmak için (bunu yapacağız)’ dedi” ve iş olup bitti. 22- (Meryem,) Ona gebe kaldı. Onunla uzak bir yere çekildi. 23- Doğum sancısı onu, bir hurma dah(nın altı)na getirdi. “Keşke dedi, bundan önce ölseydim, unutulup gitseydim!” 24- Altından (Rûh) ona şöyle seslendi: “Üzülme Rabbin alt tarafından bir su arkı var etti” 25- “Hurma dalını sana doğru silkele, üzerine olmuş, taze hurma dökülsün.” 26- “Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen: ‘Ben Rahman için (susma) oruc(u) adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım’ de.” 27- (Meryem) Onu taşıyarak kavmine getirdi: “Ey Meryem, dediler, sen tuhaf bir iş yaptın.” 28- “Ey Harun’un kız kardeşi, baban kötü bir adam değildi, annen de fahişe değildi (sen ne yaptın böyle)?” 29- (Meryem, konuşmaları için) onu gösterdi. Dediler ki: “Beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?” 30- (Çocuk): “Ben Allah’ın kuluyum, dedi, (O) bana Kitâb’ı verdi, beni peygamber yaptı.” 31- “Beni bulunduğum her yerde insanlara yararlı kıldı. Sağ olduğum sürece bana namaz kılmayı, zekât vermeyi emretti!” 32- “(Beni) Anneme iyilik eder (kıldı,) beni baş kaldıran bir zorba yapmadı.” 33- “Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak kaldırılacağım gün de (Allah’tan) bana esenlik verilmiştir.” 34- İşte Meryem oğlu İsâ. Şüphe edip ayrılığa düştükleri şey, “gerçek söz”e göre budur. 35- Çocuk edinmek, Allah’a yakışmaz. O, (böyle şeylerden) yücedir. Bir işi yapmak istedi mi ona sadece “ol” der, (o da) olur. 36- “Şüphesiz, Allah benimde Rabbim, sizin de Rabbinizdir, O’na kulluk edin.” İşte doğru yol budur. (Meryem: 44/16-36)

16-21’nci âyetlerde Hz. Meryem’in, melekle karşılaşması anlatılıyor. ÂI-i İmrân Sûresinde açıklan­dığı üzere, annesi henüz gebe iken, karnındaki Meryem’i, ma’bed’e hiz­metçi olarak adamıştı. İşte çocukluğundan beri vaktini ibâdetle geçirmekte olan Meryem, ma’bed’in doğu yönünde, tenha bir yerde bulunuyordu. O bu halde iken Allah, Ruhunu Meryem’e gönderir. Düzgün, yakışıklı bir insan biçimine bürünerek kendisine gelen ruhu görünce Meryem, Allah’a sığınır, onu kendisine saldırmak isteyen bir delikanlı sanarak: “Eğer Allah’tan korkuyorsan beni bırak, bana dokunma, senden Allah’a sığınırım!” der.

Fakat Rûh, Allah’ın elçisi olduğunu, kendisine tertemiz bir erkek çocuk hediye etmek üzere geldiğini söyler. Kendisine insan eli değmediği ve kendisinin fahişe bir kadın da olmadığı halde nasıl çocuk doğuracağına şaşan Meryem’e Rûh, bunun Allah’a kolay bir iş olduğunu, insanlara bir mu’cize olmak üzere bu çocuğu böyle babasız yaratacağını söyler ve iş olup biter. Son âyet, Meryem’e gelen Rûh’un sözü olabileceği gibi, o durumu anlatan bir âyet de olabilir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Meryem’e çocuk üfleyen Ruhun adı belirtilme­miştir. Tefsirlere göre bu Rûh, Hz. Cebrâ’îl’dir. Çünkü o, “er-Rûhu’l-emîn: Güvenilir Rûh” olarak nitelendirilmiştir. Maamâfîh bu konuda bir açıklık yoktur. Sûre, Mekkîdir. Mekke’de inen sûrelerde Kur’ân’ı getiren Rûh, güvenilir olarak nitelendirilmiş, fakat ismen zikredilmemiştir. Ancak Medine döneminde inen Bakara Sûresinin 97’nci âyetinde Kur’ân’ın Cibrîl tarafından indirildiği, Tahrîm Sûresinin 4’ncü âyetinde de Cibril’in, Hz. Muhammed’in dostu olduğu bildirilmektedir. Bundan anlaşılıyor ki Kur’ân’ı getiren Rûh, Cibril’dir. Meryem’e çocuk üfleyenin de Cibrîl olduğu anlaşılmaktadır. Kesin olan şey, Meryem’e yüce bir ruhun çocuk üflediğidir. Zaten Cebrail de yüce ruhlardandır. Biz bunlara melek diyoruz. Ebû Müslim’e göre de Meryem’e gönderilen rûh, karnında şekillenip insan olan ruhtur. Fakat birinci görüş daha kuvvetli kabul edilir.

22-26: Meryem gebe kalır. Çoğunluğun kanısına göre Meryem’in gebelik süresi normal süredir, yani dokuz aydır. Bunun sekiz ay, ya da altı ay sürdüğünü söy­leyenler yanında gebe kalır kalmaz doğurduğunu söyleyenler de vardır. Çoğunluğun görüşü daha doğrudur.

İbn Kesîr’in belirttiğine göre Meryem ile, kızkardeşi yani Yahya’nın annesi, aynı zamanlarda gebe kalmışlar ve Yahya’nın annesi, Meryem’le karşılaştığında, kendi karnındaki çocuğun, Meryem’in karnındaki çocuğa saygı için secde ettiğini hissetmiş. Onların dininde Allah’tan başkası için saygı amacıyla secde edilmesı caizmiş.

Meryem, karnındaki çocuk büyüyüp gebeliği belirmeğe başlayınca durumu ailesinden gizlemek için uzak bir yere gider, onlara görünmemeğe çalışır. Doğum sancısı tutunca bir ağacın altına gelir. Başına gelenlere üzülen Meryem, altından: üzülmemesini, Rabbinin, alt tarafında, yani hemen yanıbaşında içecek bir su akıttığını, ağacı silkelemekle de üzerine taze hurma döküleceğini, yeyip içmesini ve sevinmesini, insanlardan birini görünce Rahman için susma orucu adadığını, kimse ile konuşmayacağını söylemesini bildiren bir ses duyar. Sözgelişinden bu ünleyenin, Meryem’e çocuk üfleyen Rûh olduğu anlaşılır. Ünleyenin İsâ olduğunu söyleyenler de varsa da bu doğru görülmez. Çünkü henüz İsâ doğmamıştır.

27-33: Meryem, doğurduğu çocuğu getirince bunu hayretle karşılayan ailesi, kendisini kınamaya başlarlar. Temiz bir ailenin şerefine yakışma-yacak çirkin bir iş yaptığını söylerler. Fakat o cevap vermez, sadece bebeği gösterir. “Beşikteki bebekle nasıl konuşalım?” diyenlere, bebek, kendisinin Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın, Kitabı verip kendisini peygamber yaptığını, her yerde mübarek kıldığını, yaşadığı sürece kendi-sine namaz kılmayı, zekât vermeyi, annesine iyilik etmeyi buyurduğunu ve kendisini azgın bir zorba yapmadığını, doğduğu, öleceği ve tekrar dirileceği günde esenlik içinde olduğunu söyler.

30’ncu âyette geçen “el-Kitâb “in da, Ahd-i Atîk denen kutsal Kitâb olduğu anlaşılmaktadır. Demek ki İsâ’ya verilecek olan Kitâb, Yahya’ya da verilmiş olan Kutsal Kitâbtır. Gerek Yahya’ya, gerek İsâ’ya Kutsal Kitabın ruhunu uygulamaları emredilmiş, yani bu iki peygamber, Yahûdî dinini hurafelerden temizleyip aslî safvetine kavuştur­makla görevlendiril-mişlerdir.

28’nci âyette kavmi, Meryem’e “Ey Harun’un kızkardeşi!” diye hitâbetmektedirler. Hz. Musa’nın kardeşi olan Hârûn ile Meryem arasında çağlar vardır. Burada Harun’un kızkardeşi, sözünden maksat, Meryem’in o aileden gelmiş olduğunu vurgulamaktır. Bu ifade ile şerefli bir soydan gelen Meryem ‘i, soyuna asla yakışmaz bir iş yapmakla suçlayıp iyice mahcubetmek istemişlerdir. Nitekim konuşmacı veya komu­tan, dinle-yicileri etkilemek için: “Ey Fâtih’in torunları, Yavuz’un çocuk­ları!” diye hitâbeder. Dinleyiciler, ne Fâtih’in torunu, ne de Yavuz’un oğludurlar. Fakat bu söz, dinleyenlerin, Fatih, Yavuz milletinin neslinden geldiğine bildiklerini belirtir.

34-36’ncı âyetlerde de şüpheli sözlere dayanarak hakkında tartışılan, Hıristiyanlar tarafından türlü biçim­lerde anlatılan Meryem oğlu İsâ’nın gerçek durumunun bu olduğu; Allah’ın çocuk edinmekten münezzeh bulunduğu; O’nun, olmasını istediği şeyin derhal olacağı vurgulanır ve İsâ’yı Tann’nın oğlu kabul edenlere: “İşte benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah’tır, O’na kulluk ediniz, doğru yol budur!” denilir.

34’ncü âyetteki ifadesi için iki anlam mümkündür: Hak Allah’tır. Kavlu’l-hakk: Allah’ın sözü demektir. Buna göre âyetin anlamı: “İşte Hakk’ın sözü olan Meryem oğlu İsâ budur” demek olur. Burada kavlu’l-hakk, İsâ’nın bir sıfatı olmaktadır. Kelimetu’llah (Allah’ın sözü) ile aynı anlama gelir. Diğer mânâya göre kavlu’l-hakk, gerçek söz demektir. Bu takdirde âyetin anlamı: “İşte Meryem oğlu İsâ hakkında bu anlatılanlar doğrudur. Gerçek söz budur” demektir.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre 36’ncı âyet, Hz. İsâ’nın sözünü aktarmaktadır. Çünkü Mâide Sûresinde de Hz. İsâ’nın benzeri bir sözü aktarılır: “Meryem oğlu Mesih demişti ki: Ey İsrâîloğulları, benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin…” Zuhruf Sûresinde ise bu cümle aynen Hz. İsâ’nın ağzından nak­ledilmiştir: “İsâ, açık delillerle gelince dedi ki: Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir bölümünü size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah’tır. O’na kulluk edin, doğru yol budur!”

Görüldüğü üzere âyet, Hz. İsâ’nın bir sözüdür. Böyle olmakla beraber burada konuya bir sonuç olarak yöeltilmiş bir öğüttür.

“Meryem oğlunu ve annesini birer mu’cize kıldık ve onları oturmaya uygun, çeşmeli bir tepeye yerleştirdik.” âyetinde de Meryem ile oğlunun, çeşmeli bir tepeye yerleşti­rildiği belirtilmektedir.

Hz. İsâ’dan Meryem oğlu diye söz edilmesi, babasız yaratıldığına işaret yanında, Allah’ın oğlu olmayıp insan oğlu olduğunu belirtmek içindir. Bu ifadede, İsâ için Allah’ın oğlu şeklindeki Hıristiyan inancını red vardır.

Rebve (tepe), İsâ’ya gebe kalan Meryem’in, çocuğunu doğurmak üzere sığındığı yerdir. Âyette buranın karâr ve ma’în yeri olduğu belirti­liyor, (Karâr), düz, yahut verimli, mey vah yerdir. (ma’în) de akarsudur. Meryem’in sığındığı yüksek yerde ırmak bulunduğu, Meryem Sûresinin 24’ncü âyetinde belirtilmişti.

Buranın Ramella veya Beyti Makdis (Kudüs), yahut Mısır veya Dımaşk olduğu hakkında Ka’bu’l-ahbâr’a dayanan rivayetler vardır. Matta İncîli’nin birinci ve ikinci bablarında şöyle deniliyor:

“İsâ Mesîh’in doğması da şöyle oldu. Anası Meryem, Yûsuf’a nişan­lanmış olduğu halde, buluşmalarından önce Rûhul’l-Kudüs ‘ten gebe olduğu anlaşıldı. Nişanlısı Yûsuf, salih bir adam olup onu rüsvây etmek istemeyerek gizlice boşamak niyetinde idi. Fakat bunları düşünürken işte Rabbin meleği ona görünüp dedi:

– Sen, Dâvûd oğlu Yûsuf, Meryem’i kendine karı olarak almaktan korkma; çünkü kendisinde doğmuş olan Rûhu’l-Kudüs’tendir. Ve bir oğul doğuracaktır ve onun adını İsâ koyacaksın. Çünkü kavmini günâhlarından kurtaracak olan odur…”

Müneccimler, gelip Kral Hirodes’ten, Yahudilerin kralı olarak doğan çocuğu sordular. Kral bunu işitince İsâ’yi bulup öldürtmek için onu gizlice aratmağa başladı. “İmdi müneccimler yola çıktıktan sonra işte Rabbin meleği Yûsuf’a rü’yâda görünüp dedi: Kalk, anası ile çocuğu al ve Mısır’a kaç ve ben sana söyleyinceye kadar orada kal…”

Matta’ya göre İsâ Beytlehem’de doğmuş, oradan Mısır’a götürül­müştür. İncîl ‘de anlatılan olay, Mefâtîhu’lğayb’de hiç Mısır adı anılmadan rivayet edilir. Herhalde olay, Hıristiyanlar vasıtasıyla Hz. Peygamber’in yaşadığı çevreye aktarılmıştır. Âyette geçen rebve’nin, içinde Nil ırmağı akan Mısır olması mümkündür. Çünkü ortasından Nil’in aktığı Mısır top­rağı, meyvalı, verimlidir.

37- Kendi aralarından hizibler, ayrılığa düştüler. Artık büyük bir günü görmekten ötürü vay kâfirlerin haline! 38- Bize geldikleri gün ne güzel işitir, ne güzel görürler.’ Ama o zalimler, “bugün apaçık sapıklık içindedirler (Hakkı işitmeğe ku­laklarını tıkamış, doğruya gözlerini kapamışlardır). (Meryem: 44/37-38)

Hıristiyan mezhebleri, İsâ hakkında ihtilâflara düşmüşler, çeşit çeşit inanç ve kanâatler benimsemişlerdir. Kimi onun üç elemandan biri, kimi Allah, kimi Allah’ın oğlu olduğunu; kimi asıldığını, kimi aşılmadığını, ona benzer birinin asıldığını söylemiştir. İşte gerçeği inkâr etmiş olanlar, çok kalabalık bir günde, herkesin gözü önünde azaba uğrayacaklardır.

Bu âyetler, Hz. Peygamberle Araplar, ya da onunla Hıristiyanlar arasında geçen bir tartışma üzerine inmiş olabilir. Zekeriyya ve Yahya kıssası, bu kıssaya bir giriştir.

Bu durum, Mekke döneminde de Peygamber (s.a.v.) ile Hıristiyanlar arasında temaslar bulunduğunu gösterdiği gibi, Araplar arasında İsâ kıs­sasının bilindiğini de ortaya koyar. Nitekim: “Meryem oğlu bir misâl olarak anlatılınca, hemen kavmin, ondan ötürü bağrışmağa başladılar: Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler” âyetleri, Arapların, İsâ’nın tanrılaştırılmış olduğunu bildiklerini ifade eder. Demek ki Araplar, ya da en azından bazı bilgilileri, Hıristiyan inançları hakkında bir şeyler öğrenmişlerdi.

33- Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. 34- (Bunlar) Birbirinden türeyen nesil(ler)dir. Allah işiten, bilendir. 35- İmrân’ın karısı demişti ki: “Rabbim, karnımda olanı tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin. 36- Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu bilirken- yine şöyle söyledi: “Rabbim, onu kız doğur­dum, erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytânın şerrinden sana ısmarlıyorum.” 37- Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriyya da onun bakımını üstlendi. Zekeriya, onun yanına, mihraba her girdiğinde yanında bir rızık bulurdu. “Ey Meryem, bu sana nereden?” derdi. (O da) “Bu Allah katından” derdi. “Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Âl-iİmrân: 94/ 33-37)

Kitâb ehlinden özellikle Hıristiyanların peygamberlik tarihinden ibret verici kesitlerin anlatılacağı bölüme giriş olmak üzere bu âyetlerde önce Allah’ın, Âdem’i Nuh’u, İbrâhîm ve İmrân ailelerini birbirinden süze süze, yarattığı, seçip ma’nevî kirlerden temizleyerek âlemlere üstün kıldığı be­lirtilmekte; daha sonra İsâ’nın anne annesi olan İmrân karısının, karnındaki çocuğu Allah’a ibâdet için ma’bede adadığı; fakat erkek beklerken kız doğurduğu, ama sözünde durup o kızı (Meryem’i) de dine hizmet için ma’bedin eğitimine verdiği anlatılmaktadır.

Burada anılan İmrân, 33 ve 35’nci âyetlerde olmak üzere iki kez anılmıştır. Çoğunluğun kanısına göre birinci kez anılan İmrân, Hz.Mûsâ’nın babası, ikinci İmrân, Meryem’in babasıdır. İkisi arasında takriben bin sekizyüz yıl vardır.

Ancak Hıristiyanlar, Meryem’in babasının adının İmrân olduğunu kabul etmezler. Herhalde âyetler indiği sırada Meryem’in babasının adının İmrân olduğunu söyleyen Hıristiyanlar vardı. Çünkü Matta ve Luka İn­dilerinde İsâ’nın nesebinde fark görülmektedir. Matta’da Meryem’in nişan­lısı olan Yûsuf, Mattan oğlu Ya’kûb’un oğlu olarak gösterilirken Luka’da Yûsuf Heli’nin oğlu, o da Mattat’ın oğlu gösterilmektedir. Bu da İsâ’nın nesebi konusunda Hıristiyanlar arasında görüş ayrılığı bulunduğunu kanıt­lar.

Tefsirlere göre İmrân’in karısı, Fakuz’un kızı ve Meryem’in annesi olan Hanna’dır. Hannâ’nın kızkardeşi, -bir rivayete göre Meryem’in kız-kardeşi- İyşâ, Zekeriyyâ’nın karışıdır. Ancak Luka İnciline göre Mer-yem’in teyzesi olan Zekeriyyâ’nın karısının adı Elizabet’tir.

Muharrer, âzâdedilmiş köle demektir. Hanna, çocuğunu her türlü dünyâ ilişkilerinden, dünyâya kulluktan çözüp Allah’a kul olmağa vak­fetmeği adamış, erkek beklerken kız doğurduğu çocuğunun adını Meryem koyup onu, şeytânın şerrinden korumasını Allah’tan dilemiştir.

42- Melekler demişti ki: “Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve seni dünyaların kadınlarına üstün kıldı.” 43- “Ey Meryem, Rabbine divan dur, secde et ve (O’nun huzurunda) eğilenlerle beraber eğil!” 44- (Ey Muhammed) Bunlar sana vahyettiğimiz, görünmez âlemin haberlerin-dendir. Meryem ‘e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen yanlarında değildin.(Âl-iİmrân: 94/42-44)

Meryem henüz annesinin karnında iken babasını kaybetmiş, yetîm doğmuştu. Annesi onu hahamlara götürdü. Meryem’in teyzesi kocası, bazı rivayetlere göre de eniştesi olan Zekeriyyâ, Meryem’in bakımını üstlenmek istedi. Fakat hahamlar topluluğu buna itiraz ettiler. Meryem’in yetiştiril­mesini üstlenmek isteyen 29 kişi arasında çekilen kur’a, Zekeriyyâ’ya isabet etti. Böylece Meryem’in bakımını Zekeriyyâ üstlendi.

Meryem biraz büyüyünce, annesinin va’dinin yerine gelmesi için Zekeriyyâ onu Kudüs ma’bedindeki Mihraba koydu. Mihrâb, yüksek yer demektir. Meclislerin en özenli yerine mihrâb denilir. Mihrabın bu anlamına bakılırsa Meryem’in rahibe okuluna verildiği anlaşılır.

Hz. Meryem burada eğitim ve ibâdet ile meşgul iken kendisine ma’nevî rızıklar gelmiştir. Zekeriyyâ, Meryem’in odasına girdiğinde gayb âleminden gelen rızıkları görünce bunların nereden geldiğini sormuş; Meryem de bunların Allah katından geldiğini söylemiştir.

Bu âyet, velîlerin kerametlerinin hak olduğunu gösterir. Zira peygam­ber olmadığı halde Meryem’e ma’nâ âleminden rızıkların gelmesi, sâlih kişilerin böyle tanrısal lütuflara erebileceklerini gösterir. Sâlih kişilerin erdikleri bu tür ilâhî lütuflara keramet denilir.

45- Melekler demişti ki: “Ey Meryem, Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor: Adı Meryem oğlu İsâ Mesih ‘dir; dünyada da, âhirette de yüzde (şerefli) ve (Allah’a) yakın olanlardandır. 46- Beşikte ve yetiş­kinlikte insanlara konuşacak ve iyilerden olacaktır.” 47- Dedi ki: “Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur? ” “Allah, böylece dilediğini yaratır, dedi, bir şey(in olmasını) istedi mi ona ‘ol’ der, o da oluverir. 48- Ona Kitabı, Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. 49- Onu İsrâîloğullarına (şöyle diyen) bir elçi yapacak: ‘Ben size Rabbi-nizden bir mu’cize getirdim: Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir; körü ve alacalıyı iyileş-tiririm; Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim; evlerinizde ne yeyip, ne biriktir-diğinizi size haber veririm. Eğer inanıcı iseniz elbette bunda sizin için bir ibret vardır. 50- (Ben,) Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl yapayım, diye gönderildim. Size Rab-binizden bir mu’cize getirdim, Allah’tan korkun, bana itaat edin! 51-Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; O’na kulluk edin, doğru yol budur’.” (Âl-i İmrân: 94/ 45-51)

45-51’nci âyetlerde Meryem’in, melekler tarafından, İsrâîloğullarına yol gösterecek, mu’cizeler sahibi peygamber bir çocuk doğuracağının müjdelendiği anlatılmakta, İsâ’nın mu’cizelerine işaret edilmekte ve onun asıl misyonunun tevhîd çağrısı olduğu vurgulanmaktadır.

45’nci ve Nisa: 98/171’nci âyette Hz. İsâ, “Allah’tan bir kelime” olarak tavsîf edilir. Hz. İsâ, babasız, sırf Allah’ın “Ol” sözüyle yaratıldığı için ona Allah’ın kelimesi denmiştir. Bu sözde onun mu’cizevî yaratılışına işaret olduğu gibi, Hıristiyanlar arasında ona Kelime dendiğine de işaret vardır. Kelime, kelâmdan geneldir. Kelâm, yalnız kulağa hitabeden sözdür. Kelime ise gerek kulak, gerek diğer duyular aracılığı ile gönülde duygular uyandıran her olgudur. Ağızdan çıkan veya Kitaba yazılan sözler birer kelime olduğu gibi, insanın ruhunda ibret uyandıran doğa olayları da birer kelimedir. Bu anlamıyla kelime, âyete eşittir. Kur’ân bu doğa olaylarına âyet demektedir. Gözlerimizin önünde geçen doğa olayları: doğumlar, çiçeklerin açması, ağaçların yeşilliklere bürünmesi, kuşların uçması, her şeyin belli yasalara göre ve düzenle işlemesi, büyük bir kudret, akıl ve bilgi sahibi bir yaratıcının varlığını haykıran, ruhta derin duygular uyandıran birer kelimedir. Hz. İsâ’nın doğumu ise olağanın üstünde bir olaydır. Bu olağanüstü olay, herkes için Allah’ın kudretini ifade eden sözsüz bir konuşmadır. İşte doğumunun uyandırdığı ibretten dolayı Hz. İsâ, Allah’ın kelimesi olarak nitelendiril-miştir. Yani zuhura gelişi, varlığı, başlı başına bir sözdür, insanlara ibret veren İlâhî bir konuşma, bir âyettir.

İlk defa burada Hz. İsâ, Mesîh sıfatıyla anılmaktadır. Mesih, Arap-çağda, ölçmek ve meshetmek (el sürmek) anlamındaki (mesh) kö­künden bir sıfat olabilir. Müfessirler Mesîh kelimesi üzerinde birkaç mânâ vermiş-lerdir. Ayağının altı dümdüz, çukursuz olduğu için; yahut çok seyahat ettiği, yahut elini sürdüğü her hastayı iyileştirdiği, yahut meshe-dilmek suretiyle kirlerden arıtıldığı, ya da annesinden yağ sürülmüş olarak doğduğu için İsâ’ya Mesîh denmiştir. Bunlar, kelimenin, Arapça kökenli olduğu varsayılarak yapılmış yorumlardır. Gerçekte bu kelimenin, İbrânîce meşîh yahut mişîhâ kelimesinden gelmiş olması daha doğru görünmektedir. Arapçada nasıl Yuhanna, Yahya; Moşe, Mûsâ olmuş ise mişîhâ da Mesîh olmuştur.

Horovvitz, kelimenin Habeşçeden alınmış olabileceğini ileri sürmüş ve yazıtlarda, özel isimlerde ve eski şiirde bu kelimeye rastlandığını söylemiştir. Fakat bu kelimenin Ârâmîceden geçmiş bir kelime olduğu daha güçlüdür. Ârâmîcede maşlah kutsal yağ ile yağlanmış demektir. Bu işlem, tahta oturan hükümdarlara, dini bir kişilik ve otorite kazandırmak anlamı taşır, “Yahve’nin Mesîhi” ta’bîri de yine din adamları, hükümdarlar ve peygamberler için kullanılır. Peygamber Samuel, Allah’ın emriyle kral atadığı Saul(Tâlût)un başına yağ döküp meshetmiş: “Kendi mîrâsı üzerine reis olarak Rab seni meshetti” demiştir Talât’tan sonra Davud’a da yapılan bu yağlama (mesh) töreni, sonra gelenek halini almıştır. İşte Yahûdîler, son zamanda gelecek bir kralın, kendilerine dünyâ egemenliğini kazan­dıracağına inanırlar. Ancak apokaliptik dönemde bu kelime, dünyânın son günlerinde, Allah’ın egemenliğini kuracak kişi anlamında kullanıl­mıştır.

İsrâîloğullarında dinî bir inanç haline getirilen Mesîh kelimesinin mânâsını daha iyi kavrayabilmek için Hz. İsâ’nın doğumuna tekaddüm eden zamanlarda İsrâîloğullarının siyasal ve kültürel tarihine bir göz atmak gerekir. Bu özeti Doç. Dr. Mehmet Paçacı’inin İslâmî Araştırmalar Dergi­sinde yayınlanan bir makalesinden aktarıyorum:

“İsrâîloğulları Mısır esaretinden kurtulduktan ve Dâvûd ve Süleyman (a.s.)ın önderliğinde büyük siyasi, askeri, iktisadi ve kültürel başarılar gösterdikten sonra iki krallığa bölündü. Daha sonra önce kuzeydeki İsrâîl Krallığı Asurlular’ın egemenliği altına girdi, sonra da Yahuda Krallığı’na Babilliler tarafından son verildi. Büyük İskender’in doğu topraklarını ele geçirmesi ile birlikte, bu topraklar yoğun olarak Helen kültürünün etkisi altına girmiştir. Daha önce Babil kültürüne karşı direnmek zorunda kalan İsrâîloğulları, bu defa Helen kültürü karşısında varolma savaşı vermek­tedir. Bugün bu kültürel varolma savaşının ne zorlu bir savaş olduğunu, batılı olmayan toplumlara anlatmak hiç de zor değildir.

“Müslüman toplumlar da büyük kültürel, ekonomik ve siyasi başa­rılarından sonra 19. ve 20. yy’da son derece baskılı bir başka Helenleştirme rüzgârı ile karşı karşıya kaldılar. Biz buna daha çok batılılaşma diyoruz. Tıpkı bugün nasıl doğunun bütün şehirleri Batı uygarlığının doğduğu büyük şehirlerin birer kopyası olmuş ise, ikibin yıl önce de doğudaki şehirler kısa zamanda Atina’ya benzer hale gelmişti. İskender ele geçirdiği bütün doğu topraklarında kendi adına şehirler yaptırmış, daha önce var­olanları da anfitiyatrolar, cimnazyumlar ve tapınaklar ile birer Helen şehri haline getirmiştir.

“Helenleştirme, kültürün başka alanlarında da etkisini göstermiştir. Meselâ İskender’in adına kurulan İskenderiye’de büyük Yahûdî cemâati yaşamaktaydı. Burada Fransız sömürgecilerin, kuzey Afrika’da Arapçaya karşı gerçekleştirdikleri uygulamanın bir benzeri ile o yıllarda İbrânîce karşılaşmıştı. Birkaç nesil içinde bu cemâat, dinin kaynağı olan İbrânîce Kitâbları okuyamaz olmuş; yerine Yunanca felsefe Kitâbları okunur hale gelmişti. Sonunda okunabilmesini sağlamak amacıyla Tevrat’ın Yunanca ya çevrilmesi zorunluğu doğmuştu. Helen kültürü Filistin’de de etkili olmuştu. Buradaki bütün eski şehirlere Yunanca isimler verilmiş, Yunan hayat biçimi bu şehirlere yerleşmişti. Artık İsrâîloğulları Yunan isimlerini kullanır hale gelmişti. Özellikle Yahudiler arasında üst sınıfı oluşturan ve Yunan kültürü ile daha yakın ilişki içinde olan Aristokrat aileler, tüccarlar ve hattâ üst düzey din adamları adetâ bir Helen gibi yaşamaya başlamışlardı. Artık Yahudiler de yemekleri oturarak değil, Yunanlılar gibi yatarak yiyorlardı. Gençler Yunan modasına göre giyiniyor, çırılçıplak Yunan oyunlarına katılıyor ve kendi kanunlarını beğenmeyip Helen kanunlarına ve âdetlerine uymaya özeniyorlardı.

“Doğal olarak bu durum, İsrâîloğulları içinde bir gerilim yarattı. Onlar bir yandan Helen kültürünün başarılarına imreniyorlar, bir yandan da Yahûdî kalmak istiyorlardı… Böylece İsrâîl oğul lan, aralarındaki ayrı­lığın gittikçe arttığı başlıca iki grupa ayrıldı: Helenleşme yanlısı olanlar, ya da bugünün ifadesiyle Batıcılar ve tutucu dindarlar. II. Makkabaer Kitabında o dönemi yaşayan İsrâîloğullarının içinde bulunduğu durum, çok güzel yansıtılmaktadır.

“Jason isminde bir başkâhin, yönetimi ele geçirir geçirmez halkı Yunan âdetlerine alıştırmaya başlamıştır. Dine uygun kuralları kaldırıp yerine dine aykırı kurallar koymuştur. Bir eğitim alanı yaptırarak kendi emri altındaki gençler oraya getirmiş ve onlara Yunan oyunları oynatmıştır. Böylece Yunan âdetleri üstün tutulmuş, putperest fa’âliyet yaygınlaştı­rılmıştır. Kâhinler kurban sunmaz olmuşlar, bunun yerine talim alanına koşup disk atma oyunlarını izlemişlerdir. Yahudilerin Yunan kültürünün bu baskılı döneminde kısa süren kısıtlı bir egemenliği olmuştur. Suriye Helenlerine karşı yapılan bir isyanla (M. Ö. 167) başlayan Haşmoni hane­danı ‘Ferisîler’ ve ‘Sadukiler’ adlı iki siyasi dini parti arasındaki çekişmeler sebebiyle zayıfladı. Romalılar Kudüs’ü kuşattığı sırada bile iç çatışmalar sürüyordu. İşte bu sırada İsrâîloğulları, Romalı askerlerin çizmelerini ve acımasız kılıçlarını Ma’bed’de gördü. Daha sonra Herod’la birlikte Filistin’de (M.Ö.37-4) unvanı kral olan, fakat gerçekte iktidarlarını Roma­lılara borçlu yöneticiler hükümet ettiler. Hz. İsâ’dan biraz önce Filistin’de siyâsî ve kültürel durum, ana çizgileriyle böyle idi. Hz. İsâ döneminde ise önce Herod’un üç oğlu, Filistin’i paylaşarak yönetmiş, daha sonra da Roma, Filistin’i kendi valileriyle yönetmeğe başlamıştı.

“Bu dönemde İsrâîloğulları içinde çeşitli gruplar görmekteyiz. Bun­lardan ‘FerisîLer’ Yahûdîliği şerî’at merkezli bir din olarak görmüşler ve şerî’atin kurallarını çok katı bir biçimde yorumlamışlardır. Din kurallarını toplumsal alanda ve yönetimde uygulamayan hükümdar Herod’a karşı çıkmışlardır. ‘Sadûkîler’ ise üst düzey din adamlarını oluşturuyorlardı.

Sadece Eski Ahid’in ilk beş Kitabını kabul etmişler, geleneği (rivayeti) reddetmişlerdir. Ceza hukukunu uygulamakta Ferisîlerden de ileri gitmiş­lerdir. Diğer bir grup olan ‘Zelotlar’ın bütün hedefleri, Yahûdî bağımsız­lığını yeniden kurmak olmuştur. Onlara göre yabancı egemenliğini kabul etmek ve onlara vergi vermek Allah’ı inkâr etmektir. Zelotların hareket tarzı, yabancıları ve yabancılarla işbirliği yapan Yahudileri öldürmek ve onlara baskınlar yapmak şeklinde belirmektedir. Bunun için de özel yöntem­ler geliştirmişlerdir. O dönemde mevcut bir başka grup ise ‘ Eseneler’dir. Evlenmiş, beyaz elbise giymiş, zâhid bir hayat yaşamış olan Eseneler, kendi aralarında bir yönetim oluşturmuşlardır. Ölü Deniz kıyısındaki Ku-mran Vadisinde kendine ayrı bir yerleşim bölgesi kurarak yaşayanların Eseneler oldukları düşünülmektedir.

“İsrâîloğullarının, Hz. İsâ’dan önce birkaç yüz yıl içinde yaşadığı olaylar ve onun dinsel, siyasal ve kültürel durumu bu şekilde özetlenebilir. İsrâîloğulları bu dönem içerisinde dayanılmaz yenilgiler görmüş, büyük acılar çekmiş ve derin bir kimlik sorunu ile karşılaşmışlardır. Bu acılarını, sorunlarını ve tepkilerini sözü edilen dönem içinde ortaya çıkan ve ‘Apokaliptik Edebiyat’ adı verilen bir mesaj biçimi ile ifadelendirmişlerdir. Bu, aslında İsrâîloğulları peygamberlerini taklîdeden bir teblîğ hareketidir. Ancak bu hareket, hiçbir zaman peygamberi bir karaktere sahibolacak kadar köklü olamamış, temel sorunlara inememiştir. Burada daha çok hâkim güçlerin egemenliği altında acı çeken bir toplumun refleks biçi­mindeki tepkilerini görmekteyiz. Mü’min bir Yahûdî, o gün şöyle düşü­nüyordu: İsrâîloğulları bu dünyâyı ve kâinatı yaratan ve her şeyi yöneten bir Allah’a inandığı halde yine dinsizlerin egemenliği altında ezilmektedir. Nasıl oluyor da Allah’ın yardımı bir türlü gelmiyor, O’na inanan kulların, yani Allah’ın egemenliği bir türlü kurulamıyor ve kâfir devletler inananları eziyorlar? Neden kâfirler egemen oluyorlar da, inananlar egemenlikten yoksun kalıyor? İsrâîloğullarının, o dönemde gündeminin merkezine dini siyasi egemenliği yeniden elde etme sorununu orturttuğu anlaşılmaktadır.

“Tarih içinde, toplumların, büyük hedeflerine ulaşamadıkları zaman, onlardan vazgeçmek yerine, onları idealize ederek gelecekteki bir vakte ertelediklerini görmekteyiz. Bu hedefler böylece toplumun umutlan olarak yaşatılmaktadır. İsrâîloğulları da bir türlü erişemediği siyâsî egemenlik hedefini, dünyânın sonuna yakın bir zamana kadar ertelemiştir. Apokaliptik Kitâblardan öğrendiğimize göre İsrâîloğullarının bu umudu, Allah’ın, yer­yüzüne bir gün müdahele etmesiyle ve sevgili çocuklarını zulümden kur-tarmasıyla gerçekleşecek, böylece İsrâîloğulları bütün başka toplumlara hakim olacaktır. İşte o zaman Allah’ın hükümranlığı kurulmuş olacaktır. Allah, hükümranlığını, sevdiği insanlar arasında seçeceği bir Mesih gön­dererek kuracaktır. Mesîh, ideal bir kişidir. O, bütün kötülükleri yeryü­zünden silecek, kâfirleri yok edecek ve Allah’ın hukukunu, yani Şerîati yeryüzüne egemen kılacaktır.

“İşte Hz. İsâ doğduğu zaman İsrâîloğullarının durumu böyle idi. Onlar, kendilerini yeryüzüne egemen kılacak, inanmayanları öldürecek ve Allah’ın hukuku olan Mûsâ şerî’atini bütün dünyâya uygulayarak Allah’ın hükümranlığını te’sis edecek bir Mesih (kurtarıcı kral) bekliyor­lardı.”

Hz. İsâ, Yahûdî inancındaki Mesîh (kurtarıcı kral) olarak ortaya çıkmış ise de Yahûdîler onu yalancı kabul edip onunla alay etmişler ve onun hakkında bu sıfatı alay maksadıyla kullanmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’e göre İsâ’ya benzeyen birini, İsâ sanarak çarmıha germişlerdir. İsâ’nın ortadan kaybolması üzerine şâkirdleri İsâ’nın öldürüldüğünü ve cesediyle göğe kaldırılmış olduğunu, dünyânın sonunda tekrar gökten ineceğini çevreye yaymışlar veya bu inanç sonra gelen din adamları tarafından İsâ’nın havarilerine nisbet edilmiştir. Böylece Yahûdîlikteki Mesîh inancı, ad değiştirerek Hıristiyanlığa geçmiştir. İsâ’dan sonra Yahûdîler arasında birkaç Mesîh daha çıkmış ise de İsâ gibi onlar da el-Mesîhu’d-deccâl (aldatıcı, düzme Mesîh) veya el-Mesîhu’l-kezzâb (yalancı Mesîh) olarak nitelendirilmiştir.

46-51’nci âyetlerde Hz. İsâ’nın doğumu olayına, onun vasıflarına, mu’cize-lerine ve öğretilerinin özüne işaret edilmektedir. Burada ilginç olan bir husus,49’ncu âyette Hz. İsâ’nın: Ben sizin için çamurdan kuş gibi bir şey yaratırım, içine üflerim,

Allah’ın izniyle kuş oluverir” demiş olmasıdır, jii- (halk: yaratmak), aslında yoktan var etmek değil, takdir etmek, ölçü ve biçim vermek anlamındadır. Hz. İsâ’nın bu fi’li kullanmış olması, konuşma arasında bu sözü kullanmakta bir sakınca olmadığını gösterir.

Peygamberlikle görevlendirilen Hz. İsâ, Allah’ın emirlerini tebliğ etmiş. Peygamberliğinin kanıtı olarak mu’cizeler göstermiştir. Fakat ona inanan pek az olmuş, İsrâîloğulları onun peygamberliğini tanımamışlardır.

52- İsâ onlardan inkârı sezince: “Allah yolunda kimler bana yardımcı olacak?” dedi. Havariler: “Biz, Allah (yolun)un yardımcılarıyız; Allah’a inandık, şâhid ol, biz müsl-ümanlarız.” dediler. 53- Rabbimiz, senin indirdiğine inandık, peygam­berlere uyduk; bizi şahitlerle beraber yaz!” 54- Tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi; çünkü Allah, herkesten daha iyi tuzak kurar. (Âl-i İmrân: 94/ 52-54)

İsrâîloğullannın kendisini tanımadıklarını ve tanımayacaklarını anla­yan Hz. İsâ, kendisine Allah yolunda yardımcılar, destekçiler aradı ve özel çömezleri olan havârîler, Allah yolunda ona yardım etmeğe söz verdiler ve müslüman (Allah’a teslîm olan kullar) olduklarını bildirdiler; Allah’tan kendilerini gerçeğin tanıkları olan peygamberlerle beraber kılmasını niyaz ettiler.

İsrâîloğulları ise İsâ’yi ortadan kaldırmak için tedbirler düşündüler, tuzaklar kurdular. 54’ncü âyet, onların bu plan ve tuzaklarına işaret etmektedir. Mekr bir şeyi yapmayı planlamak, tedbir düşünmek demektir. Genellikle yapılacak kötü şeyler gizli tutulduğundan mekr kötü iş düzenleme, planlama, tuzak kurma anlamında kullanılır. Fakat mekr, mutlaka kötü tedbir düşünmek anlamına gelmez. İyi tedbir düşünmeğe de el-mekru’l-hasen denilir. Bundan dolayı Allah, mekreden-lerin en iyisidir şeklinde nitelendirilmiştir.

Allah kurulan tuzağı, yapılan suçu benzeri bir ceza ile cezalandırır veya engeller. Suça, dengi bir cezanın verilmesine edebiyatta müşâkele denilir. Burada işlenen suç, tuzak kurmadır. Bunun cezası da o kurulan tuzağı etkisiz bırakacak daha üstün bir tuzak, yani tedbirdir.

Allah planlayıcıların, tedbir düşünenlerin en hayırhsıdır. Zira O’nun tedbirinin sonucu daima yaratıkların hayrınadır. İşin içyüzünü bilmeyenler, O’nun tedbirini bazen şer sanırlar ama aslında cezası dahi kendileri için hayırlıdır.

İsrâîloğullarının, kendisini kabul etmediklerini gören Hz. İsâ, gö­rüşlerini yayabilmek için kendisine yardımcılar aramış; havariler kendisine yardım edeceklerini va’detmişler. İsrâîloğulları ise, İsâ’yı ortadan kaldır­mak için çareler aramışlar ve onu çarmıha gerdirerek öldürmeyi plan­lamışlar. 54’ncü âyet, onların bu planlarına işaret etmektedir.

Hz. İsâ’nın Mu’cizeleri:

Onu İsrâîloğullarına (şöyle diyen) bir elçi yapacak: “Ben size Rabbinizden bir mucize getirdim: “Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratır, ona üflerim, Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir; körü ve alacalıyı iyileştiririm; Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim; evlerinizde ne yeyip, ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanıcı iseniz elbette bunda sizin için bir ibret vardır. (Âl-i İmrân: 94/49) âyetinde Hz. İsâ’nın, İsrâîloğullarına, Allah’ın izniyle çamurdan kuş şekli yapıp içine üfleyince onun kuş olacağını; körü ve alacalıyı iyileştireceğini; ölüleri dirilteceğini; gizli şeyleri haber vereceğini söyleyen bir elçi yapıldığı belirtilmektedir.

Âyette İsâ’nın, bunları yapacağını söyleyen bir elçi olduğu ifade edilir; fakat fi’len bunları yaptığından söz edilmez. Ancak Mâide Sûre­sinden, Hz. İsâ’nın, bu mu’cizeleri yaptığı anlaşılıyor:

5Maide suresi/110- Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, sana ve annene olan nimetimi hatırla, hani seni Rûhu’l-Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlara konuşuyordun; sana Kitâb’ı, Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu; körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyor dun; benim iznimle ölüleri (diriltip kabirlerden) çıkarıyordun ve İsrâîloğullarını senden savmıştım; hani sen onlara açık deliller getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler: “Bu açık bir büyüden başka bir şey değil!” demişti. 111-Havârîlere: “Bana ve elçime inanın!” diye vahy etmiştim (kalblerine bu düşünceyi atmıştım); “İnandık, bizim müslümanlar olduğumuza şahit ol!” demişlerdi. 112- Havariler demişlerdi ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” (İsâ): “İnanıyorsanız Allah’tan kor­kun!” dedi. 113- “İstiyoruz ki, ondan yiyelim, kalblerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve bunu bizzat görenlerden olalım.” dediler. 114- Meryem oğlu İsâ da: “Allah’ım, Rabbimiz, bizim üzerimize gökten bir sofra indir ki bizim için, önce ve sonra gelenlerimiz için (o gün) bir bayram olsun ve (o olay) Senden bize bir mucize olsun. Bizi rızıklandır, Sen rızık verenlerin en hayırlısısın!” dedi. 115- Allah buyurdu ki: “Ben onu sizin üzerinize indireceğim, ama sonra sizden kim inkâr ederse ben de ona dünyalarda hiç kimseye yapmayacağım azabı yaparım!” (Mâide: 110/110-115)

Âl-i İmrân: 94/49 ve Mâide: 110/110’da Hz. İsâ’nın, çocukluğundan beri çeşitli mu’cizelerle desteklenmesi, çocuk iken konuşabilmesi, ken­disine Kitâb-ı Mukaddes’in içeriği olan Tevrat ve İncil’in öğretilmesi, çamurdan kuş şeklinde yapıp üflediği şeyin canlı kuş oluvermesi, körü ve alacalıyı iyileştirmesi, çağırdığı ölülerin kabirlerinden kalkması gibi rau’-cizeleri yanında kendisinin, İsrâîloğullarının saldırısından da korunmuş olması anlatılmaktadır. Burada anlatılan mu’cizeler, mevcut İndilerde ve eklerinde çeşitli biçimlerde anlatılır. Demek ki Hz. İsâ’nın, bu tür mu’cizeler yaptığı, Hıristiyanlar arasında yaygındı. Kur’ân-ı Kerîm, onların bildiği, aralarında anlatageldikleri şeyleri kendilerine anımsatmaktadır. Mâide Sûresinde daha sonra havarilerin, kendilerine gökten bir sofra indirilmesini, Hz. isa’dan istemeleri, imânlarının iyice kökleşmesi ve Allah’ın kudretini açıkça görmeleri için bu istekte bulundukları; Hz. İsâ’nın da yüce Allah’tan, bir sofra indirmesini niyaz ettiği; Allah’ın da bu sofra indiği halde yine inanmayan olursa ona, dünyâda kimseye etmediği azabı edeceğini buyur­duğu anlatılmaktadır.

Burada Allah’ın, gökten sofra indirip indirmediği açıklanmamıştır, fakat sözgeliminden böyle bir sofranın indiği anlaşılmaktadır.

Abdullah ibn Abbâs’a dayanan bir rivayete göre İsâ Aleyhisselâm, İsrâîloğullarına va’zederken: “Eğer Allah için otuz gün oruç tutar, sonunda dilekte bulunursanız, Allah size dilediğinizi verir” demiş. Onlar da öyle yapmışlar ve Allah’tan, gökten bir sofra indirmesini dilemişler. Melekler gökten bir sofra getirmiş.

Müfessirler, muhakkak ki Hıristiyan kaynaklara dayanarak sofranın içeriği hakkında çeşitli şeyler söylemişlerdir. Bir rivayete göre sofrada kızarmış, kabuksuz ve dikensiz balık, tuz, bakla, sirke, yağlı ekmek, bal, peynir, zeytin ve kadîd(pastırma) varmış. Bir rivayete göre yedi yufka ekmek varmış. Orada bulunanların hepsi o sofradan yemişler. Râzî’nin kaydettiği rivayete göre İsâ Aleyhisselâm, gökten inen çıkını: “Bismillâhi hayri’r-râzikîn: Rızık verenlerin en hayırlısı Allah’ın adıyla” diyerek açmış. İçinde kılçıksız, kabuksuz balık varmış, balıktan yağ damlıyormuş. Balığın başında tuz, kuyruğunda sirke, çevresinde çeşitli sebzeler, beş tane de yufka ekmek varmış. Yufkalardan birinin üstünde zeytin, ikincisinin üs­tünde bal, üçüncüsünün üstünde yağ, dördüncüsünün üstünde peynir, be­şincisinin üstünde pastırma varmış. Havârî Şem’ûn (Simun):

Ey Allah’ın ruhu, bu, dünyâ yiyeceğinden mi, âhiret yiyeceğinden midir? demiş. İsâ:

Hiçbirinden değil. Allah’ın yüce kudretiyle seçtiği yemektir. İste­diğinizi yeyin, şükredin. Allah size daha fazlasını verir, demiş. Havariler:

Ey Allah’ın ruhu, demişler, bu mu’cizeden ayrı olarak bir mu’cize daha göstersen (iyi olmaz mı)? demişler. İsâ:

Ey balık, Allah’ın izniyle diril, demiş.

Balık canlanmış, deprenmiş. Sonra İsâ ona: – Eski haline dön! demiş.

Balık yine kızarmış haline dönmüş. Sonra sofra uçmuş. Bundan sonra İsrâîloğulları, isyan ettiklerinden dolayı maymunlara, domuzlara döndürülmüşlerdir.

Bu rivayetlerin hepsi uydurma şeylerdir. Ana konusu, İsâ’yi mu’-cizelerle yükseltmek, ona karşı çıkan Yahûdîleri de domuzlara, maymun­lara çevirmektir. Bunlar, Hıristiyanların, İsâ’yi çarmıha gerdiklerine inan­dıkları Yahudiler hakkında anlatageldikleri öykülerdir. Gerçi Kur’ân, Yahu­dilerden bir cemâatin meshedildiğini söylüyor ama meshedilenler, Cumar­tesi yasağını çiğneyen bir topluluktur.

Hz. İsâ’ya gökten sofra indiği de kesin değildir. Gerçi müfessirlerin çoğuna göre böyle bir sofra inmiştir ama sofranın içeriğini Allah bilir. Çünkü bu konuda sağlam bir hadîs yoktur. Katâde’ye göre de Allah’ın: “Sofra indikten sonra içinizden inkâr eden olursa ona hiç kimseye etmediğim azabı ederim!” uyarısı karşısında havârîler korkup bu isteklerinden vazgeçmişler, sofra inmemiştir.

Kur’ân’da anlatılan bu olay, bugünkü İncîllerde yoktur. Ancak İncîl-lerde Hz. isa’nın, buna benzer bir mu’cizesi anlatılır:

İsâ, beşbin kişilik bir topluluğa, beş yufka ve iki balık doğrayıp vermiş. Hepsi yemiş, doymuş, geri kalan artık ekmekler de oniki kufa, ya da yedi sele doldurmuş.

Resullerin İşleri Kitabının 10’ncu babında yine benzeri bir olay anlatılmaktadır:

‘Petrus lakabıyla çağırılan havârî Simun, Yafa’da iken acıktı, ken­disine cezbe geldi. Göğe baktı, göğün açık olduğunu ve büyük çarşafa benzer bir kabın, dört köşesinden asılı olarak yer üzerine indiğini gördü. Kabda dört ayaklı hayvanların, yerdeki sürüngenlerin, gökteki kuşların hepsinden vardı. Bir ses ona: ‘Kalk Petrus, boğazla ve ye!’ dedi. Petrus: ‘Hâşâ, yâ rab, ben asla necis veya kirli yemedim’ dedi. Ses ikinci kez: ‘Allah’ın temizlediğini sen kirletemezsin’ dedi. Bu, üç kere vaki oldu ve hemen göğe alındı.”

Bu olay Kur’ân’ın anlattığına benzese de onun aynı değildir. Bugün Kudüs’te hem müslümanların, hem de Hıristiyanların saygı gösterdikleri bir yer vardır ki Dâvûd Peygamber binası içinde bulunan bu yerin adı, Sofra Evi’dir. Bu da gösteriyor ki Hıristiyanlar, ya da onların bir bölümü, Hz. İsâ’ya ve havarilerine gökten bir sofra inmiş olduğuna inanıyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile görüşen Hıristiyanlar, bu kanıda idiler. Kur’ân-ı Kerîm de onların bildiği bir şeyi onlara hatırlatmak üzere olaya kısaca işaret etmiş, fakat ayrıntıya girmemiştir. Çünkü Kur’ân’ın amacı, insanların bildiği bir şeyi kendilerine hatırlatıp öğüt vermektir.

İsâ’nın Teveffîsi(vefatı) ve Allah’a Yükseltilmesi:

4Nisa/57- “fiiz Allah’ın elçisi, Meryem oğlu İsâ Mesih’i öldürdük!” demelerinden ötürü (kendilerini yıldırım çarptı). Oysa onu öldürmediler ve asmadılar; fakat onlara, benzer (kuşkulu) gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu yakinen öldürmediler (onu öldürdüklerini kesin biçimde bilemediler). 158- Hayır, Allah onu kendisine yükseltti. Allah daima üs­tündür, hüküm ve hikmet sahibidir. 159- Andolsun, Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de O, (İsâ) onların aleyhine şahit olacaktır. (Nisa: 98/157-159)

Bu âyetlerde Yahudilerin, Meryem oğlu İsâ’yi öldürdüklerini iddia etmeleri reddedilmekte, onu öldürmedikleri, asmadıkları, fakat bu hususun (asmanın, çarmıha germenin) onlara şüpheli geldiği, astıklarını sandıkları, İsâ’yı kesin biçimde öldürmedikleri; Allah’ın onu kendisine yükselttiği; Kitâb ehli olan herkesin, ölümünden önce gerçeği öğreneceği, Kıyamet gününde İsâ’nın, onların aleyhine tanık olacağı belirtilmektedir.

: Onu öldürmediler ve asmadılar; fakat onlara, benzer (kuşkulu) gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler.”

İsâ hakkında ayrılığa düşenler, onun gerçek hayatını, olayın niteliğini bilmediklerinden , bu konuda kesin bir bilgiye sahibolmadıklarından dolayı onun hakkında çeşitli sözler söylemişlerdir. Kimi İsâ’nın asıldığını, kimi onun yerine başkasının asıldığını söylemiştir. Bu konudaki bilgileri kesin değil, kuşkuludur. İşte cümlesi, gerçi “Onlara benzer gösterildi” şeklinde terceme edilirse de aslında bu siyakta bu cümlenin, “bu mes’ele onlara kuşkulu yapıldı” şeklinde terceme edilmesi daha uygundur. Yani “Onlar bu konuda derin bir kuşku içindedirler, sözleri kesin bilgiye değil, zanna dayanmaktadır. Onu kesin biçimde öldürmediler” demektir.

İndilerde Hz. İsâ’nın şakirtlerine: “Bu gece hepiniz benim hakkımda kuşkuya düşeceksiniz” dediğini yazıyor. İşte âyette, İncil’deki bu söze işaret edilmektedir. Bizzat İsâ’nın çömezleri, onun hakkında kuşkuya düşe­ceklerine göre, olayı şişleyen zaman aşımından sonra gelenlerin kuşkuya düşmeleri gayet doğaldır. Zaten sonrakilerin kuşkusu, İsâ’nın kendi şakirt­lerinin kuşkusundan, onların olaya bizzat tanık olmamalarından kaynak­lanmaktadır.

Bugünkü dört İncîl ‘de İsâ’nın çarmıha gerilip daha sonra göğe kaldı­rıldığı, birbiriyle çelişik biçimlerde anlatılmaktadır. Bunları özetle gözden geçirelim:

Matta’ya göre İncîl ‘de İsâ, sakinleriyle beraber bir evde fısh yemeği yemiş, içlerinden birinin kendisini ele vereceğini söylemiş. “Fakat ben kıyam ettikten sonra sizden önce Galile’ye gideceğim” demiş. Öldürüle­ceğini haber veren İsâ, öldürülmemesi için du’â etmiş: “Ey Baba, eğer mümkünse bu kâse benden geçsin. Fakat benim istediğim gibi değil, senin istediğin gibi olsun.” demiş. İsâ’yi yakalamaya geldiklerinde bütün şa­kirtleri onu bırakıp kaçmışlar (26/56). İsâ, şahsen kendisini tanımayan başkâhinlerin (yargıçların) huzurunda yargılanırken uzaktan onu izleyen şakirdi Petrus, “İsâ’nın arkadaşı mısın, onu tanıyor musun?” diye soranlara üç kez İsâ’yi tanımadığını söylemiş (26/69-74). İsâ, yargılama sonunda vali Platus’a teslîm edilince onu ele veren Yahuda, kederinden kendini asmış (27/1-5).

Vali Platus, İsâ’yi iyi bir adam gördüğü için ona dokunmak istemediği halde halkın kargaşasından korkup İsâ’nın çarmıha gerilmesine razı olmuş. Askerler onu alıp saraya götürmüşler. Üzerine kırmızı bir kaftan giy­dirmişler, başına dikenden yapılı bir tac koymuşlar, sağ eline de bir kamış (çubuk) vermişler. Önünde diz çöküp “Selâm ey Yahudilerin kralı(!)” diye alay etmişler, üzerine tükürmüşler. Sonra onu Golyat’a götürüp çar­mıha germişler. Onunla beraber iki haydutu da, biri sağında biri solunda olmak üzere çarmıha germişler.

Altıncı saatten dokuzuncu saate kadar bütün yeryüzüne karanlık çökmüş ve dokuzuncu saatte İsâ: “Eli, Eli, lama sabaktanî: Allahım, Allahım, niçin beni bıraktın?” diye yüksek sesle bağırmış. Bir kez daha böyle bağırdıktan sonra ruhunu vermiş. Bunun üzerine depremler olmuş. Kabirler açılıp nice mukaddes kişilerin cesedleri kalkmış. Kabirlerden çıkıp İsâ’nın kıyamından sonra mukaddes şehre girmişler ve birçok kimseye görünmüşler. Bunu gören askerler İsâ’nın gerçekten Allah’ın oğlu olduğuna inanmışlar (27/45-56).

Akşam, İsâ’nın şakirdi Arimatealı Yûsuf, vali Platus’tan İsâ’nın cesedini istedi. Cesedi alıp, daha önce hazırladığı yeni kabre yatırdı. Kabrin kapısına bir taş yuvarlayıp gitti. Mecdelli Meryem ile Ya’kûb’un anası Meryem öte tarafta oturuyorlardı. İsâ’nın cesedinin çalınmaması için askerler bekliyorlardı. İsâ’nın defnini uzaktan görmüş olan Mecdelli Mer­yem ile Ya’kûb’un anası Meryem, tanyeri ağarmaya başlarken kabri ya­kından görmeğe geldiler. Birden bir deprem oldu, Rabbin meleği gökten inip kabrin taşını yuvarladı, taşın üstünde oturdu. Askerler korkudan ba­yıldılar. Melek, iki kadına korkmamalarını ve İsâ’nın orada olmayıp kalk­tığını söylediler: “Gelin, Rabbin yattığı yeri görün ve çabuk gidin, şakirt­lerine söyleyin. O, ölüler(arasın)dan kalkmıştır. Ve işte sizden önce Gali-le’ye gidiyor, orada göreceksiniz.” dedi.

İki kadın, olayı şakirtlere haber vermeğe giderken İsâ onların karşısına çıktı. Kabri bekleyen askerler, olayı başkâhinlere bildirince başkâhinler, olay yayıldığı takdirde kendilerinin güç duruma düşeceklerini, rezil ola­caklarını düşünerek olayı örtüp İsâ’nın cesedini, geceleyin şakirtlerinin çaldığını söylemelerini öğütlediler ve bunun için askerlere para verdiler.

Markos’a göre İncîl’in 13’ncü babında anlatılmaya başlanan olayda, askerlerin İsâ’ya erguvânî kaftan giydirdikleri yazılıdır (13/17). Markos İncilinde Yahuda’nın intiharından söz edilmez. Matta İncilinde İsâ’nın haça gerilme saati belirtilmemiş, sadece altıncı saatten dokuzuncu saate kadar bütün yeryüzüne karanlık çöktüğü anlatılmıştır (13/25-33). Markos İncîlinde ise İsâ’nın, üçüncü saatte haça gerildiği söylenmektedir.

Matta’da, İsâ’nın cesedinin kabre konulusunu uzaktan seyredenler Mecdelli Meryem ile Ya’kûb’un anası Meryem iken Markos’ta bunlar: Mecdelli Meryem ile Yoses’in anası Meryem’dir. Ertesi gün cesedi almak için gelenler de Matta’da Mecdelli Meryem ile Ya’kûb’un anası Meryem iken Markos’ta bunlarla birlikte Salome de gelmiş, fakat şafak vakti değil, güneş doğduğu zaman gelmişler (16/1-2).

Bu kadınlar kabre girmişler. Sağ tarafta beyaz kaftan giymiş bir gencin oturduğunu görüp şaşırmışlar, çok korkmuşlar ve kabirden çıkıp kaçmışlar. Halbuki Matta’da: bir deprem olmuş, gökten ışık gibi melek inmiş ve meleğin kendilerine güven vermesiyle kadınlar korkmamış ve kaçmamışlar, korkularından kimseye bir şey söylememişler. Oysa Matta ‘da şakirtlere gitmişlerdi.

Sonra haftanın ilk gününde kıyam eden İsâ, hayatta iken kendisinden yedi cin çıkarmış olduğu Mecdelli Meryem’e görünmüştür. Matta’ya göre iki kadına görünmüştü. Markos’ta ise sadece bir kadına görünmüş, o da gidip İsâ’nın şakirtlerine haber vermiş, inanmamışlar. Sonra İsâ, kırda, şakirtlerinden ikisine görünmüş. Onlar da ötekilere söylemişler. Fakat bunlara da inanmamışlar. Sonra sofrada yemek yerlerken onbinlere görün­müş ve kıyamına kadar inanmadıklarından ötürü onları kınamış ve onlara gidip İncîl ‘i yaymalarını emretmiş.

Luka’ya göre İncil’de ise vali Platus, İsâ’yı Hirodes’e göndermiş. Önce onu sorguya çeken Hirodes, ona renkli elbise giydirip tekrar Platus’a göndermiş (23/7-12). Luka’ya göre İsâ ile birlikte haça gerilen iki suçludan biri İsâ ‘ya hakaret etmiş, öteki ise bu yaptığından ötürü arkadaşını azarlamış, bu yüzden İsâ ona cennette kendisiyle beraber olacağını müjdelemiş (23/39-42).

Luka’da İsâ ‘nın kabrini gören kadınlar, iki değil, daha fazladır. Bunlar haftanın ilk günü seher vakti kabre gitmişler, kabrin taşını yuvarlamışlar (öteki İncîllerde taşı melek yuvarlamıştı. Burada kadınlar yuvarlıyorlar), kabre inmişler, İsâ ‘nın cesedini bulamamışlar. Şaşkın durumda iken parlak elbiseli iki adam görmüşler (Matta ve Markos’ta tek adam görmüşlerdi. Burada iki adam görüyorlar. Yine öteki İndilerde kadınlar adamı daha kabre inmeden, kabrin üstünde veya içinde görmüşlerdi. Burada kadınlar kabre inip cesedi bulamadıktan sonra adamları görüyorlar). Adamlar bunlara:

“- Niçin diriyi ölüler arasında arıyorsunuz? O burada değil, (dirilip) kalktı.” demişler.

Kadınlar da, gördüklerini onbinlere ve başkalarına anlatmışlar. Bu kadınlar: Mecdelli Meryem, Yohanna ve Ya’kûb’un anası Meryem ve başka kadınlar idi (24/2-10). Matta ve Markos’a göre İsâ, asıldığının ertesi günü sabahı kalkmış iken Luka’ya göre asıldığının üçüncü günü kalkmıştır. Diğer İndilerde İsâ’nın, üzerine gerileceği haçın, Kirineli Simon’a taşıttırıldığı yazılı iken Yuhanna İncilinde, İsâ’nın kendisine taşıttırıldığı yazılıdır (19/17).

Ayrıca Yuhanna İncilinde haça gerilme işleminden sonra Sabt günü olan ertesi gün, cesetler haçta kalmasın diye, gerilenlerden iki haydutun bacaklarını kırmışlar, fakat İsâ ‘yi ölmüş görünce bacaklarını kırmamışlar. Ancak askerlerden biri, İsâ’nın böğrüne mızrakla vurmuş, böğründen kan çıkmış (19/31-34).

Diğer İncîllerde İsâ’nın kabrine gelip taşı kaldırılmış gören veya kaldıran, fakat İsâ’nın cesedini orada bulamayan, melekle karşılaşan iki yahut daha fazla kadın olduğu söylenirken. Yuhanna İncîlinde yalnız tek kadın olup Mecdelli Meryem ‘dır (2/1-2).

İsâ’nın iki şakirdi gelip kabirdeki durumu gördükten sonra gitmişler. Fakat Meryem ağlayarak kabrin başında dururken kabrin içinde beyaz giysili iki melek görmüş. Onlardan İsâ’nın nereye kaldırılıp konduğunu sormuş. Birden arkasında İsâ’yi görmüş. Önce onu tanıyamamış, fakat İsâ, konuşmaya başlayınca tanımış. Gelip durumu şakirtlere söylemiş. Sonra İsâ, bazı şakirtlerine de görünmüş 2/6-31).

Görülüyor ki İsâ’nın çarmıha gerilmesi ve kabirden kalkması, İncîl­lerde başka başka ve birbirine ters biçimlerde anlatılmaktadır: Kimine göre İsâ’nın gerileceği haçı başkası taşımış, kimine göre kendisi taşımış. Kimine göre İsâ, çarmıha gerildiğinin ertesi günü kalkmış, kimine göre üçüncü günü kalkmış, kimine göre günün üçüncü saatinde, kimine göre altıncı saatinde çarmıha gerilmiş. Kimine göre gerilmeden önce vali Platus, onu Hirodes’e göndermiş, kimine göre göndermemiş. Kimine göre onun kabirden kaldırıldığını söyleyen meleği, yalnız bir kadın, kimine göre iki kadın, kimine göre de ikiden fazla kadın görmüş. Kimine göre bu melek bir tane, kimine göre iki tane imiş. Kimi İsâ’yi ele veren şakirdin intihar ettiğini söylüyor, kimi bundan hiç söz etmiyor.

Tanrı sözünde bu kadar tutarsızlık olmaz. İsâ’nın kabirden kalkmış olduğunu ilk gören, Mecdelli Meryem’dir. Hz. İsâ, hayatında bu kadından yedi cin çıkarmıştı. Demek ki bu kadın, cin çarpmış, aklî dengesi bozuk bir kadındı; normal bir kişi değildi. Eğer rivayetlerin bir gerçek yanı varsa bu kadın, yine bir cin gördü, gördüğü cin, ona İsâ biçiminde göründü. O zaten hayaller, cinler görüyordu. Cinle meleği birbirinden ayırdedecek ne bilgiye, ne de zekâya sahipti.

Gidip etrafa İsâ’yı gördüğünü söyledi. Hiçbir kültüre sahibolmayan ümmî şakirtler de İsâ ‘nın gerçekten öldürüldüğüne ve öldürüldükten sonra da kaldırılıp göğe çıkartıldığına inandılar. Bu inanç, böylece Hıristiyanlar arasına yayıldı.

Çarmıha gerilme olayı (eğer doğru ise) gece olmuştu. İsâ’yı yakala­mağa gelenler onu tanımıyorlardı. Askerler geldikleri zaman, bütün şakirt­leri isa’nın yanından kaçmışlardı. Sadece Petrus, çok uzaklardan onu seyretmiş, ama askerlerin İsâ’yı yakaladıklarını yakından görememişti. Demek ki İsâ’nın yakalanışını ve çarmıha gerilişini, onu tanıyanlardan hiç kimse görmemişti. Onu ihbar eden Yahuda da İsâ yakalandıktan sonra bir daha görülmemiştir.

İncîllerin anlatımından, vali Platus’un İsâ’yı sevdiği, onu korumak istediği anlaşılmaktadır. Nitekim Yahûdî kâhinlerine, bu suçsuz adamı asmak istemediğini, onun yerine başka birini asmaya razı olmalarını öner­mişti. Onlar ille onun asılmasını isteyince vali, İsâ’yı yakalayıp onun yerine bir başkasını İsâ diye çarmıha gerdirmiş olabilir. Nasıl olsa kâhinler ve askerler içinde İsâ’yı tanıyan yoktu.

Çarmıha gerildikten sonra İsâ’nın kabrine gidenler, onun cesedini görememişlerdi. Demek ki İsâ çarmıha gerilmemişti. Fakat onlar İsâ’nın mutlaka çarmıha gerilip öldürüldüğüne inandıkları için cesedini kabirde göremeyince İsâ ‘nın dirilip cesediyle birlikte göğe çıkartıldığına inandılar.

İsâ’nın şakirtleri, Taberiyye gölünde balıkçılık yapan kimselerdi. Öyle parlak zekâlı, bilgin kişiler değillerdi. Bir olayın bütün yanlan görülüp anlaşılmayınca özellikle ümmî insanlar arasında efsaneleştirme, olaya bir mu’cize niteliği verme eğilimi vardır. İşte İsâ’nın cesedinin kaldırılıp göğe yükseltilmesi inancı da olayın niteliğinin bilinmemesinden doğmuş­tur. Gerçi peygamberlerin mu’cizesi vardır ama ölen kimsenin dirilmesi ve cesediyle birlikte göğe çıkması da Kur’ân’da sunnetullah denen İlâhî yasalara aykırıdır. Bu söylediklerimiz, İsâ’nın öldürülmediğinin bir izah tarzıdır. Kur’ân ‘in anlatımına uygundur. Yine Kur’ân ‘in anlatımına uygun olan ikinci bir izah tarzı da şudur:

Hz. İsâ’yi öldürecek olanlar, onu tanımıyorlardı. İndilere göre otuz gümüş karşılığında İsâ’nın bulunduğu yeri haber veren şakirdi Yahuda İskaryot, askerlere: “Ben kimi öpersem, İsâ odur, onu yakalayın” diye işaret vermişti (Matta, bab: 26, cümle: 48). Barnaba İncilinde askerlerin, İsâ sanarak Yahuda İskaryot’u yakaladıklarını, çünkü onun İsâ’ya benzetil-diğini söylüyor (Fasl: 210, s. 309). Dört İncîlle Barnaba İncilinin birleştiği nokta, İsâ’yı yakalamağa gelenlerin, onu tanımadıklarıdır. Tanımadıklarına göre yakaladıkları şahsın İsâ olduğundan emin olamazlardı.

Hıristiyanlarca mu’teber İndilerden üçü, Yahuda’nın, yaptığına pişman olarak, İsâ’nın çarmıha gerilmesinden sonra kaybolup görün­mediğini söylüyor. Kimine göre İsâ, yakalanınca Yahuda üzüntüden kendi­sini asmış (Matta: 27/5), kimine göre de Yahuda İsâ’yı haber vermesi karşılığında aldığı paralarla bir tarla satın almış, baş aşağı düşüp ortadan çatlamış, bütün barsakları dökülmüştür (Resullerin İşleri: 1/18).

Bu rivayetler, İsâ’nın yakalanmasından sonra Yahuda’nın bir daha görünmediğinde birleşiyorlar. Ama onun âkibeti hakkında kesin bilgi yoktur. Gerçekten görünmemiştir, çünkü İsâ yerine o asılmıştır.Onu yakînen öldürmediler” âyetine; onlar, onu kesinlikle öldürme­diler, onu öldürmedikleri kesindir, şeklinde mânâ verilmiştir. Fakat siyaka daha uygun mânânın: “Onu öldürmeleri kesin değildir; sadece şekke daya­nır.” şeklinde olduğu kanısındayız.

M. Reşid Rızâ, bu konuda özetle şöyle diyor: “İsâ’ya çok benzeyen Yehuda, önce İsâ’nın saklandığı yeri para karşılığında askerlere haber verdi. Sonra bu yaptığına pişman oldu, vicdan azabından kurtulmak için kendisini İsâ diye tanıtıp asıldı. Hıristiyan kaynaklarında İsâ’yı haber veren Yehudâ’nın, İsâ’nın asılmasından sonra bir daha görülmeyip intihar ettiği rivayet edilir. Kendini İsâ diye tanıtıp askerlere teslim olması da bir çeşit intihardır.

Demek ki âyetin dediği gibi Allah, İsâ’ya ikram edip onu, düşman­larının elinden kurtarmış ve İsâ, gizlice başka bir ülkeye gidip normal hayatını yaşadıktan sonra vefat etmiş, vefatından sonra da ruhu, Allah katında yüce derecelere yükselmiştir.

Müfessirler, Hz. İsâ’nın kurtulduğunda ve kendisine benzetilen biri­nin asıldığında sözbirliği içindedirler. Yalnız yakalanmadan önceki olaylara ilişkin anlatımları, belki de dolaylı olarak İncîllerden aynen alınmıştır.

55-Allah demişti ki: “Ey Isâ, ben senin canını alacağım, seni bana yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim ve sana uyanları Kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” 56-“İnkâr edenlere gelince, onlara dünyada da, âhirette de şiddetli bir şekilde azâbedeceğim, onların yardımcıları da olmayacaktır.” 57- İnanıp iyi işler yapanlara da (Allah), mükâfatlarını tam olarak verecektir. Allah zâlimleri sevmez. 58- İşte bu sana okuduğumuz, o âyetlerden ve hikmetli Zikir’dendir. (Âl-iİmrân: 94/55-58)

Bu âyetlerde, Allah’ın, sözgeliminden anlaşıldığı üzere, huzuruna varan İsâ’ya, kendisini teveffî edeceği, inkarcılardan temizleyeceği ve kendisine inananları, tâ Kıyamet gününe kadar onu inkâr edenlerin üstünde tutacağı; sonra huzuruna varacak olan insanlara, ayrılığa düştükleri konu­ların içyüzünü bildireceği; inkâr edenleri çetin azaba çarptıracağı; inanan­ların ödüllerini de tam vereceği; Allah’ın haksızları ve haksızlığı sevmediği belirtilmekte ve Hz. Muhammed ‘e okunanların, Kitabın âyetleri ve hikmetli Zikir olduğu vurgulanmaktadır.

(teveffî), dilde esas itibarıyla bir sayının, bir şeyin tam ve bol elması, bir işi tam yapmak, hakkını tam vermek anlamındadır. Sonradan can almak anlamında kullanılmıştır, hakkını verdi, demektir ruhunu aldı, demektir.(vefat) ölmek, ölüm anlamındadır.

55’nci âyetteki kelimesi üzerindeki görüşleri üç noktada toplayabiliriz: Teveffî: 1) ölüm anlamınadır, 2) uyku anlamınadır, 3) can almak (öldürmek) anlamınadır. Bu görüşleri açalım:

1) Alî ibn Ebî Talha’nın, Abdullah ibn Abbâs’tan aktardığı bir görüşe göre ” Ben seni öldüreceğim” demektir. Muhammed ibn ishâk’ın

meçhul bir kişi yoluyla Vehb ibn Münebbih ‘ten aktarımına göre, Allah İsâ’yı yükselteceği zaman üç saat, ya da üç gün öldürmüş, sonra diriltip yükseltmiştir (aslında Hıristiyanların inancı da böyledir). Bir kısım tefsîr-cilere göre de teveffî ölüm anlamındadır. Fakat âyette takdim ve te’hîr vardır. Birbirine bağlayan vâv tertîb değil, cem’ ifade eder. Âyetin takdîri: “Ben seni yükselteceğim, daha sonra öldüre-ceğim” şeklindedir.

Fakat bu görüş, tutarlı bir görüş olmaktan uzaktır. Çünkü edebî bir sözde, yapılan işler bir sıra ile anlatılır, gelişigüzel söylenmez. Meselâ “Sabahleyin kalkacağım ve çarşıya gideceğim ve elbisemi giyeceğim” denmez. “Sabahleyin kalkacağım, elbisemi giyeceğim ve çarşıya gide­ceğim” denilir. Eğer takdim ve te’hîri gerektiren edebî, ince bir nükte olursa o zaman takdim ve te’hîr yapılabilir. Burada takdim ve te’hîri gerektiren bir şey yoktur.

2) Teveffî’ nin uyku mânâsında kullanıldığını söyleyenlere göre, ki çoğunluk bu görüştedir- âyetin takdîri: şeklindedir. Yani: “Seni uyutacağım” demektir.

3) Teveffi’nin kabz (canını almak) anlamında kullanılmış olduğunu söyleyenler de âyete şöyle bir mânâ takdir ederler: “Ben seni ruhun ve cesedinle yerden alıp bana kaldıracağım.”

Müfessirlerden çoğunun kanâatine göre Hz. İsâ, ruhu ve cesediyle birlikte göğe yükseltilmiştir.

Bir kısım müfessirlere göre de göğe yükseltilen, İsâ’nın cismi değil, ruhudur. Burada “Seni bana yükselteceğim” hitabayla kasdedilen, Hz. İsâ’nın ruhudur. Çünkü rûh, insanın hakikatidir. Cesed, emanet elbise gibidir, artar, eksilir. Değişmeyen insanın ruhudur.

Bu görüş, âyetin ruhuna daha uygundur. Zira:

1) Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın yasasında değişiklik bulunmadığını söy­lüyor, İsâ’nın, cismiyle birlikte göğe yükseltilmesi, Allah’ın arzdan çıkan maddelerin tekrar arza dönecekleri (Tâhâ: 45/55) hakkındaki kesin yasasına aykırıdır. Madde, madde olarak ve doğasında bir değişiklik olma-dan, dış etkenler bulunmadan yukarı kalkmaz. Hiçbir beşere böyle bir şey olma­mıştır.

2) Gök ile kasdedilen, maddî gök ise bu, yıldızlardan ibarettir. Yani İsâ, şu yıldızlardan birine mi çıkarılmıştır? Eğer kasdedilen ma’nevî gök ise oraya cesed gitmez, rûh gider. Çünkü orası maddî değildir.

3) Kur’ân-ı Kerîm, İsâ ‘nın göğe yükseltildiğini değil, Allah’a yüksel­tildiğini söylüyor. cümlesi: “Allah, onu, göğe yükseltti” değil, “Allah onu kendisine yükseltti” anlamındadır. Göğe yükseltmek başka, Allah’a yükseltmek başkadır. Göğe yükselttiğini söylemek, Allah’a belli bir mekân tahsis etmek olur. Oysa yüce Allah her yerdedir. İsâ’nın Allah’a yükselmesi için göğe çıkması gerekmez. Allah, göklerin de, yerin de Tanrısıdır. Yerde de vardır, gökte de. Öyle ise Allah’ı gökte imiş gibi düşünüp, Allah’a yükseltilen İsâ’nın göğe yükseltildiğini söylemek, âyetin ifadesine uymamaktadır. Öyle ise âyetin anlamı, İbn Cureyc’in dediği gibi, Allah’ın, İsâ’nın ruhunu yüceltmesi, sânını yükseltmesi, katında O’na değer vermesi demektir.

Yüce Allah, Hz. İsâ’yi saldırganların elinden kurtarmak suretiyle ma’nevî derecelere nail eylemiş, sânını yüceltmiştir. Nitekim ” Tâ Kıyamet gününe kadar sana uyanları, inkâr edenlere üstün yapacağım” âyetinden bu mânâ anlaşılmaktadır. Gerçekten İsâ’nın ümmeti, daima onu inkâr eden Yahûdîlere hakim ola­gelmiştir. Bu da onun, Allah katındaki şanının yüceliğini gösterir.

Müfessirlerin, ” Seni vefat ettireceğim, bana yükselteceğim.” âyetini, genellikle İsâ’nın göğe çıktığı şeklinde tefsîr et­melerinin başlıca iki etkeni vardır:

Bunların en önemlisi, Hıristiyanlar ve Yahûdîler hakkındaki âyetlerin izahı için İslâm’a yeni girmiş olan Yahûdî ve Hıristiyan âlimlerine başvur­maları ve onların söylediklerini tam gerçek kabul edip aktarmalarıdır. Diğer etken de İsâ’nın göğe çıktığı ve âhir zamanda yere inip Deccâl’i öldüreceği, haçı kıracağı ve İslâm şerîatiyle amel edeceği (onu uygula­yacağı) hakkında anlatılan bazı hadîslerdir.

Şimdi Hıristiyanların temel inancı olan İsâ’nın çarmıha gerilmesi hakkındaki düşüncelerini özetleyelim: Âdem yasak meyvayı yiyerek Al­lah’a âsi olunca onun bu günâhı soyunda devam edegeldi. Adem soyundan gelenler, hem kendi günâhlarından, hem de babaları Âdem’in günâhından ötürü cezaya müstehak oldular. Adalet ve merhamet sahibi Allah için, Âdem ve soyunda ortaya çıkan bu günâh yüzünden bir problem ortaya çıktı:

Âdem oğullarını cezalandırması rahmetine aykırı olacak, cezalan­dırmaması da adaletine aykırı düşecek idi. İşte Allah, Âdem’in bu yana hep rahmet ve adalet sıfatlarını bağdaştırmayı düşündü, düşündü, ancak bizim bulunduğumuz tarihe göre 1912 yıl önce rahmet ve adalet sıfatlarını bağdaştırmanın yolunu buldu.

Kendi nefsi olan oğlunu, çocuk şeklinde, bir kadının karnına koyacak, tam bir insan olarak dünyâya gelecek, insanlar gibi yeyip içecek, yaşayacak ve sonunda düşmanların zulmüne uğrayarak asılacak, böylece kendi nefsi olan oğlunu feda ederek insanlığı ezelî günâhından kurtaracaktı. Öyle yaptı. İşte İsâ’nın asılması, Allah’ın oğlunun, insanları ezelî günâhtan kurtarmak için kendini feda etmesidir.

Gerçekte Hz. İsâ’yı yakalayıp öldürmekle görevlendirilen askerler onu tanımıyorlardı. İsâ’nın havârîlerinden, İsâ’ya benzeyen birini İsâ sanıp yakalamış ve öldürmüş olabilirler. İsâ çarmıha gerilmemiş ve öldürül-memiştir. Bu hususta bugünkü Hıristiyanlarca kabul edilen dört İncil’in ifadesi birbirini tutmadığı gibi, Barnaba İncîlinde de Hz. İsâ’nın aşılmadığı, ona benzetilen birinin asıldığı kaydedilmektedir.

Allah onu kendisine yükseltti.” âyetinin benzeri, Âl-i İmrân Sûresinde de geçer. Biraz önce yazdığımız o âyetin açıklamasında belirttiğimiz gibi, teveffî kelimesi, diri olarak”alıp kaldırmak, yahut uykuda almak şeklinde tefsîr edilmişse de bunlar, kelimenin lügat anlamına uyma­yan, âyeti Hıristiyanların inancı istikametinde yorumlayan zoraki tefsir­lerdir. Abdullah ibn Abbâs, kelimeye doğru anlamını vermiş, “”Ben seni öldüreceğim” şeklinde açıklamıştır.

Taberî de İbn Cureyc’den şu tefsîri nakletmiştir: Onu yükseltmesi, onu alması ve kâfirlerden temizlemesidir. Yani âyetin kasdı, İsâ’yı, rûh ve cesediyle, yahut yalnız ruhuyla göğe yükseltmek değil; onu kurtarmak, şerefini, izzetini yükseltmektir. Nitekim Âl-i İmrân: 94/55’nci âyetinde de: “Seni öldüreceğim, bana yükselteceğim, sana uyanları, tâ Kıyamet gününe dek inkâr edenlerin üstünde tutacağım” buyurulması, Allah’a ref’in, İsâ’nın ma’nen yükseltilmesi, onur ve izzetinin artması anlamına geldiğini kanıtlar.

116- Ve Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Isâ sen mi insanlara ‘Beni ve annemi, Allah’tan başka iki tanrı edinin’ dedin?” “Hâşâ, dedi, sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek benim haddim değildir! Eğer demiş olsaydım, sen bunu bilirdin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız sensin, sen! 117- Ben onlara: ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin,’ diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen (yalnız) Sen oldun. Sen her şeyi görürsün. 118- Eğer onlara azâbedersen, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın); eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün, hüküm ve hikmet sahibisin!” 119- Allah buyurdu: “Bu, sadıklara, doğruluklarının fayda sağlayacağı gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler vardır.” Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte büyük başarı budur! 120- Göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin mülkü Allah’ındır. O, her şeye kadirdir! (Mâide: 110/116-120)

Mâide Sûresinin 116-120’nci âyetlerinde yüce Allah’ın, huzuruna varan İsâ ruhuna, insanlara kendisini ve annesini Allah’tan ayrı iki tanrı edinmelerini kendisinin mi emrettiğini sorduğu; İsâ ‘nın da hayatta olduğu sürece insanları, Allah’ın buyruğu üzere tek Allah’a kul olmağa çağırdığını; fakat kendisinin vefatından (canının alınmasından) sonra insanların neler yaptığını bilmediğini yüce Allah’a arz ettiği anlatılmaktadır. Cenabı Allah da Yüce Mahkeme’de sadece doğruların ödüllendirileceğini buyurmuştur. İbn Kayyim el-Cevziyye, peygamberlerin Allah’a karşı saygıları, edeb, niyaz ve du’âlarına örnek olarak Hz. İsâ ‘nın bu âyetlerde aktarılan sözlerini örnek vererek şu tefsiri yapmaktadır:

İsâ Aleyhisselâm, Allah’ın: “Ey Meryem oğlu İsâ, sen mi ‘Beni ve anamı Allah’tan başka iki tanrı edinin’ dedin? sorusu üzerine: “Ben de­medim” demiyor. “Söylemiş olsaydım, sen bunu bilirdin. Sen benim içimde olanı bilirsin. Ben sende olanı bilmem.” diyor. Sonra da Rabbini övmenin son sınırına vararak: “Gizlileri bilen yalnız sensin, sen!” diyor. Sonra büyük bir edeble, onlara yalnız tevhidi öğrettiğini belirtiyor: ” Ben onlara, sadece senin bana emrettiğin üzere, ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim” diyor. Ve hayatta iken onların yaptıklarını kontrol ettiğini, fakat vefatından sonra onları gözetleyenin yalnız Allah olduğunu, gerçek şahidin O olduğunu vurguluyor:’Ben onlann içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen benim canımı alınca onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeye tanıksın!” Daha sonra bütün insanların, inanan inanmayan herkesin Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın, dilerse kullarına azâbedeceğinî, dilerse de onları bağışlayacağını vurguluyor: “Eğer onlara azâbedersen, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın) eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen, dâima üstünsün, hüküm ve hikmet sahi­bisin!”

Sözlerinin sonunda: “Şüphesiz sen, dâima üstünsün, hüküm ve hikmet sahibisin!” denmesi, Allah’ın azaba da, affa da kadir, her şeyi sağlam, hikmetle, yerli yerince yapıcı olduğunu vurgulamaktadır. Bu, edebin en yüksek noktasıdır. Sonunda “Senbağışlayan, esirgeyensin” dememiş, “Sen azız, hakimsin!”diyerek Allah’ın mutlak gücünü ve hikmetini anmıştır. Çünkü bu sözü, kendisine kızmış olan Rabbin sorusuna yanıt olarak söylemektedir. Makam, suçtan kurtulma makamıdır. Bundan dolayı Allah’ın mutlak otoritesini hatırlamak ve anmak, şefkatini dilemekten daha uygundur.

Âl-i İmrân: 94/55’nci, Mâide: 110/117’nci âyetinde İsâ’nın bedeninin öldüğü, açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsâ’yi başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun ma’nevî derecesi, Allah’ın katına çıkan ruhudur. Zaten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür.

Görülüyor ki âyetlere göre Hz. İsâ’nın vefatı kesindir. Bu âyetleri, âhâd haberlerine dayanarak te’vîl etmek yerine bu hadîsleri te’vîl etmek daha doğrudur. Eğer bu hadîsler rivayet edildikleri şekilde gerçekten Hz. Peygamber tarafından söylenmiş ise, bunlardan şu mânâ anlaşılabilir:

İsâ’nın ruhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat Kıyametten önce bu rûh, yani İsâ ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadîsler­den, Hıristiyanların bir gün müslüman olacakları sezilebilir. Tabii bu, hadîslerin yüzde yüz Hz. Peygamber tarafından söylenmiş olduğu varsa­yımına göre böyledir. Merhum M. Hamdi Yazır da takriben bunu söyle­mektedir:

“… Her peygamberin rûhânî eceli, ümmetinin ecelidir. Rûhânî ecelleri tamam olmuş nice peygamberler var ki Kur’ân’da zikredilmemişlerdir. Allah’ın seçkin peygamberleri içine giren büyük peygamberlerin, derece­lerine göre rûhânî semâda bekaları devam etmektedir ki bunlar da İbrâhîm âilesidir. İmrân ailesi de bunlardandır. İsâ’nın cesedi Allah’a kaldırılmış, fakat İsâ’nın ruhu da kabzedilmemiş, yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrâîloğullarının su-i kasdı, hîlesi ile Hıristiyanlık mahvolmamış, yaşamış ve İsâ’nın ruhu, Mûsâ mâhiyetinde yaşamıştır. Bunun için mahvoldu zannedilen bir avuç tâbi’leri, bu ruhtan istifade ederek kısa bir zamanda Yahûdîlerin üstünde bir hayata kavuşmuşlardır. Ve nihayet Hz. Muham-med’in gelmesiyle hepsi, Muhammed’in ruhunun emri altına geçmiştir. Artık bundan sonra İsâ da diğer peygamberler gibi, Muhammed’in ruhu maiyyetindedir. Bir gün gelecek, ümmet-i Muhammed’in daraldığı bir devirde, Allah’ın garib bir kelimesi olan İsâ’nın ruhu ortaya çıkacak, Muhammed’in ruhu maiyyetinde hizmet edecek ve fakat Kıyametten evvel vefat eyleyecektir…

Muhammed Abduh da bu konuda şöyle diyor: “Bu te’vîle göre İsâ’nın zamanı, insanların İslâm şerîatinin ruhuna bağlanacakları ve şekilleri bırakıp içleri ıslâh için İslâm şerîatinin özüyle amel edecekleri zamandır.” Müfessirlerden bir kesimi, Hz. Peygamber(s.a.v.)in, Mi’râc’da Hz. İsâ ve Hz. Yahya’yı, ikinci gökte görmüş olmasını, İsâ’nın ruhu ve cesediyle göğe çıktığına delîl gösterirler. Eğer Hz. Peygamber’in, Mi’râc’da gökte görmesi, Hz. İsâ’nın, cesediyle göğe çıktığına delîl ise, Hz. Yahya’nın ve diğer peygamberlerin de cisimleriyle göğe çıktığına delîldir. Çünkü Hz. Peygamber, öteki peygamberleri de çeşitli göklerde görmüş idi. Oysa hiç kimse, başka bir peygamberin ruhu ve cesediyle birlikte göğe çıktığını ileri sürmemiştir. Zaten bütün peygamberlerin ruhları yücelere, melekût âlemine yükselirler. Muhakkak ki Hz. Peygamber’in ruhu, en yüce melekût âleminde, en yüksek göktedir.

Çarmıha gerilme ve göğe kaldırılma inancı, eski dinlerden beri süre­gelen bir inançtır. Allah için kendini feda etme hikâyesi, çeşitli toplumlarda din kurucu ve liderlerine uyarlanmıştır. Binlerce yıldan beri süregelen bu inanç, Hz. İsâ ‘ya da uyarlanmıştır.

Bu inancın, mantığa sığar tarafı yoktur. Ve bu itikad, putperestlikten Hıristiyanlığa geçmiş bir inançtır. Zira Hinduizmde de insanlığın ezelî günâhından ve bunun kaldırılması için babasız dünyâya gelen Krişna’nın, kendisini feda ettiğinden, asılırken başında altın bir taç bulunduğundan söz edilir. Krişna, elleri ayakları delinerek (yani çivilenerek) asılmıştır. Hıristiyanlara göre de İsâ asılırken başında dikenden bir taç vardı. Eski Uzakdoğu dinlerinin birçoğunda elleri ayaklan çivilenerek asılmak sure­tiyle insanlığı ezelî günâhtan kurtaran bir din büyüğünden söz edilir ve bu adam, Allah’ın insan biçiminde bir görüntüsü kabul edilir.

Allah, adalet ve rahmet sıfatlarını bağdaştırabilmek için eğer Âdem’in yaratılışından, tâ 1999 yıl öncesine kadar düşünmüş de, ancak bu kadar uzun yıl sonra bir çare bulabilmiş ise demek ki O, hâşâ, uzun süre âciz kalmış, bir işin nasıl çözüleceğini bilememiştir. Hâşâ, Allah’a hiçbir ân, cahillik ve acizlik ilişemez. Allah, insanların günâhını affetmek için çocuk şekline bürünüp kadının karnına girmez. Bunlar acz belirtileridir. Ve insan şekline de girse Allah’ın aynı olan bu insanın öldürülmemesi gerekir. Hem Allah, insanları affetmek istedikten sonra ne diye böyle çareler düşünsün? Affe-diverir, yaptığından sorumlu değildir, dilediğini yapar.

Kaldı ki Âdem’in günâhından, zürriyetinin sorumlu tutulması da Allah’ın adaletine aykırıdır. Babanın suçundan oğlu neden sorumlu olsun? Çocuğun kabahati nedir? İslâm’a göre herkes kendi günâhından sorum­ludur, günâh ferdîdir. Babanın işlediği suçtan oğlu sorumlu değildir. Hiçbir günahkâr, diğerinin günâhını çekmez. Herkes kendi günâhını yüklenir, ondan hesaba çekilir.

İsâ’nın çarmıha gerilmesini kabul etmeyen Hıristiyan mezhepleri de vardır. Cerinthi ve Tatianos mezhebinde olanlar, asılmayı kabul etmezler. Tatianos, şarap içmeyi haram saydığı için Hıristiyanlar, onu sapık saymışlardır.

Şeyh Tantâvî, İsâ’nın çarmıha gerilmesi öyküsünün, bir Bâbil efsa­nesinden Hıristiyanlığa adapte edilmiş olduğunu, müslümanlığı kabul etmiş olan Lord Headly’nin “İkazu’l-ğarbi li’1-İslâm” adlı Kitabından naklediyor. Lord Headly, 1903-1904 yıllarında Alman Arkeologlar tarafından keşfe­dilen Asur yazısıyla yazılmış iki Bâbil yazıtından, Bill’in dramının, aynen İsâ dramına benzediğini şöyle tesbit ediyordu:

1) Bili esîr olarak götürülür. 1) İsâ da esîr olarak götülür.

2) Bili, tepedeki evde(mahkeme odasında) muhakeme edilir. 2) İsâ da başkâhinin evinde muhakeme edilir.

3) Bili, dövülür. 3) İsâ da sopa ile dövülür.

4) Bili, tepeye götürülür. 4) İsâ inleyerek çarmıha götürülür

5) Bili ile birlikte iki haydut da götürülür. 5) İsâ ile de iki haydut götürülür.

6) Bili tepeye (çarmıha) çıktığı zaman kent sarsılır, olaylar olur. 6) İsâ öldüğü zaman heykelin örtüsü parçalanır, yer sarsılır, kabirler (Beyti Makdis’e) çıkar.

7) Bili ‘in elbisesi alınır. 7) Askerler İsâ ‘nm elbisesini bölüşürler.

8) Bill’in kalbine saplanan mızrak vurulan çıkınca yaradan akan kanı bir kadın siler. 8) Böğrüne mızrakla İsâ’nın yarasından kan ve su çıkar. Mecdelli Meryem ile iki kadın gelip cesedi yıkar ve tahnit ederler (mumyalarlar).

9) Bili, güneşten ve ışıktan uzak olan cehennemi ziyaret eder. 9) İsâ, kayanın altındaki kabre tepenin altına iner, hayatını yitirir. girer, ölüler kısmına gider,

10) Askerler, tepedeki zindanda tutuklu beklerler. 10) İsâ ‘nın kabrini askerler Bili’i gözetlerler. 11) Tanrılar oturup Bill’e bakarlar. 11) Mecdelli Meryem ile öteki Meryem kabrin önünde otururlar. (Gelen melekler kabrin üstündeki kayaya otururlar.)

12) Bili, oturduğu her yerde aranır. 12) Kadınlar, özellikle Mecdelli Özellikle bir kadın onu “Âh kardeşim, Meryem, İsâ’yı aramak için kardeşim!” diyerek arar. Arka kapıdan kabre gelir. Kabrin önünde ağlayarak durur. Çünkü efendisini alıp uzağa götürmüş­lerdir.

13) Bili, ilkbahar güneşi gibi hayata döner, tepedeki kabirden çıkar. 13) İsâ da pazar günü hayata döner, sonra tepeden çıkar.

14) Babillilerde büyük bayram, Martta 14) İsâ’nın da bayramı, ılımlı ilkbahar zamanında olur. Asur yazıtlarını görünce müslüman olan Lord Headly şöyle diyor: “O zaman kürsülerden biricik kurtarıcımız olarak ilân edilen Hıristiyanlığın büyüklüğü nerede? Bu yazıtlardan anlaşılıyor ki bu hikâye, Mesîh ‘in ortaya çıkmasından bin yıl veya daha fazla bir zaman önce vardı. Demek ki bu boş hikâye, size ebedî hayata girme pasaportu vermez. Bütün bunlar, çocukları avutmak isteyenlerin hikâyesidir. İslâm şerîati, ruhsal yüceliğin; insanın şu dünyada yapacağı işlere bağlı olduğunu; ancak kendi eylem­leriyle kurtuluşa erebileceğini söylüyor. Hepinizin güzel ruhsal eylemler yapmanızı istiyorum. Bu, sizin için birtakım kâhin düşüncelerine saplan­maktan iyidir.”

M. S. ikinci yüzyılda yaşayan Hıristiyan rahib İbon: “Mesîh, Yûsuf ve Azrâ’dan doğdu. Fakat ne zaman ve nasıl ömrünü geçirdiğini bilmiyoruz” demiştir. Görülüyor ki Kur’ân’ın söylediği gibi, İsâ’nın aşılmadığını ifade eden Hıristiyan Kitâbları ve böyle inanan insanlar da vardır. Zaten hayatı pek bilinmeyen İsâ hakkında daha esrarengiz bir nitelik ve İsâ ‘nın şahsına kendisini, en büyük işkenceye katlanarak insanlığa feda edecek kadar insan sevgisi vermek için, eski dinlerden kalma çarmıha gerilme öyküsü, İsâ’ya yakıştırılıp bir inanç haline getirilmiştir.

Hz. Peygamber zamanında Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyen, okuyan, onun Hz. Meryem ve Hz. İsâ hakkında anlattıklarını duyan Hıristiyanlar, onun tam gerçeği ifade ettiğini ve İsâ’ya gelen kaynaktan geldiğini kabul edip ağla-mışlar, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmişlerdi.Kur’ân, İsâ’nın aşılmadığını söylemektedir. Eğer onlar, İsâ’nın çarmıha gerilmiş olduğuna inansalardı, inançlarının tersini söyleyen Kur’ân’m vahiy ol­duğuna inanmazlar, itiraz ederlerdi. Onların Kur’ân’ı dinleyince ondan etkilenip İlâhî kaynaklı olduğuna inanmaları, o zaman da bu çarmıha gerilme olayına inanmayan Hıristiyanların varlığını gösteren kanıtlar­dandır.

Kur’ân-ı Kerîm’i İngilizceye çeviren George Sale, şöyle diyor: “Bazı kimseler, bu düşüncenin, Muhammed’in kendi icadı olduğunu sanırlar. Fakat yanılmaktadırlar. Onun zamanından çok önce bazı Hıristiyan mez­hepleri bu düşünceyi benimsemişlerdi. Hıristiyanlığın ilk zamanlarında Basilidler, İsâ’nın öldürüldüğünü kabul etmemiş, onun yerine Simon’un öldürüldüğüne inanmışlardır. Bunlardan önce Cerinthiler, bunlardan sonra da Carpocrati’ler de aynı inanca sahibolmuşlardır. Photius, okuduğu Resul­lerin Seyahatleri adlı eserde gördükleri arasında şu cümlenin de bulun­duğunu yazıyor: İsâ çarmıha gerilmedi, bir başkası onun yerine çarmıha gerildi. Onun için, onu çarmıha gerenlere güldü’ (Photius, Bibi, Cod. 114,col.291).”

Bugün modern Avrupalı araştırıcılar, çarmıh olayının uydurmalığını ispat etmektedirler. Alman Ernest die Bons, Gerçek Hıristiyanlık, adını taşıyan eserinde (s. 42) çarmıha gerilme ve kendini feda etme sorunu hakkında söylenenler, Mesih’i görmemiş olan Paulos ve benzerlerinin icadıdır, gerçek Hıristiyanlığın esaslarından değildir, diyor. Mösyö Charl da şöyle diyor: “İsâ’nın asılması, tamamen uydurmadır. Çünkü Âdem oğullarından kurban kanı dökülmedikçe Allah’ın gazabı dinmez” şeklindeki eski inanca uymaktadır. Yahudiler, Yaratıcının gazabını dindirmek ve rızasını kazanmak için çocuklarını kurban olarak takdim ediyorlardı. Hattâ bazen insan kurbanının etini yer, kanını içerlerdi. Fakat İsrâîloğulları ara­sında peygamberler çıkıp bu çirkin geleneği yasaklayınca insan kesme yerine hayvan kurban edilmeğe başlandı. İşte İsâ’nın kurbanı (kendisini feda etmesi) inancının, bu eski gelenekle yakın ilişkisi vardır. Gerçekten İsâ’nın çarmıha gerilmesi, hayal ürünüdür. Başındaki taç ile çarmıha gerilmiş liderler tablosu, putataparlıktan Hıristiyanlığa kopye edilmiştir.

Âhir zamanda Hz. İsâ’nın ineceğine dair hadîsler:

Aynı inanç, bazı hadîsler yoluyla İslâmiyete de geçmiştir. Hz. İsâ’nın inip Deccâl’i öldüreceği, İslâm ümmeti arasında adaletle hükmedeceği hakkında birkaç hadîs rivayet edilmiştir. Bunların çoğu, Ebû Hüreyre’den nakledilir. Bazılarını zikredelim:

Buhârî, Müslim ve Tirmizî’de Ebû Hüreyre’den çeşitli yollarla şu hadîs rivayet edilir: “Nefsim, elinde bulunan Allah’a andolsun ki Meryem oğlu İsâ’nın aranıza âdil bir hakem olarak ineceği zaman yaklaşmaktadır. O zaman haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, mal o kadar bollaşacak ki onu kabul eden kimse bulunmayacak”. Bu hadîsin çeşitli rivayetlerinde fazlalık ve eksiklik vardır. Aynı anlamda bir hadîs, İbn Mâce ve İbn Hanbel ‘de de mevcuttur. Buhârîdeki rivayette şu fazlalık vardır: “Sonra Ebû Hüreyre: ‘Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de o, onların aleyhine şâhid olacaktır’ âyetini okuyun, demiştir.”

Ebû Dâvûd’da bulunan bir hadîste: “Meryem oğlu İsâ” Kıyametin 10 alâmetinden biri sayılmakla beraber onun gökten ineceğinden söz edilmez. Tirmizî’nin rivayet ettiği iki hadîsten birinde Hz. İsâ’nın, Şam’da Ak Minare yakınına ineceği, ikincisinde de Deccâl’i Ludd kapısında öldü­receği ifade edilmektedir.

Müslim’in rivayet ettiği bir hadîste Rumlar, Şam ‘da A’mak’a, yahut Dâbik’a inmeden Kıyametin kopmayacağı anlatılır. Rumlar bu bölgeye gelince Medine’den çıkacak bir İslâm ordusu gelip bunlarla savaşacak, bu ordunun üçte biri bozulacak, üçte biri şehid düşecek, üçte birine de fetih nasîbolacak. Rumları yenen bu askerler, İstanbul’u fethedecekler. Orada zeytin ağaçlarına kılıçlarını asmış vaziyette ganimetleri bölüştürür­lerken şeytân: “Mesîh sizin yerlerinize, evlerinize sahiboldu!” diye bağıracak. Bunlar Şam’a gelecekler, savaşmak için kılıçlarını düzeltirlerken namaz kılacaklar. Meryem oğlu İsâ inip onlara imam olacak, Allah’ın düşmanı (Deccâl), onu görünce, tuzun suda erimesi gibi erimeğe başlaya­cak. Allah onu İsâ ‘nın eliyle öldürecek. İsâ, mızrağının ucundaki Deccâl’in kanını müslüman askerlerine gösterecek.

Müslim’in rivayet ettiği, Deccâl’den söz eden bir hadîste de Meryem oğlu İsâ’nın geleceği, Allah’ın, onu Deccâl’den koruyacağı, Allah’ın vahyiyle mü’minleri Tur’a çıkaracağı, sonra Ye’cûc ve Me’cuc’un zuhur edip Taberiyye Gölüne doğru yürüyecekleri, İsâ ve adamlarının kuşatıla-cağı, sonra İsâ ve adamlarının dağdan yere inecekleri, yerde her şeyin bollaşacağı, nihayet Kıyametin kopacağı anlatılmaktadır.

Macdonald’ın derlemesine göre de İsâ’nın ineceğine dair, sonradan oluşturulan inanç, Beyzâvî tarafından şöyle özetlenir: Gökten Arz-ı Mukad-des’e inecektir. Elinde bir kargı ile, Afik denilen bir yerde ortaya çıkacak ve o kargı ile Deccâl ‘i öldürecek ve sabah namazında Kudüs’e gelecektir; İmam kendi yerini ona vermek isteyecek, fakat o kabul etmeyecek ve imâmın gerisinde Peygamber ‘in şerîatına uyarak namazını kılacaktır. Sonra domuzu öldürecek ve haçı kıracaktır. Sinagogları ve kiliseleri yıkacak ve kendisine inanmayan bütün Hıristiyan lan öldürecektir (nşr. Fleischer, II. 241).

Lafızları, birbirinden hayli değişiklikler gösteren bu hadîslerin, mâ­nâlarında da bir birlik yoktur. Çünkü birinde İsâ zuhur edince çok bolluk olacağı, Deccâl’i öldüreceği belirtilirken ötekinde İsâ ve adam-larının, Ye’cuc ve Me’cuc tarafından kuşatılacağı, bir süre çok darlık çekecekleri söylenmektedir. Gerçi bunların hepsinde de İsâ ‘nın ineceği ifade edilmiştir ama, iniş safhaları birbirinden farklı anlatılmaktadır.

İsâ’nın, bütün sinagogları ve kiliseleri yıkacağı ifadesi de Hac Sûre­sinin: “Eğer Allah’ın bazı insanları diğer bazılarıyle savunması olmasaydı, içlerinde Allah’ın ismi çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılırdı. (Fakat Allah, bazı insanları güçlendirerek, onlar vasıta­sıyla, mii’min kullarını savunur. Kendisine inananlar ile, isminin anıldığı mabedleri korur.) Allah, kendi(dini)ne yardım edene elbette yardım eder.”

âyetine aykırıdır. Ayette Allah’ın koruduğu ve kullan vasıtasıyla savun­duğu, Allah’ın adı anılan ma’bedleri İsâ nasıl yıkar? Aslında âyete göre İsâ’nın, bu ma’bedleri koruyanların başında olması gerekir.

Ayrıca bu rivayetlerde müslümanların kılıçlarını düzelteceklerinden söz edilmektedir. Bu, 14 asır önceki savaş silâhını ifade eder ama Deccâl ‘in çıkacağı Kıyamete yakın zamanların silâhını ifade edemez. Herhalde modern çağlarda müslüman askerler, silah olarak kılıç değil, modern silah­lar taşırlar. Eğer bu askerler kılıç taşıyan askerler ise, bu çağların değil, asırlar öncesinin askerleridir. Eğer bu askerler Kıyamete yakın zamanların askerleri ise, kılıç taşımaları ifadesi, hayatın gerçeklerine uymaz.

Ayrıca bu istikbal haberleri, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilme­yeceği hakkındaki âyetlere aykırıdır.

İsâ’nın ineceğine inanmak, itikadî bir mes’eledir. İ’tikad, şekk üzerine kurulmaz, yakîn üzerine kurulur. İsâ’nın göğe çıktığına ve âhir zamanda ineceğine dair yakîn (kesin bilgi) ifade edecek bir haber yoktur. Bu konudaki rivayetlerin hepsi âhâd haberlerinden ibarettir. Kaldı ki İsâ’nın ineceği hakkında anlatılanlar, Ehl-i Beyt’ten, Mehdî adında âdil bir imamın ge­leceğine dair anlatılan rivayetlere çok benzerlik gösterir ki, Mehdî hak­kındaki rivayetlerde de bir kesinlik yoktur. Bu rivayetler, mütevâtir olmadığı gibi meşhur bile değildir. Hadîsçiler katında sahîhin altında bir derece olan hasen hadîs kabul edilmiştir. Kesinlik ifade etmeyen bu hadîslerle i’tikad kurulamaz.

Kur’ân-ı Kerîm’de İsâ’nın öleceği ve Enbiyâ: 73/34’ncü âyette Hz. Muhammed’den önce hiçbir insana ebedî yaşama verilmediği, ondan öncekilerin hepsinin öldüğü; Hz. Muhammed ‘in de bir gün öleceği belirtil­diğine göre İsâ’nın öldüğüne inanmak gerekir. Ancak İsâ, genelde Hıristi­yanların sandıkları gibi öldürülmemiş, asılmamış, Allah onu Yahûdîlerin şerlerinden kurtarmıştır. Yahûdîler, İsâ’ya benzettikleri birini İsâ diye asmışlardır. Hz. İsâ da onların gözlerinden kaybolup emin bir yere gitmiş ve orada normal bir şekilde vefat etmiş, ruhu da göklere (cennete) yük­selmiştir.

İsâ’nın ineceğine ve İslâm şerîatıyla amel edeceğine dair hadîsler, eğer doğru ise şöyle te’vîl edilebilir: Bir peygamberin dini yaşadıkça kendisi ma’nen yaşamaktadır. İsâ’nın fikriyatını Yahûdîler öldüreme-mişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, Yahûdîliğe egemen olmuştur.

Onun ruhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile, ma’nen Hz. Muhammed’in fikriyatını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar görünürde Hıristiyan olsalar bile, uygulamada İslâm’ın özüne mensub-olacaklardır. Yahut bunların, tamamen Hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a dön­meleri de muhtemeldir.

Nitekim XX. asrın sonunda Avrupa’da İslâm’ın sesi yavaş yavaş duyulmaya başlamıştır. Afrika ve Amerika’da müslümanlık sür’atle yayıl­maktadır. İslâm’ın anlaşılmasına engel olan, onun hüviyetini değiştirerek, çarpıtarak Avrupalılara anlatan misyonerler, yeni yetişen tarafsız bilim adamlarının çabalarıyla yavaş yavaş bu tutumlarından vazgeçmeğe başla­mışlardır. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı takdirde Avrupa’da ve dünyânın her yanında hakim duruma geçeceğinde şüphe görmüyoruz.

Bu hadîslerde servetin çok artacağı, zekât verilecek kimsenin bulun­mayacağı, insanların tam bir barışa kavuşacakları ifade edilmektedir. Belki birbirlerine yaklaşan, fikren ilerlemiş insanlar, sorunlarını dövüşle değil, görüşmelerle çözümleyecekler, artık eskisi gibi birbirlerine saldırmayacak, barış içinde kardeşçe yaşayacaklardır. Zaten İslâm’ın ruhu da barış ve kardeşliktir.

Henüz böyle bir düzen uzaklarda ise de eski yıllara göre insanların, birbirlerine daha çok yaklaştıkları, birbirlerini daha iyi anlamaya başla­dıkları da bir gerçektir. Belki Birleşmiş Milletler Örgütü, gittikçe güçlenip dünya ulusları arasında tam ve âdil bir hakem rolü oynar, uluslararası ilişkilerde adalet, barış ve huzur sağlanır.

İsâ’nın gökten ineceğine benzer bir inanç da Şîîlere göre ortadan kaybolan onikinci imamın, âhir zamanda çıkıp tam adaleti kuracağı şeklinde kendini göstermektedir. Şimdi kabrinden kaybolup bir gün adaleti kurmak üzere yeryüzüne inecek olan İsâ ile, ortadan kaybolup bir gün yine aynı ülküyü gerçekleştirmek üzere ortaya çıkacak olan Muntazar İmam inancı, hemen hemen birbirinin aynıdır. Değişik olan sadece isimlerdir.

Ehl-i Sünnet arasında da Mehdî inancı vardır. Fakat Mehdî, son zamanda Evlâd-ı Resûl’den yani Peygamber soyundan yetişen bir zatın, İslâm’ı yayacağı, imansızları yok edeceği şeklindedir. Kaybolmuş, ya da göğe çıkmış bir insanın, asırlar, belki binlerce yıl sonra ortaya çıkması veya inmesi değildir. Bu tarzdaki mehdî inancında akla aykırı bir şey yoktur. Mehdî, hidâyete götüren, doğru yola ileten kimse demektir. Bu anlamıyla her çağda İslâm uğrunda mücâdele veren ihlâslı liderlere mehdî gözüyle bakılabilir. Ama Resulullah neslinden yetişecek asıl mehdî ne zaman gelir, onu bilemeyiz. Eğer rivayet doğru ise, ortaya çıkacak olan böyle bir zata, bütün müslümanların birden bey’at edip inanacakları da şüphelidir. Çünkü nice büyük din liderleri, ihlâslı insanlar çıkmıştır ki birçok müslüman ona inanmak, onu desteklemek şöyle dursun, ona cephe almış, onunla savaşmıştır. Eğer mehdî, her çağda yetişen din liderleri, İslâm için mücadele veren önderler değil de son zamanlarda yetişecek bir tek kişi ise, o geldiği zaman ona inanıp destek olanlara Allah güç versin.

Şunu da belirtmemiz gerekir ki İslâm’da âhâd haberiyle itikad sabit olmaz. Bizim gökten İsâ’nın inmesine, yahut ortadan kaybolmuş imamın çıkmasını, ya da mehdinin gelmesini beklemeğe ihtiyacımız yoktur. Bu inançlar, kesinlik ifade etmeyen bazı haberlere dayanır. Biz, ne Mehdî’yi inkâr ederiz, ne de mutlaka gelecektir, diye kesin hüküm belirtiriz. Çünkü âhâd haberiyle inanç kesinleşmez. İslâm, Kıyamete kadar bakî olan son dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını feda etmeğe hazır olan her müslüman, İsâ’dır, imamdır, mehdidir. Mehdî, insanları doğru yola sevk eden müslüman âlimdir. Mehdî’nin anlamı budur.

Diyelim ki bugün İsâ geldi, kendisinin İsâ olduğunu söyledi. Acaba ona kim inanır? Ne Hıristiyanlar inanırlar, ne de müslümanlar. İnsanlar, kolay kolay yerleşmiş inançlarını bırakmazlar. Gelecek olan İsâ, Hıris-tiyanları müslümanlığa da’vet etse, sanki bütün Hıristiyanlar dinlerini bırakıp hemen İslâm’a girerler mi? Evvelâ onun İsâ olduğunu kabul etmezler. Ona hakaret ederler, iftiralar atarlar. Müslümanlar da ona inanmazlar. Nitekim kendisini İsâ veya Mehdî olarak takdim eden bazı kişiler çıkmış, bunlar, keramet şeklinde görülen bazı istidrâclar da göstermişler, kendilerine inanan müslümanlar da olmuş, fakat müslümanların çoğunluğu bunları reddetmiştir. Bunun en büyük örneği, 470/1340 tarihinde Nahcivan’da doğan Fadlullah Esterâbâdî; 1235/1819 tarihinde Şîrâz’da doğan ve 1267 /1850 de Tebriz’de kurşuna dizilen Bab (Mirza Alî Muhammed Seyyid) ve 1246-1256/1830-1840 da Hindistan’da doğup, 1326/1908’de ölen Ahmed Kadiyânî’dir. Bunların üçü de kendilerinin, Hz. Muhammed(s.a.v.)in geleceğini haber verdiği İsâ, Sâhib-i Zemân, Mehdî olduklarını söylemişler, kendilerine inananlar da olmuş, ama müslümanların büyük çoğunluğu, bunlarla mücadele etmiştir. Bahâ’îlik ve Kadiyânîlik ile hâlâ mücâdele edilmektedir.

Bir de şâhidolduğum bir olaya işaret edeyim: 1979 Hac mevsiminde, Cehîmân isimli bir Suud’lu, taraftarlarıyla birlikte Ka’be’yi işgal edip mehdîliğini ilân etti. Bunları kuşatan Suud askerleriyle bu mehdî adayı ve adamları arasında çıkan karşılıklı silah atışmalarında, Ka’be’de mahsur kalan birçok hacı öldü. Sonunda bunlar yakalanıp, hatırladığım kadarıyla Cehîman’la birlikte 60 yandaşı Suud’un çeşitli kentlerinde idam edildiler: Kılıçla kafaları kesildi. Demek ki insan çıkıp kendisini İsâ, Muntazar İmâm veya Mehdî diye tanıtmakla herkes ona hemen inanmaz. O halde İsâ veya Mehdî beklemeğe gerek yoktur. Biz, İslâm’a içtenlikle hizmet eden, ihlâslı, İslâm’ı iyibilir liderler etrafında birleşip İslâm’a hizmet etmeğe, onun buyruklarını hakim kılmağa çalışalım. Bizim üzerimize farz olan budur. Allah İslâm’ı gönüllerimize ve dünyâya egemen kılsın!

Oniki İmâm ve Oniki Halîfe Sorunu:

Allah, İsrâîloğullanndan söz almıştı. İçlerinden oniki başkan göndermiştik. Allah demişti ki: “Ben sizinle beraberim, eğer namazı kılar, zekâtı verirseniz; elçilerime inanır ve onlara yardım eder ve Allah’a güzel borç verirseniz (Allah için yoksullara sadaka verirseniz, yahut ihtiyacı olanlara Allah için ödünç para verirseniz), elbette sizin günâhlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim nankörlük ederse, düz yoldan sapmış olur. (Mâide: 110/12)

Bu âyette, Allah’ın, İsrâîloğullarından söz aldığı ve içlerinden 12 nakîb çıkardığı; namazlarını kılıp zekâtlarını verdikleri, elçilerine inanıp onları destekledikleri; Allah’a güzel borç verdikleri takdirde günâhlarını örteceği ve onları altından ırmaklar akan bahçelere koyacağını; ama buna rağmen nankörlük edenlerin, doğru yolu sapıtmış olacaklarını bildirdiği anlatılmaktadır.

Nakîb: bir şeyi araştıran kimse demektir. Toplumun tavır ve hareket­leriyle ilgilendiğinden ötürü lidere nakîb denilir. Tevrat’ın Sayılar Kitabının bir ve ikinci bablarında Yahûdî kabîleleri ve bunların başkanları anlatıl­maktadır. Allah’ın hikmetine bakınız ki İsrâîloğullarının başına on iki nakîb tayin edilmişti. Akabe gecesinde de Allah’ın Elçisi’ne, Medîne’li oniki nakîb bey’at etmiştir. Bunların üçü Evs, dokuzu Hazrec kabîlesinden idi.

Buhârî ve Müslim’de rivayet edilen bir hadîse göre Allah’ın Elçisi (s.a.v.): “İnsanları oniki kişi yönettikçe işleri düzgün gider. buyurmuştur.

İbn Kesîr şöyle diyor: “Bu hadîs, hak ve adaleti yerine getirecek oniki halîfenin varlığını müjdelemektedir. Bunların birbiri ardınca gelme­leri gerekmez. Bunların dördü, birbiri ardınca gelmiş olan Ebûbekir,Ömer, Osman, Alî’dir. Allah kendilerinden razı olsun. Bilginlere göre hiç kuşkusuz Ömer ibn Abdi’1-Azîz de bunlardan olduğu gibi Abbâs oğullarından bazıları da bunlardandır. Bunların velayetleri (iktidarları) tamamlanmadıkça Kıya­met kopmaz. Hadîslerde geleceği müjdelenen Mehdî’nin de bunlardan olduğu anlaşılmaktadır. Mehdî’nin adının, Hz. Peygamber (s .a .v.)in adına, babasının adının da Peygamber’in babasının adına uyacağı (aynı isimleri taşıyacakları); cevr ve zulüm ile dolmuş olan dünyâyı hak ve adaletle dolduracağı zikredilir. Ama Mehdî, Râfızîlerin, yaşadığını ve Samerrâ sirdâbından ortaya çıkacağını sandıkları gibi Muntazar İmâm değildir. Çünkü böyle bir şeyin aslı yoktur. Bu, onların kıt akıllarının hevesi, zayıf hayallerinin vehmidir.

“Bu oniki halîfe de, Râfızîlerin inandığı oniki imâm değildir. Bu inanç da yine onların cehaletinden ve kıt akıllarından doğmuştur. Tevrat’ta İsmâ’îl Aleyhisselâm soyundan oniki büyük kişinin çıkacağı müjdelenir. İşte bunlar, İbn Mes’ûd ve Câbir ibn Semure’nin zikrettiği hadîste haber verilen oniki halîfedir. Yahûdîlikten İslâm’a dönmüş bazı câhiller, kendi­lerinin yanına varan bazı şî’îlere, İsmâ’îl soyundan gelecek oniki büyük kişinin, oniki imâma işaret olduğunu söylemişler, o câhilleri dinleyen çok kimse de, cehaletleri yüzünden şî’î olmuştur.”

Gerçekte şî’îlerin Muntazar İmâm, Sunnîlerin de mehdî inancı, Hıris­tiyanların, halen yaşadığına inanılan ve bir gün yeryüzüne ineceği beklenen İsâ inancından kaynaklanır. Çünkü ölmediği, maddî bedeniyle göğe çıktığı, binlerce, belki milyonlarca yıl bedeniyle göklerde kaldıktan sonra yeryü­züne ineceği sanılan İsâ ile, Muntazar İmâm aynıdır. Yalnız isim değişmiş, İsâ yerine Şî’îler Muntazar İmâmı koymuşlardır. Sünnîler de Mehdî ile İsâ’yı beklemektedirler. Azerbaycana seyahatimizde, şimdi Şeyhu’l-İslâm olan, o zamanki Şeyhülislâm mu’âvini Paşazade Hacı Allahaşükür’e:

Böyle hayalî bir şeye ne diye inanıyorsunuz? dediğimde:

Halkın birleşmesi, inançlarının diri ve canlı kalması için buna inanmalarında yarar vardır. Yoksa ben de bilirem ki bir insan, asırlarca yaşamaz, yanıtını vermişti.

Şfîlerin bu inancı hayal ürünüdür ve Hıristiyanlıktan, müslümanların arasına sızmıştır. Aslında ümmet içinde oniki halîfenin olacağını bildiren hadîs de itikada mesned olacak sağlamlıkta değildir. Buna benzer bir rivayet de özellikle sûfî çevrelerinde yaygındır: “Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim karakteri üzerinde, yedi kişi Mûsâ karakteri üzerinde, üç kişi Isâ karakteri üzerinde, bir kişi de Muhammed (s.a.v.) karakteri üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendileridir.” Bu son hadîsin devamında belirtildiğine göre: Bunlar ile yağmur yağdırılır, Allah bunlar vasıtasıyla belâyı savar ve bunlar yüzü hürmetine insanları rızıklandırır.

Şevkânî, son hadîs hakkında: “Ahmed ibn Hanbel’in, Kitâbu’z-Züh-d’ünde, bu hadîsin sahih olduğu söylenmektedir” diyorsa da ben göz attığım Kitâbu’z-Zühd’de bu hadîse rastlayamadım, herhalde dikkatimden kaçmış olmalıdır. Şevkânî’nin, derlediği görüşlerden, hadîsin sahih olduğu düşün­cesi ağırlık kazanmakta ise dekanâatimize göre bu ve benzeri hadîsler Kur’ân’ın tevhîd inancına ve gaybı Allah’tan başka kimsenin bilmeyeceğini vurgulayan Kur’ân âyetlerine aykırıdır. Kişi haberleri üzerine itikad kuru­lamaz. Tâ Kıyamete kadar sürecek uzun zaman içinde sadece oniki halîfenin geleceği, akla uygun değildir.

Ayrıca her yüzyılda bir müceddid geleceğini bildiren hadîse de aykı­rıdır. Her yüz yılda bir müceddid gelse, Kıyametin ne zaman kopacağı belli olmadığına göre müceddidlerin sayısı onikiyi çok geçer. Şimdi 1420’nci.Hicret yılındayız. Allah’ın Elçisi’nden bu yana ondört asır geçti. Demek ümmet içinde ondört müceddid yetişti. Bu müceddidler, ümmetin velîleri sayılırlar. O halde ümmetin işlerini adaletle yönetecek olanları oniki ile sınırlamak gerçeklere uygun görünmüyor.

Âyette, zaman içinde İsrâîloğullarının başına oniki lider geleceği değil, Mûsâ zamanında oniki kabîleye ayrılmış olan İsrâîloğullarının her kabilesinin başında bir lider bulunduğu bildirilmektedir. Nitekim ” Biz onları (Ya’kûb’un oniki oğlundan gelen) oniki torun kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Mûsâ ya: ‘Asanla taşa vur!’ diye vahyettik. Taştan oniki gözefişkırdı. Her kabile içeceği yeri bildi. (Ayrıca) Üzerlerine bulutla gölge yaptık ve onlara kudret helvasıyle bıldırcın eti indirdik: ‘Size ver­diğimiz güzel azıklardan yeyinV {dedik). Ama onlar {saptılar, haksızlık ettiler. Böylece onlar) bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmedi­yorlardı.” âyeti de İsrâîloğullarının oniki kabileye ayrıldığını bildirmek­tedir. İşte bu kabilelerden her birinin başına bir lider geçirilmiştir. Gelecekte oniki imam, ya da oniki halîfe çıkacağına işaret sayılan âyet, gerçekte oniki İsrâîloğlu kabilesinin başında bulunan kabile başkanlarını anlatmak­tadır. Âyetin gelecekle bir ilgisi yoktur. Sonra İsrâîloğullarından söz eden âyetin, bu ümmetin geleceğine uygulanmasının mantığını anlamak güçtür. İşte maalesef birçok insan bu tür hayallerle uğraşmış, durmuştur.

Andolsun,Kitâb ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona inanacak olmasın. Kıyamet günü de O, (İsâ) onların aleyhine şahit olacaktır.” (Nisa: 98/159) âyeti üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır:

Bazılarına göre (4j)deki zamir, Hz. Muhammed ‘e, kelimesin­deki zamir de Kitâb ehli olan her insana gider. Bu takdirde mânâ: Kitap ehlinden her fert, ölümünden önce Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanacaktır, şeklinde olur.

Bazılarına göre de deki zamir, İsâ ‘ya gitmektedir. Bu takdirde mânâ: Kitâb ehlinden her fert, Kur’ân ‘in İsâ hakkında anlattığı gerçeklere inanacak, fakat ye’s halindeki bu îmân, yarar sağlamayacağı için İsâ, Kıyamet gününde onların aleyhine tanık olacaktır.

Diğer bazılarına göre de âyetin anlamı şöyledir: Dünyanın sonunda İsâ gökten inince Kitâb ehlinden her fert, ona inanacaktır.

Birinci mânâ mümkün değildir. Çünkü Kitâb ehlinden her ferdin Hz. Muhammed’e inanmış olması olanaksızdır. Zira Hz. Muhammed’den önce yaşamış olan Kitâb ehli insanlar, onu görmemiş, bilmemişlerdir ki ona inansınlar. Oysa “Kitâb ehlinden her fert” deyimi, geçmiş ve gelecek bütün Kitâb ehli bireylerini kapsar. Zira da ehl, nefy yerinde nekiredir, genel ifade eder.

Üçüncü mânâ da mümkün değildir. Zira daha önce ölmüş olan Kitâb ehli insanlar, dünyânın sonunda yeniden gelecek İsâ’ya nasıl inansınlar? İnanmak için onun devrinde veya ondan sonra yaşamaları gerekir. Henüz gelmemiş olan İsâ’nın, geleceğinden sonraki çağrısına, ondan çok önce ölmüş olan insanların inanması mümkün değildir. Bu görüşlerin sahipleri, İsâ’nın ineceği hakkındaki rivayetler doğrultusunda âyeti bu tür yorumlara zorlamışlardır. Oysa bu rivayetler, bu âyeti tefsir için söylenmiş değildir. Hadîs mecmualarının hiçbirinde bu âyet hakkında böyle bir tefsîr nakle-dilmemiştir. Âyette İsâ’nın ineceğine dair hiçbir işaret yoktur.

Tek ma’kul görüş, ikincisidir. Yani âyetin anlamı şudur: Kitâb ehlin­den hiçbir fert yoktur ki ölmezden önce, İsâ’nın Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna inanacak olmasın. Kitâb ehlinden her fert, ölmezden önce gözünden perde kalkınca, Kur’ân’ın, İsâ hakkında söylediklerinin gerçek olduğunu, yani onun, Allah’ın oğlu değil, kulu ve elçisi olduğunu anlar. O zaman insan, gerçeğe inanır ama artık inanmanın yarar sağlamasına zaman ve fırsat kalmamış, iş işten geçmiş olur. Ancak ye’s halinden önceki îmân, insana yarar sağlar.

“Her ümmetten, (inançlarının bozukluğuna) bir şâhid, seni de bun­ların aleyhine şâhid getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur?” âyetinin haber verdiği üzere Kıyamet günü her peygamber kendi ümmetinin, ken­disinin tebliğ ettiği dinin hakikatlerine uyup uymadığına tanıklık edeceği gibi, Hz. İsâ da kendi ümmetine tanık olacak, onların kendisi hakkında uydurdukları, gerçeklere aykırı inançların, kendi tebligatına uymadığına dair onların aleyhine tanıklık edecektir. Yani inanç ve davranışları, âhirette, peygamberin getirdiği dinin orijinali ile karşılaştırılacak; hangi söz ve işlerin, kendi tebligatına uyduğunu, hangilerinin uymadığını Peygamber orada açıklayacaktır, ” Kıyamet günü de o, onların aleyhine tanık olacaktır” cümlesi bunu ifade etmektedir.

Peygamberlerin Misyon Birliği:

Andolsun, Musa’ya Kitabı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsâ ‘ya da açık deliller verdik ve onu Rûhü’l-Kudüs ile destekledik. (Bakara: 92/87)

“Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, Jsmâ’îl’e, Ishâk’a, Ya’kub’ ve torunlar(ın)a indirilene, Mûsâ ve isa’ya verilene ve (diğer) peygam­berlere Rableri tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayırım yapmayız, biz Allah’a teslim olanlarız” deyin. (Bakara: 92/136)

84- De ki: “Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmâ’îl’e, ishâk’a, Ya’kub’a ve sıbtlara, (Ya’kûb oğullarından türeyen kabilelere) indirilene; Musa’ya, İsâ’ya ve peygamberlere Rab’leri tarafından verilene inandık; onlar ara­sında bir ayırım yapmayız, biz O’na teslim olanlarız.” 85- Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır. (Âl-i İmrân: 94/84-85)

92/136, 94/84-85’nci âyetlerde de Hz. Muhammed(s.a.v.)e, hiçbir ayırım yapmadan bütün peygamberlere inandığını ve yalnız Allah’a teslîm olduğunu söylemesi emrediliyor ve İslâm’dan başka bir dinin makbul olmadığı vurgulanıyor.

İslâm, kişinin özünü Allah’a teslîm etmesi, yalnız O’na kulluk edip O’nun buyruklarına boyun eğmesi demektir. İmân ise Allah’a ve O’nun buyruklarına inanmaktır. Bütün peygamberlerin dininin özü İslâm(Allah’a teslîm olma, yalnız O’na tapma, O’ndan başka İlâh tanımama)dır. Allah’a teslîm olmaya aykırı bir din makbul değildir. Allah’a ortak tanımak, O’nun çocuğu olduğunu söylemek, yahut Allah ile kullan arasında aracılar bulunduğunu, Allah’a ibâdet ve du’â ederken o aracıların adını da anmak ve onlar vasıtasıyla Allah’a gitmek gerektiğini söylemek islâm’a aykırıdr. Bu bakımdan İslâm’dan başka bir din arayan, böyle bir dine giren kimsenin davranışı reddedilir; o kimse âhirette büyük ziyana uğrar.

İşte biz o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu isa’ya da açık deliller verdik ve onu Rûh’ul-Kudüs ile destekledik. Allah dileseydi onların arkasından gelen milletler, kendilerine açık deliller gelmiş olduktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat anlaşmazlığa düştüler, onlardan kimi inandı, kimi de inkâr etti. Allah dileseydi, bir­birlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapar. (Bakara: 92/253) âyetinde de Allah’ın, Meryem oğlu İsâ’ya beyyineler (peygamberliğini ispatlayan kanıtlar, mu’cizeler) verdiği ve onu Kutsal Rûh’la desteklediği belirtilmektedir.

Biz peygamberlerden, (verdiğimiz elçilik görevini yapmak ve hak dine davet etmek hususunda) kuvvetle ahidlerini almıştık, senden, Nûh’dan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan, (evet) onlardan sapasağlam söz almıştık. (Ahzâb: 97/7) âyetinde Allah’ın, bütün peygam­berlerden olduğu gibi, Meryem oğlu İsâ’dan da kesin söz aldığı belirtil­mektedir.

Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyetük. Nitekim İbrahim’e, İsmâ’îl’e, İshak’a, Ya’kûb’a, sıbtlara (Ya’-kûb oğullarına) İsâ’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Harun’a, Süleyman’a da vah-yetmiş ve Davud’a da Zebur’u vermiştik. (Nisa: 98/163) âyetinde de diğer peygamberlere vahyedildiği gibi İsâ’ya da vahyedildiği vurgulanmaktadır.

Dinde Aşırılık ve Teslîs (üçleme):

Zamanla, aşırılık yüzünden Hıristiyanlar arasına yerleşen Üçleme gibi tevhide aykırı inançlar, aşırılık ve egoizmden kaynaklanan inanç mezhepleri, bölünmeler hakkında Hıristiyanlık, Dinde Aşırılık ve Teslîs maddelerine de bakınız.

3/59- Allah yanında isa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir: Onu, topraktan yarattı, sonra ona “Ol” dedi, artık olur. 60- (Bu,) Rabbinden gelen gerçektir. Öyle ise kuşkulananlardan olma. 61- Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartış­maya kalkarsa, de ki: “Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden lanetle dua edelim de, Allah’ın lanetini yalancıların üstüne atalım!” 62- İşte (Isâ hakkındaki) gerçek kıssa (öykü) budur. Allah’tan başka tanrı yoktur. Allah, elbette aziz (mutlak gâlib) ve hikmet sahibidir. 63- Eğer dönerlerse, muhakkak ki Allah, bozguncuları bilir. (Âl-i İmrân: 94/ 59-63) âyetlerinde de İsâ’nın babasız yaratılmasının, Adem’in topraktan yaratılması gibi, Allah’ın “Ol” emriyle vukubulmuş bir olay olduğu vurgulanmakta ve İsâ hakkında bu anlatılanlara inanmayıp yine onun, Allah’ın oğlu veya Allah’ı oluşturan üç elemandan biri olduğu gibi inançlarda ısrar edip Peygamberle tartışmaya kalkışanlar, (la’netleşme)ye çağrılmaktadır:

Mübâhele, bir tartışmada tarafların, yalan söyleyen kim ise ona Allah’ın la’net etmesini dilemeleridir. Daha sonraki âyette bu anlatılanların gerçek bir öykü olduğu; Allah’tan başka tanrı bulunmadığı vurgulanmakta; bu kadar kanıttan da yüz çevirirlerse Allah’ın, bozguncuları bildiği vurgu-suyla hak söze karşı direnenler uyarılmaktadır.

3/79- Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah ona Kitâb, hüküm (hikmet) ve peygam­berlik versin de, sonra (o kalksın) insanlara: “Allah’ı bırakıp bana kullar olun” desin; fakat: “Öğrettiğiniz Kitâb ve okuduğunuz şeyler gereğince Rabba halis kullar olun!” der. 80- Ve size: “Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin!” diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size inkârı emreder mi? (Âl-i İmrân: 94/79-80)

94/79’ncu âyette geçen rabbani, kendini Allah’a vermiş, Allah’ı bilen kimse demektir. Kelimenin aslı rabbî’dir. kelimedeki elif nûn fazlalığı, bu niteliğin yani Rabba bağlılığın fazlalığını gösterir. Saçı çok alana şa’rânî, sakalı uzun olana lihyânî dendiği gibi Rabbi çok bilen, O’ndan çok korkan kimseye de rabbani denilir. Müberrid’e göre rabbâniyyûn bilgili insanlardır. Tekili rabbânVdir. Rabbani, ilme sâhibolup hikmeti öğreten ve kavmi düzelten kimsedir. Elif nûn abartma içindir: Reyyân, atşân, uryân gibi. Sonra buna nisbet yası eklenmiştir.

İbn Zeyd’e göre rabbânî, insanları eğiten velîdir. Ebû Ubeyd’in kanısına göre bu kelime Arapça değil, ya İbrânîce veya Süryânîcedir. Doğru olan da budur. Çünkü Kitâb-ı Mukaddes’te de bu terim geçer. İster Arapça, ister İbranî yahut Süryânîce olsun, rabbânhi, bildiğini uygulayşan, hayrı öğreten, doğru yola yönelten insan demektir

Âyetlerde Allah’ın Kitâb ve hikmet verdiği hiçbir peygamberin, insanları kendisine kul yapmağa, köleleştirmeğe çalışmayacağı; melekleri ve peygamberleri Allah’tan ayrı tanrılar edinmeyi de emretmeyeceği; zira islâm’ı getiren peygamberlerin, böyle küfür inanç ve eylemlerini emret­mesinin mümkün olmadığı; insanlara sadece gönülden Allah’a bağlanıp O’na kulluk etmelerini söyleyeceği vurgulanmaktadır.

Bu âyette, Uzeyr(Azrâ)yi Allah’ın oğlu sayan Yahudilerin, İsâ’yı Allah’ın oğlu sayan Hıristiyanların inancına dokunma vardır.

Yahudiler: “Uzeyr, Allah’ın oğludur.” dediler. Hıristiyanlar da: “Mesih Allah’ın oğludur.” dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir. (Sözlerini,) Önceden inkâr etmiş(olan müşrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar? Hahamlarını ve rahiblerini Allah’tan ayrı rabler edindiler, Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine yalnız tek Tanrı olan Allah’a ibâdet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tevbe: 113/30-31) âyetlerinde de Yahudilerin Uzeyr’i, Hıristiyanların da Mesih’i Allah’ın oğlu diyerek tanrılaştırdıkları kınanmaktadır.

“Allah,ancak Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenler küfre gitmişlerdir. De ki: “Öyle ise Allah, Meryem oğlu Mesih ‘in, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini helak etmek istese, Allah’a karşı kimin elinde bir şey var?” Göklerde, yerde ve ikisinin arasında bulunan her şey O’nundur. O, dilediğini yaratır, Allah, her şeyi yapabilendir. (Mâide: 110/17)

5/72- Andolsun,”Allah, ancak Meryem oğlu Mesih ‘tir.” diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih demişti ki: “Ey İsrâîloğulları, benim Rabbim ve sizin Rab-biniz olan Allah’a kulluk edin. Zira kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak ki, Allah ona cenneti haram etmiştir ve onun varacağı yer ateştir; zalimlerin yardımcıları yoktur!” 73- “Allah, üçün üçüncüsüdür.” diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa yalnız bir tek tanrı vardır, başka tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere acı bir azâb dokunacaktır. 74- Hâlâ Allah’a tevbe edip O’ndan af dilemiyorlar mı? Allah bağışlayandır, esirgeyendir. 75- Meryem oğlu Mesih, bir elçiden başka bir şey değildir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Annesi de dosdoğruydu. İkisi de yemek yerlerdi. (Yaşamak için yemeğe muhtaç olan nasıl tanrı olabilir?) Bak, onlara nasıl âyetleri açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) çevriliyorlar!? 76- De ki: “Allah’ı bırakıp size ne zarar, ne de yarar vermeğe gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işiten, bilendir (O’na tapmanız gerekmez mi?).” 77- De ki: “Ey Kitâb ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoğunu da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın!” 78-İsrâîloğullarının nankörlerine, Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ diliyle lanet edilmiştir. Çünkü (onlar) isyan etmişlerdi ve saldırıyorlardı. 79- Yaptıkları kötülükten vazgeçmiyorlardı. Ne kötü işler yapıyorlardı! 80- Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Gerçekten nefisle­rinin, kendileri için yapıp gönderdiği ne kötüdür (ki o yüzden) Allah onlara gazabetmiştir ve azâbda sürekli kalacaklardır. (Mâide: 110/72-80)

Mâide: 110/17 ve 72’nci âyetlerde İsâ’ya Allah diyenlerin kâfir oldukları, onun Allah’ın oğlu değil, bir insan oğlu ve Allah’ın elçisi olduğu; Allah’tan başka hiç kimsenin bir başkasının zararını kaldırama­yacağı, du’âsını kabul edip dileğini yerine getiremeyeceği; Allah’tan baş­kasına yalvarmanın hiçbir yarar sağlamayacağı; Meryem oğlu Mesih’in de insanlara, kendisini ve annesini Allah’tan ayrı tanrılar edinmelerini değil, Allah’tan başka Tanrı olmadığını, sadece Allah’a kulluk etmelerini öğütlediği belirtiliyor.

110/73-80’nci âyetlerde Allah’ın, üçün üçüncüsü olduğunu söyleyenlerin de kâfir ol­dukları, onun, bir Tanrı elçisinden başka bir şey olmadığı vurgulanarak, Kitâb ehline hitaben aşırılıkları bırakmaları, Allah’a yakışmayan sözler söylememeleri, kendileri şaşırmış, başkalarını da şaşırtmış kimselerin yolunda gitmemeleri emrediliyor.

Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İsâ’dan söz ederken “Meryem oğlu Mesih” der. Bu ifade, Hıristiyanların sandıkları gibi İsâ’nın, “Allah’ın oğlu” değil, insan oğlu olduğunu anlatmak amacını taşır. Mâide: 75’nci âyette Meryem de “sıddîka” olarak nitelendirilmektedir. Bu da ona hâşâ yapılan fuhuş isnâdlarını red anlamını taşır. Yahudiler onu “fuhuş ve fücur” ile yererken, Hıristiyanlar onu “Allah’ın, karnına girdiği bir varlık” saymışlardır. İsâ Allah’ın kulu ve elçisi ve bir yaratılış mu’cizesidir. Annesi Meryem de dürüst, namuslu bir kadındır. Oğlunu günâh yoluyla değil, Allah’ın gön­derdiği meleğin üflemesiyle kazanmıştır.

De ki: “Ey Kitap ehli, dininizde haksız yere aşırı gitmeyin ve önceden sapmış, birçoğunu da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir toplumun keyiflerine uymayın!” (Mâide: 110/77)

Bu âyet de Kitâb ehli Hıristiyanların aşırılıklarına temas etmekte ve onlara, dinde aşırı gitmemelerini, yoldan şaşmış, birçoğunu da şaşırtmış bir topluluğun keyiflerine uymamalarını emretmektedir.

İsâ’nın Kutsal Rûh’la Desteklenmesi:

Andolsun, Musa’ya Kitâb’ı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsâ’ya da açık deliller verdik ve onu Rûhu’l-Kudüs’le destekledik. Ne zaman ki bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanladınız, kimini de öldürüyordunuz? (Bakara: 92/87)

Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsâ, sana ve annene olan nimetimi hatırla, hani seni Rûhu’l-Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitâb’ı, Hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş oluyordu; anadan doğma körü ve alacalıyı benim iznimle iyileştiriyordun; benim iznimle ölüleri (diriltip kabirlerden) çıkarıyordun ve İsrâîloğullarını senden savmıştım; hani sen onlara açık deliller getirdiğin zaman, içlerinden inkâr edenler: ‘Bu açık bir büyüden başka bir şey değil!’ demişti.” (Mâide: 110/110)

Bu âyetlerde Hz. İsâ’nın, Rûhu’l-Kudüs’le desteklendiği belirtilmek­tedir, İsâ’yı destekleyen Ruhu’I-Kudüs’ün ne olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır. Kimi bunun, Allah’ın ruhu olduğunu, kimi Allah’ın ism-i a’zamı olduğunu, kimi İncîl olduğunu söylemiştir. Ama en kuvvetli görüşe göre Rûhu’l-Kudüs, Cebrâîl aleyhisselâm’dır. Çünkü “De ki: inananları sağ-lamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu, Rûhu’l-Kudüs, Rabbinden hak ile indirdi âyetinde Kur’ân’ın Rû­hu’l-Kudüs tarafından indirildiği bildirilmektedir. Kur’ân’ı indiren Cebrâîl olduğuna göre demek ki İsâ’yı destekleyen Rûhu’l-Kudüs de Cebrail’dir.

İşte Hz. İsâ, Cebrail aleyhisselâm tarafından desteklenmişti. Gerçi diğer peygamberler de Cebrâîl tarafından desteklenmiştir ama Hz. İsâ’nın onunla ilişkisi daha fazla olduğundan, burada özellikle Hz. İsâ’nın onunla desteklendiği belirtilmiştir. Meryem Sûresinde belirtildiği üzere Hz. İsâ’nın babası yoktu. O, Cebrail’in, Meryem’e üflemesinden ibaret bir doğuş mu’cizesidir. İşte Hz. İsâ’nın, hayata gelmesine sebebolan Rûhu’l-Kudüs’le İsâ Aleyhisselâm arasındaki bu yakın ilişkiyi belirtmek üzere onun, Rûhu’l-Kudüs’le desteklendiği, özellikle belirtilmiştir.

Onların ardından, yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsâ’yı gönderdik ve ona, içinde yol gösterme ve nûr bulunan, önündeki Tevrat ‘ı doğrulayan, korunanla için yol gösterici ve öğüt olan İncîl ‘i verdik. (Mâide:110/46)

Sonra bunların peşinden ard arda elçilerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa ‘yi da onların ardına kattık; ona İncil’i verdik ve ona uyanların kalblerine şefkat ve rahmet (duygusu) koyduk. İcâdettikleri rahbanlığı, biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için (onu kendileri icâdettiler) fakat ona gereği gibi de uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da yoldan çıkmışlardı. (Hadîd: 112/27)

112/27. âyette, Allah’ın, önceki peygamberlerin ardından, Meryem oğlu İsâ’yı peygamber olarak görevlendirip ona İncîl ‘i verdiği; ona inanıp onun izinde gidenlerin gönüllerine şefkat ve acıma duygusu koyduğu; kendilerine farz kılmadığı halde, Allah’ın rızâsına ermek için kendilik­lerinden rahbanhk icâdettikleri; fakat koydukları bu ibâdet yöntemine tam anlamıyla da uymadıkları belirtilmekte; Allah’ın, bunlar içinde gerçek mü’minlerin ecrini (ödülünü) verdiği; fakat çoklarının yoldan çıktıkları vurgulanmaktadır.

İcâdettikleri rahbanlığı, biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah’ın rızâsını kazanmak için kendiliklerinden uyguladılar ama ona gereği gibi uyma­dılar.” cümlesinde iki mânâ muhtemeldir. Sa’îd ibn Cübeyr ve Katâ-de’ye dayanan birinci tefsîre göre mânâ şöyledir: “Onlar bu rahbanlığı, Allah’ın rızâsına ermek amacıyla ortaya çıkardılar. Biz bunu onlara farz kılmadık.” İkinci tefsîre göre de mânâ şöyledir: “Biz onların ortaya çıkardığı bu rahbanlığı onlara, sırf Allah’ın rızâsına ermeleri için yazdık (farz kıldık).”

Bu âyette, Hz. Peygamber dönemindeki Hıristiyanların durumu anla­tılmaktadır. Onlardan kimi şefkatli, merhametli, gerçekten Hıristiyanlığın ruhunu benimsemiş samîmî, dindar; rahbanhk denen, kendini ibâdete verme, dünyadan el etek çekme prensiplerine bağlı kimselerdi. Bunlar Arap-ların gelip geçtikleri yollar üzerinde bulunan kiliselere, manastırlara çekil-miş, ibâdetle meşgul insanlardı. Buralardan geçen Araplar bunların durumlarını gıpta ile izlerlerdi. Fakat böyle samîmî dindar Hıristiyanların yanında birçoğu da dinin ruhundan uzaklaşmış, dünya tutkusuna kapılmış kimselerdi.

Rahb kökünden fa’lân vezninde masdar olan rahbân, korkmak, rahbâniyyet, aşırı Allah korkusundan ötürü Allah’a son derece ibâdet etmek demektir. Râ’nın dammıyla ruhban ise, rahibin çoğuludur. Dinini kurtarmak için dağlara çekilip ibâdetle meşgul olan insanlara râhib den­miştir. Bunlar kaba elbise giyer, insanlardan uzak yaşar, mağaralarda ibâdetle meşgul olurlardı.Kök anlamından anlaşılacağı üzere rahbâniyyet, kendini tamamen ibâdete vermek, korku ve saygı ile Allah’a ibâdet etmek, ibâdet için yalnız başına bir kenara çekilmektir.

Âyette Hıristiyanlardan bazılarının, Allah’ın rızâsına ermek için kendilerini tamamen ibâdete verdikleri, oysa Allah’ın, onlara böyle yapma­yı emretmediği, ancak Allah’ın rızâsına ermek için bu yöntemi koydukları, fakat bunun gereklerine de tam uymadıkları; Allah’ın, onlar içerisinde gerçekten inanmış olanları ödüllendireceği, fakat çoklarının yoldan çıktığı belirtilmektedir.

Bu samîmi dindar Hıristiyanlar, Hadîd Sûresinden önce inmiş bulunan Mâide Sûresinin 82-85’nci âyetlerinde de benzeri bir üslûb ile övülmekte; bunların, şefkatli, sevecen, Allah sevgisi ile gönülleri yumuşamış, duygulu insanlar oldukları vurgulanmaktadır.

Kur’ân’ın Övdüğü dindarlara Peygamber Aleyhisselâm da saygı göstermiş; gerek kendisi, gerek halîfeleri, askerlere, böyle ma’bedlerde ibâdete çekilmiş din adamlarına dokunmamalarını emretmişlerdir.

Bu konuda ayrıntı için Rahbânlık maddesine bakınız. Zekeriyâ, Yahya, İsâ ve İlyâs’a da (yol göstermiştik). Hepsi iyilerden idi. (En’âm: 55/85) O size, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve isa’ya tavsiye ettiğimizi şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: dini doğru tutun (Allah’ın birliğine inanın ve O’nun gönderdiği hükümlere teslim olun. Hurafeler karıştırıp dini boz­mayın) ve onda ayrılığa düşmeyin. (İşte Allah’ın gönderdiği bütün dinlerin temeli budur). Fakat kendilerini çağırdığın (bu) şey, Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve (O’na) yöneleni kendisine iletir. (Şûra: 62/13) âyetlerinde de İsâ, Nûh soyundan gelen, Allah’ın vahyine ermiş salih peygamberler arasında sayılmaktadır. 57- Meryem oğlu, bir misal olarak anlatılınca hemen kavmin, ondan ötürü yaygarayı bastılar: 58- Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu? dediler. Bunu sadece tartışma için sana misal verdiler. Doğrusu onlar, kavgacı bir toplumdur. 59- O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrâîloğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. 60- Eğer iste­seydik, sizden şu dünyada yerinize geçen melekler yapardık. 61- O, (Kur’ân veya lsâ) Kıyamet kopacağını gösterir bir ilimdir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, buna uyun. Doğru yol budur. 62- Şeytân sizi (bundan) alıkoymasın. Çünkü o, sizin için açık bir düşmandır. 63- ha açık delillerle gelince dedi ki: “Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için (geldim), Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” 64- “Allah, işte benim de Rabbim sizin de Rabbiniz O’dur. O’na kulluk edin, doğru yol budur. (Zuhruf: 63/57-64)

Zuhruf: 63/57-59’ncu âyetlerde Meryem oğlu, yani Hz. İsâ, bir öğüt (ibret) olarak anlatılınca müşriklerin, gürültü koparıp yüz çevirdikleri, kendi tanrılarının ondan hayırlı olduğunu söyledikleri anlatılıyor ve İsâ’nın bir tanrı değil, Allah’ın ni’met ve ikramına ermiş bir kul olduğu; İsrâîloğullarına bir mesel (Allah’ın kudretini gösteren bir mu’cize veya izinde gidecekleri bir örnek) yaptığı vurgulanmaktadır.

60’ncı âyette, Allah dilese yeryüzünde melek insanlar yaratabileceği belirtilerek, İsâ’nın babasız yaratılmasını garipseyenlere, Allah’ın her şeye gücü yeter olduğu anlatı­lıyor, isa’yı babasız olarak yaratan Allah, istese, bundan daha büyüğünü de yapar: İnsanlardan melekler yaratır, onları insanların yerine geçirir. Allah için bir güçlük yoktur. 61’nci âyetteki da bulunan zamirin, genel­likle İsâ’ya gittiği kabul edilir. Buna göre âyette İsâ’nın babasız yaratılmasının ve ölüleri diriltmesinin bir Kıyamet ilmi, alâmeti olduğu belirtil­miştir, İsâ’yı babasız yaratan Allah, bu olayla, ruhları da yeni bedenlere sokup kaldıracağını göstermiştir. İsâ’nın babasız yaratılması, Kıyametin, insan-ların yeniden diriltileceğinin delilidir.

Bu âyette kelimesi, şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde de daha açık olarak İsâ’nın babasız yaratılması, Kıyamet olayının alâmeti olarak gösterilmiş olur.

“daki zamîrin Kur’ân’a gitmesi de muhtemeldir. O zaman Kur’ân’ın, bir Kıyamet bilgisi, yani Kıyametin kopacağını açıklayan bir bilgi veya Kıyametin kopacağını gösteren bir alâmet olduğu belirtilmiş olur. Âyette, Peygamber’in ağzından söylenen “Ay Bana uyunuz” kelimesi de zamîrin Kur’ân’a gitmesinin daha uygun olacağını kanıtlar. Kur’ân bir Kıyamet bilgisidir, Kıyametin kopacağını söylüyor ve bunu kanıtlıyor. “Artık siz Kıyametten hiç kuşkulanmayınız ve bana uyunuz. İşte doğru yol budur.”

Görüldüğü üzere zamîrin, Kur’ân’a gitmesi, âyetin devamı açısından daha doğrudur. Çünkü zamîr İsâ’ya gitse “O (İsâ) Kıyametin ilmi veya alâmetidir” dendikten sonra “Bana uyunuz” sözü, âyetin başı ile ilgisiz kalır. Ama zamîr Kur’ân’a gitse: “O (Kur’ân) Kıyamet saatinin ilmi veya alâmetidir” dendikten sonra: “Ondan kuşkulanmayınız, bana uyunuz” sözü, âyetin başı ile ilgili, gayet yerinde olur. Âyette Kur’ân’ın, Kıyameti haber verdiği, bunda kuşku bulunmadığı, öyle ise Hz. Muhammed’in anlattık­larına uyup doğru inanç yoluna girmek gerektiği anlatılmaktadır.

Müfessirler bu âyeti, İsâ’nın gökten ineceğine delîl sayarlar ve bu konuda bazı hadîsler de zikrederler. Gerçekte âyette böyle bir delîl yoktur. Nitekim Taftâzânî ve bazı bilginler de âyette İsâ’nın ineceği hakkında bir delîl görmemişlerdir.

Hz. İsa’nın, Gelecek Peygamber ‘i Müjdelemesi:

61/6- Meryem oğlu Isâ da: “Ey İsrâîloğulları, ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak (geldim)” demişti. Fakat (isa’nın müjdelediği elçi) on­lara apaçık deliller getirince: “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler… 14- Ey inananlar, Allah’ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsâ da Hava­rilere: “Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler: “Allâh(yolun)un yardımcıları biziz” dediler. İsrâiloğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Biz de inananları, düşmanlarına karşı destek­ledik, onlar üstün geldiler. (Saf: 108/6, 14)

Bu âyette Hz. İsâ’nın, İsrâîloğullarına, kendisinin, Allah’ın elçisi olduğunu söylediği ve kendisinden sonra, Ahmed adında bir elçinin gele­ceğini müjdelediği, fakat onun haber verdiği elçi, peygamberliğini ispat­layan kanıtlar getirince İsrâîloğullarının: “Bu, apaçık bir büyüdür” dedik­leri anlatılmaktadır.

“deki zamîri, kimi isa’ya, kimi de onun, geleceğini müjdelediği Peygamber Ahmed’e götürmektedir. Son üç âyetten zamirin, Hz. Ahmed’e gittiği anlaşılmaktadır. Zaten Hz. İsâ’nın, İsrâîloğullarıyla konuşup, onlara Ahmed’i müjdeledikten sonra “İsâ gelince” denmesi uygun olmaz. Çünkü İsâ gelecek değil, gelmiştir, konuşan odur. Onun gelmesi beklenmemektedir. Beklenen, onun geleceğini haber verdiği Ah-med’dir. Gelen Ahmed’e büyücü diyenler de İsrâîloğullarıdır. Sözge­liminden anlaşılan budur.

x»jA (Ahmed) kelimesi, iki anlama gelebilir: Fâil’den mübalağa ola­rak Allah’a, başkalarından daha çok hamd eden; mef’ûl’den mübalağa olarak yüksek ahlakından ötürü başkalarından daha çok övülen demektir. Bu, Hz. Muhammed(s.a.v.)in sıfatıdır.

Hz. İsâ’nın, Peygamber(s.a.v.)in geleceğine dair işaretleri, bugünkü İndilerde de mevcuttur. Yuhanna İncili’nin 14’ncü babında İsâ şöyle demektedir:

“Eğer beni seviyorsanız emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya yalvaracağım ve size başka bir tesellîci, hakikat Ruhunu verecektir; tâ ki dâima sizinle beraber olsun; onu dünyâ kabul etmez, çünkü onu görmez ve bilmez; siz onu bilirsiniz, çünkü yanınızda duruyor ve içinizde olacak­tır …Yanınızda dururken size bu şeyleri söyledim. Fakat benim adıma Babanın göndereceği tesellîci, Rûhu’l-Kudüs, o size her şeyi öğretecek ve söylediğim her sözü hatırınıza getirecektir…”

“Artık sizinle çok şeyler konuşmayacağım; çünkü bu dünyânın reîsi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur. Fakat dünyâ bilsin ki ben Babayı severim ve Baba bana nasıl emir verdiyse öyle ederim.”

“Babadan size göndereceğim Tesellîci, Babadan çıkan Hakikat Ruhu geldiği zaman, benim için o şehâdet edecektir…”

“Ve size bu şeyleri başlangıçta söylemedim, çünkü sizinle bera­berdim. Şimdi ise beni gönderene gidiyorum; ve sizden kimse: ‘- Nereye gidiyorsun?’ diye bana sormuyor. Fakat size bu şeyleri söylediğim için yüreğinizi keder doldurdu. Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü gitmezsem Tesellîci size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman günâh için, salâh için ve hüküm için dünyâyı ilzam edecek(sorumlu tutacak)tir. Günâh için, çünkü bana iman etmezler; salâh için, çünkü Babama gidiyorum ve artık beni görmezsiniz ve hüküm için, çünkü bu dünyânın reisine hükme-dilmiştir. Size söyleyecek daha çok şeyim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni ta’zîz edecektir; çünkü benimkinden alacak ve size bildirecektir…

Muhakkak ki Hz. İsâ, hak dini tamamlayıp güçlendirecek bir elçinin geleceğini haber vermiştir. Gerek Tevrat’ta, gerek İncîl ‘de son Peygamberin vasıfları, üstü kapalı da olsa vardır ama burada İncîller’den aktardığımız cümleler, eğer gerçekten Hz. İsâ’nın sizleri ise, bunların, âhir zaman Peygamberine işaret olduğunu söylemek biraz kendi kafamızda bulunan öncel düşünceleri okumak gibi olmaktadır. Çünkü bu sözlerde İsâ, kendi çevresinde bulunan insanlara, şakirtlerine hitâbederek, kendisi gittikten sonra Tesellîcinin gelip misyonunu tamamlayacağını söylemektedir. “Tesellîci, o Hakikat Ruhu” size gelecek diyor. Bu ifadeden, Tesellîcinin, hemen İsâ’nın ardından, isa’nın içinde yaşadığı topluma geleceği anlaşılır. Hz. İsâ, bu sözleriyle kendisinden asırlar sonra gelecek bir peygamberden söz etmiyor, kendisinin hemen ardından, misyonunu tamamlayacak bir tesellîcinin, bir din liderinin, bir azîzin geleceğini müjdeliyor. Eğer kasdı, asırlar sonra gelecek bir peygamber olsaydı, “size gelecek” demezdi. Çünkü asırlarca sonra gelecek peygamberi, İsâ’nın hitâbettiği toplum göremez. O peygamberin gelmesiyle asırlar önce ölmüş kimselerin sevinmesi de söz konusu olamaz. Fakat genelde İslâm bilginleri, İncîl’in bu âyetlerini Hz. Muhammed’in geleceğine delîl sayarlar.

Bir hususu daha belirtmek isterim ki: Hz. Peygamber’in adı, Ahmed değil, Muhammed’dir. Ona Ahmed adının verildiğine veya bu ad ile tanındığına, yahut çağırıldığına dair hiçbir belge yoktur. Ancak bu kelime, Hz. Peygamber’in adı değil, sıfatı olmalıdır. Ve kanâatime göre bu sıfat kendisine, kendi döneminden sonra verilmiştir. Gerçeği Allah bilir.

A’râf: 39/157’nci âyette Yahûdîve Hıristiyanların, “Ümmî Peygam­ber(Muhammed)” \n vasıflarını Tevrat ve İncil’de buldukları bildirilmek­tedir. Kasas: 49/52-53, İsrâ: 50/107-108, En’âm: 55/114, Ahkâf: 66/10, Ra’d: 87/36, Âl-i İmrân: 94/159, Nisa: 98/162, Mâide: 110/83-84’ncü âyetlerde Kitâb ehlinden bazı kimselerin, Kur’ân’ın Allah tarafından gön­derildiğine inandıkları, bundan sevinç duydukları anlatılmaktadır. Bu âyet­ler Kitâb ehlinin bulunduğu bir ortamda inmiş, Yahûdî ve Hıris-tiyanların, bu âyetlerin söylediklerini reddettiklerine dair bir rivayet gelme-miştir. Bütün bunlar, Hz. Muhammed’in, Tevrat ve İncil’de geleceğine işaret edilen peygamberin vasıflarını taşıdığını, Kitâb ehlinin insaflı, iyi niyetli, şartlanmamış bilginlerinin de bunu bilip anladıklarını kanıtlar. (Prof. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, İsa maddesi)

posted in MEHDİ-MESİH | 0 Comments