-
26th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MESNEVİ: MEVLANA CELALEDDİN RUMİ

DÜNYA EDEBİYATINDAN TERCÜMELER ŞARK İSLAM KLASİKLERİ

Çeviren: Veled İzbudak/ Gözden Geçiren: Abdulbaki Gölpınarlı/ Şark İslam Klasikleri/ Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları

 

MESNEVİ’NİN ÖNSÖZÜ

(PARANTEZ İÇİNDE VERİLEN AYET NUMARALARI, KUR’AN ‘A AYKIRI OLAN SÖZLERİN AYET NUMARALARIDIR. AYRICA KUR’AN’A AİT ÖZELLİKLERİN MESNEVİ İÇİN DE KULLANILDIĞINI İFADE ETMEKTEDİR.)

Bu kitap, Mesnevi kitabıdır. Mesnevi, hakikata  ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda din asıllarının asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, ­Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı ‘nın en açık bürhanıdır. Mesnevi, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer(24Nur, 35). Sabahlardan daha aydın bir sûrette parlar. Kalplere cennettir; pınarları var, dalları var, budakları var. O pınarlardan bir tanesine bu yol oğulları Selsebil derler. Makam ve keramet sahiplerince en hayırlı duraktır, en güzel dinlenme yeri. Hayırlı ve iyi kişiler orada yerler, içerler… Hür kişiler ferahlanır, çalıp çağırırlar. Mesnevi, Mısır’daki Nil’e benzer: Sabırlılara içilecek sudur, Firavun ‘un soyuna, sopuna ve kafirlere hasret. Nitekim Tanrı da “Hak, onunla çoğunun yolunu azıtır, çoğunun da, yolunu doğrultur(17İsra, 9)” demiştir.

Şüphe yok ki Mesnevi gönüllere şifadır(17İsra, 82), hüzünleri giderir, Kuranı apaçık bir hale koyar(6En’am, 114), rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı katiplerin elleriyle yazılmıştır(80Abese, 13-16), temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler(56/79)Mesnevi, alemlerin Rabb ‘inden inmedir(56Vakıa, 80 2Bakara, 79 3Al-i İmran, 78 5Maide, 13): Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından(41Fussilet, 42). ­Tanrı, onu korur, gözetir(15Hicr, 9);  Tanrı, en iyi koruyandır, merhametlilerin en merhametlisidir. Mesnevi ‘nin bunlardan başka lakapları da var, o lakapları veren de Tanrı ‘dır. Fakat biz, bu az lakapları anarak sözü kısa kestik. Az çoğa, bir yudum su göle, bir avuç tane büyük bir harmana delalet eder.

Ulu Tanrı ‘nın rahmetine muhtaç, zayıf kul Belh ‘li Hüseyin Hüseyin oğlu Muhammed’in oğlu Muhammed- Tanrı, Mesnevisini kabul etsin der ki: Şaşılacak ve nadir söylenir hikayeleri, hayırlı ve biiyük sözleri, delalet incilerini, zahit!er yolunu, ibadet edenler bahçesini müştemil bulunan ve lafzı az, manası çok olan bu manzum “Mesnevi ‘yi efendimin, dayandığım, güvendiğim zatın cesedimde ruh gibi hakim ve mutasarrıf olup bu günümün de, yarınımın da azığı bulunan kişinin dileğiyle uzatmak ve etraflıca yayıp genişletmek için çalıştım, çabaladım. O zat, ariflerin ulusu ve muktedası, hidayet ve yakin ehlinin ima­mıdır.. halkın feryadına erişen, kalblerin ve akılların emini olan, Tanrı ‘nın halk arasında emaneti, mah­lukatı içinde güzidesi, peygamberine olan vasiyet­lerinde ve safisinin indindeki sırlarında seçilmişti. Arş hazinelerinin anahtarı, yeryüzü definelerinin emini bulunan AbıTürkoğlu diye tanınmış faziletler sahibi, Hak ve dinin husâm’ı(kılıcı) Hasan oğlu Muhammed in’ oğlu Hasan’ dır. O, vaktin Bayezid’ idir.Zamanın Cüneyd’i. sıddıyk Oğlu Sıddıyktir. Tanrı ondan da razı olsun, atalarından da.­

Aslen Urumu ‘ludur ve “Kürt olarak yattım, Arap olarak kalktım” diyen kadri yüce Şeyh’ in soyundandır.  Tanrı, onun ruhunu ve soyundan gelenlerin ruhlarını kutlulasın. Ne güzel selef, ne de güzel halef!

Öyle bir soyu var ki güneş bile kaftanını o soyun üstüne salmış;

Öyle bir aslı var ki yıldızlar bile ona karşı ışıklarını yere yaymış!

Eşikleri(Şeyhin soyundan gelenler) daima ikbal kıblesidir; yüce kişilerin evlatları, oraya yönelirler.. daima dilekler Kabe ‘sidir; dileği olanlar, orayı tavaf ederler. Rabb ‘e, ruha, göğe, arşa ve nura mensup, görünüşte sukût ehli, sûreta gaib, mânen hâzır nâzır, hırka altında sultan olanlara.. Halkın ileri gelenleriyle faziletlere ve deliller nurlarına sahip bulunan can gözleri açık kişilere mukteda olması için yıldız doğdukça güneş tulû edip durdukça hep böyle olmadan geri kalınsın, hep böyle eşiği ikbal kıblesi, dilekler Kabe ‘si olup dursun. Amin Ya Rabbel alemin.

Bu bir duadır ki reddedilmez,

Çünkü bütün halk sınıflarına şamildir

Hamd, alemlerin Rabb ‘i Tanrı ‘yadır. Tanrı resûlüne- Allah rahmet etsin, selametler versin ve onun tertemiz soyunun ve sahabesinin hepsine rahmet olsun. (c.1 Birinci Önsöz)


 

ALLAH’TAN VAHİY

(C.4 Beyitler 1850-1855; s. 151 (Beyit 2245; s.178 Ayrıca bkz. s. 326)

1850. O padişah, Ebulhasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti. Çünkü onun önünde giden levhimahfuz’dur…  Neden mahfuzdur o levh? Hatadan! Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir!

Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farzet… Gönül zaten onun nazargâhıdır… Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder?

1855. Ey mümin, sen, Tanrı nuruyla bakar, görürsün… Hatadan, yanılmadan eminsin!

 

MESNEVİ’DE KADIN

(C.1 Beyit 2955)

2955. Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et; doğru yol, o aykırı yoldur. Kadınlarla meşverette bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helâk oldular. Heva hevesle, nefsin isteğiyle az dost ol. Çünkü seni Tanrı yolundan çıkaran, yolunu şaşırtan, heva ve hevestir. Cihanda bu heva ve hevesi, yoldaşların gölgesini kırıp öldürdüğü gibi hiçbir şey kıramaz, yok edemez.

(C.4 Beyit 2210)

2210. Ey yolcu yolcuyla danış, kadınla değil… Çünkü kadının reyi seni topal eder.

 

(C.5 Beyitler 2465, 3240)

2465. Görünüşte dişinin saldırması da kuvvetlidir ama onun ziyanı, o eşek gibi, eşekliğindendir. Kadında hayvan sıfatı üstündür. Çünkü kadının renge, kokuya meyli vardır. O eşek de çayırlığın rengini, kokusunu duyunca elindeki bütün deliller kaçıp gitti. Yağmura muhtaç bir susuz haline geldi, bulut yoktu, öküz açlığına uğradı, sabrı yoktu. Babam, sabır demir kalkandır. Tanrı, kalkana “Zafer geldi çattı” yazısını yazmıştır.

3240. Ululuk ıssı Tanrı’nın güzelliğiyse yüzlerce Yusuf güzelliğinin de aslıdır. Ey kadından aşağı adam, o güzelliğe feda ol.

 

(C.6 Beyit 2795)

Arşta oturup duruyordum. Anamın şehveti “inin” emri ile beni buraya attı. O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm. Ruhu ta arştan bu yurda getirdi. Hasılı kadınların hilesi pek büyük. İnişim, önce de kadın yüzünden, sonra da kadın yüzünden. Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?

 

EŞCİNSELLİK

(C.2 Beyitler 3155-3160; s.137-138)

Oğlanın iriyarı adamdan korkması. Adamın ”Korkma çocuğum, ben er değilim” demesi.

3155. Bir iri adam bir oğlanı ele geçirdi. Bu adam bana kast eder diye çocuğun yüzü sarardı. Adam dedi ki“ Güzelim, emin ol.. Sen benim üstüme bineceksin. Ben korkunç görünsem de aldırış etme, bil ki ben bir ibneyim. Deveye biner gibi bin üstüme, sür” İnsanların suretleriyle manaları da işte böyledir. Dışarıdan adam görünürler, içerden melun Şeytan! Ey Âd gibi ipiri adam, sen rüzgârın tesiriyle dalın vurduğu davula benziyorsun.

3160. Tilki, hava ile dolu tulum gibi bir davul yüzünden avını yele verdi. Davulda bir can olmadığını, içinin hava dolu olduğunu görünce dedi ki: “ Domuz bile şu bomboş tulumdan yeğ!” Davul sesinden tilkiler korkar, fakat akıllı kişi onu öyle döver ki deme gitsin!

 

 

OĞLANCI HİKÂYESİ

(C.5 Beyitler 2495-2515; s. 205-207)

Bir adam ve birlikte olduğu oğlanla sohbeti

2495. Adamın biri bir oğlana kötülükte bulunurken oğlanın belindeki hançeri görüp “Bu neden,’ diye sordu. Çocuk, “Birisi benim hakkımda kötü düşünceye saplanırsa onunla karnını deşerim” dedi. Oğlancı adam, hem işi beceriyor, hem de Şükür Tann’ya ki ben sana kötülük düşünmüyo­rum diyordu. “Benim beytim, beyit değil, bir ülkedir. Alayım, alay değil, bir şeY öğretmek­tir.” “Şüphe yok ki Tanrı ne sivirisineği örnek getirmeden utanır, ne ondan üstün olanları.” Ya­ni ondan üstün olanların inkar yüzünden ruh­larının değişmesini, denemiştir. Kafirler “Tanrı bu örnekle neyi murat ediyor yani?” derler. Bu söze cevap olarak da “Bununla birçoklarını azdırıp sapıtmak, birçoklarını da doğru yola götürmek diler” buyurur. Çünkü her sınama, te­raziye benzer. Çoklarının o vasıtayla yüzü kıza­nr, benizlerine kan gelir, çok kişiler de murat­larına eremez, mahrum olurlar. Bu hususta azı­cık düşünsen yüce sonuçlarından çoğunu bulursun.

Bir oğlancı, evine bir oğlan götürdü. Onu baş aşağı edip düzmeye koyuldu. Bu sırada o mel’un çocuğun belinde bir hançer gördü. Dedi ki: Belindeki ne? Oğlan, kötü düşünceli biri hakkımda kötü bir düşünceye kapılırsa bununla karnını deşeceğim diye cevap verdi.

2500. Oğlancı, Tanrı’ya hamdolsun dedi, iyi ki ben sana bir hile yapıp kötü bir düşünceye kapılmadım. Sende adamlık olmadıktan sonra hançerlerin ne faydası var? Yürek olmadıktan sonra bunda ne fayda var ki? Tutalım Aliden Zülfikar’ı miras aldın, Tanrı aslanındaki kol, sende de varsa göster. Mesih’ten bir nefes bellediğini farz edelim, İsa’nın dudağı, dişi nerde ki a çirkin adam? Kazanmak, bir şeyler elde    etmek için diyelim ki bir gemi yaptın, Nuh gibi bir gemi kaptanı hani?

2505. Tutalım ki İbrahim gibi put kırıyorsun, beden putunu onun gibi ateş içine atış nerde? Delilin varsa meydana çıkar da tahta kılıcı bile o delille Zülfikar haline getir.     Bir delil, seni amelden alıkorsa o Tanrının gazabıdır. Yolda korkanları kuvvetli bir hale getirdin ama sen hepsinden fazla korkmada, hepsinden ziyade        tirtir titremedesin. Herkese Tanrı’ya dayanma dersi veriyorsun ama hırsından havadaki sivrisineğin damarını sormada­sın. A oğlan, sakerin önünde gidiyorsun, ama yalancılığına aletin tanıklık vermede. Gönül, namertlikle dolu olduktan sonra, sakalınla, bıyığına, ancak gülünür. Yağmur gibi gözyaşları dökerek tevbe et de bıyık ve sakalını, alay mevzuu olmadan kurtar. Erlik ilacını kullan da hamel burcundaki kızgın güneşe dön. Mideyi bırak, gönül tarafına salın. Salın da Tanrıdan sana perdesiz bir selam gelsin. Kendine çekidüzen verecek bir iki adım at da aşk, kulağını tutup seni çeksin.

 

MÜSTEHCEN FIKRA

(C.4 Beyitler 3545-3550; s. 283)

Bir Kadın’ın kocasının önünde aşığıyla oynaşmak istemesi

Bir kadın oynaşı ile aptal kocasının gözü önünde sevişip buluşmak istiyordu.

3545. Kocasına a iyi talihli kişi, ağaca çıkıp meyve toplamak istiyorum dedi. Ağaca çıkınca kocasına baktı ağlamaya başladı. Dedi ki: A merdut ahlâksız… Üstündeki lûti kim?    Karı gibi onun altına yatmışsın… Meğerse sen ne ibneymişsin! Kocası senin başın döndü galiba… Çünkü burada benden başka kimse yok dedi.

3550. Kadın o üstüne binen kalpaklı herif kim, söyle hele diye birkaç kere daha sordu, söylendi. Adama kadın ağaçtan in; başın döndü; adam akıllı bunadın sen dedi. Kadın, ağaçtan indi; kocası ağaca çıktı. Kadın da oynaşını göğsüne çekti. Kocası bağırdı: A orospu maymun gibi üstüne çıkan o adam kim? Kadın burada benden başka kimse yok ki dedi… Kendine gel, senin başın döndü galiba, saçmalama.

3555. Adam, bu sözü birkaç kere söylediyse de kadın, “Bu armut ağacından olacak! Ben de armut ağacının üstündeyken öyle şeyler gördüm be hey kaltaban! Aşağıya inde bak… Benden başka kimse yok, bütün bu hayaller armut ağacından!  Şaka ve lâtife bir şey belletmeye yarar… Onu ciddi gibi dinle; görünüşte lâtife oluşuna kapılma! Her ciddi şey, maskaralara göre maskaralık, şakadır… Fakat akıllara göre de lâtifeler, ciddidir.

 

 

 

CUHA’NIN KADIN KILIĞINA GİRMESİ HİKAYESİ

(C.5 Beyitler 3325-3330; s. 272-273)

Mesnevi kahramanı Cuha’nın Kadın kılığına girip Hamamda bir kadına cinsel organını elletmesi…

3325. Sözü kuvvetli, cerbezesi yerinde bir vazeden vardı. Minbere çıkmış vaiz ediyordu. Kadın, erkek herkes   minberin dibine toplanmıştı. Cuha da bir çarşaf giyip yüzünü örttü, kadınlar arasına karıştı. Kimse onu tanımıyordu. Bir kadın, vaiz edene gizlice sordu: Kasıktaki kıllar, namazın bozulmasına sebep olur mu? Vaiz dedi ki: Uzun olursa namaz mekruh olur. Ya hamam otuyla ya ustra ile traş etmen lazım ki namazın tamam olsun, kabul edilsin.

3330. Kadın: Ne kadar uzun olursa namazın kabul olmaz dedi. Vaız eden dedi ki: Bir arpa boyu uzun olursa traş etmek farzdır. Cuha, hemen kız kardeş dedi, bak bakalım, benim kasığımın kılı o kadar olmuş mu? Tanrı rızası  için elini uzat da bir yokla. Bakalım, mekruh olacak kadar uzamış mı?Yanındaki kadın, Cuhanın şalvarına el atar atmaz eline aleti geldi.

3335. Derhal şiddetli bir nara attı. Hoca, sözüm gönlüne tesir etti dedi. Cuha dedi ki: Hayır, gönlüne tesir etmedi, eline tesir etti. A akıllı adam, gönlüne tesir etseydi vay haline!

 

BABA İLE KIZI ARASINDA CİNSEL İLİŞKİ ÜZERİNE BİR SOHBET

(C.5 Beyitler 3716-3736; s.302-304)

Zengin bir adam vardı. Bu adamın da zühre yanaklı, ay yüzlü, gümüş bedenli bir kızı vardı. Kız, kendini bildi, babası onu kocaya verdi. Fakat kocası kızın dengi değildi. Kavun, karpuz oldu, sulandı mı yarmazsan telef olur gider. Babası da kızın baştan çıkmasından korktu da onun için onu, dengi olmayan birisine verdi.

3720. Kızına dedi ki: Kendini kocandan koru, sakın gebe kalma. Ne yapayım? Bu yoksula seni vermek zorunda kaldım. Bu adamı garip say, garipte vefa olmaz. Ansızın her şeyi bırakır, kaçıp gider. Çocuğu, başına dert olur kalır. Kız dedi ki: Babacığım, dediğini tutarım, öğüdün pek doğru, kabulüm.
Babası, her iki üç günde bir kere kızına aman ha sakın diye öğüt veriyordu.

3725. Derken kız, birdenbire gebe kalıverdi; ikisi de gençti. Kız, bunu babasından gizledi. Çocuk, karnında beş, yahut altı aylık oldu. Artık iyiden iyiye belli oldu. Babası dedi ki: Bu ne? Ben sana ondan kendini koru demedim mi? Öğütlerim, yelmiydi ki hiç sana tesir etmedi? Kız, baba dedi, nasıl tahammül edeyim? Erkekle kadın, şüphe yok ki ateşle pamuk.

3730. Pamuk, ateşten nasıl çekinebilir? Yahut da ateş nasıl olur da pamuğu yakmaz, çekinir? Babası dedi ki: A kızım, ben sana onun yanına gitme demedim. Yalnız menisinden kendini koru dedim. Tam zevk anında onun beli gelirken kendini çekmeliydin. Kız, peki, beli ne vakit gelecek, ben ne bileyim? Bu, pek gizli bir şey, anlaşılmaz ki dedi. Babası, gözleri süzüldü mü anla ki beli geliyor deyince,

3735.  Kız dedi: Onun gözü süzülünceye kadar benim bu iki gözüm de kör oluyor a baba! Her bayağı akıl, hırs ve öfke zamanı, yerinde durmaz ki!

 

KABAK HİKAYESİ

(C.5 Beyitler 1335-1420; s. 112-118)
Bir Hanımefendi, Bir Hizmetçi ve Bir Eşek… İhtirasın acı sonuçları…

Bir halayık (hizmetci)  şehvetin çokluğundan, hırsının fazlalığından bir eşeği kendisine alıştırmıştı. O eşek, kendisine yakınlaşmayı adet edinmiş, insana yakın olmayı öğrenmişti.

1335. O hilebaz halayığın bir kabağı vardı. Eşek kendisine ölçülü yaklaşsın diye kabağı, eşeğin aletine takardı. Yakınlaşma zamanında aletin yarısı girsin diye bu işi yapmaktaydı. Çünkü, eşeğin aleti tamamı ile girse rahmi de parçalanırdı, damarları da. Eşek boyuna zayıflayıp durmaktaydı. Eşeğin sahibi olan kadın da neden bu eşek böyle zayıflıyor, neden böyle kıl gibi inceliyor deyip dururdu. Fakat işin ne olduğunu anlamakta acizdi. Nalbantlara illeti nedir, neden zayıflamakta diye gösterdiyse de,

1340. Onda hiçbir illet görünmedi, kimse bunun iç yüzünü haber veremedi. Kadın bu işin aslını adamakıllı araştırmaya başladı. Her an eşeğin haline dikkat etmekte, neden böyle zayıfladığını bulmaya çalışmaktaydı. İnsanın adamakıllı çalışmaya kul olması gerekir. Çünkü her şeyi iyice arayan nihayet bulur. Eşeğin haline dikkat edip dururken bir de ne görsün? O halayık eşeğin altına yatmıyor mu? Bunu kapının yarığından gördü bu hale pek şaştı.

1345. Eşek, erkekler kadınlara nasıl yakınlaşırsa aynen onun gibi halayığa yakınlaşmış, işini becermekteydi. Kadın hasede düştü. Dedi ki, bu eşek, benim eşeğim, nasıl olur bu iş? Bu işin bana olması lazım ben işe daha ehlim. Eşek işi öğrenmiş, alışmış. Adeta sofra yayılmış, mum da yanmış. Görmemezlikten gelip ahırın kapısını vurdu. A kız ne vakte dek ahırı süpürüp duracaksın? dedi. Bu sözü işi gizlemek için söylüyor, ben geldim kapıyı aç diyordu.

1350. Sustu, halayığa hiçbir şey söylemedi. Bu işe tamah ettiği için işi gizledi. Halayık bütün fesat aletlerini gizleyip kapıyı açtı. Yüzünü ekşitip gözlerini yaşartarak dudaklarını oynatmaya başladı, güya oruçluyum demek istiyordu. Eline sapı yıpranmış bir süpürge aldı, develerin yatması için ahırı süpürüyor göründü.  Elinde süpürge kapıyı açınca kadın, dudak altından seni usta seni, dedi.

1355. Yüzünü ekşittin, eline süpürgeyi aldın, iyi. Fakat yemeden içmeden kesilmiş eşeğin hali ne? İşi yarıda kalmış, öfkeli, aleti oynayıp durmada. Gözleri kapıda seni beklemede. Bunu dudağı altından söyledi, halayıktan gizledi. Onu suçsuz gibi ululayıp, Dedi ki: Tez çarşafını başına al. Filan eve git benden selam söyle. Şunu söyle, böyle yap, şöyle et. Neyse ben kadınların masallarını kısa kesiyorum.

1360. Maksat neyse sen onun hülasasını al. O işi görmezlikten gelen kadın onu yola vurunca, Zaten şehvetten sarhoş olmuştu, hemen kapıyı kapadı, oh dedi. Yalnız kaldım, bağıra, bağıra şükredeyim. Artık erkeklerin gah tam, gah yarım yamalak yakınlaşmasından kurtuldum. Kadının keçileri, sanki bini bulmuştu, öyle neşelendi. Eşeğin şehvet ateşiyle kararsız bir hale düştü. Hatta ne keçisi? O yakınlaşma kadını keçi haline getirdi. Ahmağı keçi haline getirmeye, hor hakir bir hale sokmaya şaşılmaz ki!

1365. Şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı eşeği bile Yusuf gibi nurdan meydana gelmiş bir ateş parçası gösterir. Nice ateşten sarhoş olmuşlar vardır ki ateş ararlar, kendilerini de mutlak nur sanırlar. Yalnız Tanrı kulu böyle değildir. yahut da Tanrı birisini çeker çevirir de yola getirir, yaprağı döndürür bu da başka! Böyle olan o ateş hayali bilir, o hayalin yolda eğreti olduğunu anlar.
Hırs çirkinleri güzel gösterir. Yol afetleri içinde şehvetten beteri yoktur.

1370. Şehvet yüz binlerce iyi adı kötüye çıkarmıştır. Yüz binlerce akıllı, fikirli adamı şaşkın bir hale getirmiştir. Bir eşeği bile Mısır Yusuf’u gibi güzel gösterdikten sonra o çıfıt, bir Yusuf’u nasıl gösterir? Pisliği afsunu ile sana bal göstermede, iş inada bindi mi balı nasıl gösterir? Bir düşün artık. Şehvet yemeden olur, az ye. Yahut bir kadın nikahla da kötülükten kaç. Yedin içtin mi şehvet, seni harama çeker. Ele gireni elbet harcetmek gerektir.

1375. Şu halde nikah Lâhavle okumaya benzer. Oku, yani bir kadın nikahla da şehvet, seni belaya düşürmesin. Madem ki, yemeye içmeye hırsın var, çabuk bir kadın al evlen. Yoksa bil ki kedi gelir yağlı kuyruğu kapar. Sıçrayan eşeğin sırtına taş yükü vur, o kaçmadan, sıçramadan önce sırtına yükü yükle. Ateşin ne yaptığını bilmezsin, savul oradan. Bu çeşit bilginle ateşin çevresinde dönüp dolaşma. Ateşe çömleği koyup çorba pişirmeyi bilmiyorsan bil ki ne çömlek kalır, ne çorba.

1380. Su hazır olmalı, ahçılığı da bilmelisin ki o tenceredeki çorba, dökülmeden, bozulmadan pişsin. Demircilik sanatını bilmiyorsan demirci ocağından geçerken sakalını bıyığını yakarsın. Kadın kapıyı kapadı, sevine, sevine eşeği kendisine çekti, cezasını da tattı ya! Eşeği çeke, çeke ahırın ortasına getirdi. O erkek eşeğin altına yattı. O kahpe de muradına ermek üzere halayığın yattığını gördüğü sekiye yatmıştı.

1385. Eşek ayağını kaldırıp aletini daldırdı. Eşeğin aletinden kadının içine bir ateştir düştü. Alışmış eşek kadına abandı, aletini ta hayalarına kadar sokar sokmaz kadın da geberdi. Eşeğin aletinin hızından ciğeri parçalandı, damarları koptu birbirinden ayrıldı. Soluk bile alamadan derhal can verdi. Seki bir yana düştü o bir yana. Ahırın içi kanla doldu, kadın baş aşağı yıkıldı, öldü. Kötü bir ölüm, kadının canını aldı.

1390. Kötü ölüm, yüzlerce rezillikle gelip çattı babacığım. Sen hiç eşeğin aletinden şehit olmuş insan gördün mü? Kuran’dan rezillikle azap edilmeyi duy da böyle kepazelikle can verme. Bil ki bu hayvan nefis bir erkek eşektir. Onun altına düşmekse ondan daha kötü ve ayıp bir şeydir. Nefis yolunda benlikle ölürsen bil ki hakikatte sen de o kadın gibisin. Tanrı, nefsimize eşek sureti vermiştir. Çünkü suretler, huylara uygundur.

1395.Kıyamette sırların açığa çıkması budur. Tanrı hakkıyçin eşeğe benzeyen nefisten kaç. Tanrı, kafirleri ateşle korkutmuştur. Onlar da ateşe utançtan hayırlıdır demişlerdir. Tanrı hayır demiştir, o ateş, utançların aslıdır. Bu kadını öldüren şu ateş gibi. Hırsından doyacak kadar yemek yemedi, daha fazla yemek istedi. Kötü ölüm lokması boğazına durdu. A haris adam, doyacak kadar ye, hatta yemeğin helva ve paluze bile olsa.

1400.Tanrı, teraziye dil verdi. Aldını başına devşir de Kur’an’dan Rahman suresini oku. Kendine gel de hırsından teraziyi bırakma. Hırs ve tamah, seni azdıran bir düşmandır. Hırs, hepsini ister, fakat bütün lezzetlerden mah­rum olur. A turp oğlu turp, hırsa tapma! O halayıkçağız hem gidiyor, hem de ah diyordu; a kadın, sen ustayı yola saldın. Ustasız iş yapmak istedin. Bilgisizlikle canınla oynamaya kalkıştın.

1405.Benden bir bilgidir çaldın, çaldın ama tuzağın ahvalini sormaya arlandın. Kuş, hem onun harmanından tane toplamalıydı, hem de boynuna ip dolaşmamalıydı. Taneyi az ye, bu kadar pisboğaz olma .”Yeyin” ’emrini okudunsa “ısraf etmeyin” emrini de oku. Bu suretle de tane yemekle beraber tuzağa da düşme. Bilgi ve kanaat, ancak bunu icabettirir. Akıllı kişi, dünyanın gamını yemez, nimetini yer. Bilgisizlerse nedamet içinde mahrum kalırlar.

1410.Boğazlarına tuzağın ipi dolaştı mı tane yemek, hepsine haram olur. Kuş, tuzaktaki taneyi nasıl yer? Yemeyi kalkışırsa tuzaktaki tane zehire döner. Tuzaktaki taneyi gafil kuş yer, ya tuzağındaki nimetleri yemesi gibi. Akıllı ve işten haberi olan kuşlar, kendilerini taneden adamakıllı çekerler. Çünkü tuzağın içindeki taneler zehirlidir. Kör­dür o kuş ki tuzaktan tane diler.

1415.Tuzak sahibi, aptalların başını keser. Güzel ve narin olanlarıysa meclislere çeker, götürür. Çünkü aptalların ancak etleri işe yarar. Güzel ve­ zariflerinse güzel sesleri işe yarar. Hasılı balayıkcağız, kapının yarığından, hanımının eşeğin altında can verdiğini görünce, dedi ki: A ahmak kadın, bu iş nedir? Sana us­tan bir şey gösterdiyse, yalnız görünüşe kapıldın. Halbuki içyüzü sen­den gizliydi. Usta olmadan dükkan açtın.

1420.Bal gibi, paluze gibi olan o aleti gördün, ala. Fa­kat a haris, neden kabağı görmedin? Yoksa eşeğin aşkına o kadar mı dalmıştın ki gö­züne kabak görünmedi? Ustadan sanatın dış yüzünü gönlün, sevine se­vine ustalığa kalkıştın. Nice riyacı ve işten haberi olmıyan ahmak ki­şiler vardır ki erlerin yolundan göre göre ancak sof kumaş görmüştür. Nice boşboğazlar vardır ki azıcık bir hüner el­de etmişler, padişahlardan laftan başka bir şey öğ­renmemişlerdir.

 

BİR SULTANIN BİR CARİYEYE DÜŞKÜNLÜĞÜ CARİYENİN YOLDA KÖLEYLE EVDE SULTANLA MACERALARI…

(C.5 Beyitler 3831-4025; s. 312-326)

Bir kovucu, Mısır halifesine, Musul padişahının: huri gibi bir cariyesi olduğunu söyleyip dedi ki: Onun bir cariyesi var ki âlemde onun gibi güzel yok. Güzelliğinin haddi yok, söze sığmaz, anlatılmaz ki. İşte resmi, şu kâğıtta, bir bak! O ulu halife, kâğıttaki resmi görünce hayran oldu, elindeki kadeh düştü.

3835. Derhal Musul’a büyük bir orduyla bir er gönderdi. Eğer o ay parçasını sana teslim etmezse orasını tamamıyla yak yık. Verirse bir şey yapma, bırak, yalnız o ay parçasını getir de yeryüzündeyken ayı kucaklayayım dedi. Er, binlerce Rüstem’le, davul ve bayraklarla yola düştü, Musul’a yollandı. Sayısız asker, şehri mahvetmek üzere tarlama çevresine üşüşen çekirgeler gibi oraya üşüştüler.

3840. Savaş için her yana Kafdağı gibi mancınıklar kurdurdu. Oklar yağmur gibi yağmada, mancınıklarla atılan taşlar gök gürler gibi gürlemeye, kılıçlar şimşek gibi çakmaya başlamıştı. Savaş, tam bir hafta sürdü, kanlar döküldü. Taştan yapılma kale mum gibi eridi, yerle yeksan oldu. Musul padişahı, bu korkunç savaşı görünce içeriden bir elçi göndererek, Müslümanların kanını dökmekten maksadın ne? Bu şiddetli savaşta ölüp gidiyorlar. Meramın nedir?

3845. Maksadın, Musul şehrini almaksa böyle kan dökmeden de olur bu iş. Ben şehirden çıkayım gel, sen gir. Tek mazlumların kanı, seni tutmasın. Yok, muradın mal, altın ve mücevherse bunu, bu şehirden almak, zaten kolay bir şey dedi. Elçi, o erin huzuruna gelince er, cariyenin resmîni verdi. Bu kâğıda bak dedi, bunu istiyorum. Derhal teslim etsin, yoksa ben üstünüm.

3850. Elçi gelip maksadı söyleyince o erkek padişah dedi ki: Bu suret eksik olsun, tez götür. Ben, iman ahdında puta tapanlardan değilim. Putun, puta tapanda olması daha doğru. Elçi, kızı getirince o yiğit er, derhal âşık oldu. Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf’un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder. Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı.

3860. O yiğit er de kuyuyu yol sanmış, çorak yerden hoşlanmış, oraya tohum ekmeye kalkışmıştı. O yatıp uyuyan, rüyada bir hayal görür, onunla buluşur, düşü azar. Uyanıp kendine gelince görür ki o oyunbazlık, uyanıkken olmamış. Vah der, beyhude yere erlik suyumu zayi ettim, o işveli hayalin işvesine kapıldım. O yiğit er de beden yiğidiydi, asıl erliği yoktu. O yüzden erlik tohumunu öyle bir kuma saçtı gitti.

3865. Aşk bineği, yüzlerce gemi atmış, ölümden bile korkmam diye nara atmaktaydı. Aşk ve sevdada Halifeden pervam bile yok. Varlığımla ölümüm birdir bence diyordu. Fakat böyle ateşli ateşli ekmeye kalkışma. Bir iş eriyle danış. Fakat meşveret nerde, akıl nerde? Hırs seli, adama yıkık yerleri kazdırır, tırnaklarını uzatır. Bir güzele âşık olanın önünde de sed vardır, ardında da. öyle adam, artık önünü, ardını az görür.

3875. O yiğit er de Musul’dan döndü, yola düştü. Yolda bir ormana, bir yeşilliğe geldi. Aşk ateşi, öyle bir parlamıştı ki yerle göğü fark etmiyordu. Çadır içinde o ay parçasına kasdetti. Akıl nerde, Halifeden korkma nerde? Şehvet, bu ovada davul dövdü mü akıl dediğin ne oluyor ki a turpoğlu turp: Yüzlerce halife, o anda o erin ateşli gözüne bir sinekten aşağı görünür.

3880. O kadına tapan er şalvarını çıkarıp cariyenin ayak ucuna oturdu. Aleti, dosdoğru gideceği yere giderken orduda bir gürültü, bir kızılca kıyamettir koptu. Er sıçradı, götü başı açık bir halde ateş gibi Zülfikar elinde dışarı çıktı. Birde ne görsün, ormandan kara bir erkek aslan, kendisini ordunun içine kapmış koyvermiş. Atlar, ürküp köpürmüşler, her çadır ve ahır yeri yıkılmış, herkes birbirine girmiş.

3885. Erkek aslan, ormanın gizli bir yerinden fırlamış, havaya deniz dalgası gibi tam yirmi arşın sıçramıştı. Er, pek yiğitti, aldırış bile etmeden sarhoş bir erkek aslan gibi aslanın önünü kesti. Kılıçla bir vurdu, başını ikiye böldü. Derhal o ay yüzlü dilberin bulunduğu çadıra koştu. O hurinin yanına gelince aleti hâlâ dimdikti. Öyle bir aslanla savaştı da erliği, yine sönmedi, hâlâ ayaktaydı.

3890. O tatlı ve ay yüzlü güzel, onun erliğine şaşıp kaldı. istekle ona kendisini teslim etti. O anda o iki can, birleştiler.. Bu iki canın birbirleriyle birleşmesi yüzünden gayıptan bir başka can gelir erişir. Kadının rahminde meniyi kabule mâni bir şey yoksa bu can, doğuş yoliyle gelir, yüz gösterir. Her nerde iki adam, sevgiyle, yahut kinle birleşseler, bir üçüncü can, mutlaka doğar.

3900. Kadının canı da kıyamet gününü bekler, erkeğin canı da. Bu âlemde emeklemen nedir ki? Daha çabuk adım at. O er, o yalancı sabah yüzünden yolunu kaybetti de sinek gibi ayran kabına. Düştü işte. Birkaç gün murat alıp murat verdiler. Fakat sonra o büyük suçtan pişman oldu. Ey güneş yüzlü, bu işe dair Halifeye bir şey söyleme diye cariyeye yemin verdi. Halife cariyeyi görünce sarhoş oldu, onun tası da damdan düştü.

3905. Onu, övdüklerinin yüz misli güzel buldu. Hiç görme, işitmeye benzer mi? Övme, akıl kulağı için bir tasvirdir. Fakat suret, bil ki gözün harcıdır, kulağın değil. Birisi, bilir bir adama sordu: A sözü güzel er, hak nedir, bâtıl ne? O er, adamın kulağını tutup bu batıldır dedi, gözse haktır onun her şeye yakîni vardır.

3925. O ahmak Halife de bir zaman o güzel cariyeye kapıldı, onunla gönül eğledi işte. Tut ki bütün doğuyu, batıyı zapt ettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mademki bu saltanat, kalmayacak, sen onu bir şimşek farzet, çaktı, söndü. Ebedî kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil! Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki? Bil ki bu âlemde de bir emniyet bucağı vardır. Yalnız münafıkın sözünü az duy, çünkü o söz, zaten söz değildir. Halife buluşmayı diledi, bu maksatla o cariyenin yanına gitti. Onu andı, aletini kaldırdı. O cana canlar katan, o sevgisini gittikçe artıran güzelle buluşmaya niyetlendi. Kadının ayakları arasına oturdu. Oturdu ama takdir, zevkinin yolunu bağladı.

3945. Farenin catırdısı kulağına değdi. Aleti indi, uyudu, şehveti tamamıyla kaçtı. Bu ıslık, yılan ıslığı olmasın, çünkü hasır kuvvetle oynamakta dedi.

 

Cariyeciğin,  Halifenin şehvetinin  zayıflığını  görüp o beyin kuvvetini hatırına getirerek gülmeye  başlaması   ve   Halifenin   bu   gülüşten  bir  şey anlaması

Cariye, Halifenin gevşekliğini görünce kahkahalarla gülmeğe başladı. O erin, aslanı öldürüp geldiği halde hâlâ aletinin inmediğini hatırladı. Kahkahası arttıkça arttı, uzadıkça uzadı. Kendini tutmaya çalışıyordu ama bir türlü dudaklarını kapatamıyordu ki.

3950. Esrara   alışık   olanlar   gibi   boyuna   gülüyordu. Kahkaha, kârına da üstün gelmişti, ziyanına da. Ne düşündü, aklına ne getirdiyse fayda vermedi; aklına getirdiği şeyler de gülmesini artırıyordu. Sanki bir selin bendi, birden yıkılmıştı. Ağlayış, gülüş gönlün gamı, neşesi.. BU ki her birinin ayn bir madeni vardır. Her birinin bir ayn mahzeni vardır ve o mahzenin anahtarı, kapalı kapılan açan Tanrı’nın elindedir. Bir türlü gülmesi dinmiyordu. Nihayet Halife alındı, huysuzlandı.

3955. Hemencecik kılıcını kınından sıyırdı. Habis dedi, neden gülüyorsun? Söyle. Bu gülüşten gönlüme bir şüphe düştü. Hileye kalkışma, doğru söyle. Yalanla beni kandırmaya kalkışırsan yahut boş bir bahane icat edersen, Ben bunu anlarım, gönlümde bunu anlıyan bir nur vardır. Doğruyu söylemek gerek vesselam.’ Bil ki padişahların gönüllerinde ulu bir ay vardır. Bazı bazı gaflet yüzünden bulut altına girer ama ehemmiyeti yok.

3965. Cariye âciz kalınca ahvali anlattı. O yüz Zâl’e bedel olan Rüstem’in erliğini söyledi. Yoldaki gerdeği, o sırada vukua gelen halleri bîr bir nakletti. Erin kılıcını çekip gidişini, aslanı öldürdükten sonra gelişini, aletinin hâlâ gergedan boynuzu gibi ayakta olduğunu söyledi. Ondan sonra namuslu Halifenin gevşekliğini ve farenin bir çıtırtısından aletinin söndüğünü görünce dayanamayıp güldüğünü bildirdi. Tanrı sırları meydana çıkarır. Mademki sonunda bitecek, kötü tohum ekme.

 

Padişahın, işi anlayınca o hıyaneti örtüp affetmeyi ve kendisinin, Musul padişahına zulmettiği için “Kim kötülük ederse kendine eder” ve  “Şüphe yok, rabbin gözetleme yerindedir, seni görür” âyetleri mucibince bu kötülüğe uğradığını anlayıp intikam almaya kalkışırsa, bu zulüm ve tamahın cezasını çektiği gibi o intikamın cezasına da uğrayacağını kestirerek cariyeyi o beye vermeyi kurması

3995. Padişah,  kendi  kendisine  suçunu,   kabahatini, kızı ele geçirmek için ettiği ısrarı anıp tövbe etti, Tanrı’dan yarlıganmak diledi. Dedi ki: Başkalarına yaptığım şeyler, ceza haline geldi, bana gelip çattı. Mevkiime güvenip başkalarının eşine kasdettim. Bu kasıt, bana döndü, kuyuya düştüm. Başkasının kapısını dövdüm, o da tuttu, benim kapımı dövdü. Kim, başkalarının karısına kötülük ederse bil ki kendi karısına pezevenklik eder.

4010. Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik, bir hatada bulunduk. Ey merhameti büyük Tanrı, bize acı! Ben onu affettim, sen de yeni suçumu da affet, eski suçlarımı da. Sonra cariyeye sakın dedi, bu senden duyduğum sözü kimseye söyleme. Seni,   beyinle  evlendireceğim.  Tanrı   hakkı için sakın bu hikâyeyi bir daha anma. Anma da o, benden utanmasın.   Çünkü o, bir kötülükte bulundu ama yüz binlerce de iyilik etti.

4015. Ben, onu defalarca sınadım, ona, senden de güzel kadınları emniyet ettim. Hiç dokunmadı. Bu olan şey, benim yaptığımın cezası. Bundan sonra o beyi huzuruna çağırdı. Âlemi: kahretmeyi düşünen hışmını yendi. Ona kabul edilecek bir bahane buldu. Dedi ki: Ben bu cariyeden soğudum. Sebebi de şu: Çocuğumun anası, bu cariyeyi kıskanmada, âdeta bir tencere gibi kaynayıp durmada, yüzlerce sıkıntılara uğradı.

4020. Oğlumun anasıdır, onun nice hakları vardır. Böylece cevir ve cefalara lâyık değildir o. Kıskançlığa başladı, kanlar yutmada. Bu cariye yüzünden pek şiddetli acılara düştü. Hâsılı bu cariyeyi birine vereceğim. Buna karar verdikten sonra azizim efendim, senden daha iyisini bulacak değilim ya. Sen onun için canınla oynadın. Artık onu senden başkasına vermek doğru değil. Onu, o beye nikahlayıp verdi, öfkesini, hırsını kırdı geçirdi.

 

KADININ EŞEĞE İMRENMESİ HİKAYESİ
Bir kadının eşeklerin çiftleşmelerini izleyip eşeği arzulamasının öyküsü…

(C.5 Beyitler 3390-3395)

3390.Fakat Bayezid’in imanına, onun doğruluğuna karşı gönlümde nice hasret var. Hani şu kadın gibi.. Eşeğin çiftleşmesini gördü de dedi ki:Amanın, şu tek erkeğe bakın! Çiftleşme buysa bizim kocalarımız, bizimle çiftleşmiyorlar, içimize aptes bozuyorlar. Bayezid, imanın bütün şartlarını haiz.. Aferinler olsun bunun gibi tek aslana! Onun imanının bir katrası denize gitse deniz, o katrada gark olur.

3395.Nitekim bir zerrecik ateş, ormanlara düşse o zerre, bütün ormanları yakar, yok eder. Padişahın, yahut ordunun gönlündeki hayal gibi. O hayal de hayaldir ama savaşta düşmanları mahveder. Muhammed’in yüzünde bir yıldızdır parladı, kafirlerin, çıfıtların gevherleri yok oldu. İmana erişen aman buldu, imana gelmeyenlerin şüphesi iki kat oldu. Önce gelenlerin halis küfrü kalmadı da yerini ya Müslümanlık tuttu, ya korku..

 

(C.6 Beyitler 2101 – 2105)

Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” hadisi yazılı olan zat (MUHAMMED PEYGAMBER KASTEDİLİYOR), bir zattır ki herkes, onun nimetlerine, onun rızık taksimine muhtaçtır. O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi.

O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz, balıklar ve padişahlara lâyık inciler meydana gelmezdi. O olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı. Rızklar da onun rızkını yemektedir. Meyveler de onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru bir haldedir.

 

(C.6 Beyit 2225)

2225-Her velîyi Nuh ve kaptan bil, bu halkın sohbetini de tûfan say.

 

(C.6 Beyit 2430)

Ben de, Musa’da, Tur dağı da… Üçümüzde o nurun doğmasıyla kaybolduk. Ondan sonra gördüm, Tanrı nuru, ona üfürünce dağ üçe ayrıldı.

 

 

(C.2 Beyit 1580)

Onun gözü, Tanrı nuruyla bakmakta, bilgisizlik perdelerini yırtıp yakmaktadır. O talebe, eski kilim gibi paramparça, delik deşik olmuş gönülleri bir perde yapıp o hâkimin önüne gerer. Hâlbuki o perde bile yüzlerce ağzıyla ona gülüp durur. Her ağzı hocaya bir delik olmuştur. ( deliklerden talebenin gönlünü seyreder durur.) Hoca, talebeye der ki; “ Ey küfür yokken de aşağı olan, bana hiç mi vefan yok? Haydi beni kuvvetli, müşküller halledici bir hoca farz etme, tut ki senin gibi bir talebeyim, senin gibi gönül gözüm kör.

 

 

ALLAH’I NİTELİKSİZ, İSİMSİZ VE SIFATSIZ GÖRMÜŞ!

(C.5 Beyit 420; s.38)

420. Bir derviş, bir dervişe;” Tanrı‘yı nasıl gördün, söyle” dedi. Derviş dedi:” Neliksiz, niteliksiz gördüm.”

AYNAYA BAKINCA TANRI’YI GÖRMEK

(C.5 Beyit 2015;  s.166)

2015-“Kim de yakın aynası varsa, kendini görmüş olsa bile, hakikatte Tanrı ‘yı görmüş olur.”

 

PEYGAMBERLER Mİ ÜSTÜNDÜR EVLİYALAR MI?

(C.4. Beyitler 1847-1854)

Beyit 1847— Tarihçiler, bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar. Adeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler.

Beyit 1848 — Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu… Devlet satrancını oynadı!

Beyit 1849 — Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebu’l Hasan dünyaya geldi.

Beyit 1850 — O, padişah Ebul Hasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait huylar söylediyse aynen zuhur etti.

Beyit 1851— Çünkü onun önünde giden levh-i mahfuzdur… Neden mahfuzdur o levh? Hatadan!

Beyit 1852 — Bu ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Allah, doğrusunu bilir ya, Allah vahyidir!

Beyit 1853 — Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.

Beyit 1854 — Sen istersen onu gönül vahyi farzet… Gönül zaten onun nazargahıdır… Gönül, ona agah olunca nasıl hata eder?

AÇIKLAMA 1851-1854. Beyitlere şerh Abdülbaki Gölpınarlı

Sofiler, kalblerinde doğan ilahi bilgiye, yahut keşfe “varidat- Allah’tan gelenler” derler. Onlarca erenlerin sözleri de vahiyden başka bir şey değildir. Hatta nübüvveti yani peygamberliği iki kısma ayırıp bir kısmını, “Nübüvvet-i Teşriyye- Şeriat kuruculuk peygamberliği”, bir kısmına da “Nübüvvet-i Tarifiyye- Şeriatı anlatan, İlahi sırları anlatan peygamberlik” derler. Her veli ve bilhassa zamanın sahibi olan kutup, nübüvvet-i tarifiyye ile peygamberdir, fakat Hz. Muhammed’e hürmet ve şeriat edebine riayet bakımından peygamberim diye meydana çıkmaz. Bu inanışın ileri gidişinden veli, nebi’den üstündür akidesi çıkmıştır. Nebide bir peygamberlik bir de velilik vardır; peygamberlik Allah ile Kul arasında vasıta oluştur, bu bakımdan peygamber, peygamberliği itibariyle halkla uğraşır. Halbuki velilik Hak’la olan muameledir.

Bu yüzden peygamber’in veliliği, peygamberliğinden üstündür diyenler olduğu gibi Şeyh-i Ekber diye anılan Muhyiddin-i Arabi gibi “Hatem-i velayet” olduğunu iddia ederek veliliğin, bütün peygamberlere feyiz verdiğini ve kendisindeki velayetin, Hz. Muhammed’in velayeti olup ondan ayrı olmadığını söyliyen ve adeta peygamberlik iddiasına girişenler de vardır. Peygamberliğin kisbi, yani süluk ile kaanılır bir mertebe sayanları ve binaenaleyh Hz. Muhammed’in “hatem” yani somn peygamber oluşunu tevil edenleri bile bulunmuştur. Hicri 587’de (1191) Haleb’de öldürülen Şeyh Şihabeddin-i Maktul de bu inanıştaydı. Mevlana da bu beyitlerde Mesnevi’nin vahiy olduğunu söylüyor. Zaten 6 cildin umum dibacesi (açıklaması) sayılan birinci cildin dibacesinde de bunu apaçık söylemektedir. “Menakıb’ül Arifin” de şöyle bir hikaye var:

“Bir gün Sultan Veled buyurdu ki: Dostlardan biri babama şikayette bulundu ve alimler Mesnevi’ye neden Kur’an diyorlar diye benimle bahse girişti; ben de Kur’an’ın tefsiridir deyince babam bir lahza susup sonra A sersem dedi, niçin olmasın? A eşek, niçin olmasın? A ** kardeşi niçin olmasın? Peygamberlere verilen harfi zarflarda Allah sırlarının nurlarından başka bir şey yoktur ki. Allah sözü, onların temiz gönüllerinden biter, ırmağa benzeyen dillerden akar. İster Süryanice olsun, ister Seb’ul mesani dilince… İster İbranice olsun… İster Arapça!” (Üçüncü Fasıl) Bu kitapta buna benzer bir çok hikayeler vardır ki Mesnevi’nin yazıldığı tarihten itibaren Allah vahyi olarak tanındığını gösterir.

Mesnevi Kariileri (okuyucuları), Mesnevinin sonunda, önce “Ululuk sırlarını keşfeden Mevlana’mız böyle buyurdular” demek olan:

“İnçünin fermud Mevlana-yı ma Kaşif-i esrarha-yı kibriya”

 

ŞEYHİN ETRAFINDA DÖNÜP ŞEYHİNİ TAVAF EDİNCE BAYEZİD’İN HAC VE UMRE YAPMASI

Bir şeyhin Bayezid’e “Kâbe benim; benim çevremde tavaf et” demesi

2210: Ümmetin şeyhi Bayezid Hac ve Umre için Mekke’ye doğru koşuyordu

İlk defa gittiği şehirlerde değerli kişileri soruşturup arardı. (…)

2215: (…)

Bayezid, yolculukta zamanının Hızır’ı olan bir kimseyi bulmak için çok arardı.

 

2220: Boyca hilâl gibi bir şeyh gördü; Onda erlerin gücünü ve sözünü gördü.

Gözü kör ama gönlü güneş gibiydi; rüyasında Hindistan’ı görmüş bir fil gibiydi.

Gözü kapalı uyumuş kişi yüz neşe görür de, gözünü açınca görmezse şaşılacak şey!

Rüyada nice şaşılacak şey aydınlanır; gönül uykuda pencere olur.

Uyanık olan ve hoş rüya gören kişi, âriftir; -ayak- toprağını gözüne sür.

 

2225: Önünde oturdu. Durumunu sordu; onu yoksul ve aile sahibi buldu.

-Şeyh- “Ey Bayezid! Niyetin nereye! Gurbet dengini nereye götüreceksin?” dedi.

-Bayezid- “Erken vakitte Kâbe’ye niyetim var” dedi. -Şeyh- “Peki! Yol azığı olarak neyin var?” dedi.

-Bayezid- “İki yüz gümüş dirhemim var; işte elbisemin köşesine sıkıca bağlı” dedi.

-Şeyh- dedi: “Benim çevremde yedi defa tavaf et; bunu hac tavafından daha iyi say.

 

2230: Ey cömert! O dirhemleri önüme koy; bil ki hac yaptın muradın gerçekleşti.

Umre yaptın, baki ömrü elde ettin; temizlendin, Safa’da koştun

Canının gördüğü Hakk’ın hakkı için; Hak, beni kendi evine üstün tutmuştur.

Kâbe onun lütuf evi ise de tabiatım (vücudum) onun sır evidir.

O evi yaptığından beri, ona gitmedi. Bu eve ise o Hay/diri Hakk’tan başkası girmedi.

 

2235: Madem beni gördün, Hakk’ı gördün; sadakat Kâbe’sinin çevresini döndün.

Bana hizmet, Allah’a itaat ve şükürdür; sanma ki Hakk, benden ayrıdır.

Gözünü iyice aç, bana bak; böylece insanda Hakk’ın nurunu göreceksin.”

Bayezid, bu nükteleri anladı; altın halka gibi kulağına taktı.

Ondan dolayı Bayezid’in derecesi arttı; Sonra ulaşan, son noktaya vardı.

Beytini okuyup sonra 1852. Beyti okumak suretiyle dersi bitirirler. Mesnevi 4. Cild Sf. 326 Açıklama MEB Yay.

Sayfa numaraları için-MEB Baskısı Veled İzbudak-Abdulbaki Gölpınarlı Çevirisi esas alınmıştır. Ancak beyit numaraları Farsça orijinal metinde ve tüm çevirilerde aynıdır…

posted in MITOLOJİ | 12 Comments

26th Aralık 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Mevlana ve Mevlevilik

 27.04.2002 Tarihli “Ceviz Kabuğu” programına, konuyla ilgisi dolayısıyla, Selçuk Üniversitesi Tarih bölümünden Mevlana üzerine yoğun araştırma yapan Prof. Dr. Mikail Bayram’da katıldı. Telefon bağlantısı ile yayına katılan ve Mevlana ve Mevlevilik üzerine görüşlerini aktaran Bayram, görüşlerini söyleyince “kızılca kıyamet” koptu.

HULKİ CEVİZOĞLU- Profesör Doktor Mikail Bayram hattımızda.
İyi geceler Sayın Bayram.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- İyi geceler efendim.

HULKİ CEVİZOĞLU- Buyurunuz, sizin bir bilim adamı olarak görüşlerinizi rica ediyorum; Konya Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanısınız, buyurun.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, öncelikle oradaki konuşmacı arkadaşları selâmlıyorum ve anladığım kadarıyla da, bana, daha çok Mevlana ve Mevlana etrafındaki oluşumlarla ilgili sorular tevcih ediliyor. Bu münasebetle adımdan söz edildi, onun için ben bu konuya yönelmek durumundayım. Tabiî, bu konuyu işlerken de, elbette tarihçi olmam hasebiyle tarihî olaylarla paralel olarak konuyu izah etmeye çalışacağım. Az önce konuşmacılar da söylediler, 1243 yılında Moğollar Kösedağ zaferini kazandıktan sonra Anadolu’yu istila ettiler. Hatta Erzurum’da, Erzincan’da, Tokat’ta, Sivas’ta, Kayseri’de büyük katliamlar yaptılar, yağma hareketleri yaptılar ve özellikle Tokat’ta, Moğol Ordu Komutanı Baycu Noyan Kayseri’yi muhasara ettiği zaman, Kayseri çevresinde toplanmış olan Moğol askerleri arasında Mevlana’nın hocası Şems-i Tebrizî’nin müritleri de mevcut idi. Bunlara Kalenderiler tabir ederler. Şems-i Tebrizî bir Kalenderi dervişidir, bir Kalenderi şeyhidir. Hatta bu Kalenderiler, Moğollarla birlikte Kayseri surlarından gedik açıp şehre girmeye çalışıyorlardı. Ve şehre girdikten sonra da Moğollar burada çok büyük bir katliam yaptılar. Eğer tarihçiler mübalâğa etmiyorlarsa, onbinlerle ifade edilen Ahi ve Türkmenler burada katliama tâbi tutuldular. Ahiler ve Türkmenler burada katliama tâbi tutulurlarken, Mevlana’nın hocası olan Kayseri’deki Seyyid Burhaneddin’in, eteğine paralar, altınlar saçtılar. Buradan şunu demek istiyorum: Kalenderi dervişler ve Mevlana’nın hocaları olan kişiler çok daha önceden Moğollarla irtibat hâlindeydiler ve Moğollarla teşriki mesai ediyorlardı ve özellikle de Şems-i Tebrizî ve Şems-i Tebrizî gibi olan bazı kişileri de ajan olarak istihdam ediyorlardı. Olay sadece Mevlana’yla sınırlı değil, Şems-i Tebrizî’yi de ajan olarak kullanıyorlardı. Şems-i Tebrizî Moğol ajanı idi ve Moğol ordularının içindeydi.

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayram, siz kocaman bir Üniversitenin Tarih Bölümü Başkanısınız.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Evet efendim.

HULKİ CEVİZOĞLU- Tarihî bir bilgiyi veriyorsunuz, kaynağınızı da verin lütfen.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Kaynağını da vereyim. Bakın, İbni Bibi, Cavlaki dervişleri Moğollarla birlikte Kayseri surlarından gedik açmaya çalıştıklarını İbni Bibi söyler. Tarihî vesikaları da o zaman yeri geldikçe söyleyeyim. Ve yine Mevlevî kaynaklar, Moğollar Kayseri’de bu kadar büyük bir katliam yaptıktan sonra Seyyid Burhaneddin’e paralar verdiler ve nitekim Seyyid Burhaneddin’in türbesini de, bu olaydan iki sene sonra Seyyid Burhaneddin vefat etti, Seyyid Burhaneddin’in türbesini de Moğollar inşa ettiler.

HULKİ CEVİZOĞLU- Şems-i Tebrizî’nin Moğolların ajanı olduğunu söylediniz, onun kaynağını sormuştum.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Şimdi ona geleceğim. Şimdi mademki kaynağını soruyorsanız hemen söyleyeyim. Bakın, Şems-i Tebrizî’nin “Makalât” diye bir eseri var. Şemsi Tebrizi’nin Makalât’ını okursanız, orada birçok yerlerde Moğollar’la ilgili olarak Şems-i Tebrizî Moğollara muhalif olanlarla mücadele etmektedir.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ama, yani bu ajan olmasını mı gerektiriyor?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Evet, Moğolların aleyhinde bulunanlara şiddetle hakaret ederek onları susturmaya çalışmaktadır.

HULKİ CEVİZOĞLU- Burada bu mu kaynağınız?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Evet, budur kaynağım; ama ileride yine kaynaklarımı söyleyeceğim. Mevlana’ya gelince kaynakları daha detaylandıracağım.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ama yapmayın; yani bugün de, işte Avrupa Birliği konusunda bilim adamları, gazeteciler farklı görüş savunuyor, birbirlerini eleştiriyorlar, suçlayanlar var; o zaman birbirlerini eleştiren insanlara hep ajan mı diyeceksiniz? Yani, Tarih Bölümü Başkanı bir profesör olarak Şems-i Tebrizî’nin Makalât eserinde Moğollara övgüler var ve onlara karşı çıkanlara ağır eleştiriler var diye, siz buradan yola çıkarak bir bilim adamı duyarlılığıyla, sorumluluğuyla Şems-i Tebrizî’yi ajan olarak mı değerlendiriyorsunuz? Sayın Bayram…

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Moğolların ajanıdır demektir. Nitekim, bir kaynak da söyleyeyim size… Teşriigulervah adında bir eserimiz var. Bunu yazan Anadolu’lu bir kadıdır. O kadı, bazı şeyhlerin, bazı dervişlerin, özellikle de Kalenderi dervişlerin Moğollara ajanlık görevi yaptıklarını söylüyor. Meselâ Barak Baba’yı söylüyor, adını vererek, “Bu Kalenderi derviş Moğolların ajanıydı” diyor, “Mahmut Han’ın ajanıydı” diyor.

HULKİ CEVİZOĞLU- Mevlana’ya gelelim; Şems-i Tebrizî’yi konuşuyoruz, onu söyleyin.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Şems-i Tebrizî’yi konuşalım. Şems-i Tebrizî, Makalât’ında birçok yerlerde, bir yerde değil birçok yerlerde Moğolların aleyhinde konuşanları susturuyor. Moğollara alt yapı yapmaya çalışıyor, Anadolu insanını Moğollara itaat etmeye çağırıyor. Mevlana da bunu yapıyor.

HULKİ CEVİZOĞLU- Yani buradan ne sonuç çıkar ki?..

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Dolayısıyla, “Mevlana Moğol ajanı olamaz” çırpınışları, bu çırpınışlar boşa olan çırpınışlardır, hiç kimse bunu inkâr edemez. Bakın,Mevlana “Fihi Mâ Fih” adlı eserinde, eğer önünüzde varsa açıp okuyun, ben tercümesinden söyleyeyim, sayfa 100-103 sayfaları; orada Moğolların Reisi Cengiz Han için diyor ki Mevlana; Cengiz Han, Allah’tan mesaj aldı ve Allah’tan aldığı mesajla Cenabı Allah Cengiz Hana demiş ki, “Halkını, kavmini topla, şu zalim Harzemşahlar ülkesine yürü, onları kahret.” Dolayısıyla, bakın bu olay, bu olayı Mevlana’nın kendisi anlatıyor, başkaları Mevlana hakkında anlatmış değil bunu. Ve az önce siz söylediniz, Mevlana’nın Moğollar hakkında söylediği bir söz söyleyin dediniz, işte ben onu söylüyorum. Bu sadece bir tanesidir.

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki nasıl oluyor Sayın Bayram, nasıl oluyor, bu dediğinizi belki başka kaynaklarla da destekleyeceksiniz, eğer ikna olmazsa Sayın Zeybek de sorar size, ben de şimdi soruyorum; peki, bunların doğru olduğunu varsaysanız bile, nasıl oluyor da bu kadar tutulabiliyor Mevlana, bu kadar gönüllerde yer edebiliyor? Bunun açıklaması şu mudur… Biz 2002 yılında yaşıyoruz, bu olay 1243 yılında ya da ne bileyim 13’üncüyüzyılda olmuştur, yani “o güne bakarak bugün değerlendirme yapmak yanlıştır” şeklinde mi cevap veriyorsunuz?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Oraya da geleyim, Fakat, öncelikle elimize aldığımız bu konuyu, bu meseleyi bir hâlledelim, çünkü çok itirazlar oldu, bu meseleyi biraz vuzuha kavuşturayım. Şimdi, Şems-i Tebrizî 1244 yılında Konya’ya geldi, Mevlana ile görüşmeleri oldu.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bir şey soracağım, pardon. Bu görüşlerinizi, söylediklerinizi ve şu anda söyleyeceklerinizi bilimsel plâtformlarda daha önce tartıştınız mı?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Tabiî tabiî, yazdım ben bunları, ben bunları defalarca yazdım.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bunları ilk defa söylemiyorsunuz yani.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Hayır efendim, ilk defa söylemiyorum, 30 senedir yazdım…

HULKİ CEVİZOĞLU- Nasıl tepkiler aldınız diğer bilim adamlarından?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Hulki Bey, 30 senedir bunları yazıyorum, bugüne kadar bir Allah’ın kulu bir satır cümleyle bana itiraz edemedi, itiraz etmeleri de mümkün de değildir. Şimdi bakın, Mevlana’nın eserinden örnekler vereyim, çok önemli bir örnek vereyim. Moğol Hükümdarı, İlhanlı Hükümdarı Hulagu Han Bağdat’ı fethettikten sonra, Bağdat’ta son Halifenin oğlu Ez-Zahir Billah Mısır’a kaçtı ve Baybars ile birlikte Mısır’da halifeliğini ilân etti. Şimdi Mevlana Mesnevî’sinde “Mısır Halifesinin Hikâyesi” diye bir hikâye anlatır ve çok terbiyesizce bir hikâyedir, ben burada ifade etmiyorum. Çünkü, o kabak hikâyesinden daha edep dışı bir hikâyedir. Orada meselâ Mevlana Sultan Baybars’ı ve Mısır’a kaçan Ez-Zahir Billah’ı tahkir ediyor, rezil etmeye çalışıyor ve böylece Hulagu Hanı desteklemeye çalışıyor. Bakın yine Mevlevî eserlerde, Menakıbıl Arif’inde anlatıyor, bunu teyiden başka bir şey de var. Menakıbıl Arif’inde diyor ki, Mevlana etrafındakilere şu mesajı veriyordu: Diyordu ki, “Hulagu Han Bağdat’ı muhasara ettiği zaman askerlerine emir verdi, üç gün üç gece atlarına ve askerlere yemek yedirmediler, atlara su ve ot yedirmediler, yem vermediler. Atların tutmuş olduğu bu oruç hürmetine Cenabı Allah Bağdat’ın fethini Hulagu Hana müyesser kıldı.” Bunu Mevlana anlatıyor, Mevlana’dan naklen veriyor. Başkaları bunları yazıp da Mevlana’ya veya Mevlana’nın çevresine iftira etmiş veya hakaret etmiş değil, bunları kendi eserlerinde yazıyorlar. Sonra Mevlana’nın kişiliği ve şahsiyetiyle ilgili de bir şeyler söylendi. Mevlana, Mansur Hallaç gibi, Bayezdid-i Bestami gibi, Ebul Hasan Garagani gibi, Şakıki Belkı gibi İranlı, İran kültürünün ürünü olan mutasavvıfların yolunda bir mutasavvıftır ve bu mutasavvıflar Hulûliye mezhebindendir, Mevlana da Hulûliye mezhebindendir. Bakın, Meslevî’sinde Bayezid-i Bestami hikâyesi var. Orada Mevlana Hulûl felsefesini anlatır.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ne demek Hulûl felsefesi?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Hulûl felsefesi, yani Allah insanlara hulûl eder. Bu Hristiyanlıktan gelme bir inançtır da. Çünkü, Hristiyanlıkta biliyorsunuz, apoklif Hristiyan mezheplerde diyorlar ki, özellikle Nasurîler diyorlar ki, “Hazreti İsa bir beşer olarak dünyaya geldi, fakat sonra Cenabı Allah Hazreti İsa’ya hulûl etti ve Hazreti İsa’nın şahsiyeti ilâh oldu, Allah oluverdi.” Böyle bir mezhep var. İşte bu anlayışın İslâm dünyasındaki uzantısı da Hulûliyecilerdir.

HULKİ CEVİZOĞLU- Mevlana’nın bir rubaiyesi var, bakın ne söylüyor, belki bugünleri görerek söylemiş, belki o günler için söyledi. Diyor ki, “Ben hep yaşadım kul olarak Kur’ana, topraktım ömrümce Muhammed yoluna…”

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- “Men deste-i Kur’an’a mekta candarem, men hâk-i pay-i Muhammed’i muhtarım”; bunları bana okumayın, bunları bana okumayın, ben onların Farsçasını okudum Hulki Bey.

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayram, izin verin de Türkçesini okuyayım. Diyor ki Mevlana; “Ben hep yaşadım kul olarak Kur’ana, topraktım ömrümce Muhammed yoluna. Gerçeklerden apayrı anlam çıkaran haksızdır, usanç verir bu sözlerle bana” diyor. Acaba gerçeklerden farklı bir anlam mı çıkarıyorsunuz?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Önce bu rubai, bu dörtlük Mevlana’nın Divan-ı Kebir’indedir. Bakın, bu Divan-ı Kebir denilen eser Mevlana’ya ait bir eser değildir. Ben Divanı Kebir’in, orijinal başlığıyla söyleyeyim; Divan-ı Kebir Ezan-ı Mevlana Mis” başlığıyla. Divanı Kebir Mevlana’nın eseri değildir. İran’da bir tebliğ sundum ve İranlı bilim adamları, bilim çevreleri benim bu tezimi kabullendiler ve sonra kendileri, özellikle İran’da çok tanınan Abdulkerim Suruş Bey, benim bu telkinlerimden sonra Divanı Kebir’de Mevlana’ya ait olan şiirlerin miktarı yüzde 30 veya yüzde 40 miktarındadır. Dolayısıyla, Divan-ı Kebir’den bazı şeyleri okudukları zaman, Divan-ı Kebir’in Mevlana’ya ait olmadığını da bilmeleri gerekir. Birtakım yanlışlıklar yapılıyor…

HULKİ CEVİZOĞLU- Demin okuduğum sözler ona ait değil mi?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Hayır, Divan-ı Kebir ona ait değil.

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki, şu sözlerde mi ona ait değil? Bakın, diyor ki, sizin eleştirilerinize burada olmadığı için sözleriyle, eseriyle cevap verecek tabiî; diyor ki, “Ülkem bu benim, yerim bu, yurdum işte, geldim nicedir kök saldım memlekete. Düşman gibi görseniz de düşman değilim, ben Hintçe konuşsam bile Türküm yine de” diyor.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, hele o hiç, o hiç Mevlana’ya ait değil. Çünkü Mevlana’nın o orijinal Divan-ı Kebir nüshalarında da bu mevcut değil.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ama bakın, bunu da yazan kim, onu da söyleyeyim size. Şimdi bunu yazan, Türkiye’nin, Sayın Zeybek’in de eski meslektaşı, Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı Talat Halman’ın Türkiye İş Bankası’ndan çıkan Candan Cana isimli kitabı, Sayın Halman yazıyor bunu.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, ben onları biliyorum.

HULKİ CEVİZOĞLU- Yani, Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı, şu anda Bilkent’te öğretim üyesi, kocaman İş Bankası yayın yapıyor, bunları bilmiyor da Mevlana’nın eseri diye mi bize yutturuyor.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Onlar, evet maalesef maalesef.

HULKİ CEVİZOĞLU- Yapmayın.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Çok üzülerek söyleyeyim, bugüne kadar hep Mevlana hakkında yalanlar uyduruldu.

NAMIK KEMAL ZEYBEK- Şimdi Hocanın yalan uydurmadığını kim biliyor.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ben de onu soracaktım. Bir dakika, sizin mi doğru söylediğinizi, Talat Halman’ın mı, İş Bankası yayınlarının mı, bugüne kadar okuduğumuz Mevlana kitapları mı, hangisinin yanlış, hangisinin doğru olduğunu nasıl anlayacağız?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, ben diyorum ki, bakın Mevlana’nın Divanının orijinal nüshası Mevlana Dergâhında bulunuyor. Divan-ı Kebir’in iki tane orijinal nüshası orada var. Bu rubai orijinal nüshalarda mevcut değil. Sonradan Mevlana’ya uydurulmuş, izafe edilmiş şiirlerdir. Divan-ı Kebir böyle oluşmuş. Divan-ı Kebir aslında bir antolojidir. Ben Divan-ı Kebir’de 18 ayrı şairin şiirlerinin bulunduğunu tespit ettim. Bu şairler arasında Mevlana’dan sonra yaşamış olan şairler de var. Hatta Divan-ı Kebir’de Mevlana’dan sonraki olaylara, Mevlana’nın ölümünden 7 sene, 10 sene sonraki olaylara değinen şiirler var. O şiirler Mevlana’ya ait değildir. Bunları her bilen konuştuğu için, maalesef ayakları da yere basmadığı için, bu sefer Mevlana hakkında uydurma haberler, uydurma bilgiler yaydılar. Maalesef Türkiye, işte o yalan bilgilerle hayatiyetini sürdürmeye çalışıyor veya bilim çevreleri o yalanlarla hayatiyetlerini sürdürmeye çalışıyorlar.

HULKİ CEVİZOĞLU- Şimdi diyelim ki bunların hepsi yalan, bir tek siz doğrusunuz, öyle bir varsayımda bulunalım. Bunun neresi kötü? Diyelim ki, Mevlana diye birisi de yok, bunun hepsi mitolojik bir hikâye, öyle olduğunu varsayalım, ama bugün herkes buna inanıyor. Hem Mevlana’ya inanıyor, hem Mevlana’nın bu sözleri söylediğine inanıyor. Diyelim ki, size göre hem Mevlana yok veya var ama, o dönemde, 13’üncü yüzyılda Moğolların ajanıydı, ama bugün bizim toplum olarak inandığımız Mevlana’nın yeri yüce bir yerde. Bunun ne sakıncası var, toplumsal birlik bütünlüğü sağlayıcı bir unsur değil mi? Yabancılar bizim hep değerlerimizi alıp…

İSMAİL NACAR- O zaman böyle bir program yapmayın Hulki Bey, yani gerçek Mevlana’yı halka tanıtmayın.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bir dakika, bir dakika. Değerlerimize hep sahip çıkıp elimizden alıyor. Biz bunun etrafında birleşsek, bu yalan da olsa güzel sözler değil mi, yani bunun ne sakıncası var?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, ben esas onu tebarüz ettirmeye çalışıyorum. Şimdi, Mevlana zamanında Anadolu’da bir grup insanlar, bir grup aydınlar Moğolları destekliyorlardı.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bugünü soruyorum.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Bir kısım insanlar da Moğol emperyalizmine karşı isyan ediyorlar, genellikle Ahiler ve Türkmenler Moğol iktidarına karşı isyan durumundaydılar. Dolayısıyla, Mevlana o dönemde Moğolların yanında yer alarak Türkmenlerle mücadele etmiştir. Hacı Bektaş’a ağır hakaretlerde bulunmuştur, Nasrettin Hoca’ya ağır hakaretlerde bulunmuştur, Sadrettin Konavi’ye ağır ağır hakaretlerde bulunmuştur.

NAMIK KEMAL ZEYBEK- Hacı Bektaş’a nerede hakaret etmiş, öğrenebilir miyiz; evet, sorun onu.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Bütün bunları yaparken hedefi, Moğollara hizmet etmektir. Moğollar da kendisine para veriyorlar. Bakın, bir defasında Moğol Veziri Tacettin bir defasında Mevlana’ya 700 dinar para gönderdi ve bu gönderdiği paralar da, Türkmenlerin mallarını müsadere etmiş, Türkmenlerin mallarından, müsadere ettiği mallardan Mevlana’ya 700 dinar göndermiş. 700 dinar 70 deve parasıdır.

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayram, bugünü soruyorum, şimdi 13’üncü yüzyılı bırakın, 800-900 sene geçmiş aradan.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Moğollar Mevlana’yı desteklediler, onu söylemek istedim. Moğollar Mevlana’yı desteklediler, Mevlana’yı Anadolu’nun şeyhi, “Şeyh-i Rum” yaptılar. Mevlana’ya intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler, özel bir ferman çıkardılar.

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayram, bir daha söylüyorum, olmazsa sözü alacağım sizden. Bir daha soruyorum, bugüne gelin, yani Moğolları bıraktık 800 sene önceden.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Bugüne gelince, ben bugünü de söyleyeyim mademki ısrar ediyorsunuz. Mevlana’yı bugün reklâma eden, Mevlana’yı anlatan bizim yerli ulema değildir. Mevlana’yı Avrupalılar lanse ediyorlar.

HULKİ CEVİZOĞLU- Niye, Avrupalılar Moğol soyundan mı geliyor?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Şundan dolayı: Çünkü, Mevlana’nın felsefesinde emperyalizme yatkın insan yetiştirme Mevlana’nın hedefidir. O dönemde Moğollar Moğol emperyalizmine yatkın insan tipi yetiştiriyordu, yetiştirmeye çalışıyordu, dolayısıyla Mevlana’nın felsefesi bu yönüyle Anadolu insanını Batı emperyalizme yatkın hâle getirme çalışmalarıdır.

İSMAİL NACAR- Misyoner faaliyetleri de onun için giriyor, oradan giriyor.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Dolayısıyla, bunu Nicolson gayet iyi biliyor, bunu Anna Masalla gayet iyi biliyor, Annamary Schimmel gayet iyi biliyor; dolayısıyla Avrupalıların Mevlana’ya sahip çıkmaları Anadolu’yu sömürgeleştirme felsefesinin bir uzantısıdır.

HULKİ CEVİZOĞLU- Yapmayın, çok şaşırtıcı şeyler söylediniz Sayın Bayram.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Evet efendim.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bir dakikanızı rica ediyorum. Şimdi Avrupalı olmayan, Türk olan birisi var hattımızda, az önce bağlanmıştı, Sayın Bayraktar Bayraklı.
Bu görüşlere zannediyorum katılmıyor; Sayın Bayraklı, buyurun cevap rica ediyorum sizden.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Şimdi ben, çok insanlar üzerine duruldu bu gece, ben bu açıdan çok üzüldüm. Yani, Mevlana şöyle dedi, dedi de yok, dedisi yok, Mevlana şöyleymiş, Ahmet Yesevî böyleymiş, Muhiddin Arabî böyleymiş. Hiçbir tanesi fikirlerine, sistemlerine, onların ortaya koyduğu düşüncelere gitmediler. Bakın, orada arkadaşımız Esat Bey, “İnsan, konuşan Tanrı’dır” dedi, burada şirk var. İnsan Allah’ı inkâr ettiği zaman yine Allah mı konuşuyor, insanı gıybet ettiği zaman Allah mı konuşuyor? Yapmayın bu işi. Bu adamın görüşlerini tezyif etmeniz lâzım, bunları çürütmeniz lâzım. Orada yanlış konuşuyor, siz hâlâ Mevlana oldu Moğolcu, olmadı Moğolcu; bu mesele midir? Orada felsefe üretmeniz lâzım, düşünce üretmeniz lâzım. Kişiler üzerinde durdunuz, tasavvufun prensiplerini, ilkelerini, insanı olgunlaştırmasından bahsetmediniz, tuttunuz insanlarla kişilerle uğraştınız. Bakınız, Mikail Bayram tarihçi bir adam, Mevlana tezyif etmek için, küçültmek için, Avrupalılar Mevlana’yı bunun için konuşuyor, tutuyormuş, emperyalizmciymiş. Mevlana’nın kitaplarını okudu mu Allah aşkına? Nasıl okudu bunları da, nasıl anladı bunları da bu felsefelerden nasıl emperyalizm felsefesi çıkartıyor; ben bunu anlayamıyorum. Bakınız, ben Divan-ı Kebir hakkında bir doçentlik tezi yaptırdım, Mesnevî hakkında doktora tezi yaptırdım, Fihi Mâ Fih hakkında master tezi yaptırdım, Mecalis-i Saba’sı hakkında master tezi yaptırdım. Baştan aşağıya Mevlana’nın kitaplarını okumuş biriyim ben; yapmayın bu işi, Allah aşkına yapmayın. Kur’an-ı kerimi tamamen konuşturuyor Mevlana, farkında değilsiniz. Tuttunuz efendim, Mevlana Moğol şeyiymiş, emperyalizm yapmış; ne alâkası var Allah aşkına yahu? Böyle bir sistem, bu kadar büyük bir filozofa, bu kadar büyük bir filozofun karşısına, bir düşünür, bir mütefekkirin aleyhine nasıl konuşur bir tarih kürsüsü profesörü, benim aklım almıyor. Tarihçi olduğu için felsefesini anlamıyor adamın. Yani, Mevlana’nın felsefesini anlamadığı için, Fihi Mâ Fih’yi nasıl savunuyor. Fihi Mâ Fih’in özü nedir? Ne diyor Fihi Mâ Fih’te? İnsan eşittir düşünce. “Düşünmeyen adam hayvandır” diyor. Düşünceyi bu kadar öne çıkaran, aklı bu kadar öne çıkaran Mevlana’yı nasıl kalkar emperyalist söylersiniz. Mesnevî’sinde sevgi, insan sevgisini işliyor, Divan-ı Kebir’inde ilâhi aşkı işliyor; siz nasıl böyle konuşuyorsunuz Mevlana hakkında “emperyalist felsefe yapılmıştır”, benim aklım almıyor. Bunlar nasıl ilim adamlarıdır, nasıl düşünürdür bunlar, nasıl kitap yazıyorlar ben anlamıyorum. Bir insanın aleyhine, bir insanı tezyif etmek için, kötülemek için böyle konuşulur mu?..

İSMAİL NACAR- İlmî hareket ettiğin zaman anlayacaksın Hoca; belgeli ve bilimsel konuştuğun anda anlayacaksın.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Esat Bey, orada bir söz söyledi, bak onun üzerine konuşsanıza.

İSMAİL NACAR- Esat Beyin tahribatı devede tüy bile değil, esas tahribat orada.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- “İnsan konuşan bir Tanrı’dır” diyor.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Hulki Bey, müsaade edin cevap vereyim.

İSMAİL NACAR- Esas tahribat orada.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Bunun üzerine konuşsanıza, o insanla konuşsanıza. Bırakın şimdi bu fertleri, kişileri.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Efendim, Bayraktar Bayraklı arkadaşım kendisini tasavvufçu addediyor, tasavvufu bildiğini söylüyor, fakat konuşmalarından öyle anlıyorum ki tasavvuftan hiç haberi yok.

İSMAİL NACAR- Doğru.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Mevlana İrancıdır, İranlıdır ve İranî tasavvufun mümessilidir. Bakın Ahmet Yesevî’den söz ediyor, Ahmet Yesevî de Türkmendir, Türk mutasavvıfıdır, Türk kültürüne uyumlu olan bir tasavvufî harekettir. Dolayısıyla, Mevlana İranlıdır. Türkçe bilmez. Kendisi Türkçe bilmediği gibi oğulları da, oğlu da Türkçe bilmiyor. Müteaddit yerlerde de söylerler.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ne sakıncası var bunun?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Yani, Türk mutasavvıf değil, İranlıdır, İran tasavvufunun Anadolu’daki temsilcisidir.

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayram, işi bu tarafa götürürseniz, Hazreti Muhammed de Türk değildi, o da Arapça konuşurdu.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Onun için söylemiyorum Hulki Bey, yani İran tandanslı, İran kültürünün mahsulü olan bir mutasavvıftır, onu söylemek istiyorum. Dolayısıyla…

HULKİ CEVİZOĞLU- O zaman da Hazreti Muhammed’i Araptır diye eleştirebilirsiniz.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Anadolu’ya geldiği zaman da, Anadolu’da ve çevresinde İranî bir çevre vardı. O İranî çevrelere hitap ediyordu. Daha sonra Moğollara hitap etti, Moğollara hizmet etti, hayatı boyunca Moğollara hizmet etti, sadece kendisi de değil oğulları da. Çok önemli bir şey söyleyeyim. Mevlana, oğlu Alaaddin Çelebi’yi Moğollara karşı isyan ettiği için oğlu Alaaddin Çelebi’yi bir müridine öldürttürdü, oğlunun cenaze namazını dahi kılmadı; bakın, bunu biliyorlar mı? Öyle Mevlana havarisi kesiliyorlar; Mevlana oğlunu öldürtmüş, oğlunun cenaze namazını dahi kılmamıştır. Bunu Mevlevî kaynakların hepsi yazar.

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki, ben şimdi sorumu sorayım, bu da önemli bir şey; bugün dünya üzerinde Moğolların devamı olan bir ırk, bir devlet var mı? Yoksa bu mitolojik bir tartışmadan ibaret mi şu anda konuştuğumuz?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Moğolistan var, bugünkü Moğolistan Moğolların devamıdır.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Hulki Bey…

HULKİ CEVİZOĞLU- Sayın Bayraklı, buyurun.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Ben kendimi mutasavvıfçı olarak söylemedim, bir defa ben mutasavvıfçıyım demedim, ben tasavvufun bir İslâm düşüncesi olduğunu söyledim, Mevlana’nın bir İslâm düşünürü olduğunu söyledim, bir mutasavvıf olduğunu söylemedim. Bir İslâm düşünürüdür bu kişi, filozoftur. Bu ister İranlı olsun, nereli olursa olsun, bu arkadaşımız Mevlana’nın satırlarından hangi ayetlere işaret ettiği hakkında bir çalışma yapmış mıdır?

İSMAİL NACAR- Tamamını ezbere bilir.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Alâkası yok, sen hangi ayetlere işaret ettiğini biliyor musunuz?
Bu Mikail kardeşimiz, acaba Mevlana’nın satırlarından hangi ayetlere telmihte bulunduğunu hiç düşündü mü acaba? Mevlana’nın Kur’an bilgisine ne kadar sahip olduğunu biliyor mu acaba?

HULKİ CEVİZOĞLU- Tamam, cevabını alalım.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Biz İranlı olduğu için, İranlı olabilir, biz onu savunmuyoruz, biz Batılı bir düşünürü de savunuyoruz, biz John Duvi’yi de savunuyoruz, biz John Lock’u da savunuyoruz, Descartes’ı da savunuyoruz.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Kardeşim, Mevlana Hulûliye mezhebindendir.

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Kaldı ki Mevlana bir İslâm düşünürüdür. Yok oğlunu öldürmüş, yok şunu öldürmüş; kardeşim, Allah aşkına siz bırakın bunları, biz Mevlana’nın felsefesini ortaya koyalım, iyi taraflarını, kötü taraflarını, felsefesinin İslâma uygun olanını, olmayanını, insan doğasına aykırı olanını, olmayanını ortaya çıkaralım, bunu tartışalım. Mevlana Moğolcuymuş, değilmiş, bunlar bize bir şey kazandırmaz, bugünkü insanlığın problemlerinden bir şey çözmez. Eğer biz ilim adamıysak, Mevlana’nın düşüncelerini ortaya yere koyalım. Mevlana şurada haklıdır, şurada haksızdır diyelim, şurada hata yaptı, burada İslâmîdir, burada İslâm dışıdır. Yok İranlıymış, neymiş, ne olursa olsun beni ilgilendirmez. Ben onun Müslümanlığını kabul ediyorum, Müslüman düşünürdür, İslâm düşünürüdür ve büyük bir filozoftur ve metafizik felsefesinde doruk noktasındadır; ben bunu söylüyorum.

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki, Sayın Bayram katılıyor mu acaba buna?

PROF.DR. BAYRAKTAR BAYRAKLI- Bu kadar.İyi akşamlar diliyorum efendim.

HULKİ CEVİZOĞLU- İyi akşamlar Sayın Bayraklı.
Sayın Bayraklı’nın bu sözlerine katılıyor musunuz Sayın Bayram?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Mevlana büyük bir filozoftur, Mevlana büyük bir şairdir; ben bunlara hiçbir şey demiyorum. Mevlana, son derece hayal gücü yüksek olan bir şairdir. Ben Mevlana’yı 18 yaşından beri orijinal eserlerinden okuyorum, öyle yamalı bohça gibi de değil, tertipli olarak, düzenli olarak okumuşumdur. Dolayısıyla, Mevlana’nın felsefesine gelince, Mevlana’nın felsefesi, az önce dedim, Hulûliye felsefesine mensuptur; birinci husus bu. Tasavvuf yolunda ise, tasavvufî meslek ve meşrebinde ise, “Seyri Sülûkî Enfüsi” yolunu tutan bir mutasavvıftır.

HULKİ CEVİZOĞLU- Nedir Türkçesi bunun?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Seyri Sülûkî Enfüsi’nin anlamı şudur: İnsanların, müritlerin kendi benliklerini düşünerek ruhlarındaki derinlikleri teşhis etmeye çalışmak suretiyle onlara o yönde zikirler, vird’ler yaptırmak suretiyle onlara belli bir kıvam vermeye çalışan bir tasavvufî mekteptir, tasavvufî eğitim metodudur.

HULKİ CEVİZOĞLU- Aynı zamanda bir tarikattır diyebilir misiniz?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Tarikat değil, hayır, Mevlana bir tarikat kurmadı. Mevlana bir feylesof olarak Mevlevî tarikatının fikir birikimini yapmış bir adamdır. Sadece kendisi de değil, babası da öyledir, Şems-i Tebrizî de öyledir…

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki, şu anda tarikat mıdır? Şu anda nedir Mevlevîlik?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Mevlevîlik şu anda bir tarikattır, ayini, tertibi, düzeni olan bir tarikattır. Sonra Hulki Bey, bir hususu ihmal etmememiz lâzım. Daha sonraki asırlarda, Osmanlılar çağında Mevlevî tarikatı bir Türk tarikatı hâline dönüştü. Çünkü, Mevlevî tarikatına giren Türk mütefekkirler, Türk fikir adamları Mevlevî tarikatının yolunu, yöntemini değiştirdiler, hatta Nakşibendiliğe yaklaştırdılar; bu ayrı bir şey. Fakat ben Mevlana’nın fikriyatı üzerinde duruyorum, Mevlana’nın düşüncesi üzerinde duruyorum, ben Mevlana’nın Anadolu’ya ne verdiğini, neler sunduğunu belirlemeye çalışıyorum.

HULKİ CEVİZOĞLU- Ama şu anda Mevlanacılık, Mevlevîlik zararlı bir felsefe mi?

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Evet, zararlı bir felsefedir.

HULKİ CEVİZOĞLU- Bugün?..

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Çünkü, az önce bakın Gazali’yi tenkit ettiler, haklı olarak tenkit ettiler, Mevlana işte o yolun adamıdır. Sezgici bir filozoftur, akla muhaliftir. Mevlana, “Aklı Kur’an kundrahim Mustafa” dediği zaman, “aklı Mustafa’nın yoluna hayran et” dediği zaman akliyeciliği yermektedir. Mesnevî’indeki kel papağan hikâyesinde akliyecileri yermektedir. Bunları okuyanlar anlamıyorlar. Bakın, Bayraklı işte bunu okumalıdır, bunları okumalıdır. Mevlana Mesnevî’sinde, ismini de vererek Fahreddin-i Razi’ye hakaret etmektedir, Fahrettin-i Razi’yi tahkir etmektedir. Neden dolayı? Akliyeci olmasından dolayıdır. Dolayısıyla, Anadolu’nun fikren geri kalmasında, Anadolu’nun ilmen geri kalmasında, Ahiliğin dağılmasında… Mevlana’nın adamları Ahi Evran’ı öldürdüler, oğluyla beraber, oğlu Alaaddin Çelebi’yle birlikte Ahi Evran Nasreddin Mahmut’u Mevlana öldürttürdü. Bakın, bunları bilmiyorlar. Dolayısıyla, “Mevlana Anadolu’ya ne vermiş” dediğimiz zaman bunları göz önünde bulundurmamız lâzım. Felsefe olarak Anadolu’ya ne getirmiştir, bunları bilmemiz lâzım. Ayakları yere basmadan konuşan arkadaşlar, bu meselede önce ayaklarını yere basmalıdırlar. Mevlana’yı Mevlana’nın eserlerinden öğrenmelidirler.

HULKİ CEVİZOĞLU- Peki Sayın Bayram, çok teşekkür ediyorum size. Bunu bir başka zaman, bugün Mevlana’yı savunanlar, Mevlana dernekleriyle ya da vakıflarıyla, bugünkü savunucularıyla birlikte sizi de bir araya getiririz, onu tartışırız, bu boyutunu.
Çok teşekkürler.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Söylemek istediğim çok şeyleri söyleyemedim.

HULKİ CEVİZOĞLU- İnşallah onu başka bir gece yaparız, ama çok ilginç ve yankı uyandıracak sözler söylediniz. Tabiî birçok insan da sizin bu sözlerinizi ilk defa duyuyor zannediyorum, her ne kadar bilimsel plâtformlarda tartıştığınızı söyleseniz de.
İyi geceler, teşekkürler size.

PROF.DR. MİKAİL BAYRAM- Teşekkür ederim.

http://eski.iktibas.info/dergi/mayis/guncel.htm

http://www.tevhidnesli.de/MEVLANA-CELALEDDIN-RUM&%23304%3B-MOGOL-AJANIMI–f-.htm

 

posted in MITOLOJİ | 1 Comment

29th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Futbol Denen Oyun İçinde Oyuna Tevhid Penceresinden Bakış

İçi boş şeyleri yüceltmenin, boş şeyler peşinde koşmanın tipik bir örneğidir futbol. Hani kimi yörelerde atasözü gibi tekrarlanan bir tekerleme vardır: “İçi hava, dışı deri; arkasından koşar yirmi iki serseri” diye. Arkasından koşanların kimi, spor yapıyordur veya iş icabı koşuyordur; o yüzden bu tekerlemeyi şöyle değiştirmek daha uygun olur: “İçi hava, dışı deri; arkasından bakar yirmi iki milyon serseri” ya da dünya çapında olayı değerlendirirsek; “… iki milyar serseri.” Evet, insanımızı, boş şeylerle avutup uyutmak, tâğutların klasik yöntemi. Toplumları serserileştirme rolünü futbol üstleniyor; çağdaş toplumların afyonu, uyuşturucusu. Her biri usta birer illüzyonist olan egemen güçler, futbol ve benzeri eğlencelerle halkı hipnoz ediyorlar. Gözleri bağlanmış, başka bir şeyi görüp düşünemeyen halk sürüleşecek, çoban rolündeki kurtları fark edemeyecektir.

Meşhurdur: İspanya’yı 1935-1975 yıllarında tam 40 yıl yönetmiş olan General Franco; “bu kadar uzun yıllar iktidarda nasıl kaldın?” diyenlere bu işin sırrını şöyle açıklamıştı: “Üç F sayesinde; halkı üç F ile meşgul ettim…” Üç F dediği şeyler: Futbol, Fiesta (eğlence), Femenino (kadın). Evet, çağdaş yönetimler iktidarlarını halkı müzikle, sinema ile, TV., internet, atari, playstation türü eğlencelerle gütmenin dayanılmaz hafifliğini sergiliyor. Bunlara, at yarışları ve başına milli kelimesini bile eklemekten çekinmedikleri piyango diye adlandırdıkları her çeşit kumarı da eklemek gerekiyor. Ama bütün bu problemlerden daha fecisinin, anaç ve doğurgan olanının top olduğunu kabul etmek gerekiyor. Halkı top kafalı yapmaya çalışıyorlar. Köşeli düşünemeyen, her şeyi göbekleri gibi yuvarlak olan, içi boş olan anlamında mecâzî anlamda top kafalı olduğu kadar, gerçek anlamda da top kafalı; yani kafa görüntüsünde omuzlarının üstünde bir top taşıyan varlıklar, toptan başka bir şey düşünemeyen toplaşmış kafalar…

Dünyanın öküzün üzerinde durduğunu söyleyenler hâlâ var mı bilmiyorum; eğer bir zamanlar böyle söyleniyor idiyse, bu söz, mecâzî anlamda kullanılıyor, öküzün temsil ettiği çiftçiliğin önemi vurgulanıyordu. Şimdi, bu anlamda dünya paranın, kadının üzerinde duruyor dense yanlış olmaz; ama daha da vahim gerçek o ki, dünya artık topun üzerinde duruyor. O yüzden iki yuvarlağın üst üste durmasındaki hassas dengelerin zorluğundan ötürü her alanda sarsılmalar ha bire sürüyor. Hatta, devamlı artan futbol sevdasına bakıp bir adım daha ileri giderek diyebiliriz ki: Dünya top haline geldi, ya da top dünya haline. “Top”tan oluşmuş bir dünya içinde yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Ve böyle bir dünya bizim fıtratımıza ve inancımıza tümüyle ters geldiği için yabancılaşıyoruz, dünya bize yabancılaşıyor. Büyük toplulukları bir araya sadece top toplayabiliyor artık. Sabah-akşam “top” tan başka bir şey konuşmayan top kafalı insanlara neyi nasıl anlatacaksınız? Dünyaya top gözlüklerinin arkasından bakan insan, top oyunundan başka ülkesinde ve dünyada yıkıcı güçlerin hangi oyununu görecek, şeytanın hangi oyun ve hilesini sezecek? Hani S. Kuper’in meşhur sözüdür: “Futbol hiçbir zaman sadece futbol değildir.” Bu oyunun içinde ve çevresinde öyle oyunlar var ki…

Bir namaz vaktinde bir büyük câmide kaç kişi Allah’a ibâdet için toplanabiliyor, bir de maç zamanında stadyum denilen bir tapınakta kaç kişi bir araya geliyor? Maça gidemeyen yüz binlerin (hayır, milyonların) TV.lerin içine girecekmiş gibi kendini kaptırarak izlemeleri… ” Bu nasıl sevgidir, nasıl huşûdur, nasıl gönül verip bağlılık sergilemedir?” gibi soruları “ibâdet /tapınma” kelimeleriyle ancak açıklayabilirsiniz. Maçta trans hali diyebileceğimiz şekilde kendinden geçme, başka bir kimliğe soyunma, takımında ve takım taraftarlığında fenâ bulup yok olma, fenâ fi’l-futbol olma halidir. Hırsızlar, önemli maçları büyük bir fırsat biliyormuş, en kolay hırsızlık derbi denilen maçlarda oluyormuş. TV.lerde naklen yayınlanan maç saatlerinde, ev halkı kendilerini öyle kaptırıyorlar ki, oturdukları odaya hırsız girip ceplerine elini uzatsa farkında olmayacaklar. Yanındaki karısını, çocuğunu maç ânında göremeyen adam, hırsızı nasıl görecek ki… Ve Allah duygusu, hayatın anlamı, yaratılış gâyesi, cennet-cehennem… kimsenin umurunda olmuyor; yani şeytan adlı hırsız, böyle bir gafletteki insanın gönlünden öyle önemli şeyleri çaktırmadan çalıyor ki… Milli pilli maçlar da ayrı bir problem. Milsiz maçlara ilgi duymayan nice abdestli-namazlı insan bile milli (aslında ulusal demek gerek, millî “dinî” demektir) maç olunca “yıkılası düzen” dediği devletin kutsallarına putperest insanların mantıksızlığıyla sarılabiliyor, namazında ve varsa cihadında tadamadığı heyecanı yaşıyor. İnsanların millî hisleri nasıl galeyana getiriliyor millî maçlarda. Son İsviçre maçı bunun küçük bir örneği. Sanki savaş, sanki Allah için cihad var ve kendi takımı hakkı, karşı takım da bâtılı temsil ediyor. Çocuklar bile oyun oynarken bu kadar kavga etmezler, ne de olsa oyundur deyip geçerler. Sahi, futbol bir oyundan ibârettir değil mi? Oyundan zevk alanlar da çocuklar ve çocuk akıllılar. Ama, oyunu hayatın merkezine almak, kulluk görevlerini unutup oyunu ibâdet/tapınma haline getirmek gibi feci durumları çocuklukla filan izah etmek mümkün değil; bunlar şeytan işi pisliklerdir.

Ahlâka verdiği zararlar, sporcu ahlâkının ne seviyede olduğunu sporla içeriden ilgilenenler iyi bilir. Bundan daha yaygını bir futbol klübü taraftarlığının, özellikle de fanatikliğin ahlâka olumsuz etkileridir. Televole türü programlar bunun TV.lerden yansıması ve yaygınlaştırılması demek oluyor. En uysal bir vatandaş tipinin bile maçlarda, ağza alınmayacak küfürler ettiğini, karşı takıma ve onun taraftarına, bazen de hakeme karşı ne kadar agresif tutumlar aldığını bilmeyen mi var?

Bağnazlık da böyle başlıyor: Takımı her ne pahasına olursa olsun tutmak, suçu hakeme veya başka şeylere yüklemek… Üç-beş yaşındaki çocuklar bile fanatik bir taraftar yapılıyor. Artık bayanlar da takım tutuyor. Duyuyoruz kendisine dünürcü gelen bazı kızlar, dâmat adayı rakip takımı tuttuğu için, sırf bu gerekçe ile evlenmek istemiyor. Evlerde baba-oğul arasında olduğu gibi, anne-kız arasında da taraftar tartışmaları yaşanıyor.

 

 

 

Olayın Müslümanın Akaidine Verdiği Zarar

Bütün bu problemlerin en büyüğü olayın akaid yönüdür, İslâm inancına verdiği zarardır. Dâvâsı olmayan insanların dâvâsı, dini olmayan insanların dini olmuş futbol. Allah’ı tek ilâh kabul etmeyenlerin ilâhı, gerçek dinden uzak olanların sanal ve sahte dini halini almıştır futbol. Açlık hisseden bir bebeği yalancı meme ile ve oyuncakla oyalayan bakıcı gibi, gerçek dinden uzaklaştırdıkları ve çocuklaştırıp oyun ve oyuncaklarla meşgul ettikleri vatandaşları yapay dinlerle oyalamak tâğut adlı bakıcıların klasik tavırlarıdır. Futbolun bu konuda çok büyük rolü olduğu değerlendirilmelidir.

Kimlik haline geldi, taraftarlık şeklindeki âidiyet anlayışı. “Elhamdü lillâh müslümanım” der gibi, bir takımın taraftarlığıyla övünüyor artık yeni nesiller. Kişiler, tuttuğu takımın boyasına, rengine girip takımıyla kişiliğini bulmakta. Anket yapılsa, kendinizi hangi kimlikle tanımlarsınız diye, “filan takım taraftarı” sözü herhalde birinci sırada yer alır.

Allahu ekber’in futbol diline kâfirce tercümesi şeklindeki “En büyük filan takım, başka büyük yok!”sloganı ağızlarda cıvık sakız gibi dolaşmaya devam ediyor. “Filan takım sana tapıyoruz”; “Haftada bir sana tapmaya geliyoruz.”; “Yenmeye, yenmeye, yenmeye geldik. / Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik.”; “Mutluluk iki kale ve bir toptur. / Bundan başka cennet yoktur.”; “Sen bizim ilâhımızsın”; “Sen bizim için her şeysin.”; “Biz bu klübün iyileşmez hastasıyız.” “Bu maçı alacağız, başka yolu yok. Burası Sami Yen (Kadıköy, İnönü), buradan çıkış yok.”; “Bu stad filan takım için cehennem” gibi sloganlar/sözler. Yani elfâz-ı küfür ve ef’âl-i küfürler. Elfâz-ı küfürle ilgili kitap yazan yazarlar, futbol tapınaklarında ya da gazetelerin her yıl arttırdığı futbolla ilgili sayfalarında öylesine bol malzeme toplarlar ki…

Günümüzde futbol evrensel bir dünya dini halini almıştır. Alınıp satılan cinsten baldırı çıplak râhiplerin icrâ ettikleri âyinler, geleneksel dinî törenlerin yerini almıştır artık. Toplumların en saygın ve en kutsal kişileri kabul edilmektedir klüplerde top oynayanlar. Farklı ülkelerdeki top cambazları, bir futbol azizi, bir evliyâ, bir yarı tanrı kabul edilmektedir. Başarıya ve güce tapmanın, sevdiği takımın meşhur oyuncusunu bir ilâh gibi görmenin en tipik göstergesi olmuştur futbol. Yüceltip dünyalara sığdıramadığı futbol “yıldız”ını rüyasında, hayalinde, düşünce ve konuşmasında en kutsal yere koymak; hele bir bayansa onunla neleri düşünüp hayal etmek… Bunlar, futbolu günümüzdeki şekliyle bir din olarak değerlendirmeye yeterlidir. Mânevî boşluğu gerçek dinle doldurup aç gönüllerini ibâdetle beslemeyen insanlara uyutucu, uyuşturucu, teskin edici bir din sunulmaktadır. Kutsal olan şeylerle bağlarını kesmiş insanlara müteâl/aşkın duygu verecek modern kutsallar gerekmektedir. İşte bu ihtiyaca cevabı düzenler ve egemen çevreler, futbolda görüp göstermektedir. Futbol esiri haline gelmiş top kafalı gençlerin, kendi taktıkları isim ile adına “futbol ilahları” dediği yüce insanları bir-iki saat yakından görmek için maddî ve mânevî nice fedâkârlıklara katlanarak kavurucu sıcak, dondurucu soğuk, yağmur, fırtına demeden saatler öncesinden, hatta bazen gece yarılarında statların kapılarına sığınmaları “din”den başka nasıl izah edilebilir? Düzenler ve tâğutlar için, kendi koltukları ve zulüm icraatları yönüyle tehlikesiz bir din lâzım; seküler bir din. “Hangi din mensupları günümüz dünyasında en çoktur?” cinsinden bir soru, “futbolseverler” kavramı olmadan doğru cevaplanamaz. Dünyanın en fazla taraftarı olan ideolojisidir futbol. Bugün Birleşmiş Milletler’in 186 üyesi var; Paris’te 1904 yılında kurulan Uluslar arası Futbol Federasyonu demek olan FİFA’nın ise 198. “Dinin ne?” sorusuna cevap veremeyecek yaşta ve kültürde bir çocuğa sorun bakalım: “Hangi takımı tutuyorsun?” diye, nasıl bülbül gibi şakıyacak, hemen nasıl bir heyecanla neler anlatacak?! Goool sesi, ezan sesinden, Kur’an kıraatinden daha tatlı geliyor yeni nesle. Futbolseverliğin ahlâkî, sosyal, felsefî, kültürel sonuçları var, ama esas sorun inanca etkileri. Futbolseverlerin, yaşadıkları gibi, sevdikleri gibi inanmaya başladığını görüyor, giderek futbolperest olduklarını ve bazı putları devirmenin çok daha zor olduğunu anlıyoruz. Çokça para olsaydı günümüz gençlerinin cebinde, kendi gönüllerine sorsunlar, Mekke’ye Kâbe’yi seyretmeyi mi, yoksa Dünya kupasının oynandığı Almanya’ya maç seyretmeyi mi tercih ederlerdi? Günümüz gençliğinin kaçta kaçı hangi tercihi yapardı dersiniz?

Put; kişinin Allah dışında hayatının amacı kıldığı maddî, mânevî, somut veya soyut her şeydir. Putçuluk herhangi bir şeyi dünyanın merkezine almak, bir şeye aşırı önem vermektir. Bir şeyi endâd edinip Allah’a benzetir şekilde onu yüceltmek, sevgide aşırı gitmektir. Allah’ı bırakıp birtakım armaları, sloganları, bayrakları, heykelleri, önemli görünen bazı insanları, meselâ futbolcuları, futbolu yüceltip bu değerler uğruna çokça fedâkârlıklar yapıp malını, zaman veya enerjisini seve seve harcamak o şeyi putlaştırmak demektir. Futbol fanatikliğinde bunların eksiksiz bulunduğunu görmek zorundayız. Öyle huşû ile sahadaki âyine kaptırıyor kendini izleyici ki, namaz kılan bir mü’minin o kadar kendinden geçmesi çok zor. Öyle konsantre oluyor ve yapılan âyin, ruhunu öyle etkiliyor ki, âyin sırasında değişik bir insan oluyor. Sloganlarla, marşlarla kendinden geçiyor. Gol olunca ona cennet müjdesi gibi geliyor. Karşı takım goller atmışsa, küfürler savuruyor, hırçınlaşıyor, saldırganlaşıyor, canavarlaşıyor. Top denilen bir yuvarlak meşin parçasının büyüsüne bakın siz! Ey top sen nelere kadirmişsin! Hayır, top değil kadir olan, top karşısında bu kadar küçülen, âcizleşen, edilgen hale gelenler top kölesi zavallılar, kendi alçaldıkları en alt seviyedeki pencerelerinden bakınca topu yüce bir mâbud gibi görüyorlar. Kıymetli saatlerini, hatta günlerini onun yolunda feda etmekten çekinmiyor, uğrunda mallarını infak ediyor, takımlarının gönüllü askeri olmayı Allah’ın askeri olmaya tercih ediyorlar. Totemleri çağrıştıran aslan, kartal, kanarya gibi simge ve maskotları yüceltip çağdaş ikonları gönlüne yerleştirerek bunlarla rûhî tatmine ulaşıyorlar. Özel makamlarıyla ilâhî okur gibi bir coşkunluk ve içtenlikle amigo denilen müezzinler organizatörlüğünde icrâ edilen slogan ve marş şeklinde toplu zikirler, toplu top âyinleri…

Fanatizm/fanatiklik, bir inanca, partiye veya kuruluşa çok aşırı bir coşku ve ölçüsüz bir tutkuyla bağlanmanın adıdır; fanatik de buna âlet olan insanlara verilen isim. Futbol maçlarına baktığımızda maçla ilgilenenlerin belki yarısından çoğunun fanatikleştiğini, takım tutma dalgasının kişiyi farkında olmasa da kısa bir zaman içinde fanatiklik sahillerine sürüklediğini görüyoruz. Artık bu bağnaz futbolperestler, takımları yense de yenilse de kendini gerilmiş bir ok gibi hissetmekte, maç sonunda yaydan boşalarak statta ve sokakta her türlü taşkınlığı yapabilmektedir. Fanatikliğin, endâd edinmek ve putperestlik gibi kavramlarla ilişkisini söylemeye gerek var mı, bilmiyorum.

Futbol, fanatizmi ve şiddeti besler, insandaki canavarlığa meyilli rûhu (nefsin bu yöndeki hevâsını) açığa çıkarır. Niye demir parmaklıklarla ayrılır stad denilen arenalarda seyircilerle oyuncular? Bir oyun, eğlence ve spor için böyle bir tedbire niye gerek duyulur? Cevabı basit: Her futbol maçı, bir oyun ve eğlence olmaktan çok bir savaştır; maç adlı karşılaşmalar, fî sebîli’l-futbol bir cihaddır. Eskiden savaşlarda toplar atılırdı, düşmanlar topla mahvedilirdi. Şimdi de düşman kabul edilen rakibi yenmek için top tepiliyor. Eskiden toplar düşmanların kalesine düşünce bu zafer alâmeti sayılırdı, şimdi de karşı tarafın kalesine topu ulaştırıp gol atılarak zafer elde edilmiş sayılıyor. Hele ulusal maçlarda sözgelimi Yunanlılarla maç yapıyorsa Türk takımı, olay her vatandaşın gönlünde nasıl bir anlam kazanıyor! Futbol denilen bu savaş, başka uluslar için olduğu gibi, özellikle “cengâver” bir toplum olan Türk halkı için daha büyük bir cihaddır. Maç denilen modern savaş, doğuştan asker doğduğuna şeksiz şüphesiz iman edilen Türk gençliğinin askerî duygularının ortaya konulma sahnesidir. Savaş sahasında 11 kişilik ordu, teknik direktör denilen komutanlarının verdiği plan doğrultusunda kıran kırana çarpışır. Onlara destek veren tribünlerdeki çarpışmalar da buna eklenir: “Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik…” diye tempo tutularak savaşa yardımcı olunur. Karşı ordunun mânevî gücünü zayıflatmak için “bir baba hindi” diye başlayan nâralarla hücuma destek verilir ki, düşman askerin savaşacak morali kalmasın. Savaş, hep dış güçlere karşı olmaz; içeride de düşmanlar/rakipler vardır. Onlara karşı da iç cihad aynı ruh ve heyecanla, ibâdet ve âyin coşkusuyla ortaya konulur. Eskiden ecdât, kılıçlarla savaşırmış, o ecdâdın asil torunları da sırf atalarının yolunu sürdürmek için (diğer silahlardan önce) döner bıçaklarıyla savaşa katılır. Savaş olur da yaralananlar, ölenler olmaz mı? Futbol adlı bu evrensel savaşta da yaralananlar, futbol şehidleri(!) olur. 17 Eylül 1967’de Kayseri-Sivas maçında 40 kişi öldü, 600 kişi yaralandı. 20 Ekim 1982’de Moskova’da oynanan bir maçta 340 kişi öldü. Brüksel’deki maçta İngiliz holiganları 39 kişiyi öldürdü. 15 Nisan 1989’da İngiltere’deki bir maçtaki olayların bilânçosu 95 ölü, 200 yaralı. 13 Ocak 1991’de Güney Afrika’nın Okney şehrindeki maçta 40 kişi öldü, 50 kişi yaralandı. 16 Haziran 1996’da Zambia’da Sudan’a karşı alınan galibiyeti kutlarken 15 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. 16 Ekim 1996’da Guatemala ile Kosta Riko arasında oynanan ulusal maçtaki izdihamda 83 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bu listeyi uzatmak mümkün; 1995 yılındaki son Türkiye-İsviçre maçındaki olaylar gibi onlarca savaş sahnesi hatırlanabilir.

Senelerdir hep bir maça gitmek istemişimdir. Biraz da, tümüyle ağarmış sakalımdan çekinmiş olmalıyım ki, bir türlü gerçekleştiremedim bu arzumu. Yok, yanlış bir şey yapmış olmayacağım için sakalımdan utanmak değil bu; başkaları benim niye maça gittiğimi anlayamayacağı için, onlara kötü örnek olmak korkutmuştur beni. Siz de mi futbol büyüsüne kapıldığımı, maç heyecanını yakından tatmak istediğimi düşündünüz yoksa? Evet, maça gitmek istiyorum; futbolu değil, futbol seyredenleri seyretmek için. On binlerce insanın ibâdet coşkusuyla doldurduğu bu çılgın âyin esnâsındaki değişimleri görmek, huşû ile kendinden geçenleri, sevinenleri, üzülenleri, ama bütün bunları cân u gönülden yapan kalabalıkları gözlemlemek için. O toplum topu seyretsin, ben de onların topunun top için nasıl toplandığını, top karşısında topluca nasıl hopladığını, topyekûn bir cemaat haline gelip toptan topu nasıl yücelttiklerini seyredeyim ve dersler çıkartayım. Onlardaki coşku kadar coşkunun müslüman topluluklarda niye olmadığını anlamaya çalışayım. Öyle gönülden “gooool” sesi çıkıyor ki, en radikal kabul edilen cemaat mensuplarından çok heyecan verici bir durumda bile “Allahu ekber” sesi bu denli yürekten çıkmıyor. Onlar heyecanlarını, taşkınlıklarını sokaklara kadar nasıl taşıyabiliyorlar da müslüman gençler onlar kadar sevgilerini, diriltici mesajlarını böyle dışa yansıtıp haykıramıyorlar. Bu nasıl bir inanç, nasıl bir teslimiyet, nasıl bir bağlılıktır ki, tevhid eri cemaatlerde bile yoktur? Bütün bunları daha iyi anlayıp karşılaştırabilmek için maç denen âyindeki atmosferle fenâya ulaşmış kimselerden ibret almak için maç atmosferini gözlerimle görmek istiyordum. Çünkü ibâdet psikolojisinin câmilerden daha çok, stad adlı tapınaklarda ortaya çıktığını düşünüyorum. Sevgi, bağlılık, kendinden geçme, konsantre denen huşû, fedâkârlık, cemaat/takım ruhu, rakiplere/düşmanlara karşı birlik ve ortak tavır gibi birçok yönden, câmi cemaatinin futbol cemaatinden öğreneceği, örnek alacağı çok şey olmalı.

Evde oturuyor veya bir yerde derse katılmışsınız, ya da ne bileyim cemaatle namaz kılıyorsunuz. Birden bir gürültü, sanki yer yerinden oynuyor… “Deprem mi oluyor, yine ihtilâl mi oldu?” gibi soruların cevabını ararken, az sonra durum açığa çıkıyor: Gol olmuş, gol; falan takım filan takımın kalesine gol atmış. Anlamayan kaldı mı şu iletişim denilen fitne çağında bilinmez ama, anlamayan bir ihtiyar sorar: Ne demek oğlum gol? Daha konuşmasını yeni öğrenmiş 5 yaşındaki torun dedesine öğretmenlik yapar; “dede, sen de ne kadar câhilmişsin! Hem gol deyip geçme…” diye anlatmaya başlar. Bunun ne kadar hayatî öneme sahip olduğunu; hele gol atanların filan takım olduğunu, ha bire izlediği TV.lerdeki maç profesörlerinden, gazetelerin yarısını kaplayan spor sayfalarından veya futbol için özel olarak hazırlanan gazetelerden, arkadaşlarından edindiği o kadar bilgi vardır ki… Dede nihayet anlamıştır: Üç tane direğin arasından içi hava dolu yuvarlak bir meşin parçasını bir delikanlı teperek geçirmiştir. Anlamıştır ama, bütün bu olanlara, sokaktaki gürültülere, atılan tabanca kurşunlarına bir anlam verememiştir: “Evlâdım biz yirmi yaşlarımızda tüfeklerimizi düşmana karşı…” diye anlatmaya başlar. Bu sefer de “barış, Avrupa’daki dostlarımız, Dost ve müttefik Amerika, Avrupa Birliği” gibi masallarla büyüyen çocuk dedesini anlayamamaktadır.

Hindistan’da, kendisine tapınılan inek, caddeye yatmışsa, kimse bu tanrıyı rahatsız edemeyeceği için, ineğin keyfi gelip kendiliğinden kalkıncaya kadar trafik duracak, felç olacaktır. İneğin yerini Batı dünyasında ve bu konuda çoktan Batılılaşmış yaşadığımız bu ülkede top almıştır. Heykelden putlara, ineklere tapanları kınayan nice insan, kendisinin parayı, devleti, vatanı, artisti, şarkıcıyı ya da topu ve topçuyu putlaştırdığını düşünmemektedir bile. Gol mü oldu, maç mı kazanıldı, (sanki İslâm devrimi oldu, ona seviniyor bu müslümanlar diyeceğiniz şekilde) İstanbul’un önemli semtlerinde trafik saatlerce aksayacak, caddelerde hayat felç olacaktır. Bir iftar saatinde veya bayram namazı vaktinde bile caddeler o kadar sakin değildir; önemli bir maç olduğunu caddelerin ıssızlığından hemen kestirmek mümkündür (Hacı amca, sen hâlâ “en iyi müslümanlık bizim memlekette” ninnilerini söyleye dur!). Günümüzde hiçbir güç, insanları top kadar kendine çektirememekte, kendine baktıramamaktadır artık. Bir eğlence, boş zaman faâliyeti olmaktan çoktan çıkmış, küresel bir tapınmaya dönüşmüştür bu çılgınlık.

Yeni yetişen nesil ciddi konulara karşı “boş vermiş” görüntü çizebilir; ama onun da kutsalları vardır; söz popa ve topa geldiğinde görün siz delikanlıyı, tutabilene aşk olsun! Meselâ on tane ashâbın ismini sayan genç bulamazsınız ama, İtalya’daki falan takımın futbolcularının isimlerini forma numaralarıyla birlikte ezbere sayar. Dedesinin hayatını, hangi yılda öldüğünü bilmez, ama tuttuğu takımın oyuncularının hangi gün hangi kızla nerede kaç saat ne halt ettiğini, yani onun siyerini hayranlıkla anlatır. Örnekleri artistler, şarkıcılar ve futbolculardır gençlerin. Onlarla bütünleşir, konuşma ve hayal dünyasında hep onlarla yatıp kalkar. Popüler kültür budur. Gençlerin derslerde başarılı olmasını istiyorsanız, matematik, fen ve benzeri lüzumsuz dersleri kaldırın; zaten İnternetkafelerde, kahve sohbetlerinde gençlerin hiçbir işine yaramıyor bu dersler. Bunların yerine Fener oyuncularını, Galatasaray’ın Avrupa zaferlerini, Beşiktaş’ın kupalarını, Barcelano’yu, Juventus’u, Chelsea’yi, Bayern’i, Milan’ı, Anadolu kaplanlarını, futbol felsefesini, maç psikolojisini anlatan dersler koyun; bakın başarısız öğrenci kalıyor mu?

Modern gençlik, hayatı bir futbol topunun içine sığdırmaya çalışmaktadır. Oyun ve eğlenceyi en önemli, en hayatî şeyleri de oyun saymaktadır. Bu tabloda, haklarını yemeyelim; düzenin ve medyanın büyük katkısı var, övünebilirler istedikleri kadar. İnsanların acılarını geçici olarak dindirir afyon; ama kalıcı hasarları varmış, insanın geleceğini harap edermiş kimin umurunda? “Din afyondur” diyen Marx, muharref Hıristiyanlığa bakarak böyle demiş olmalı; ama futbolun şu aşamalarını görseydi, sözünü “futbol afyondur” diye değiştirmez miydi acaba? Bundan daha büyük sosyal hipnoz, uyutma operasyonu olabilir mi? On binlik beşiklerde kitleler futbol ninnisiyle nasıl uyutulmaktadır, uyumayan insan bunu rahatlıkla görür. Bütün zamanını alıp insanın enerjisini israf ettiren ve boş şeyler uğruna bu kadar paralar harcatan başka bir şey var mıdır, merak ediyorum. Kim demiş futbol 90 dakikadır diye? Günde 24 saat, haftada yedi gündür futbol. Hep onunla oturulup onunla kalkılır. Cuma, Cumartesi, Pazar maç vardır; son yorumlar yapılır, kadrolar konuşulur, hazırlıklar tamamlanır, maç heyecanla beklenir ve görev başına koşulur. Pazartesi, Salı maçlar dakika dakika tahlil edilir, oyuncular, hakem ve teknik heyetler değerlendirilir. Bu konularda gazete ve TV. nasslarından kaynaklar, deliller getirilir. Sevinçler paylaşılır, rakip takımlar ve onlarla birlikte onların taraftarı arkadaş ve akrabalar alaya alınır, hakaretler edilir veya savunmaya geçilir, üzüntüler ve stresler, suçu birilerine yıkma telâşları içinde teselliler aranır. Çarşamba kupa maçları, ya da Avrupa takımlarının maçları varsa onlar gündeme gelir. Yoksa, totolar oynanmaya başlanır, hafta sonu maçları konuşulur. Perşembe yorumlar kızışır, gazetelerdeki açıklamalar değerlendirilir, heyecanla maç beklenir. Totolar, sayısallar, iddaalar ve arkadaşlar arası iddialar kazaya bırakılmadan son anda kuyruklara girerek bu haz ve lezzetler tadılır

Futbol sevgisi, fanatiklik böyle tedavisi bulunmayan bir hastalıktır. Hayatta hiç güçlü olma fırsat ve şansına erişememiş olanlar güce ve başarıya saygı duyar, hatta taparlar ve güçlüler liginden bir takım tutarak gölge oyununa katılırlar, takımları yendiyse “biz yendik” derler, âidiyet hissiyle taraftar olma bilinci bir kimliğe dönüşür.

 

 

Kur’an ve Sünnet’ten konuyla ilgili bazı ilkeleri görelim:

İçki, kumar, put, fal ve şans oyunlarının şeytan işi birer pislik olduğunu belirttikten sonra, Kur’an, içki ve kumarın yasaklanma hikmetlerini şöyle belirtir: “Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister.” (5/Mâide, 90, 91). Bu illetler, yani düşmanlık, kin, Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyma özellikleri futbol tutkunluğunda tümüyle var olduğuna göre, bu tutkunluğun hükmü de içki ve kumarın hükmü gibi olacaktır.

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? Mutlak Hâkim ve Hak olan Allah, çok yücedir. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, kerîm arşın rabbi, sahibidir. Kim Allah ile birlikte başka bir tanrıya taparsa -ki bu hususla ilgili hiçbir delil yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin yanındadır (cezasını O verecektir). Şurası muhakkak ki kâfirler iflâh olmaz, kurtuluşa ermez. De ki: Rabbim, bağışla ve merhamet et. Sen, merhametlilerin en hayırlısısın.” (23/ Mü’minûn, 115-118)

Üçü hâriç, müslümanın her türlü eğlencesi haramdır: Hanımıyla oynaşması, atını eğitmesi ve atış yapması.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Cihad 11; İbn Mâce, Cihad) (HADİS DİNE KAYNAKLIK EDİNCE YAZININ BÜTÜNLÜĞÜNE TERS BİR DURUM ORTAYA ÇIKTI. NE YANİ? TUTKUNLUK DÜZEYİNDE DEĞİLSE BUNLARIN DIŞINDA İNSANLAR EĞLENEMEZ Mİ? ÖRNEĞİN, SATRANÇ, TOPLA OYNANAN HER ŞEY, MÜZİK, YÜZMEK, GEZMEK GİBİ)

 

“Allah’a tâatten alıkoyan her eğlence bâtıldır.” (Buhârî, İsti’zân 52).

 

Futbol, vücudun ihtiyacı olan spor gâyesi ile yapılır ve din açısından başka sakıncalar içermezse mubah bir eğlence sayılabilir. (ŞİMDİ HATA DÜZELTİLDİ) Bu sakıncalar; futbolu spor ihtiyacından fazla oynayarak zaman nimetini ve enerji, güç ve kuvvet nimetini israf etmek şeklinde olabilir. Bilindiği gibi her çeşit israf haramdır. Yine oyun sebebiyle ibâdetleri aksatmak, dünyevî görevleri ihmal etmek, oynarken avret yerlerini tümüyle örtmemek, örtmeyen kimselere bakmak, başkasına (rakibe) zarar verecek davranışta bulunmak, çirkin sözler söylemek, futbolu bir kazanç aracı görmek gibi mahzurları varsa futbol oynamak câiz olmaz. Bugünkü şekliyle futbol, ne kadar salt spor olarak yapılabilmektedir, bunu değerlendirmek gerekir. Ayrıca, seyredenler açısından futbolun herhangi bir faydasından bahsetmek mümkün değildir. Seyreden için futbol kesinlikle bir spor değildir; insanı hareketsiz bırakan ve vücudu faydalı spordan alıkoyan bir tembelliktir. Seyredenler hele takımların yenmesinden ya da yenilmesinden fazlaca etkileniyorsa, yukarıdaki mahzurlardan biri veya birkaçı varsa, seyircinin vebali daha yüksek olur. Hele seyirciler, takım tutuyor, takımının maçlarından müteâl/aşkın bir heyecan duyuyor, ibâdettekine benzer bir zevk alıyorsa; bu, haram olmaktan çıkar, şirk kapsamına doğru yol alır. Dinin esası, bir ilah edinmeye dayanır. İlah edinme, bir şeyi aşırı sevme, bir güce gönüllü olarak ve kayıtsız şartsız şekilde boyun eğme demektir. Tuttuğu futbol takımını her şeyden önde görmenin, onun başarısını insanların İslâmlaşmasından bile önemli gibi görüp aşırı sevinmenin ve müslümanlara yapılan zulümlerden daha fazla takımının mağlûbiyetine üzülenlerin durumu, fıkhı değil; akaidi ilgilendirir.

Simon Kuper’in dediği gibi, futbol asla futbol olarak kalmamaktadır. Bugünkü haliyle bir spor olmaktan bile çoktan çıkmış, oyun içinde oyunların oynandığı nice olumsuzluklara âlet edilen ve insanın onunla değil, onun insanla oynadığı bir bumeranga dönüşmüştür. Kapitalizmin insanları tüketime yönlendirmede futbolu çok yönlü bir araç olarak kullandığını da görmemek mümkün değildir.

2001 yılında Veri Araştırma’nın verilerine göre 15 yaş ve üzerindeki yetişkinlerin yüzde 74’ü bir futbol takımının taraftarı; hiç takım tutmayanların oranı yüzde 26. Bu demektir ki, her dört Türk vatandaşından üçü, bir takım tutmakta. (Ahmed Kalkan- http://www.vuslatdergisi.com/?vuslat=yazi&id=1599&k=60 )

posted in MITOLOJİ | 1 Comment

27th Haziran 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Tasavvuf konusunda yazdığı en meşhur kritik.

Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Soffaya izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından, kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa Müslümanlıkta önem kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayıla gelmiştir. Araştırmacılar tasavvufun en erken hicri ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır.

Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Peygamber’in şahsına, onun en yakın arkadaşlarından Ebu Bekir ve Ali’ye ve daha sonra başkalarına dayamak isterlerse de gerek Kuran’ı ahlak edinen Peygamber’de, gerekse kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur’an’da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir. Her ne kadar peygamberin bazı arkadaşlarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir ki sufiliğin İslamla alakası bulunmamaktadır. Hatırlayacağınız gibi Peygamber’in arkadaşlarından bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemadiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber’in: “Size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah’ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum” dediğini kaynaklar aktarıyor. Bize gelen rivayetlerde böyle davranan sahabeden bazılarının, bu ibadetleri süresince hanımlarıyla da temasta bulunmadıklarından Peygamber, bu hanımların şikayetleri vesilesi ile haberdar olmuştur. Cevabı sözlerinden de rahatlıkla anlaşılmaktadır durumun böyle olduğu.

İslam “Lailahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır. Tasavvuf ise bu esasla bağdaşması mümkün olmayan “La mevcude illallah” (Allah’tan başka mevcud yoktur) akidesinin sahibi olmuştur. Ki bunun meşhur adı “VAHDETİ VÜCUD” (Vücud Birliğidir)

Allah Kur’an’da: “Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez.” (42/11) buyurduğu halde, tasavvuf, yaratılanların tümünün Allah’ın benzeri olduğu inancındadır. Bu kanaatte oluşu nedeni ile de tasavvufun meşhur isimlerinden ve ona şeklini verenlerden Muhyiddini Arabı Füsüsul Hikeminde: “Hakikat budur ki Halik, Mahluk, Halik’tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır” (s. 78-79) diyor. Ve aynı akidenin bir tezahürü olarak devamla kitabında: “Şu halde Firavnun iddia ettiği “Ben sizin yüce Rabbınızım sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk’ın aynı ise de Firavnun suretinde tecelli etmiştir.” diye sürdürmektedir inançlarını açıklamayı.

Bu açıklamaları sürdürmek ve çoğaltmak kolay ve mümkündür. Yalnızca akide konusunda vermeye çalıştığımız bu görüşler İslam’ın ayrı bir din, tasavvufun ayrı bir din olduğunu akidelerinin benzemezliği bakımından ortaya koymaktadır.

Konuya mukayeseli olarak bakıldığında görülmektedir ki gerçekten İslam bir ayrı din, tasavvuf da bir ayrı dindirler.

Birinci olarak bu ayrı dinlerin akideleri birbirine hiç benzememekte, biri diğerinin aynısı olarak değil, ayrısı olarak görünmektedir. İslam akidesinde Allah; varlığı ezeli ve ebedi olan, eşi, ortağı ve benzeri bulunmayan Yaratıcıdır. Kendisi var iken, başka hiçbir şey yok idi: Ve Allah, yarattıklarından hiçbirine benzememektedir. Tasavvufta ise Allah ve yarattıklarının tümü bir varlıktır. Vücud Birliği (Vahdeti Vücud) Yaratanla yaratılanın aynı olduğu görüşüdür. İslam akidesi ile taban tabana zıt olan bu görüşü akide edinen tasavvuf, saliklerini İslam’dan uzaklaştırmıştır. Esas sapma da bu akide sapmasından kaynaklanmaktadır. İslam dininde kainat yoktan yaratılmıştır; gelip geçicidir. Yalnız onu yaratan, yoktan var eden Allah kalıcıdır. Kainat ile Allah arasında öz bakımından ayrılık vardır. Tasavvuf bu görüşü benimsemez. Tasavvufa göre kalıcı (ezeli ve ebedi) olan Allah tarafından yaratılmış ne varsa onunla eş niteliktedir. Çünkü yaratılan, yaratanın bütün özelliklerini yansıtır. Yaratılan, yaratanın görüş alanına çıkmasından başka bir şey olmadığı için, ikisi arasında öz ayrılığı yoktur. Öyleyse yaratılanla, yaratan eş varlık düzeyindedir, birbirinin iki ayrı görünüş türüdür. Yaratılan kainat, yaratan Allah’ta vardır (vahdeti vücud). Yaratılma olayı Allah’ın özünden gelen, dışa vuran bir fışkırmadır; yoktan var ediş değildir.

Vahdeti Vücud anlayışı, Anadolu’da gelişen ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides’tir. Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan sonra gelen ve Eflatun’un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar. Mansür, Senai, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabı, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud) j üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik kazandırdı.

Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran’dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücud anlayışı İslam’ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık yoktur. Kur’an, Allah insanın düşüncesinin, aklının sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan Vahdeti Vücud anlayışını reddeder.

Bugün hemen bütün müslümanlar arasında derece derece var olan Vahdeti Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran’da tutunmakla kalmadığını, bugün müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a sonradan giren ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında yayıldığını göstermektedir.

Başlangıcı itibariyle ilk yıllarını takiben diğer din salikleriyle karşılaşan ve onların müslüman olmalarıyla da girdikleri İslam’a getirdikleri eski dinlerinin kalıntılarının oluşturduğu tasavvuf zamanla dallanıp budaklanmış ve yayılmıştır. Kaynakların belirttiğine göre müslümanların tarihinde ilk tekkenin açılışı şöyle olmuştur: Suriye’nin Ürdün’e yakın bölgelerinde daha yoğun bir hıristiyan kitle ile birarada yaşayan müslümanların bazılarının komşusu hıristiyanlardan: “Sizin dininizde daha dindar olmak için ne yapılır” sorusuna aldıkları “Kendini dine adayan kişi bir lokma bir hırka ile bir manastıra kapanır ve orada kendini Allah’a adar” cevabı, soru sahiplerine ilk tekkeyi açmak (kurmak) için yol gösterici olmuştur.

Peygamber “Kitab nedir, iman nedir bilmezken” (42/52) çeşitli yerlere gittiği gibi mağaralara da gidiyor ve yalnız kalarak düşünüyordu. Lakin kendisine Rabbi Allah tarafından “Ne yapacağını bilmez iken bulunup doğru yol gösterildikten” (93/7) sonra ömründe (hicreti sırasında yalnızca düşmanlardan gizlenmek için saklanması hariç) hiç mağaraya yani inzivaya, yalnızlığa çekilmezken ve takvayı insanların arasında yaşayarak, hayatının vasfı haline getirmeye çalışırken tasavvuf ehli bunun tam tersini ahlak edinmişlerdir.

İnziva; bir köşeye çekilme ve çekilip hiçbir işe karışmama, dünya işlerinden vazgeçme manasındadır. İs1am’da ise insan için en olmadık şey, olmayacak şey inzivadır. Hem şahsı açısından, hem aile efradı açısından, hem konu komşusu ve akrabaları açısından, hem de toplum açısından bir müslümanın hiç bir sebeble kendini tecrid etmesi düşünülemez. Hele kendisine tebliğ görevi yüklenmiş biri olarak müslümanın böylesi bir dünyadan el etek çekmesi üzerindeki farzları yerine getirmekten vazgeçmesi demektir ki hiç bir surette böylesi bir işe yol bulabilmesi mümkün değildir müslüman olarak. İslam’da sevap böyle dünyadan eletek çekerek değil, insanların içinde, toplum halinde yaşayarak ve normal bir hayat sürdürerek Allah’ı razı etmekle kazanılır. İslam böylesi bir davranışa, kişinin kendini toplumdan soyutlamasına izin vermediği gibi, kendi kendine böylesi bir izni almış gibi davrananı da cezalandırır. Zira bu kişi nefsini, Allah’ın emrettiği şeylerden uzak tutmaktadır. Bu sebebledirki Peygamberin gününde inzivaya çekilen yoktur. Bu husustaki haberler de uydurmadır.

Riyazete gelince; nefsi kırma, dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınma, kanaatla yaşama, perhize girme demektir. Bu suretle nefsini terbiye etmeye çalışma tasavvufun İslam’a soktuğu İslam dışı bir davranıştır. Zira Allah Kur’an’da bir çok kere “Yiyiniz, içiniz!…” buyurmaktadır. Olduğu halde yememek, içmemek açıkça nefse eza vermektir ki İslam’da nefse eza vermek de zulüm olarak tanımlanmıştır. Zulmün her türlüsü de haram kılınmıştır. Mesela oruç bir ay boyunca müslümanlara, daha öncekilerde olduğu gibi farz kılınmış, lakin güneş battıktan sonra da yiyip, içmek de (yani dünya nimetlerinden yararlanmak da) gerekmektedir. Oruç tutmak farz olduğu gibi iftar etmek de farz kılınmıştır. Tam gün oruç tutmak haramdır. Kişinin nefsini nasıl terbiye edeceğine de terbiyecisi edindiği Rabbi Allah karar vermekte, işi kişinin kendine bırakmamaktadır.

Halbuki riyazet; olduğu, bulunduğu halde kişinin nefsini terbiye edeceğim diye, var olan dünya nimetlerinden kendini mahrum bırakmasıdır. Bu mahrum bırakma o derecede uygulanmaktadır ki takva uğruna vücudlar halsiz ve takatsız bırakılmakta, hatta kendilerinin hanımları üzerindeki haklarına riayetten onları alıkoyduğu gibi, hanımlarının de kendileri üzerindeki haklarını onlara vermelerinden bunları alıkoymaktadır. Yani haksızlık etmeyi takva yolu kabul etmektedirler. Kimisi takvasından ve hayası nedeni ile yıllardır hanımı ile ünsiyet etmemesiyle övünebilmektedir. Kişiyi tamamen bir rahib hayatına sevkeden (budist rahibi veya hırıstiyan keşişi olsun) bu tür davranışların bir benzerini Peygamber’in hayatında görmek mümkün olmadığı gibi Kur’an’dan da buna yol bulabilmek kabil değildir. Kişiyi ruhbanlığa götürecek bu yollar İslam ile kapatılmıştır. Zira ruhbanlık yasaklanmış ve Peygamber dahil kimseden böylesi davranışlar istenmemiş, aksine var olan dünya nimetlerinden onlara esir olmadan kabil olduğunca yararlanılması ve bunun için Allaha çokça şükredilmesi istenilmiştir.

Allah’a teslim olmamış insan elbetteki yürümesi gereken doğru yolu bulamamakta, yolun dışına çıkmaktadır. Allah buna “Fahşa-aşırılık” diyor. Ve insanları aşırılıktan sakınmaya çağırıyor. Doğruyu tesbit insanın kendine kalınca her önüne gelene doğru demesinin önüne geçilememektedir. Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımız da yani inziva ve riyazet de kişinin hevasına uyarak kurduklarını doğru kabul etmesi sonucu ortaya çıkarılmış şeylerdir. Rabbi olan Allah’a teslim olanın ise bu gibi kulluk yollarından uzak durmaları gerekir. Zira insanlara doğru yolu bildiren gerçekten Allah’tır.

Tasavvufun bir yandan İran eski dini ile Hind dinlerinden etkilenerek ortaya çıktığı, diğer yandan hıristiyanlarla temas neticesi onlarda bulunan stoacı ve hermesci düşüncelerden etkilenerek şekillendiğini yukarıda anlatmaya çalıştık.

Şimdi İslam ve tasavvuf arasındaki karşılaştırmalara devam edelim. Yukarıda bu iki dinin akidelerini karşılaştırmış ve birbirinden ne denli uzak esasları akide edindiklerini göstermiştik. Şimdi başka hususlarda karşılaştırmalar yapalım.

İslam’da zahire göre hüküm verilir. Zahir, insanlar arasındaki ilişkilerde esastır. Buna göre muhakeme olunurlar. Olaylar ve davranışlar buna göre değerlendirilir ve kabul veya reddedilir. Örneğin İslamın kerih gördüğü bir davranış göründüğünde bu reddedilir. Maruf, münker açıktır. Maruf yapılması gereken şeyler iken, münker kaçınılması gereken şeylerdir.

Tasavvufta ise asıl olan zahir değil, batındır. Batın; gizli, görünmeyen, bilinmeyen demektir. Buna göre görünmeyen, bilinmeyene göre hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerinin sonucu da görüntüde haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda “Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir” demektedirler. Bu cümleden olarak birçoğunuzun bu ve benzerlerini hemen hatırlayıvereceği gibi mesela “mürid şeyhini, önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kimbilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatında hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır.” Bu ve benzeri düşüncelerin inançlaşması, zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen, gizli olan batını ölçü edinmekten kaynaklanmaktadır. Durum böyle olunca da yeryüzü ifsad olmakta, bütün doğrular eğrilmekte, bütün eğriler rahatlıkla doğrulaşmaktadır.

Bir diğer konuda yapacağımız mukayese de dikkatleri çekecektir. İslamda insan kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler çoğalır, sakındığı şeyler çoğaldıkça kullukta ilerlerken, tasavvufta mertebe kat ettikçe mükellefiyetler azalmakta, hatta tümüyle kalkmaktadır. Akidevi bakımdan mübtedi bir mutasavvıf “Ben Hakk’ım” diyemezken, seyri sülukta ilerledikçe “Ben Allahım” diyebilmektedir. Bayezidi Bistami “Kendimi tesbih ederim. Benim şanım ne yücedir.” derken, İbni Arabi “Yaratılan, yaratılmış olandır. Ben O ,ve O benim” diyebilmekte, buna paralel olarak da, Yunus “Bir ben vardır, bende, benden içeru…” diye sürdürmektedir. Ve giderek namazı, niyazı küçük gören, cenneti istiskal edip istemediğini söyleyen ve isteyenlere verilmesini söyleyerek “Bana seni, gerek Seni…” diyenler de bunlardır. Ve yukarıdaki sözlerimizi doğrulayan tasavvufi tezahhürlerdir. Akidevi açıdan işi o denli ileri götürürler ki “Hatta ‘Füsüs ve Fütühatı Mekkiyye’ isimli eserlerin sahibi Muhyiddini Arabi “hırıstiyanlar tanrılığı sadece İsa ve annesine hasretmelerinde yanıldılar”‘1′ demektedir. Diğer yandan aynı düşünce Molla Cami’de “Bunlar abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar… Fakat abdal tabakasına girdikten sonra o işi terketmişlerdir. Artık ona bir daha dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların malumu olsun. Onlar sünnete riayet etmede, nikah hususunda mübalağa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin”‘2’.

Tasavvufla ilgili ne kadar önem atfedilen eser var ise bunların tümünde yukarıda anlatmaya çalıştığımız hususlarla ilgili yüzlerce örnek bulmamız mümkündür’3′. Akidesi, kabul ettiği ana ölçüleri, ana kavramları ile birbirinden gerçekten farklı iki din; İslam ve tasavvufun görünürdeki bazı benzerlikleri, kendini meselenin dışında tutanlar için aldatıcı olmakta, yanılmalarına sebeb olmaktadır. Biri, diğerinin yerine ikame edilmek istenilen şeylerin herşeyden çok birbirine benzemeye ihtiyaçları vardır. Hiç değilse görünürde sağlanacak bu benzerlikler, düşünce seviyesi düşük olanları kolay kandırabilmektedir. Allah katında kabul görmeyecek nice sapık dinde de bazı doğruların bulunduğu bilinen bir husustur. Zira her şeyiyle sapık olanların tefriki kolay olması, tefriki güçleştiren unsurlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Mesela bugün demokrasinin ve hatta laikliğin islamlaştırılması, İslamın tümüyle reddedilmediğindendir. Mademki bu başarılamamaktadır o takdirde demokratik İslamdan ya da laik islamdan bahsetmek gündeme getirilmekte, demokratik ve laik kavramlar İslam’da yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kaldı ki ne demokrasi, ne de laiklik uzaktan yakından İslam’la ilgilidir. Hiç bir surette birbirine yakınlığı bulunmayan bu kavramlar tamamıyla reddedilemeyen, insanların akıl ve kalplerinden çıkarılmayan İslama sokulmaya, orada yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kadir olsa idiler mutlaka İslam’ı tümüyle, ismi dahil ortadan kaldırmayı ve yerine kendi dinlerini ikame etmeyi isterlerdi. İstemişlerdir de. İktibas Dergisi/Sayı: 141

(1) Bkz. iktibas Dergisi, 104. sayı, 26. Sayfa, 1. sütunda Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin Vahdeti Vücud isimli makalesi.

(2) Bkz. Nefahafül Üns; Molla Cami, Osmanlıcaya çeviren: Bedir Yayınevi, Yayıncısı: Mehmed Şevket Eygi, 1. baskı, 1971, İstanbul, Sayfa: 42.

(3) 1. Nefahat’ül Üns: Molla Cami, Bedir Yayınevi, 1. baskı, 1971, İstanbul.

posted in MITOLOJİ | 1 Comment

28th Mart 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

İslam’da insana ait ölümsüz ve tanrısal parça ruh inancı yoktur.

Yaratılan her şey maddidir. Hatta cinler ve melekler bile (örneğin cinler ateşten yaratılmışlardır).

Cennet ve cehennem de farklı fizik yasalarına sahip diğer evrenlerdedir ve sapına kadar maddedir.

Ruhçu öğretinin İslam dünyasına uydurma hadisler ve tasavvuf öğretileriyle sızması sonucunda bugün müslümanlar uydurma ruhlar alemine iman ettirilmektedir. hatta Kuran’ı tercüme derken ayetlerde “nefs, can” geçen yerlerde “ruh” denilerek çeviriler bile çarpıtılmıştır.

Kuran’da gerçekten ruh diyen ayetler “vahiy”den ve de bu vahyi ileten Cebrail adlı vahiy meleğinden bahsetmektedir.


Yani Kuran’da;


Ruh=Vahiy
Ruh=Cebrail

Kuran’a göre kabir azabı veya mükafatı yoktur. Hemen hemen herkes kıyamet sonrası, mahşer gününde tekrar yaratılacak ve sonsuz yaşamlarına kavuşacaklardır.

Yalnız dikkat ederseniz hemen hemen herkes dedim. Çünkü Kuran’a göre istisna insanlar var. Bu konuda Naci Çelik gibi bazı yazarlar güzel tespitlerde bulunmuşlardır.

Kimdir bu ayrıcalıklı insanlar? Bunlar Firavun gibi günahkârlıkta çok aşırıya giden büyük günahkarlarla, şehitler gibi sevap kazanmada çok ileri seviyede olan cennetlik insanlardır.

Firavun gibi günah işlemede çok aşırı bir seviyede ileri giden insanlar daha kıyamet beklenmeden cehennemde yaratılarak daha şimdiden ateşte yanmaya başlamışlardır. Ahirette ise cezalarını daha şiddetli bir şekilde çekmeye başlayacaklardır:

– Ateş; onlar, sabah akşam ona karşı sunulur dururlar. Kıyamet kopacağı gün de: “Tıkın firavun ailesini en şiddetli azaba!” (denilir). (Mumin Suresi 46. Ayet )

Burada firavun ve ailesinin şimdiden sürekli ateşe atıldığı, kıyamet sonrası ise asıl azaba atılacağı söyleniyor. Yanı bunlar şimdiden beden olarak cehennemde yaratılmışlardır.

Diğer uç gurup ise iyilikte çok ileriye gidenlerdir. Bunlar da kıyamet beklenmeden şimdiden cennette bedenen tekrar yaratılmışlar ve mükafatlandırılmaya başlanmışlardır. Bunlara örnek olarak şehitleri verebiliriz:

Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölmüşler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar, Rablerinin katında rızıklandırılırlar.

Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği mutlulukla sevinç duyarlar ve arkalarından şehit olarak kendilerine katılmamış olan mücahitler hakkında: “Onlara hiçbir korku yok ve onlar üzüntü de duymayacaklardır. ” müjdesinde bulunurlar. (Ali imran suresi 169-170)

 

Burada da açıkça ayetler, şehitlerin kanlı ve canlı bir şekilde yani bedenen cennette şimdiden yaşamaya başladıklarını ve nimetler içinde olduklarını söylüyor.

Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölmüşler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar, Rablerinin katında rızıklandırılırlar.

Allah’ın kendilerine lütfundan verdiği mutlulukla sevinç duyarlar ve arkalarından şehit olarak kendilerine katılmamış olan mücahitler hakkında: “Onlara hiçbir korku yok ve onlar üzüntü de duymayacaklardır. ” müjdesinde bulunurlar. (Ali imran suresi 169-170)

Bu ayetler bile ruhlar alemi safsatasını yerle bir etmeye yeterlidir.

Eğer insanların ruhu olsaydı, tüm insanlar öldükten sonra yaşıyor olacaktı ve ayet “herkes canlıdır aslında ” falan derdi.

Ama öyle demiyor. Şöyle diyor:

Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölmüşler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar, Rablerinin katında rızıklandırılırlar.

 

Yani “sadece şehitler gibi istisna insanlar kıyamet öncesi yaşayabiliyorlar. ” Çünkü diğer insanlar ölüler ve kıyameti bekliyorlar ikinci yaratılış için. Ve ruhları olmadığından cansızlar.

Ama şehitler şimdiden cennette yaratıldıklarından (Rabbin katı) , diğer insanlardan farklı olarak şimdiden ikinci yaşamlarına başlamış bulunuyorlar. Kıyametten sonra kendilerine katılacak diğer insanları da bekliyorlar.

Yine insanların ruhu olmadığına Kuran’dan delil vermeye devam edelim:

Yasin 51-52: Sûra üfürülmüştür! Bak, işte kabirlerden, Rablerine doğru akın akın gidiyorlar. Şöyle diyecekler: “Vay başımıza gelene! Kim kaldırdı bizi mezarımızdan? Rahman’ın vaat ettiği işte bu! Peygamberler doğru söylemişler. ”

Eğer bu insanlar öldükten sonra ruhlar aleminde yaşamaya devam etselerdi, bu alemde yaşayacakları binlerce ve hatta belki de milyonlarca yıl boyunca ahiretin gerçek olduğu acı gerçeğini yudum yudum özümsemiş olacaklardır.

Ama hayır, bu insanlar dünyada öldükten sonra ilk defa kendilerine geliyorlar ve büyük bir şaşkınlık içinde “meğerse doğruymuş” gibilerinden birşeyler söyleyerek büyük bir şok yaşıyorlar.

Çünkü ruhsal yaşam diye birşey yok. Onlar vefat ettikten sonra kıyamete kadar cansız bir şekilde beklediler ve uyandıklarında yani ikinci yaratılışlarında da acı gerçeği gördüler.

 

İNSANA AİT RUH İNANCININ YAPTIĞI BOZGUNCULUKLAR

1. İnsana ait tanrısal parça ruh inancı insanların rableştirilmesinin kapısını ardına kadar açıyor ve bunun sonucunda kutsal insanlar, tapınılan sefil ruhbanlar ortaya çıkıyor.

2. İnsana ait ruh inancından dolayı çoğu insan tekamül safsatasına inanıyor. Ve bu yüzden acı çekip olgunlaşacağına inandığından kendine zulmediyor veya başına bir musibet geldi mi bunu iyi birşey zannedip kurtulmak için şevkli davranmayabiliyor. Halbuki Kuran’a göre başımıza gelen musibetler hiç de hayra alamet değildir ve günahlarımızdan dolayı bir uyarıdırlar.

3. İnsana ait ruh inancından dolayı insanüstü bir varlık olabileceğine inanan ruhbanlar dünya nimetlerine sırt çevirerek kutsallaştığına inanıyorlar. bu sapkınlığı bir “erdem” olarak görüyorlar. hatta kimisi cennet nimetlerini bile istemiyor ve ilahlaşmaktan başka bir şeyi gözü görmüyor(birlenme inancı).

4. İnsana ait tanrısal parça ruh inancından dolayı ölümün güzel bir şey olduğu zannediliyor. Çünkü bu inanca göre ruh bedene hapistir ve ölüm ruhun özgürlüğüne kavuşması-birlenmesi demektir. bunun sonucunda intihar-cinayet vb. sapkınlıklar daha sempatik bir gözle görülebiliyor birçok ruh inancına sahip insan tarafından. . . . . . . . . .

5. Yine insana ait ruh inancından dolayı birçok insan reenkarnasyona inanıyor. Bu da her dirilişte bambaşka bir yaratık olunacağı anlamına geliyor. Ve bu da farkında olunmasa da ölen kişinin bir daha geri gelmemek üzere yok olması demektir. Çünkü başka bir bedende başka bir kişilikte hatta başka cinsiyet veya türde dünyaya geleceksen sürekli, ölünce şu anki sen bir daha oluşmamak üzere yok olacak demektir. yani tam bir materyalist inanca bürünüyor işin derinine inince

6. Ruh ikizi inancı görülüyor birçok ruhçu öğretide. . . Bunun sonucunda yalnızca ruh ikiziyle birlikte olan insanın tekamül edip mutlu olabileceği safsatasına inanılıyor. Bu da cinselliği çaktırmadan yasaklama-kısıtlama hinliğini içeriyor.

7. İnsana ait ruh inancı ve tekâmül safsatası aslında günah işlemenin gerekli olduğu yanlış inancına da götürüyor insanları. çünkü tekamül için dünyaya gelen ruh günah işleyip acı çekmeli ki mükemmelliğe giden yolda olgunlaşabilsin deniliyor. bu inanç kabala öğretisiyle Museviliğe, tasavvuf öğretisiyle de islam dünyasına sokuşturulmuştur.

8. İnsana ait ölümsüz ruh inancı, bedenli yeniden yaratılıp ahirette maddi yaşayacağımız gerçeğini bazı kimselere inkar ettiriyor. Ruhçular maddeyi küçümsedikleri hatta bazıları iğrendikleri için sonsuz yaşamın bedenli değil de ruh olarak olabileceğini söyleyiveriyorlar. kutsal kitaplardaki maddi sonsuz yaşamı anlatan ayetlere sembolik anlamlar yükleyerek dolaylı yoldan inkar ediyorlar.

9. Yine bazı ruhçular Allah’ın yarattığı bu maddi evrene şükretmek bir yana dursun, ona “leş” diyerek hakaret ve nefretlerini kusuyorlar. Allah’ın bizim için yarattığı güzelliklere nefret ve hainlik içinde olabiliyorlar. Kendi uydurdukları madde ötesi aleme tapınıyorlar ve ona ulaşmak için çırpınıyorlar. . . . . . .

10. Ruhun tekâmülü inancı sonucunda kişisel ve toplumsal bazda ayrımcılık-üstünlük meselesi ortaya çıkıyor. Kimi insanlar kimi insanlardan üstün kabul edildiği gibi kimi ırklar da diğer ırklardan üstün tutulabiliyorlar. bazı ruhçular sarışın renkli gözlü insanın tekamül etmiş üstün insanı temsil ettiğine inanırlar. hatta hitlerin ırkçı katliamlarının arkasında bile bu ruhçu-ırkçı sapma vardır. büyük ruh adlı varlıktan medyumlar aracılığıyla aldığı direktifler doğrultusunda bilenen çılgınlıklarını yapmıştır hitler.

11. Ruhlara inanan insan cinlerin aldatmalarına daha yatkın oluyor. ruh çağırma seanslarında ya şarlatanların yalanlarına kanıyorlar ya da cinlerin ruh kılığında söyledikleri yalanlara. . . . . . . . . Yakınlarının veya hayatta olmayan ünlü insanların ruhlarıyla görüştüğünü sanan kimseler, bu celselerde aldıkları bilgileri mutlak doğru zannedip yoldan çıkabiliyorlar.

Ruh konusuna gelecek olursak;


Kuran’da ruh vahiy ve vahiy meleği anlamlarında kullanılmaktadır dedik ve gösterdik. İşte ayetlerde “hakkında size çok az şey verilmiştir” denilen şey bunlardır. Yoksa Kuran bir bilinmeyen ve sırlar kitabı değildir. Hatta bu ifade, sizin ianndığınız şekilde bir ruhun olmadığının başka bir ispatını daha sunar. Çünkü insana ait sözde ruhla-hayaletle ilgili binlerce kitap ve çalışma vardır bildiğiniz üzere. Kuran’ın bahsettiği ruh yani vahiy ve vahiy meleği hakkında ise çok az bilgi verilmiştir.


İsa kendisindeki vahiy yani ilahi bilgi ve Cebrail’in yardımı ile hastaları iyileştirebilir ve ölüleri diriltir. Yoksa kendinden bir parça aktararak gerçekleştirmiyor bunu. Hele ki Rabbimiz kendinden parçaları kimseyle paylaşmamış ve kimseyi ortak etmemiştir kendisine. İnsanın içinde tanrısal parça olduğu yalanı, insanları şirke batırmak için cinler tarafından aşılanmaktadır ustaca. Bize aktarılan ilahi bilgidir-vahiydir.

 

Ahiret evreninde yeniden yaratılmaya gelince;

Orada da yaratılmak için bir hortlağa ihtiyacın yok. Tıpkı şu anda olduğu gibi maddeden ibaret olacaksın. Nefs ise beden ile yaşam enerjisinin(canın) buluşması sonucu ortaya çıkan bize özgü karakterdir-benliktir. Yoksa bedenden ayrı yaşayabilen-düşünebilen bir hayalet falan değildir.



Ahiret evreninde yeniden yaratılınca tıpkı şu anda olduğu gibi bedenin olacak. Zaten şu dünyada bile hücrelerin her 10 yılda bir tamamen yenileniyor. Yani her 10 yılda bir yepyeni bir bedene kavuşuyorsun sıfırdan.



KAF


2 İş sanıldığı gibi değil! Kendilerine içlerinden bir uyarıcı geldi diye şaştılar da şöyle dediler o küfre batanlar: “Acayip şey bu!”


3 Ölünce mi, biz toprak olunca mı? Çok uzak bir dönüştür bu. “


4 Toprağın onlardan neyi eksilttiğini pek iyi bilmişizdir biz. Her şeyi saklayıp koruyan bir Kitap var katımızda.



İnkarcılar, öldükten sonra bedenlerinin tamamiyle yok olacaklarını düşünüyorlar.



Ama 4. ayette onlara gerekli cevap veriliyor.


Parmak uçlarına kadar tüm bilgiler kayıtlıdır ve yeni yaratılışta yine “aynı insanlar” olarak var olacaklardır.

http://www. hanifdostlar. net/forum_posts. asp?TID=4361&KW=Emre%5F1974tr

 

Bu ruhçu öğretinin temel karakteristiklerinden biri de evrim inancıdır. Yani fiziksel ve ruhsal olarak evrim inancı binlerce yıldır cinler tarafından insanlara benimsetilmeye çalışılmaktadır.

Tıpkı ruhlar alemi, reenkarnasyon, panteizm ve diğer saptırıcı hurafeleri gibi…

Bu 21. yüzyılda da reenkarnasyon ve ruhlar inancını sanki bilimselmiş bir şeymiş gibi materyalistlere bile kabul ettirmeyi hedefliyorlar. Bildiğiniz üzere komünizm ve evrim inançlarını zaten materyalistlere bile aşıladılar bilim maskesiyle. Ve şimdi de bilim dünyasına reenkarnasyon ve ruhlar saptırmacalarını sokuşturmak üzereler.

Bunları daha önce dinlere sokuşturmuşlardı zaten. Ruhlar alemi, reenkarnasyon, fiziksel ve ruhsal evrim, panteizm, çilecilik, ruhbanlar vs., Hinduizm’den Kabalaya, Tasavvufa kadar pagan birçok öğretiye sokuşturulmuş vaziyette. Evet kabala ve tasavvufla bile fiziksel evrim inancı açıktır.

Neden şimdi olayın bu noktasına değindim? Çünkü görüyorum ki “yalnız Kuran” felsefesini benimseyenler bile bu tuzağa hızla yakalanıyorlar. Birçok “yalnız Kuran” diyen arkadaş koyu bir evrim inanırı olup çıkmakta, heceyanla ayetlerde evrimi gördüğünü sanıp, akılları sıra bilimle ayetleri buluşturmaya çalışmaktalar.

Hayır, şeytanın ruhçu öğretisinin temel saptırıcı inançlarından olan evrim, aynı zamanda en yıkıcı felsefi silahlarındandır.

Bu yolla;

Kimi insanlara Tanrı inkar ettiriliyor
Kimi insanlara, evrimleşip tanrı olacağı inancı aşılanıyor
Kimi insanlar ırkçı yapılıp vahşetlerin vücuda gelmesi sağlanıyor.
Kimi insanlara cennet ve cehennem inkar ettiriliyor.

Ve kimi insanlara “değişim amaç” olarak benimsetilip güzelliklerin yıkılması sağlanıyor.

 

Zaten “evrimsel yaratılış” şeytani tuzağı, tarih boyunca sahnedeydi. Şimdi de Kuran’a dönüş hareketinin içine sızarak ele geçirmeye çalışması, daha en başından ilahi yolun kaybedilmesi demektir.

Kuran bu evrim hurafesiyle mücadele için gelmiştir gerçekte. Tıpkı ruhlar alemi, kutsal insanlar, reenkarnasyon, panteizm, ırkçılık ve diğer hurafelerle mücadele için gelmesi gibi….

Ama ruhçular bunları bilim maskesiyle bir güzel dünyaya aşıladıkları gibi, şimdi de kapıda reenkarnasyonun benimsenmesi var. Bunun için harıl harıl çalışılıyor.

Ne yazık ki Lucifer işini şansa bırakmıyor. Her koldan geliyor görüldüğü üzere.

Ha bir de “cinlerin varlığını inkar ettirmek” en büyük özelliğinden ruhçuluğun. Böylelikle İblis ve kabilesi rahatça at koşturabilecektir. Çünkü cinler diye bir inanç kalmayınca, artık onlara karşı önlem de kalmayacaktır ve işlerini rahatlıkla göreceklerdir. Dahası kendilerini “falancanın ruhu, uzaylı, tanrısal varlık, Ramtha vs. diye tanıtabileceklerdir.

Evet şimdi “yalnız kuran” dediklerini iddia eden bazı arkadaşların bazı “ruhçu sapmalarına” göz atalım:


1-Namazı ve haccı inkar(bugün birçok sözde “yalnız Kuran” diyen arkadaş, bunları inkar ettiği gibi, pagan uygulamalar olarak görüyorlar. E zaten İblis’in amacı da insanları namazdan ve diğer ibadetlerden uzaklaştırmaktı)
2- Cinleri ve melekleri inkar : (Ayetlere sembolik anlamlar yüklenerek,ayet cımbızlanarak, cin ve melek diye , insanlardan ayrı akıllı varlıkların varlığı inkar ediliyor. Zaten bu da ruhçu öğretinin binlerce yıldır gerçekleştirmeye çalıştığı şeydi. Şimdi maalesef birçok “only Quran” diyen insan da bu tuzağa düşmüş durumda)

 

Kimisi melekleri tabiat güçleri olarak adlandırıyor, kimi cinleri abuk sabuk bir şekilde yorumlayarak “var olmadıklarını” aşılamaya çalışıyor.


3- Evrime iman etmek ( bu da ruhçuluğun tarih boyunca insanlara aşılamaya çalıştığı bir sapkınlık. Böylelikle bahsettiğimiz felaketleri gerçekleştiriyor cin tayfası)

 

Ne yazık ki birçok arkadaş bu saydıklarımdan en az birine yakalanmış durumda. Özellikle evrim inancı bir virüs gibi hemen herkesi sarıyor. Çünkü bilim maskesini ustaca kullanıyor. Ama şimdi reenkarnasyon sapmasını da bilim maskesiyle materyalistlere bile benimsetince şeytanlar, bu sefer de birçok müslüman ayetlerde reenkarnasyonu ve hatta ruhlar alemini görmeye başlayacaktır.

Gerçekten de ruhçu öğreti displinli bir şekilde tüm alanları zaptediyor.

Öyle ki “akıllı tasarım” hareketi bile bir evrim hareketine dönüşmüş durumda. Şimdi artık “evrim şansa değil, kader sonucu gerçekleşiyor” muhabbetine sarılmaya başladı akıllı tasarımcılar. Halbuki yazı tura bile kader sonucu oluşuyor. Bunun için miydi o başlangıçtaki tantananız ve sözde evrime bayrak açmanız? (Emre_1974tr)

http://www.hanifdostlar.net/forum_posts.asp?TID=5503&KW=Emre%5F1974tr

Lütfen yalnızca Allah’tan yardım dilenmesi gerektiğini unutmayınız! (Fatiha, 5) Allah’tan başka hiç kimsenin ilahi gücünün olmadığını da… (Bakara, 255)

posted in MITOLOJİ | 0 Comments

21st Ocak 2009

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Post Modern Putperestlik

“Evren siparişlerinizi bekliyor… İsteyin ve olsun… Muhtaç olduğun güç beyninde mevcuttur. Zenginlik yaratmak ve istediğiniz herşeye kavuşmak artık çok kolay… Hayatın büyük sırrı: Çekim yasası…”

v

v

v

Eminim haftada birkaç saat televizyon izleyen, yolu kitapçıdan geçtiğinde içeri uğrayıp beş-on dakika vakit geçiren, her gün gazeteye şöyle bir göz atan yahut yeni çıkan dvd’lere merakı olan birine bu cümleler son derece tanıdık gelecektir. Lâkin, son günlerde kitapçılarda yeni çıkan ve çok satan kitap reyonlarında otuz tane kitap varsa yirmisi spiritüalist (ruhçu) öğretiyi konu alıyor. Ne garip ki vizyona giren filmler de böyle. Talk showlara katılıp bıdı bıdı konuşanlar da. Bir furyadır gidiyor; neye elimi atsam altından spiritüalist bir şeyler çıkıyor ve ben şaşkın bakışlarla durumu seyrediyorum.

Konformist biri değilim. Henüz spiritüalizmle ilgili pek bir şey bilinmezken, ben hakkında onlarca kitap okumuş, araştırma yapmış, bilgi edinmiş bu kitapların kendi içlerinde sınıflara ayrıldığını fark etmiştim. Detaya girip daha alt kategorilerden bahsetmek mümkün tabi ama kabaca, bu kitap ve filmleri insanlığa yeni dininin spiritüalizm olduğunu açık açık bildirenler ve/ veya spiritüalizm adı altında değil de başka bir ad altında çaktırmadan bu öğretiyi oluşturan öğeleri (örneğin reenkarnasyon, ruhlar alemi- spatyom, NLP vs.) yavaş yavaş aşılamayı hedefleyenler diye ayırabiliriz. Geçenlerde Google’ın yaptığı bir anketi dolduruyordum. Kişisel bilgiler arasında ‘religion’ (din) hanesi vardı. Listeden seçip, işaretliyorsunuz. Bir de ne göreyim ‘bizimki’ listede baş köşede yerini almış! Öğretinin “insanlığa yeni dini olarak empoze edilmeye” çalışıldığı görüşümü paranoyak bir komplo teorisi olarak görenlere duyrulur.

Uzun lafın kısası, bu öğretiyi oldukça derinlemesine bildiğimi söyleyebilirim. Pek hümanist, pek sevgi dolu gözükür; kardeşliği, eşitliği, birliği hedeflediğini anlatır da durur; kişiyi mest eder. Uzak doğu dinlerine atıflarda bulunur. Onlardan aldığı karma felsefesini, reenkarnasyonla harmanlar; sonra bunları derincene bir kapta karıştırıp içerisine aldığı kadar “evrim” ya da nam-ı diğer “tekamül”ü ekler. Kulak memesi kıvamına gelince ise durum içten içe değişmeye başlar. İnsanlar yavaştan “farkındalık” seviyesine ermiş ve erememiş daha alt boyut varlıkları olarak sınıflara ayrılmaya başlarlar. Farkındalık kazanmış olanlar pek çok kez enkarne olmuş, tekâmül bakımından üstün olan bir nevi üstün ırk’tır! Diğerleri ise hata yapabilir, adam öldürebilir, çalabilir, önüne gelenle one-night stand(1) yaşayıp hamile bırakabilir çünkü bu hayat okulunda daha alt sınıflardadırlar ve onlar da bir gün yeniden doğa doğa ablalarının ve abilerinin yüksek bilincine ulaşacaklardır. Tabi bu durumda ablalara ve abilere olgun bir tavırla susmak ve kardeşlerin düşe kalka büyümesini sabır ve sevgi ile, hiç müdahale etmeden, beklemek yakışır. Ama ama… hani bu öğreti eşitliği, kardeşliği, birliği hedefliyordu!? Elveda ahlâk kuralları!

Yüzyıllardır kılıktan kılığa girerek insanlığa musallat olan günümüze ise ruhçuluk adıyla gelmeyi seçen bu öğretinin bir diğer özelliği bilimsellik iddiasında bulunmaya bayılması ve bununla övünüp durmasıdır. Örneğin insanlığın evriminin (tekâmülünün) son basamaklarına yaklaştığını ileri sürer ve dolayısıyla artık dinlerin hükmünün kalktığını iddia eder. Tabi bunları çoğu zaman açık açık değil de, satır aralarında söylemeyi tercih eder. Hal böyle olunca bu öğretinin kurbanlarına “elveda Musevilik/ Hıristiyanlık/ İslam ve bu dinlerin öğretileri üzerine kurulu ahlak kuralları!” diyerek dinlerini terk etmek düşer.

Bilinçli Tasarım(2) karşısında evrimin gün geçtikçe kan kaybetmesinden olsa gerek, ruhçuluğun bu aralar kuantum fiziğini- felsefesini sahiplenmeyi de kendine görev bildiğini söylemeden edemeyeceğim. Spiritüalistler bu felsefeden yola çıkarak “Daha üst idraklara ulaşmak olası mı?” sorusuna “evet” derler. İşte bu soruya verilen “evet” yanıtı, her ne kadar son zamanlarda dünyayı kasıp kavursa ve beni insanlığın gidişatı hakkında endişelendirse de, temcit pilavını anımsatır. Nietzsche’nin “übermensch”(3) felsefesini bilmeyenlere afiyet olsun. Ben yine de bu bayatlamış, zehirleme ihtimali yüksek temcit pilavına kısaca değineceğim.

Gerek kitaplarıyla, gerek filmiyle estirdiği gizemli hava sayesinde son günlerin en popüler konularından biri haline gelen The Secret’ı (Sır) ele alalım. Kitaba göre insan çekim yasası gereğince tüm negatiflikleri de pozitiflikleri de kendi yaratırmış, olay düşünce ve beyin gücünde bitiyormuş, insan herşeye kadirmiş, isteyip de elde edemeyeceği hiçbir şey aslında yokmuş. Vay vay vay “Hallelujah”(4) diye bağırasım geldi gerçekten(!) ve ardından “Elveda kader inancı!” diye kala kaldım. Neymiş? insan aslında üstün bir varlıkmış… Neymiş? bizler kitabın yazarı Rhonda Byrne sayesinde aydınlanıyor, farkındalıktan farkındalığa koşuyor, insanın “übermensch” yani insanüstü gücünün sırrına erişiyormuşuz. Nietzsche’nin bu felsefeyi çağdaşı Darwin’in teorisinden etkilenerek geliştirdiğini ve Hitler’in de bu felsefeden etkilendiğini es geçmeyeyim ki temcit pilavından tadıp zehirlenmiş olanlar varsa konuyu, anahtar kelimeler aracılığı ile, daha derinlemesine araştırarak bünyede serum etkisi yaratabilsin. Konuya ilgi duyanlar internette arama motorlarında kapsamlı bir arama yaptırabilir yahut araştırmacı-yazar Aytunç Altındal’ın “Bilinmeyen Hitler” adlı kitabından faydalanabilirler.

Tekâmül konusuna geri dönecek olursak, tüm insanlığı kapsayan böyle bir “ruhsal evrim”e, gün geçtikçe yükselen bilince inanmadığımı açıkça belirteceğim. Tıpta ve bilimde birkaç ilerleme kaydedildi; var olanın üzerine yüz yıllardan beri her yeni nesil tarafından üç beş tuğla ilave edildi, elektrik, telefon icat edildi; her eve televizyon, internet girdi diye küstahlık ve haddini bilmezlik yapıp “Gölgelerin gücü adına, güç bende artık” diyemeyeceğim. Herhangi bir Shakespeare oyununu açın ve okuyun; 1500’lerde yazılmış olmasına rağmen üstadın karakterlerinde, çevrenizde olan herhangi biri ile aynı kibri, küstahlığı, kendini bilmezliği, merhametsizliği ve aynı sevgi doluluğu, şefkati, onurluluğu, alçak gönüllülüğü göreceksiniz. İnsanoğlu var oldukça kişilik özellikleri (ruh, öz) ve karşılaştığı olaylar karşısında gösterdiği tepkiler, yaptığı seçimler hep aynı kalacak; bu tepki ve seçimler ilahi yasalara göre iyi ya da kötü biri olduğunu gözler önüne sermeye devam edecek. İnsan var oldukça kıskanacak, sevecek, âşık olacak, hırslanacak, acıyacak, nefret edecek. Her şey özünde aynı ama sadece ve sadece tiyatro sahnesi, dekoru farklı olacak.

Şimdi her şeyi bir kenara bırakıyorum ve bir an için tüm insanlığı kapsayan gün geçtikçe yükselen bir bilincin (tekâmül) var olduğunu farz ediyorum. Bu bilinç gerçekten de yükseliyor mu, yoksa geriye doğru bir gidiş mi söz konusu? (Bilindiği üzere, bir şeyin tekâmül etmesi için gelişmesi, ileri doğru gitmesi, kalkınması, olgunlaşması gerek) Spiritüalistlere göre “Biz aslında insanüstü (tanrı benzeri) varlıklar olarak ilk kez varoluş gerçeğimizi çözmeye bu kadar yakınız. Hatta bu yakınlaşma sayesinde kimilerimiz Altınçağ’a geçiş yapabilecek… Çözmemize ramak kalan bu varoluş gerçeğine göre Yaratıcı tarafından belirlenen, bilinen kaderimiz yok çünkü çekim yasası sayesinde herşeye istediğimiz gibi yön verebiliriz. Yine var oluş prensibi gereği insan tekâmül ediyor ve herkesin bilinç boyutunun bir olması beklenemez; ahlaksızlıkların olması son derece doğal, hem zaten düalite prensibi gereği iyinin olması için kötüye ihtiyaç var, bu yüzden tüm ahlak kuralları görecelidir ve hem bu ahlak kurallarına vücut veren hem de insanı kulluk rütbesiyle yücelten dinlerin de miyadı dolmuştur.” Dinlere göre ise insan Yaratıcı’nın varlığını, birliğini kabul etmek, başka bir deyişle üzerindeki otoritenin varlığını onaylamak zorundadır. Böylelikle insan, doğum, yaşam ve ölüm karşısında kendi âcizliğinin bilincine varacak ve elinde aslında Yaradanı’nın kendine verdiği değerden başka hiçbir şey olmadığını, bu değer olmasa sonsuz evrende bir kum tanesi kadar değeri olmadığını görecek; şükredecek ve dolayısıyla kibirden uzaklaşacak; kardeşlik duygusu ve ilahi yasalar karşısında eşit olmanın getirdiği insanlar arası eşitlik duygusu işte o zaman vücut bulacaktır. Kabaca bir benzetme yapmak gerekirse, dinlere göre Yaradan ve Yaratılan arasındaki ilişkiyi ressam ve resim arasındaki ilişkiye benzetebiliriz. Resmin var olması tamamen ressama bağlıdır. İsterse resim yapar, isterse yaptığı resmi bozar, isterse çöpe atar. Dilediğini çizer, dilediği renkleri kullanır. Ressam resmin sahibidir, resimden bağımsızdır ve resim üzerindeki gerçek söz sahibidir. Oysa günümüzdeki adıyla spiritüalizm ve yüz yıllardır farklı isimlerle varlığını sürdürmüş olan türevleri tüm evreni Tanrı kabul eder ve insanı da evrenle bir bütün olarak görür; başka bir deyişle ressamı resim olarak algılar. Böylelikle panteist- pagan bir bakış açısı sergileyerek otoritenin varlığını reddeder. Paganizm(5) ilkel bir dindir ve özünde tüm ‘hak’ dinler paganizm ve türevleri ile mücadele etmek için gelmiştir. Keşiflerden keşiflere koşan, teknoloji çağında yaşayan, insanüstü bir varlık olma yolunda ilerleyen (!), evriminin son kademelerine yaklaşmış(!), Altınçağ’a geçiş yapmasına ramak kalan (!) insan evladına yakışan varlığı binlerce yıl öncesine dayanan bu inanç şekli midir? Tek Tanrı inancından çok tanrılı pagan inançlarına geçmek ruhçuların var olduğunu iddia ettikleri tekâmül kavramıyla ne kadar uyuşmaktadır? Elveda tek Tanrı inancı; hoşgeldin panteizm, paganizm, politeizm(6), post-modern putperestlik(!!!)…ve bunların maskeli baloya gitmek üzere süslenmiş püslenmiş harmanı: SPIRITUALIZM…

Barışa, huzura, kardeşliğe, sevgiye mi hasret kalmışız? Bırakın Allah aşkına böyle “eğreti”lerle hızla akıp giden vaktinizi boşa harcamayı; sokakta mendil satan çocuğun başını okşayıp, çorba ısmarlayın, yokuşu çıkarken nefes nefese kalan yaşlı teyzeyi arabanıza davet edin, kimsesiz çocuklar yurdunda çocuklarla saklambaç oynayın, eşinizi mutlu etmek için sürpriz kahvaltı hazırlayın, annenize sımsıkı sarılıp, onu sevdiğinizi söyleyin.

Unutmayın:(7)


Rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır.”


1. one-night stand: tek gecelik ilişki
2. Bilinçli Tasarım: Akıllı Tasarım diye de adlandırılmaktadır. (Intelligent design) Evrim teorisine alternatif olarak geliştirilen, “indirgenemez karmaşıklık” ilkesine dayanan bilimsel bir teoridir. Michael J. Behe teorinin mimarları arasındadır.
3. übermensch: üst/üstün insan
4. hallelujah: Hıristiyanlıkta bir nevi tekbir ve kiliselerde hep söylenen bir ilahi ismi.
5. paganizm: dinsel literatürde “putperestlik” olarak tanımlanır. Paganizme mensup kişi için kullanılabilecek pagan veya İslam terminolojisindeki müşrik yani “Tanrı’dan başkasına tapan” terimine denktir.
6. politeizm: monoteizmin yani tek tanrıcılığın karşıtı, çok tanrıcılık.
7. S. M Power’ın bir sözü. (
Yeşim M.)

http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=59339

posted in MITOLOJİ | Post Modern Putperestlik için yorumlar kapalı

31st Ekim 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

MİSTİK AKIMLAR VE NEW AGE

 

ALLAH ANLAYIŞI VE MİSTİK AKIMLAR

Allah’ın yalnızca yaratıcı(var ve bir) olduğunu bilmek ya da O’nu yalnızca yaratıcı(var ve bir) olarak kabul etmek bireyin yaşamında ender zamanlarda kısmi değişikliklere yol açmaktadır ancak bu değişiklik onun gelişimine anlamlı ve ciddi bir katkı sağlayacak düzeyde değildir.

29Ankebut/65-“Bir gemiye bindikleri zaman (ve kendilerini tehlikede gördükleri sırada) (işte o anda) içten bir inançla yalnız Allah’a yalvarıp yakarırlar; sağ salim karaya çıkar çıkmaz da bazı hayali güçleri (tekrar) O’na ortak koş(maya başl)arlar.”

Allah’ı doğru tanımak da, yeterli bir durum olarak görülmez. Allah’a, Allah’ın istediği gibi inanmak, kişinin yaşamını olumlu etkilemektedir. Allah’a, O’nun iradesine uygun kulluk, Allah’ın ihtiyaç duyduğu bir durum da değildir. Buna, insanlar gereksinim duyar ve onunla güç ve enerji kazanır. Bu güç ve enerji, sanal veya salt psikolojik bir terapi değildir. Gerçeğin gerçekten yaşanmasıdır. O, gerçekten insana yardım ediyor, insan da bundan güç kazanıyor. Çünkü Allah, yardım ettiği zaman gerçekten yardım etmektedir.

35Fatır/15-“Ey İnsanlar! Allah’a muhtaç olan sizsiniz, ama O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Öyleyse gerçek övgüye layık olan O’dur.”

36Yasin/43-44-“Biz istesek onları suda boğarız da kendileri için ne imdat çağrısı yapan olur, ne de kurtarılırlar. Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve bir süreye kadar daha yaşasınlar diye kurtarılırlar.”

Allah tasavvuru, insanın gerek kendisiyle gerekse de çevresiyle olan ilişkisine yön vermektedir. Eğer Allah tasavvurunuzda, yalnızca Allah eşsiz, benzersiz, ortaksız ve her şeye kadir ise üzerinize düşenleri yaptıktan sonra sizi aşan durumlarda bütün ümitlerinizi O’na bağlarsınız. Din adına tek söz sahibi, tek otorite O olur, kısaca sizi yalnızca O’nun kitabı bağlar. Bağlanacağınız tek sınırsız güç O olur. Allah’tan başkasına hak etmediği özellikleri, kısaca Allah’a ait nitelikleri yakıştırmazsınız. Bu bilinçteki birini de Allah asla yüzüstü bırakmaz.

Allah tasavvurunuz, O’nu yalnızca yaratıcı görme üzerine kurulu ise O’nu hayatınıza ya hiç karıştırmazsınız ya da O’nun hayatınıza sınırlı karışabileceğini düşünürsünüz. Zor zamanlarda karıştırıyorsanız bu, O’nun rolü konusunda emin olmadığınızı ve yaşamınızı çelişkilerle sürdürdüğünüzü gösterir.

Allah tasavvurunuz, Allahların çok olduğu veya her şeyin Allah olduğu inancına dayanıyorsa bu iddia sahipleri, siz ve yakın çevreniz olacaktır. Eğer Allahlık iddiasındaysanız bilmeniz gereken bir şey var; ilah evreni ve içindekileri yaratır, ilah evreni ve içindekileri yaşatır, ilah evreni ve içindekileri yönetir. Sizden önce de evren var olduğuna ve siz evreni yaratmadığınıza göre, canlıların tüm ihtiyaçlarını siz karşılamadığınıza göre, sizden ahlak ve adalet beklemek abesle iştigaldir (boş işlerle uğraşmaktır). Allahlık iddiasına bulunan insan insanlıktan çıkar, Allahlığın veya ilahlığın sefasını sürer. İlahları sorgulayacak bir güç olmadığına göre bu sorumsuz ve keyfi yaşam ciddi bir kast sistemi (katı sınıf ayrımını) ortaya çıkarır. Bu sistem olmadan varlığınızı sürdüremezsiniz.

27Neml/60-Peki kimdir, gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren? Öyle bir su ki, onunla, sizin bir tek ağacını bile yetiştiremeyeceğiniz görkemli bağlar, bahçeler yeşertiyoruz! Allah’la beraber başka bir ilah, öyle miHayır, hayır, (böyle düşünenler) yoldan çıkmış kimselerdir!

27Neml/61-“Peki kimdir, yeryüzünü (yerleşmeye) uygun bir yer haline getiren ve vadilerden dereler, ırmaklar akıtan; ve onun üzerine sağlam dağlar yerleştiren; ve iki büyük su kütlesi arasına bir engel koyan? Allah’la beraber başka bir ilah, öyle miHayır hayır, (böyle düşünenlerin) çoğu (ne söylediklerini) bilmiyorlar!”

27Neml/62-“Peki kimdir, kendisine başvurduğunda darda kalmış olanın darına yetişen, kötülüğü gideren ve sizi yeryüzüne mirasçı kılan? Allah’la beraber başka bir ilah, öyle miAklınızda ne kadar az tutuyorsunuz (bütün bu gerçekleri)!”

27Neml/63-“Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanızı sağlayan ve rüzgârları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen? Allah’la beraber başka bir ilah, öyle miAllah, insanların ilahi(tanrısal) nitelikler yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir!”

27Neml/64-“Peki, yaratılışı ilk defa başlatan ve sonra da onu aralıksız devam ettirip, yenileyen kimdir? Ve kimdir, sizi gökten ve yerden rızıklandıran? Allah’la beraber başka bir ilah, öyle miDe ki: “Eğer ileri sürdüğünüz iddiaya gerçekten inanıyorsanız getirin o zaman delilinizi!”

27Neml/65-De ki: “Göklerde ve yerde olan hiç kimse, (yani) Allah’tan başka (hiç kimse,) yaratılmışların duyu ve tasavvur alanı dışında kalan gerçekleri(gaybı-geleceği) bilemez“. (Yaratılmış olanlar) öldükten sonra ne zaman diriltileceklerini de bilemezler;

 

Allah’a, O’nun bildirdiği ilkelere uygun olarak inanmadığı halde O’na bağlılık iddiası, Allah tarafından Allah’ı istismar olarak görülmektedir. Bu bağlılık, O’ndan onay almamakta ve O’nu hoşnut etmemektedir. İlahi kitaplar bu yönde mesajlarla doludur:

31Lokman/33-“Sakın ayartıcılar sizi Allah ile aldatmasın.”

35Fatır/5-“Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın günübirlik (dünya) yaşam sizi ayartmasın. Sakın ayartıcılar sizi Allah ile aldatmasın.”

 

 

 

TÜMTANRICILIK(Panteizm)

Panteizme göre, Tanrı yaratıcıdan çok varlıkların kendisinden türediği bir varlıktır, dünyayla özdeştir, birdir, aynıdır. Dünya Tanrı’nın yansıması, görünüşü veya türevidir. Panteizm her şeyi Tanrı gören anlayıştır. Tanrı, var olan her şeyin toplamıdır. Dünya, Tanrı’dan ayrı bir töz değildir. Panteizmde yaratmadan çok bir türüm, türeme söz konusudur. Tanrı, hem aşkındır, hem de dünyayla iç içedir. Bazıları Tanrı’yı dünyayla bir sayar. Bunlar maddeci panteistlerdir. Kimisi dünyanın Tanrı’dan türediğini, kimisi Tanrı’nın bir fikir olduğunu savunur. İlk savuncuları Stoacılardır. Plotinos’a göre, evren Tanrı’dan türemiştir. Spinoza’ya göre Tanrı ve evren iç içedir, bu ise maddeci panteizmdir. Fichte, Schelling, Diderot, Holbach ve Hegel de bir çeşit panteizmi savunurlar. Kimisi de, Tanrı’yı insana benzetme yoluna gitmiştir(İnsanbiçimcilik).

 

GİZEMCİLİK (Gnostisizm)

Gizemci ve çileci öğretiye göre Allah(Tanrı), doğru biçimde ancak birtakım kişilerin sezgisiyle bilinebilir. Gizemcilik, Hıristiyanlar arasında 2.yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır. Hıristiyan inancındaki ilk sapkın öğretidir.

Gizemci anlayışa göre Tanrı, akıl ve ilimle değil ancak aşkla bulunur ve bilinir. Kitaplarla, araştırmalarla elde edilen bilgi yerine sezgi, rüya, ilham ve perdenin açılması(keşf) yoluyla bilgi elde edilir. Bu bilgiye irfan ve marifet(bilinircilik) de denir. Mistikler bilgi edinmede normal duyumsal, deneysel, rasyonel ve bilişsel süreçleri değerli bulmazlar. Bilgi edinmeyi mistik deneyime ve akıldışı gizemli bir sezgiye bağlarlar. Bu sezgisel yöntemle madde dünyası aşağılanır, ona ilgisiz kalınır. Onlara göre, madde özü itibariyle kötüdür. Maddenin kötülenmesi beraberinde insan bedeninin de aşağılanmasını getirir. Bu ise, çileci yaşamı ve ruhbanlığı ortaya çıkarır.

Mistik anlayışa göre, dinin ve bilginin kaynağı, vahiy ve akıl değil, mistik mürşitlere gelen ilhamdır. İnsanlar; sıradan halk(avam) ve seçkinler(havas) diye sınıflara ayrılır. Evliyalar, pirler, abdallar, gavslar, kutuplar, mürşitler, üçler, yediler, kırklar, erenler, azizler, ruhaniler, kurtarıcılar, müritler, kurbanlar, sofular… Sıradan görülen halkın(avamın) mistik seçkinlere(havassa) mutlak itaati öngörülür. Mistik öğretilere göre seçkinler(havas) insanların kalplerinden geçen dahil, her şeyi bilirler.

Tasavvuf, herkesçe bilinemeyeceğine inanılan gizli bir öğretidir, Batıni bir anlayıştır. Mürit gelişimini, inzivayla ve çilecilikle elde eder. Dünyadan el etek çekmek esastır. Aklın değil duyguların, beynin değil gönlün yönlendirmesi doğrudur. Tanrı’nın seçtiği peygamberler ve onlara gelen kitapların rehberliğinden daha ziyade Allah ile doğrudan ve kişisel iletişim kurulabileceği savunulur. Yaşayanlardan daha ziyade ölülerden medet beklenir. Ölülerin yaşayanlar üzerinde tasarruf hak ve yetkileri olduğuna inanılır. Halkın kullanmadığı sözcüklerle, kılık kıyafetlerle, ses tonuyla, tutum ve davranışlarla halk üzerinde ruhani hava estirilerek onlar etkilenir. Hızır, derviş kerametleri, türbeler ve ruhlardan medet bekleme üzerine kurulu menkıbe adı altında çok sayıda gerçek ötesi efsanelerle insanlar düşünsel açıdan felç edilir. Onların düşünmesi ve sorgulaması dindeki en büyük suçlardan biri olarak belletilir.

Türbelere mum yakma, ağaçlara bez parçası bağlama, bazı gün ve gecelerin uğruna veya uğursuzluğuna inanma, ocak anlayışı (ailece şeyhliği ve seyitliği ilan etme), nazar boncuğu, kapıya, tarla ve bahçeye birtakım fetişleri asma ve dikme, bazı gün ve saatlerde iş yapmanın uğur getirdiğine inanma, kabirlere tevessül(aracılığına başvurma), kabirler üzerine bina yapma, ölü ruhlarından medet bekleme, ruhani törenler yapma, şeyhi uzun bir süre hayalinde canlandırma anlamına gelen rabıtayla şeyhe bağılılık, ruhların hayattakiler üzerinde tasarruf sahibi olduğuna inanma gibi.

Gizemcilik, Hinduizm ve Budizm kaynaklıdır. Eski Yunan felsefesi aracılığı ile Batı’ya, eski Mısırdaki Hermetizm ve İrandaki Maniheizm aracılığı ve eski Türklerdeki Şamanizm aracılığı ile İslam dünyasına girmiş tasavvuf akımıdır. Yahudilikte “Kabala”, Hristiyanlıkta “Gnostisizm” ve “Mistisizm” olarak ifade edilmektedir. Eski Yunanda Pisagor ve Platon bu düşünceye zemin hazırlamışlardır. Batı’da bugün ‘New Age’ akımı bu öğretinin yandaşı durumundadır. Bireyin ya zamanla tanrı olabileceğini ya da bizzat tanrı olduğunu ama henüz bunun farkına varamadığını iddia eder. New Age akımı, hiçbir değer ve ilke tanımamayı, keyfi bir yaşam sürmeyi amaçlar.

Mistik düşünce savunucularına, rahipler gibi yünden uzun elbiseler giydikleri için sufî veya belirli ilkeleri olmadığı için antik Yunandaki sofistler anlamında ‘sofi’ denmiştir.

 

 

MİSTİSİZMLE NE AMAÇLANMAKTADIR?

Mistisizm; yerine ve sahiplendiği dine göre farklı görüşler üzerine oturmuştur. Tektanrıcılık yerine panteizmi(evrenin Tanrı veya Tanrı’nın evren olduğu savı) veya panenteizmi (her şeyin Tanrı’dan sudur ettiği inancı), tevhid yerine vahdet-i vücudu(evrenin Tanrı’nın yansıması veya O’ndan bir parçası olduğu savı), peygamberler ve bilge insanlar yerine evliyayı, pirleri ve Hızır’ı, bilinen ibadetler yerine rabıtayı(şeyhi hayalinde canlandırmayı) ve türbelere tevessülü(aracılığına başvurma), din yerine tasavvufu (mistisizmi), akıl ve bilimsel bilgi yerine sezgiyi, vahiy yerine ilhamı ve menkıbeleri, doğal yaşamak yerine riyazeti(az yiyip-az uyumak/perhiz) ve ruhbanlığı(din adına dünya nimetlerinden uzak durmayı veya onları çirkin görmeyi), kitaplı eğitim yerine inzivayla(bir köşeye çekilerek) çileciliği, nesnel gerçekler yerine gizemciliği ve kerameti, sorgulama yerine her şeye boyun eğmeyi, okul yerine tekkeyi, öğretmen yerine şeyhi ve piri seçmiştir.

 

 

MİSTİSİZM VE İLGİ ALANLARI

Mysticism Yunanca (mystikos) gizemlere katılım anlamında kullanılmıştır. Mistisizmin bilinen en eski uygulamaları Mısır’da ‘Hermetiks’, antik Yunan’da ‘ezoterizm’, Hıristiyanlıkta ‘gnostisizm’, Yahudilikte ‘kabalizm’, İslam’da ‘tasavvuf’ adıyla ortaya çıkmıştır. Medyumluk, kehanet, sayıları ve harfleri kutsama anlamındaki Hurufilik de ‘okültizm’ adıyla anılmaktadır. Hepsi de, belli başlı ortak özelliklere sahiptir; Sırlara önem verirler, gizemci yapıya sahiptirler. Özellikle şu kavramlar bu öğretinin literatüründe yoğun biçimde işlenir:

Astroloji, tarot, astral seyahat, parapsikoloji, ruhçuluk(spiritualizm), kehanet, ezoterizm, okültizm, Hermetizm, Kabala, Maji, cinler, büyü ve büyücülük, falcılık, medyumluk, cincilik, üfürükçülük, muska, cevşen, tılsım, yıldız name, deccal, Mesih, rüya, Atlantis, mitoloji, feng shui, yoga, meditasyon, reiki, renk, hipnoz, ruhsal telkin, biyoenerji, manyetizma, telekinezi, gizli bilimler, UFO, fütürizm, karma, tenasüh veya reenkarnasyon, 9 bilinmeyen, paganizm ve wicca, Şamanizm, piramitler, uğur, uğursuzluk, şans, şanssızlık, nazar, ebcet, vampirler, fal ve tüm gizemler.

Mistik iddialar, ilahi dinden yola çıkmış ancak ilahi dine bir alternatif gibi algılanmış öğretilerdir. Propagandalarını din üzerinden yaparlar.

Gnostisizm, eski Yunanca’daki “sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi” anlamındaki “gnosis” sözcüğünden türetilmiştir. Gnostisizm, İskenderiye’deki antik çağın en büyük kütüphanesindeki el yazmalarına sahipti. Bu kentteki okullarda bu kitaplara yer verilmesini Kilise sapkınlık olarak görmüştür. Gizemci anlayışa göre, hakikate ulaşmada dinler yetersiz olup bu ancak ruhsal yollarla edinilebilir. Onlara göre ruh ölümsüzdür. Gerçek yaşam bu fiziksel dünya değil ruhsal yaşamdır. Doğru bilgi, ancak ruhsal ilişkiyle seçkin insanlara verilir.

Gizemcilik İslam dünyasında ‘sofizm’ veya ‘sufizm’ biçiminde ortaya çıkmış ve daha sonra ‘tasavvuf’ adını almıştır. Antik Mısır’da, Hz. Yusuf peygamber olarak görevlendirilmiş, çok sonraları ise Hz. Musa elçilik yapmıştır. Peygamberlerden sonra orada ruhçuluk(spiritualizm) ve gizemcilik gizli tarikatlar olarak baş göstermiştir. Antik Mısır, Hz. İsa’nın doğumundan kısa bir süre önce Roma İmparatorluğu tarafından ele geçirilmiştir. Antik Yunandaki sofist akımın etkileri, Mısır’daki ruhçulukla birleşerek İslam dünyasını da etkilemiştir. Zaten İran ve Türkistan buna hazır bir zemine sahipti. O dönemde Budizm bu bölgelerde bir şekilde taraftar bulmaktaydı.

Mistik anlayış, geniş halk kesimlerini etkilemektedir. Hindistan’da, Orta Doğu’da, Kuzey Afrika’da, şeyh veya pir adı altındaki bazı kişiler, Peygamber’le akraba olduklarını ve başkalarını da bağlayıcı olarak Allah’tan ilham aldıklarını iddia etmişlerdir. Onların yandaşları ise, bu kişilerin bazı sözde olağanüstü işlerini(kerametleri) bir menkıbe(mitoloji) olarak anlatarak ve abartarak taraftar toplamışlardır. Geniş halk yığınları da, kısa sürede her türlü kötülükten ve tehlikeden kurtularak rahata kavuşacaklarına ve şeyhe tam bağlılıkları karşılığında cennete gideceklerine inandırılmışlardır. Bunlar, her toplumda, her dinde değişik adlarla ve sanlarla din perdesi altında yayılmıştır.

Çok ilginçtir ki dini temaları işleyen bu anlayış, İblis’e(şeytanı), hak ve adalet düşmanı, insan düşmanı diktatör olan Firavun’a övgüler dizmekten çekinmemişlerdir. Değerlerin mücadelesini verenleri istismar ederek, onları kullanarak değerleri çiğneyenleri övgüye mazhar bulmuşlardır. Firavun’un cana kıymasını anlayışla karşılarken, fuhşu meslek haline getirenleri överlerken, Allah’ın bildirdiği pek çok değeri ya küçümsemiş ya da hafife almışlardır.

 

Şeytan; vahiy dilinde insanları saptırıcı, ayartıcı, yoldan çıkarıcı, bataklığa ve karanlıklara sürükleyici ahlakdışı, hukuk dışı kara güçlerdir. İnsanlık düşmanı herkes birer şeytandır. Ancak onlar şeytanlara övgü dizmekten geri durmamışlardır. Örneğin tasavvufun kurucu mimarlarından Hallâc-ı Mansûr, Tavâsîn adlı eserinin “Ezel ve İltibas Tâsîni” bölümünde, “Dostum ve üstadım, İblis ile Firavun’dur!” (Öztürk, s.231). “Mürit, şeyhi gerçek bir İblis de olsa ona itaat ve sadakat zorundadır.” (Y.N.Öztürk, Kur’an Açısından Şeytancılık, s.245). Yine tasavvufun en büyük önderlerinden Muhyiddin İbn Arabi’nin eserlerinde şu görüşleri savunduğu görülür: “Allah bana hamd eder, ben de O’na hamd ederim. O, bana kulluk(ibadet) eder, ben de O’na.” (Fusûsu’l-Hikem, s.1/83) “Müslüman putun ne olduğunu bilseydi, dinin putperestlikten ibaret olduğunu anlardı. Müşrik putun farkında olsaydı, dininde hiç dalalete düşer miydi?”(Fusûsu’l-Hikem, 1/258).

 

 

TASAVVUF VE KUR’AN

Kur’an’da tasavvufi öğretiye sıcak bakılmaz. Tasavvufa ait pek çok inanç ve rituel İslamdışı görülür. Allah’a ait niteliklerin(esmaü’l-hüsna) Allah’tan başkalarına yakıştırılması bir çeşit putlaştırmadır. İslam kişimerkezli din anlayışını doğru bulmaz. Çünkü İslam, Allah ve ahlak (değer) merkezli bir dindir. Peygamberler bile bu değerlerin aktarımcısı, savunucusu ve uygulayıcısıdırlar. İnsanlar peygamberlere değil, peygamberlerin de çağırdıkları Allah’a ve O’nun ahlaki değerlerle iç içe olan ilahi kitaplarına davet edilirler. Bu konuda Kur’an’dan bazı alıntılar:

1)Rabb’inizden indirilene uyun, başka velileri (evliyayı) izlemeyin-7A’raf/3,

2)Allah’a yaklaşmak amacıyla evliyalara umut bağlamayın-39Zümer/2-3,

3)Gerçek veli(evliya), Allah’tır-42Şura/9 2Bakara/257

4)Allah’tan başka evliya arayışı çoktanrıcı anlayışın(şirkin) bir uzantısıdır-7A’raf/3 13Ra’d/16 18Kehf/102 25Furkan/18 42Şura/6

5)Evliyaperestlik, ‘evliyaullah (Allah’ın velileri)’ ifadesini istismardan doğmaktadır. Oysa İslam’da evliya diye belirlenmiş özel bir sınıf yoktur-10Yunus/62-63 5Maide/55

a)Allah’a inananlar, birbirlerinin dostlarıdırlar(veli). Bu veli, ancak birbirlerine yardım eden, aralarında dostluk bulunan demektir. 5Maide/55 8Enfal/72-73 Ama ilahi güç sahibi, kutsallık, kurtarıcılık, Allah’a yaklaştırıcı, şefaatçi ve aracı, sığınılacak kişi, medet beklenilecek, umut bağlanılacak gibi Allah’a ait özelliklerin Allah’tan başkasına verilmesi Allah’ın bildirdiği değerlere aykırıdır-42Şura/46 46Ahkaf/32;

b)Veli olarak da, yardımcı olarak da Allah yeterlidir-4Nisa/75

6)Allah’a veli(sözde evliya) yoluyla rabıta yaparak, onu aracı kılarak ulaşmak anlayışı çoktanrıcı bir tutumdur(şirktir)-39Zümer/2-3 46Ahkaf/28

 

 

MİSTİK CEMAAT OLUŞTURMA TAKTİKLERİ

İnsanları aldatmanın, onların inançlarını ve duygularını sömürmenin, güç ve itibar kazanmanın çeşitli yolları vardır. Ancak din istismarcıları, genellikle tarih boyunca da günümüzde de benzer yolları izlemişlerdir. Bunlar;

1)Önce din büyüğü sayılan bir kişiye olağanüstü bazı özellikler yakıştırılır. Böylece insanlar onun etrafında daha kolay toplanırlar.

2)Sonra onun Allah’a çok yakın olduğuna vurgu yapılarak onun aracı ve kurtarıcı olması sağlanır.

3)Daha sonra yazdığı kitapları, Allah’ın ilhamıyla yazdığı iddia edilir.

4)En sonunda, o cemaate girmeyenin kurtuluşa ermeyeceğine vurgu yapılır. Böylece ayrı adı, ayrı önderi ve ayrı kitabı olan ayrı bir cemaat ortaya çıkar. Bu amaçla önderleri farklı giyinir, farklı konuşur ve farklı davranır. Aklını kullanan herkes, bunun bir oyun olduğunu anlar. Ancak bazıları arzularını ve duygularını okşadığı için bu durumdan etkilenir ve bu tuzağa düşerler. Gözleri büyülendiği için orada gördükleri pek çok olayı keramet sayarlar. Bir kabile kültürü veya suç çetesi gibi birbirlerine kenetlenirler. Yoğun hurafe bombardımanı ve hayali hikâyeler bunu güçlendirir. Buraya katılanlar orada olmanın bazı faydalarını görebilirler. Onları birbirine bağlayan şey zamanla menfaat ilişkisine döner. Aralarında akıl ve mantık temelinden yoksun bir sevgi ve dostluk bağı oluşur. (Bayındır, Aracılık ve Şirk)

 

 

MİSTİKLERİN SAVLARI

Mistik akımlar Allah konusunda panenteist bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Panenteizme göre Tanrı’nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Bu anlayışa göre Allah her şeydedir ve her şey Allah’tan sudur etmiştir (doğmuştur, çıkmıştır). Panteistler de evrende var olan her şeyin (canlı ve cansız tüm varlıkların, fizik kanunlarının) aslında bir bütün olarak Tanrı’yı oluşturduğunu iddia ederler. İnsanın da Allah’ın bir parçası olduğunu kabul ederler. Mistik anlayış Allah, evren ve insan ayrımı yapmaz. Böyle bir ayrımın göz ve akıl yanılsaması olduğuna inanır. Bunun sonucu olarak, onlara göre Tanrı var olmadığı gibi, her hangi bir yaratmadan da söz edilemez. Yaratan ile yaratılan ayrımı yoktur. Doğayla Tanrı bir ve aynı şeydir. Ezoterik felsefeye göre Tanrı yaradan değil, var olandır ve evrenin tümüdür. Varlık, O’ndan var olmuştur, O’ndan çıkmıştır(sudûr). Her varlık O’ndan bir parçadır. Parçalar bir bütün hainde Tanrı’nın kendisidir. Evrende görülen şeylerden başka bir Tanrı yoktur. Tanrı, evrendeki bütün varlıkların toplamıdır. Evrenin başlangıcı ve sonu yoktur. Tanrı, evren ve insan aynıdır. Evren, makrokozmoz, insan mikrokozmozdur. O’na dönüş ancak tekamül, tenasüh, ruh göçü, reenkarnasyonla olur.

Panteizmi ve panenteizmi, ilahi kitapları esas alan tüm dinler reddeder. Ancak antikçağ Grek Stoacıları, Yeni Platoncular ve Doğunun Vahdet-i vücut anlayışı, Yahudilerin Kabalası gibi anlayışlar panteizmi açıktan veya örtülü biçimde savunmaktadırlar. Çağımızda ruhçuluğu(spiritualizm) savunan ‘New Age’ akımı da benzer temaları işlemektedir.

43Zuhruf/15-“Buna rağmen insanlar, Allah’ın kullarından bir kısmını O’nun bir parçası saydılar. Gerçekten de insan apaçık bir nankördür.”

Arapça’da ‘varlığın birliği’ anlamına gelen ‘vahdet-i vücut’ anlayışı ile panenteizm (evreni Allah’tan sudur etmiş, hem evrene içkini hem de evrenden aşkın bir Tanrı anlayışı) savunulur. Örtülü bir biçimde de olsa panteizme kapı aralanır. Panteizmde Tanrı evren olarak görülürken, vahdet-i vücut anlayışında evrenin Tanrı, Tanrı’nın bir parçası veya Tanrı’nın bir yansıması olduğuna inanılır. Tanrı yaratmış, kendisini ilahi bir evren olarak sunmuştur.

 

Gizemcilik ve mistisizm bir mitostur. Gizi ve mitolojiyi kutsar. Aklın bulgularına değer vermez ve akılcı davranışı küçümser. Mistisizm(gizemcilik) ve ateizm, Tanrı ve değerler konusunda benzer temaları savunur ve birbirlerinin değirmenine su taşırlar. İlahi kitaplar(Kur’an, Tevrat, Zebur ve İncil), Tanrı konusunda varlık problemiyle (ontolojik) ilgilenmez. İlahi kitapların ele aldığı konular ve vurguladıkları noktalar, Allah’ın varlığıyla ilgili değildir. Hiçbir peygamber Allah’ın varlığını anlatma gibi bir görev üstlenmemiştir. İlahi kitaplar peygamberlere, “Allah’ın var olduğunu anlatın veya Allah’ın var olduğunu ispatlayın” gibi bir görev yüklememiştir. Kısaca Allah’ın varlığı konusu ne ilahi kitabın ne de peygamberin ilgi alanına girmemektedir. Onlar ahlaki değerler, insanları alçaltan ve değerli kılan (örneğin kula kulluk etmeme gibi) nedenler üzerinde durmuşlardır. Sözgelimi cana kıymayın, çalmayın, haksızlık yapmayın, aldatmayın, dürüst ve adil olun, zayıfı, yoksulu ve hastayı gözetin, kendinizi ve muhataplarınızı küçük düşürmeyin gibi.

 

Namaz, türbelerden medet beklemek yerine Allah’tan daha düzenli ve disiplinli bir şekilde yardım istemek ve Allah’ın bizlere sunduğu güzelliklerle O’nu unutmamak ve O’na teşekkür etmek için vardır… Zekât, paylaşmak için vardır… Oruç, yoksullarla empati kurmak ve iç disiplinli bir yaşam için vardır… Bu amaçla peygamberler tarafından sık sık dini buyrukları belirleyenin yalnızca Allah ve ilahi kitap olduğu vurgulanır ki insanların özgürlüğü birileri tarafından din adına kısıtlanmasın. Yine o peygamberler sınırsız güç sahibinin yalnızca Allah olduğunu vurgulamışlardır ki insanlar birilerine boyun eğip de kendilerini küçük düşürmesinler.

11Hud/1-2-“(Bu) İlahi bir kitaptır ki, ayetleri her şeyden bütünüyle haberdar olan hikmet sahibi (Allah) tarafından kendi içlerinde açık ve anlaşılır kılınmış, birbirleriyle açıklanmış ve ayrıca birbirleriyle bağlantılı olarak etraflı biçimde dile getirilmiştir ki, Allahtan başkasına kulluk etmeyesiniz. (Ey Peygamber, de ki:) “Bakın ben size Onun tarafından bir uyarıcı ve müjdeleyici (olarak) görevlendirildim:”

Diğer bir ifadeyle Allah’ın ilahi kitabının veya peygamberin gündeminde insani ve ahlaki değerler vardır. Müslüman; Allah, ilahi kitap ve peygamber deyince insani ve ahlaki değerleri anlar. Ne var ki mistik ve ateist tiplemeler, konuyu Tanrı’nın varlığına getirirler. Ateist, “Tanrı var mıdır? Zannetmiyorum. Varsa neden?” diye başlar sorularına. Mistik, “Tanrı vardır, ama Tanrı kimdir, gördüğünden veya benden başkası mıdır, evrenden ve evrenin içindekilerden başka Tanrı var mıdır? Ben birebir Tanrı olmasam bile bende de Tanrılık özelliği veya Tanrı’dan parça vardır” demeye getirir. Dikkat edilirse ateistin de mistiğin de gündeminde insani ve ahlaki değerler egemen değildir. “Tanrı ya yoktur veya varsa Tanrı benim” gibi. Oysa gündem Tanrı ise bu durumda O’nun bildirdiği değerleri konuşmak gerekmez mi? Ya hiç konuşmazlar veya ikincil sorun olarak gündeme getirirler. İki grup da Tanrı’nın bildirdiği değerlere odaklanmaz. Biri Tanrı’ya inanmadığı için konuyla da ilgilenmez, diğeri ise o zaten Tanrı olduğu için kendisi için artık bu kuralların geçerli olmadığını sabuklar. Ne de olsa ‘ermiş’, ‘aşmış’, ‘olmuş’tur. Kısaca insanlığını tamamlamış, insanlıktan çıkmış ve Tanrılığa soyunmuştur.

7A’raf/29-De ki: “Rabbim adaleti emretti

4Nisa/58-“Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri, onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size bu şekilde ne güzel öğüt veriyor.”

6En’am/151-De ki: “Gelin, Allahın (gerçekten) neyi yasakladığını size anlatayım: Ondan başka şeylere asla ilahlık yakıştırmayın; anne babanıza iyilik yapın (ve onlara karşı saygısızlıkta bulunmayın); ve çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin; (çünkü) sizin de onların da rızıklarını sağlayacak olan biziz; açık veya gizli hiçbir utanç verici fiil(fuhuş) işlemeyin; ve haklı bir gerekçeye dayanmadan Allahın haram kıldığı cana asla kıymayın: Allah bunu size emretti ki aklınızı kullanabilesiniz;

6En’am/152-“ve rüşd yaşına erişmeden önce yetimin mal varlığına -onun iyiliği için olmadıkça- dokunmayın“. (Bütün alış verişlerinizdeölçü ve tartıya tam olarak, adaletle uyun; (Biz) hiçbir insana taşıyabileceğinden daha fazla yük yüklemeyiz; ve bir görüş belirttiğinizde, yakın akrabanıza (karşı) olsa da, adil olun. Allaha karşı taahhütlerinize (daima) riayet edin: bunu Allah size emretti ki ders alabilesiniz.”

Oysa insanları mutlu-mutsuz eden, huzurlu-huzursuz eden konu Allah’ın varlığının ispatlanması ya da ispatlanamaması değildir. Asıl gerekçe, insan onuruna yakışan insani ve ahlaki değerlerin hayata hâkim kılınıp kılınmamasıdır. Dolayısıyla Allah’ın varlığını gündemlerinin en önemli konusu haline getiren din yandaşı ve din karşıtı oluşumlar insanların onurlu yaşamasının değil başka işlerin peşindedirler. Çoğu defa hiçbir değer üretmeyen ve başkalarının sırtından geçinen bu insanlar ancak laf cambazlığıyla, demagojiyle ve masa başı sohbetlerle vakit geçirmektedirler.

31Lokman/22-“İnsanlar arasında öyleleri var ki, bilgisi olmayanları Allah yolundan saptırmak ve onu gülünç duruma düşürmek için (yol gösterici mesajlar üzerinde) kelime oyunu yapmaya (oyalayıcı sözlerle vakit geçirmeye) kalkışırlar: böylelerini alçaltıcı bir azap bekliyor.”

6En’am/112-“Ve işte böylece, biz, hem insanlar hem de görünmez varlıklar içinden zihin çelmeyi amaçlayan yaldızlı/parlak yarı hakikatleri birbirine fısıldayan şeytani güçleri her peygambere düşman kıldık. Ama Rabbin dilemedikçe onlar bunu yapamazlardı: o halde, onlardan ve onların mesnetsiz hayallerinden uzak durun!”

6En’am/113-“Ki ahirete inanmayanların kalpleri o(nların yaldızlı sözleri)ne kansın, ondan hoşlansınlar ve onlar, işledikleri suçları işlemeğe devam etsinler.”

18Kehf/56-“Biz, peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. İnkâr edenler ise, hakkı batılla çürütmek için mücadele ederler. Ayetlerimizi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar.”

22Hacc/8-“İnsanlardan kimi, hiç bir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır durur.”

40Mümin/56-“Kendilerine gelmiş hiçbir kanıt olmadan, Allah’ın ayetleri hakkında tartışıp duranlar var ya, onların göğüslerinde, asla ulaşamayacakları bir büyüklüğün kuruntusu vardır. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

Mistik öğreti, özünde bir çeşit panenteist anlayışa sahiptir. Teorik (ideolojik) tasavvuf anlayışında karşıt inançlar, dinler ve onların mensupları arasında bir fark yoktur. Nitekim tasavvufçuların en önde gelen isimlerinden biri olan Muhyiddin İbn Arabi kitaplarında açıkça şunu dile getirmiştir: “İnsanlar Allah hakkında çok değişik şeylere inanmışlardır. Bense onların inandıklarının tamamının doğru olduğuna inanıyorum.” “Tek varlıktan başka varlık yoktur. Şu halde aydınlık(nur) ile karanlık(zulmet) aynıdır.” İbn Arabi, Fusûsu’l-Hikem, s.151. “Allah bana hamd eder, ben de O’na hamd ederim. O, bana kulluk(ibadet) eder ben de O’na.” Fusûsu’l-Hikem, s.1/83 “Müslüman putun ne olduğunu bilseydi, dinin putperestlikten ibaret olduğunu anlardı. Müşrik putun farkında olsaydı, dininde hiç dalalete düşer miydi?” Fusûsu’l-Hikem, 1/258.

 

Gazali, ‘La ilahe illallah’ sözünün cahillerin(avamın) tevhidi olduğunu, ‘La huve(mevcude) illallah’ sözünün ise tarikatçı seçkinlerin tevhidi olduğunu savunmuştur. Gazali, Mişkatü’l-Envar, 124. Böylelikle Gazali Allah’tan başka varlık olmadığını örtülü biçimde ifade etmiştir. Oysa Kur’an’da 3Al-i İmran/18’de, Allah’ın, meleklerin ve adaletli ilim sahiplerinin tevhidinin ‘La ilahe illallah’ olduğundan söz edilmiştir.

3Al-i İmran/18-“Allah, (bizatihi Kendisi) ile melekler ve hak ve adaleti gözeten ilim sahipleri O’ndan başka tanrı olmadığına şahittir: O’ndan başka tanrı yoktur, O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

 

Mistik literatürde üstad; inisiyatördür, mürşittir, şeyhtir, pirdir ve tektir, öğrenci ise inisiye adayıdır, mürittir. Bir inisiyatör, öğrencisinin kalbinden ve aklından geçenleri bilebilir ve hatta onun rüyalarını denetleyebilir. Sırlar mitolojisi ile geniş halk yığınları aldatılır. Bazı gerçeklere, “gözlerini kapayarak”, sezgileri ile ulaşmaya çalışmıştır. Mistisizm bu çabaların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Kimileri küçük sırları çıraklık sırları, büyük sırları kalfalık sırları, hakiki (hakikata ait) sırları da ustalık sırları olarak adlandırır.

İnisiyasyon denilen eğitim, Batınilikte, genel olarak “tedris, irşat” olarak ifade edilmekle birlikte, Tasavvufçular ve İslam İlahiyatçıları inisiyasyon sözcüğünün özel anlamdaki karşılığının tasavvuf olduğunu düşünürler.

İdeolojik tasavvuf; düşünceler, inançlar ve insanlar arasında bir fark görmezken, tasavvufa yeni giriş yapan mürit buna inanmaz ve bu yönde davranmaz. Onun için tek doğru; bağlandığı şeyhi, piri, tarikatı ve tarikat mensuplarıdır. Mistik hiyerarşi basamaklarında üst mertebelere çıkan sofu veya inisiye, gitgide değerlerden soyutlanır, bizzat kendisi üstün bir değer haline gelir. Allah ile direkt ilişkiye geçebileceğine inanır, kendisini peygamberler ve onların getirdiği mesajların üstünde ve hatta bu mesajlardan muaf görürler. Zamanla Allah’ı, ötede beride aramak yerine kendi içinde olduğuna, bu sözü anlamayanlara kendisinin Allah’ın yansıması olduğuna, eğer ortam uygun ise kendisinin bizzat ‘O’ olduğunu iddia ederler. Bedeninin Allah’ın evi olduğunu, eğer hac etmek isteniyorsa kendisinin bedeni etrafında tavaf yapılabileceğini, Allah adına ne yapmak isteniyorsa kendileri adına yapılabileceğini savunur.

Mürşid-i Kamil (kemale ermiş, olgunlaşmış) olarak kabul edilen şeyh, dünyadan elini eteğini çekmiş biridir. “Tasavvuf kâal (laf-söz) değil, hâl(durum) yoludur.”

 

 

MİSTİK KİŞİLİKLERE YAKIŞTIRILAN ÖZELLİKLER

1. Onlar kutsal kişiliktir; günahsızdırlar, yanılmaz, unutmaz ve kusursuzdurlar.

2. Gaybı; geleceği, gizliyi ve insanların kalbinden geçeni bilirler.

3. Ne dua ederlerse etsinler, Allah onların dualarını kabul eder.

4. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler.

5. Savaşta ordunun en ön safında yer alır ve görünmezler.

6. Anında en uzak yerlerde bulunabilirler. (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendîlik, Ferid Aydın)

Meşhur mistikler, sofistlerin ve Budizm’in etki alanına giren coğrafyalarda yetişmişler ve düşüncelerini bu bölgelerde savunmuşlardır.

 

 

MİSTİSİZMDE İLGİNÇ ANLAYIŞLAR

1. Buldukları zaman sabrettiklerini, bulamadıkları zaman şükrettiklerini söylerler. Bulunca şükredip, bulamayınca sabredenleri köpeklere benzetirler.

2. Şeyhi olmayanın şeyhinin şeytan olduğuna inanırlar.

3. Tasavvuf, itirazdan vazgeçmektir.

4. Şeriat: Seninki senin, benimki benimdir, der. Tarikat: Seninki senin, benimki de senindir, der. Hakikat ise: Ne seninki diye bir şey var, ne de benimki diye bir şey var, der. Yani hiçbir şey yoktur.

5. Şeyh uçmaz, mürit uçurur. Esasında şeyh uçamaz. Ama şeyhi gözünde büyüten mürit, onu uçtuğunun propagandasını yapar.

6. Seçkin sınıf (havass), hiçbir ilkeyi mutlak gerçek veya doğru olarak görmez. Bununla çağdaş ruhçu(spiritualist) ‘New Age’ akımıyla paralellik taşırlar.

 

 

İSLAM ve MİSTİSİZM

1. İslam’ın temeli; “Lâ ilahe illallah”, yani “Allah’tan başka ilah yoktur” ilkesine dayanırken, Tasavvuf’un temeli; “La mevcude illallah”, yani “Allah’tan başka varlık yoktur” ilkesine dayanmaktadır-3Al-i İmran/18

2. İslam’ın gündeminde Allah ve O’nun bildirdiği değerler (din) yer alırken, Tasavvuf’un gündeminde tarikatın kurucuları veya evliya bildikleri şeyhler, pirler ve onların menkıbeleri yer alır-7A’raf/3

3. İslam’da Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez-42Şura/11 112İhlas/4 Tasavvuf’un fikir babası Muhyiddin İbn Arabi, eserlerinde açıktan; “Yaratan yaratılandır(halik mahluktur), yaratılan da yaratandır(mahluk haliktir). Bunların hepsi tek varlıktır.” anlayışını savunmuştur. Yine İbn Arabi, Firavun’un rablık iddiasını(79Naziat/24), Firavun’un Allah olduğuna bağlamıştır.

4. İslam’da kaynak Kur’an’dır ve Kur’an’ı destekleyen her şeydir . Oysa Tasavvuf’ta kaynak, şeyhlerin ve pirlerin rüyaları ve ilhamlarıdır.

5. İslam aklı kullanmayı över(8Enfal/22-24 10Yunus/100), Tasavvuf aklı kullanmayı yerer. Bu yüzden Tasavvuf’ta bilenle bilmeyen arasında bir fark yoktur. Oysa İslam’da bilenle bilmeyen bir değildir-39Zümer/9

6. İslam’da sadece Allah’ın ‘bir bildiği(hikmeti) var’ iken, Tasavvuf’ta şeyhin ‘bir bildiği var’ ilkesi esastır.

7. İslam’da kişi mal varlığını Allah ve O’nun bildirdiği değerler uğruna paylaşır. Tasavvuf’ta şeyhinin istekleri uğruna harcama yapar.

8. Tasavvuf’un kullandığı çoğu kavram Kur’an’da apayrı anlamlarda kullanılmıştır.

9. İslam’ı; türbelerden medet bekleme, muskacılık, bez bağlamak, üfürükçülük gibi hurafelerle özdeşleştiren Tasavvuf’tur.

10. İslam’da hatalarıyla sevaplarıyla, doğrusuyla yanlışıyla insan insandır. İnsanca yaşar, insanca ölür, insanca dirilir. Tasavvufta insan, kendinden geçme (vecd, sekr) sonucu ortaya atılan insanüstü bir varlıktır. Oysa Kur’an’a göre kimse, Allah’a ait bir parça(cüz) değildir-43Zuhruf/15

11. İslam’da zikir, Allah’ı ve O’nun bildirdiği değerleri gündemde tutmaktır. Tasavvufta zikir, bazı dini sözcükleri belli sayılarda binlerce kez tekrar etmektir. Zikrin anlamı için bkz. Atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha fazla Allah’ı zikredin-2Bakara/200

12. İslam’da ruh vahyedilendir veya vahyin getirdiği ilahi bilinçtir. Tasavvufta ruh, kendi içlerinde taşıdıklarına ve bu sayede Allah’tan bir parça taşıdıklarını iddia ettikleri bir tözdür. Kur’an’da ruh için bkz: 16Nahl/2 40Mümin/15 42Şura/52 Ruh konusunda fazla bilgimiz yoktur-17İsra/85

 

 

RUHBANLIK

Ruhbanlık, din adına dünyevi nimetlerinden uzaklaşmak. Allah adına yorum yapma veya son noktayı koyma yetkisini kendisinde görmektir. Allah adına dine eklemeler yapmak, din sınıfı oluşturmak, dinde tekel oluşturmak ruhbanlığın genel özelliklerindendir.

 

 

İSLAM’IN RUHBANLIĞA BAKIŞI

1)İslam’da din adamı diye bir sınıf, dinsel otorite veya din kurumu diye bir kurum yoktur. Kısaca son sözü söylemek veya bir konuda yapılabilecek olası açıklamaların önünü sonsuza kadar kapatmak hiç kimsenin tekelinde değildir.

2)İnsanlardan bazısı Allah’ın öz, bazısı üvey yakını değildir. O’na göre herkes eşit uzaklık ve eşit yakınlıktadır. Bazı uluslar, diller veya kişiler bir diğerinden Allah’a daha yakın veya daha kutsal değildir. Allah’a yakınlık, ancak O’na ve O’nun bildirdiği değerlere bağlılıkla kurulur.

3)Ahireti elde etmek için sırf kendine eziyet etmek için dünyalarını zehir-zindan edenlerin, ahiretlerini mutlaka kurtacakları gibi bir inancın bir temeli yoktur.

4)Sağlıklı-kaliteli şeyleri yeme-içme, giyinme, sağlıklı-kaliteli bir yaşam sürmek, Allah tarafından önemsiz veya değersiz olarak görülmemiştir. Tam tersine, sağlıklı-kaliteli yaşam idealize edilmiştir.

5)Yüce Rabbimizin mesajı Kur’an, ahiretteki yaşamı değil, dünyadaki yaşamı düzenlemek için insanlığa iletilmiştir.

6)Allah adına bağışlayacak, cezalandıracak veya ödüllendirecek hiçbir kurum ve otorite meşru(yasal) değildir.

7)Allah, kendi katında aracılık edecek, kayırımda bulunacak hiçbir istismarcıya izin vermemiştir, kimseye mutlak yetki vermemiş ve özel bir kişiye taahhütte bulunmamıştır.

 

 

 

 

MİSTİSİZMİN TARİHİ VE TARİHTE MİSTİKLER

Pisagor (M.Ö.580-M.Ö.500) tarihlerinde Ege sahillerinde İyonya’da (Yunan ve İtalya bölgeleri) yaşamıştır. Pisagor, antik Mısır ve Babil(Irak) kâhinlerinden 34 yıl eğitim almıştır. Kahinlik üzerine ders alan Pisagor İtalya’ya döndüğünde Orfik öğretilerin ve gizemciliğin savunucusu olmuştur. Mısır’da Osiris dininin eğitimini de almıştır. Mısır, Babil tarafından işgal edilince, matematik ülkesi Babil’de aldığı eğitimle de matematiksel bazı rakamların gizemi üzerine teoriler geliştirmiştir ve böylece bazı rakamları putlaştırmıştır.

Orfik dini veya öğretisi, eski Mısır’dan özellikle Pisagor ve Eflâtun gibi filozofları etkilemiştir. M.Ö. 6. asırda gizli bir tarikattır. “Orpheus (Orfüs)” sözcüğü efsanevî bir şarkıcının isminden gelir. Bu dinin tanrısı Dianysos adı verilen ve Trakya’dan gelmiş olan ve sarhoşluk hallerini kutsayan bir efsane tanrısıdır. Bu dinin inananları ayinlerini muayyen bir cezbe ve sarhoşluk halinde yaparlardı.

Orfik dininin temelini oluşturan bu inanç, bu dünyayı, önceki hayatta işlenmiş suçların cezalarının çekildiği bir yer, çile çekme yeri olarak görür. Böylelikle ruh güya arınacaktır. Orfik dinine paralel olarak gelişen ve Pisagor ile Eflâtun gibi filozoflarca da benimsenen tenasüh (ruh göçü-reenkarnasyon) fikrinin gelişmesinde ve yayılmasında, bu dinin rolü olmuştur. Bu din yahut tarikat ayrıca, Yahudi essenist anlayışını, gnostisizmi, oradan da Hıristiyan doktrinini etkilemiştir.

Pisagor, gizemciliğin(ezoterizm) büyük üstatlardan(inisiyator) biri olarak kabul edilir. Bir enstitü açarak kehanetlerde bulunmuş ve kendi gizemci (ezoterik) ekolünü kurmuştur.

Osiris dininin, yitik efsanevi kıta Atlantis’ten Mısır’a getirildiği iddia edilir. Terim ilk kez ünlü Mu araştırmacısı James Churchward tarafından kullanılmıştır. Efsaneye göre, Osiris Atlantis’de doğdu, belirli, bir yaşa gelince, bilgisini derinleştirmek üzere Mu Kıtası’na gitti. Mu kıtasında ruhçuluk(spiritüel) eğitim aldı. Üstadlık derecesine ulaşınca ülkesi Atlantis’e döndü. Bu öğretinin savunusunu yaptı. Zamanla Atlantis’in ruhani lideri haline geldi. Bu öğreti, İ.Ö.16.000 yıllarında Atlantis’li bir bilge olan Hermes-Thot tarafından Mısır’a getirildi.

James Churchward’e göre Atlantis, efsanevi Mu uygarlığının bir sömürgesidir. ‘Atlantis’ sözcüğüne Platon’un diyaloglarında rastlanır. Platon’a göre Atlantis, yaklaşık M.Ö.9500 yıllarında Atina’yı fethetmeye çalışan, ancak başarılı olamayıp bir gecede okyanusa batmış bir uygarlıktır. Esasında Platon, antik Mısır’ı ziyaret ederek birkaç orada yıl kalmış. Mısır’da mistik öğretiyi tanımış ve inisiye(mürit) olmuştur. Platon’un diyaloglarında anlatılan Atlantis, genellikle Platon tarafından kendi politik teorilerini anlatmak için yaratılmış bir efsane olarak görülür.

Mu, iddiaya göre yeryüzünde insanın ilk ortaya çıktığı yer ve Büyük Okyanus’ta efsanevi batık bir kıtadır. Bu kıtada 70.000 yıl önce tek tanrılı bir din bulunuyordu. Daha sonra ruhçuluk, sembolizm, reenkarnasyon, telepati, çift bedenlenme, astral seyahat gibi medyumların ve mistiklerin savundukları görüşler hakim olmuştur. Ne var ki Büyük Okyanus dibinde Mu kıtasını kanıtlayacak herhangi bir SiAl (silisyum/ alüminyum) kayaya rastlanmamıştır.

Bilindiği kadarıyla dünyanın ilk demokratik düzeni M.Ö. 500′de Kleisthenes tarafından kurulmuştur. Demokrasi gücünü şehirli erkeklerin oluşturduğu bir meclisten alıyordu. Bu meclis, sadece yerel halkı kapsıyor, köleleri ve Atina’lı olmayanları bunun dışında kalıyordu. Yeni kurulan demokrasiyle birlikte pek çok konu tartışmaya açıldı. Meşhur filozoflar Sokrat (M.Ö.470-M.Ö.490), Eflatun (Platon) (M.Ö.427-M.Ö.347), Aristo(M. Ö. 384-322) bunun öncülerindendi.

Antikçağ Grek’de(Yunanda) sofistler evrensel doğru olamayacağını, hakikatin göreceli olduğunu savunmuşlardır. Bunların öncüleri Protagoras ve Gorgias’dır. Protagoras’a göre biri için doğru olan bir şey, bir başkası için yanlış olabilirdi. Protagoras, Heraklitos‘un (M.Ö.535-475), ‘Doğadaki her şey değişmektedir, bir nehirde iki kez yıkanılmaz’ sözünden hareket ederek objektif anlamda genel geçer bir bilginin ve doğrunun olamayacağını savunmuştur. Protagoras’a göre bilgi, doğrular ve değerler tümüyle görelidir, hakikat insana göre değişir. İnsan her şeyin ölçüsüdür. Protagoras Tanrı konusunda agnostikbir tavır almıştır. Dinsizlikle suçlandığından dolayı kaçmak zorunda kalmış ve kaçarken boğulmuştur.

Kuşkuculuğun ve hiççiliğin öncülerinden Gorgias ise göreliliği daha da ileri götürmüştür. Hiçbir değerin var olmadığını, bilgi bile mümkün olmadığını, insanlara ikna yoluyla her şeyin kabul ettirilebileceğini savunmuştur. Onun anlayışına göre; Hiç bir şey yoktur. Bir şey varsa bile bilinemez. Bilinse bile başkalarına bildirilemez.

Sofistler felsefeye karşı bir tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Doğadaki doğal yasalar dışındaki her şeyi reddetmişlerdir. Bunun sonucu her türlü düşünce ve inanca kuşkuyla bakmışlar, haklı haksız ayrımı yapmamışlardır. Onlara göre bir diktatörle hak ve adalet savunucusu arasında bir fark yoktur. Çıkarları için her yolu denemişlerdir. Söz sanatlarını, hokkabazlığı, zengin öğrenci avcılığını, masalları, fikir sahtekârlığını kullanmışlardır.

Mistik akımın öncülerinden biri de Philo’dur. Philo, Helen kültürü ve İskenderiye Yahudiliğinin bir temsilcisidir. M.Ö. 20 yıllarda yaşamıştır. Düşüncelerinden Yahudiler değil daha çok Hıristiyanlar etkilenmiştir. Philo, eserlerinde Yunan bilgeliğinin aslında Yahudi öğretisine dayandığını göstermek istemiştir. Philo’nun, çalışmalarında Platon’dan etkilendiği görülür. O’na göre Platon’un idealar dünyasına ulaşmak için derin düşünceye ulaşmak ve maddi zevklerden uzaklaşmak gerekir. Bu süreci gösterirken Philo, ruhun Tanrı’ya yükseldiğini, Tanrı’nın da insan ruhuna indiğini söyler. Sonsuz olana yükselirken insanlar kendilerini dünyevi bağlardan kurtarmalıdır. Philo hermeneutik sistemi kullanmış, sayı gizemciliğini Pisagor’un öğretisiyle birleştirmiştir.

Tabiatçı panteizmde tek realite tabiattır. Tanrı, tabiatın içinde var olandır. Bu öğretiyi daha çok Dideron, Boron d’Holbach savunur. İdealist panteizmde tek realite ruhtur. Tanrı, ruhun özünde var olandır. Hegel, Fichte, Brunschvicg bu anlayıştan yanadır. Teolojik panteizmde evrende tek realite Tanrı’dır. Hiçbir şey onun dışında değildir, her şey odur.

Panteizm; Hinduizm ve Budizm gibi doğu dinlerinde hayal gücü geleneğine uygun bir anlayıştır. Felsefî bir tasarım olarak Panteizm eski Yunan felsefesinde Plotinos (205-270), Rönesans’tan sonra ise, Dominiken tarikatına giren ve her şeyin Tanrı olduğunu savunduğu için diri diri yakılan Giordano Bruno (1548-1600), Alman Jakob Böhme ve Endülüs’te Muhyiddin İbn Arabi’den etkilenen Hollandalı Yahudi ailenin çocuğu Spinoza (1632-1677) tarafından savunulmuştur. Bu filozoflar, tasavvufçuların eserlerinden etkilendikleri gibi onların ileri sürdükleri panteist görüş de tasavvufçuları etkilemiştir. Panteizmin düşünsel kökü Antik Çağ Yunan Stoacılığına dayanır ve ruhçuluğu(spiritualizm) savunur. Evrenin ruhu olduğu anlayışını, Hegelciliği ve Spinozacılığı doğurmuştur.

Hinduizm’de “Vedalar’ın tefsiri olan Vedanta’nın öğretilerinin özü vahdet-i vücuttan(evrenin Tanrı’nın yasıması veya Tanrı’dan bir parça veya Tanrı’nın kendisi) ibarettir. Vedanta’ya göre, her birimizin ruhu Brahman’ın bir parçası, bir zuhur ve tecellisi değil, bütün kemaliyle sermedi ve bölünmez olan Brahman’ın kendisidir

Bilindiği gibi, bundan sonra ortaya çıkan Budizm’de de bu dünya insan için bir nevi zindan telakki edilmiş ve bundan kurtulmak için yıllarca çile hayatı yaşamak gerektiği kabul edilmiştir. Bu çileli hayatın sonunda insanlar “nirvana” denilen mertebeye ulaşırlar ki, tasavvuftaki “fena fillah” mertebesine ulaşılmış sayılır. Hint dinlerinin hemen tümünde bu ruhaniyetçi eğilim hakimdir.

Mısır toplumunda da ruhaniyetçi eğilimin daha açık bulunduğu ve bu­gün İslam toplumunda tarikatlarda bulunan şeyh-mürid sistemi ile sülük sisteminin egemen olduğu görülmektedir. Antik Mısır toplumunda bu işle­rin üstadı Hermes Toth kabul edilmektedir. Hermes bir kişi olarak Mısır’ın en eski ve en büyük mürşididir.

Antik Mısır’daki bu ruhaniyetçi eğilim sistemleştirilmiş ve bugün tarikatlardaki seyr ve sülük sistemi gibi bütün boyutları ortaya çıktığına tanık olmaktayız.

Yahudi toplumuna baktığımızda da benzer ruhaniyetçi anlayış ve eğilim bulunduğunu, nefsin arınması, çile, ruhun kurtuluşu, aşk ve irfan motifleri­nin egemen olduğunu görüyoruz.

“Zahor (Kabbala’nın Nur bölümü)’a göre ruhlar, ilahi olan asıl vatanlarına dönebil­mek için temizlenip saf hale gelmek ve geldikleri ilahi yeri ve kaynağı bilmek, bu­nun için de bazı çileler geçirmek zorundadırlar. Ruh, bilgi ve irfana ancak dünyada­ki hayatında ulaşabilir. Eğer bir ruh, dünyadaki hayatında irfana ve marifete(sezgi, rüya ve ilhamla gelen bilgiye) ulaşamazsa, dünyaya tekrar başka bir kalıpta gelip yeniden bu yolda çalışmak zorundadır. Bu ikinci kez hayatında da bunu başaramazsa, tekrar gelip gitmeye devam eder ve bu gelip gitmelerden ancak irfana ve marifete kavuştuktan sonra kurtulur. Ruhun ilahi olan aslına geri dönmesi sonsuz bir lezzete geri dönmesi demektir ki; bu, sadece ölümle sağlanmaz. Ruhu ilahi olan aslına kavuşması daha bu dünya hayatında iken de mümkündür. Bunun da iki şartı vardır:

Hıristiyan toplumunda da riyazet(az yiyip-az uyumak/perhiz), dervişlik ve çilekeş rahiplik hayatının egemen olduğu bilinen bir gerçektir. Mevcut Hıristiyanlık öğretilerinin bü­yük bir kısmı da dünyadan uzaklaştırıcı (ruhbanlaştırıcı) konularla ilgilidir. Ruhaniyetçi eğilim din anlayışında hakimdir.

“Miladi birinci yüzyılda Hıristiyanlar içinde “Gnostikler(marifetçiler)” denilen bir çeşit mutasavvıflar türemiştir. Bunlar Allah’ın zatı ve sıfatları hakkında, esası, rabbani birer ilham olan ve ulu kişiler aracılığıyla anane ile süregelen yüksek bir bilgiye sahip olduklarını iddia etmişlerdir. Fakat Hıristiyanlıkta ta­savvuf, ilk önce miladi birinci yüzyılda yaşamış olan ve İsa’nın havarilerin­den Paulus eliyle Hıristiyan olan ve hatta Atina Piskoposluk makamını da eline geçiren Denys l’Areopagite’de görülmektedir. Tasavvuf kelimesinin Garp dillerindeki karşılığı olan Mysticisme deyimini de ilk defa kullanan odur.

Denys, özellikle ilahi isimler (Noms Divins) adlı kitabında ruhun duyular aleminden nasıl sıyrılabileceğini, bu dünya ve nimetlerini nasıl bırakabile­ceğini ve bizzat kendinden de geçerek, kendini de yok edip Hakka nasıl ulaşabileceğini öğretmektedir ki, sonu Allah’a ulaşan bu yol, aklen istidlal yolu değil, aşk yoludur.

Mutlak varlığın saklandığı perde akılla değil, ancak aşk ile kalkabilir. Bu da her şeyden ve kendinden geçerek tam bir feragat ile her türlü engelleri aşarak, aşk sayesinde gizli alemlerin nurlarıyla nurlanmakla olabilir.

Kabala Musevilik içinde, Tasavvuf İslam içinde bir mistik hareket iken Gnostisizm hem Hristiyanlık içinde bir mistik hareket hem de Hristiyanlığın dışına çıkan çeşitli mistik gruplara işaret etmekte kullanılan bir terimdir. Kimileri Hristiyanlığın Musevilikten doğan bir mistik grup olduğunu iddia etmiştir. Budizm’de Vajrayana, Hinduizm’de de Vedanta bu dinlerin mistik kolları kabul edilebilir.

Türklerin dinî tarihlerinde, bugünkü ilmî tahliller sonucunda bozkır medeniyetlerinin tabii bir sonucu olarak Türklerin toprak, su, ağaç, gökyüzü, güneş, ay ve yıldızların gizli kuvvetler taşıdıklarına inandıkları tespit edilmektedir. Böylece onların en eski dinlerinin “tabiat kültü”, “atalar kültü” ve “gök tanrı kültü” şeklinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Şamanizm’in ise dinden ziyade bir büyü sistemi olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır.

 

 

MİSTİSİZM TARİHİ

İslam dünyasında ilk çıkış dönemi, 875-925 yıllarıdır. Allah ile kâinat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides’tir. Daha sonra Yunan filozofu Platon savunmuş ve geliştirmiştir, sonra Platines onun izinden yürümüştür. Çeviri hareketi ve İran ve Hint kültürünün etkisiyle Müslüman toplumlarda da benzer görüşe destek verenler çıkmıştır. Hıristiyan Stoacı ve Hermesçi düşünceden etkilenmişlerdir. Hallac-ı Mansur, Zunnun el-Mısri, Mevlana, Muhyiddin İbn Arabi, Nesimi bunlardandır. Vahdet-i Vücud’un en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran’dır. Sonraları diğer bölgelere de derece derece yayılmıştır. İlk tekke, Suriye ile Ürdün’e yakın bölgelerde Hıristiyanlarla birlikte yaşayan halk, daha dindarlaşmak için bir lokma, bir hırka ile manastıra kapanan ve kendini Allah’a adayan Hıristiyanları örnek alarak kurulmuştur. Oysa Peygamber, ancak vahiy almadan önce(42Şura/52) dağdaki(Hira’daki) bir sığınağa (inziva türü bir yaşam) gidip gelmiştir. Vahiy aldıktan sonra toplumla iç içe yaşamıştır. Dünyadan el etek çekme anlayışı, Budist rahiplerinin ve Hıristiyan keşişlerinin bir yaşam biçimidir. Tarihte Tasavvuf’a karşı, Hariciler, İmamiler, Sünnilerden Hanbeli mezhebi, Zahiriler ve Mutezile açıkça tavır almışlardır. İbn Cevzi, İbn Teymiyye, İbn Kayyim bunlardandır. Tekkeler; bilgi ve hizmet yeri olarak kullanıldığı gibi gayri meşru işler de kullanılmıştır. Tasavvufta araştırma yerine empoze etme, düşünme yerine taklit esastır. Tasavvufta raks, sema’ ve müzik, dinin bir parçası olarak görülmüştür. Tasavvuf’un önemli bir handikapı, İslam’ı çile dini diye takdim etmesidir.

İslam’ın ilk yüzyılında Araplar arasında tasavvuf diye bir şeyin bulun­madığı, bunun ancak ikinci yüzyıldan itibaren ve İslami fetihlerin ardından başladığı bilinmektedir. İlk temsilcilerinin de acemler olduğu bir gerçektir. Bir sapma şeklinde toplumda başlayan zühd akımının tasavvuf kültürüne can kurtaran simidi gibi sarıldığı ve zamanla tekamül ederek tasavvuf ola­rak revaç bulduğu bilinmektedir. Nitekim İslam tarihinde tasavvuf akımının bariz temsilcileri olan mesela Kuşeyrî, Hucvirî, Cami, Attar, Kelebazî, Suhreverdî, Gazali, Bistamî, Hallaç, Tusî, Tebrizî, Rumî, Muhasibi gibi ki­şilerin de acem (İran menşeli) oldukları bir gerçektir. Diğer taraftan ana konuların hemen pek çoğunda tasavvuf ile gulat(aşırı) şiilik arasında bir aynilik ol­duğu görülmektedir. (İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslam, s.71) Günümüzde ruhçuluk(spiritualizm) taraftarı ‘New Age’ akımı mistik öğretilere düşünsel destek vermektedir.

Prof. Amiran Kurktan: “Eskiden Hindistan’da Brahman, Mısır’da Hermes mezheplerinin dış yüzlerinden başka bir de iç yüzleri vardı ki, bu, ledûn(İlahi sırlara ait) ilmini gizli olarak derece derece yalnız mürid ve müntesiplere verirlerdi. Bunun konusu tasavvuftan başka birşey değil­di. Dinin Panteizme döndüğü çağda, ezeli, kendiliğinden varolan bir Allah’ın var­lığına inanılmış, buna Brahma ismi verilmiştir.

Daha çok ibadet etmek veya daha fazla maneviyatçı olmak için Allah’ın kendilerine farz kılmadığı rahipliği uydurmuş ve dini bozmuşlardı. Hz. İsa’ya insanüstü nitelikler yakıştırarak onu ilahlık derecesi­ne çıkarmış ve sonuçta üçleme(teslis) inancına düşmüşlerdir. Allah’ın kendilerine indirdiği ilahi kitaplarla hükmetmeyi bırakmış, rahip ve papazlarını din koyucu durumuna koymuşlardı. Onların helal ve haram hükümlerine boyun eğmiş ve tanrının hükümleri gibi bağlanmışlardır. Bundan dolayı hem Yahudilere, hem de Hıristiyanlara hitap ederek haham ve rahiplerini tanrı edindiklerini belirtmiştir:

Onlar, Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i rableri ola­rak kabul ettiler.” 9Tevbe/31

Rahiplik hayatını sürdürmek ve maddi hayattan uzaklaşmak için Hıristiyanların manastırlara kapandıkları, dünya zevklerinden kendilerini mahrum etmek için rahiplerin evlenmedikleri ve çile hayatı yaşadıkları bilinmektedir. Bütün bunlar maneviyatçı eğilimin ağır basması ve iki eğilim ara­sında dengenin bozulması sonucu ortaya çıkan durumlardır. Bu eğilimin ağır basması sonucu Hıristiyan inancına birçok esrarengiz ve mistik unsurlar da karışmış, Hıristiyanlığa daha fazla ruhaniyetçi bir karakter kazandır­mıştır.

O dönemde İslam devletinin mali durumu fetihlerle birlikte her gün gittikçe güçlen­miş ve toplumda zenginlik, elle tutulur bir şekilde gerçekleşmiştir. İslam devletine ganimetler ve servetler dört bir taraftan akıyordu. Bu da toplum­da belirgin bir refah seviyesi meydana getiriyordu. Diğer taraftan gerek fe­tihler sonucu ve gerekse gördükleri manzara karşısında insanlar kitleler ha­linde İslam’a giriyor ve İslam devletinin nüfusu gittikçe büyüyordu. İslam toplumu Araplar ve Arap olmayan mevali denilen topluluklardan oluşmaya başlamıştı. Bu Arap olmayan insanlar İslam toplumuna girerken beraberle­rinde önceki inanç ve kültürlerinden birçok unsurları da taşıyorlardı. Ama bu güzel günler çok sürmedi. Hz. Osman’ın hilafetinin özellikle ikinci yarı­sında bu berraklığı bulandıran birtakım nahoş olaylar meydana geldi. Bir takım çevrelerin fitne ateşini alevlendirmeleri ve kimi yöneticilerin halkı te­dirgin eden davranışları sonucu toplumda çok tatsız ve kötü etkileri günü­müze kadar süren olaylar meydana geldi. Daha hayatta iken ashaptan seç­kin kişiler birbirlerine kılıç çekmek ve birbirinin kanını akıtmak durumun­da kaldı. Daha önce sağlanmış İslam kardeşliği gittikçe bozulmaya ve kar­deşlik duyguları yavaş yavaş zayıflamaya yüz tutmuştu.

Nihayet Emeviler devri başladı. Denilebilir ki, Emeviler devri fırka ve çatışmalar, fitne ve bozukluklar bakımından tipik bir devirdir. Toplumun bütün kesimleri arasında fitne ve savaşlar, saltanat kavgası ve hizipleşme­ler, baskı ve şiddet kullanma, Arap ve Arap olmayan(mevali) çatışması, milliyetçilik ve grupçuluk, zulüm ve adaletsizlik yönünden çok tipik bir devirdir.

Emevi devleti yıkılıp yerine Abbasi devleti geçtikten sonra da bu olaylar durmamıştır. Bu sefer Abbasi yönetimi, Emevilerden ve taraftarlarından in­tikam alma yoluna gitmiş ve es-Saffah zamanında kan gövdeyi götürmüş­tür. En acımasız kitle imha yoluna gidilmiş ve terör ortalığı kasıp kavurmuştur.

Abbasi devleti bir taraftan Emevilerden intikam alırken, bir taraf­tan da Ebu Müslim ve taraftarlarına diyet borcunu ödemeye çalışmış, bu­nun neticesi olarak Şiî ve Rafızî güçler toplumu tahakkümleri altına almaya çalışmıştır. İhtilal, çocuklarını burada da yemiş ve başta Ebu Müslim olmak üzere zinde güçler Halife Mansur zamanında tasfiye edilmiştir.

Bütün bunların fitneye bulaşmak istemeyen, dinine ve ahlakına bağlı in­sanlar üzerinde ne kadar olumsuz etkiler yaptığı, onları toplumdan soyutlayıp münzevi(kendi köşesine çekilen) bir zühd(dünyadan el etek çekme) hayatı yaşamaya nasıl zorladığı bilinen bir gerçektir. İnsanların mal, saltanat, ırk(kavmiyet) mücadelesi içinde olduklarını gören, top­lumda adalet ve eşitlikten bir ölçüde de olsa ümidini kesen kişilerin kabuk­larına çekildiklerini biliyoruz. Bir bakıma bu durum, Emevi saltanatının politik, ekonomik ve sosyal uygulamalarına bir tepkiydi.

Bu siyasi ve idari bozukluk yanında toplumun ahlaki ve sosyal yönlerden de bozukluklar içinde bulunduğu müşahede edilmektedir. Toplum kesimleri arasında ekonomik ve sosyal dengesizlik, ahlaki ve dini bozukluk elle tutu­lur bir duruma gelmiştir.

Mesela ilk halifeler, boş vakitlerinde zaman zaman şairlerin kasidelerini dinlerken, çok geçmeden bunun yerini şarkı dinlemek almıştır. Emevi halifele­rinden Muaviye, Mervan, Abdulmelik, Velid, Süleyman, Hişam ve Mervan ibn Muhammed, nedimlerle(sohbet arkadaşları) aralarında bir perde bulundururlardı ki halife şarkı­dan coştuğunda nedimler ne yaptığına muttali olmasınlar. bazen eğlence sıra­sında aşırı neşe, halifenin aklını başından alır ve bazı hareketlerde bulunurdu ki, bu hareketlere yakın cariyelerinden başkası muttali olamazdı. Perdenin ar­kasından herhangi bir ses yükselir veya garip bir hareket meydana gelirse, perdedar “Yeter ey cariye, kendini tut, son ver, kısa kes” diye bağırarak nedim­lere bu hareketi cariyelerden birinin yaptığını vehmettirmek isterdi.

Yezid ibni Abdulmelik, nedimlerden yüksek tabaka ile alt tabakayı eşit hale getirdiği, onları bir arada bulundurduğu gibi, nedimlerin huzurunda çok laubali olur ve halkın kınamasından hiç çekinmezdi. II. Velid zamanın­da halk musiki ve şarkıya çok düşkünlük gösterdi. Bu hususta halk son de­rece ileri gidiyor ve halifenin uzak bölgelerden Şam’a davet ettiği meşhur şarkıcı ve müzisyenlere bolca para harcıyorlardı. Ses sanatkârlarının Şam’a gelmelerinin halkın ahlakı ve toplum hayatı üzerinde büyük tesiri oldu. Nihayet ülkede yavaş yavaş konfor yayıldı.

Her iki devletin devrinde başta müzik olmak üzere lehviyyat(oyunlar-boş işler) ve eğlence oldukça yayılmış, şarkıcılar çoğalmıştır. Başta halifelerin bir kısmı olmak üzere memleketin zengin ve yönetici kesimi bu işte önayak olmuşlardır.

Eğlence ve içki meclisleri ile bu meclislerde olup biten ahlaksızlıkların haddi hesabı yoktur. el-Ağani, Beşşer, Ebu Nuvas ve Müslim ibn el-Velid gi­bi şairlerin divanları ahlaksızlık ve edepsizliği dile getiren örneklerle doludur.

Müziğe çok düşkün olup bu konuda ilerlemeler kaydettiler. Müzik meclislerinde içki ve atışmalar yapıldı. Tavla ve satranç oyunlarına daldılar. Güvercin beslemeye, köpek ve horoz dövüştürmeye çok düşkünlük gösterdiler. Fakirlerin iş yerlerinde ve evlerinde bile kumar alabildiğine yayıldı. Nevruz günü çok hediye verme adeti yayıldı. Dans ettiler. İshak ibn İbrahim el-Mavsili en meşhur dansözlerdendi.

Lüks ve konfora alışkın olan Farisi soyu Abbasilerde çoğaldı. Cariyeler muhtelif yerlerden seçilip getirildi. Güzellikte yarıştılar. Bunun neticesi olarak eğlence, ahlaksızlık ve çıplaklık eğilimleri çoğaldı. Beşşar, Ebu Nuvas ve Sari’ el-Gavanî gibi bazı şairler bu duyguları şiirleriyle körüklediler ve müstehcenliği yaydılar. Konserlerde ve eğlence meclislerinde içki yayıldı ve şairlerin şiirleri genellikle onu tasvir etti.

Bu şekilde hayat bu asırda, bir kısmı dışında, ahlaksızlık ve oyunla dolmuştur. Emeviler devrinde daha ciddi ve mazbut sayılabilen Irak bölgesi, Abbasiler devrinde ahlaksızlık ve fücur yeri haline gelmiştir. Bunun belli başlı iki sebebi görülmektedir; Malların oluk oluk gelmesi ve çoğalması, Irak bölgesinin kozmopolit bir bölge olması. Bu bölgede her soydan ve inanç­tan topluluklar bulunmaktadır.

Emevi halifeleri, kralları ve onların şaşaa ve debdebelerini taklit ettiler. Şam’daki halife sarayı gayet azametliydi. Sarayın duvarları mozaik, direk­leri mermer ve altınla, tavanı mücevheratla süslenmiş ve altınla tezyin edil­mişti. Fıskiyeler, dışardan akan sular, çiçekli ve ağaçları bol zengin bahçeler, sarayın havasını güzelleştiriyordu. Halife büyük bir azamet içerisinde otururdu.

Küfe’de meşhur aileler, ganimetler ve yıllık atiyyeler(vergiler) sayesinde büyük servetler biriktirdiler. Hatta Küfe’li biri savaşa giderken, aile efradını ve eş­yasını yüklemek için yanında bin deve götürmüştü.

Saraydaki lüks hayat sadece halifelere mahsus değildi. Şam ve diğer bü­yük şehirleri güzelleştirmek hususunda emirler ve büyük devlet adamları birbirleriyle yarışmışlardır.

Müzik, oyun ve eğlence, lüks ve israf, hayatın ağırlığını gösterirken toplumda değişik ahlaksızlık şekilleri de sergileniyordu. Bunun boyutlarını göstermesi bakımından hadımlaştırma uygulamalarına değinmek istiyoruz.

Bu adet, daha önceleri Bizans ve antik bazı şark(doğu) memleketlerinde mev­cut olmuş, daha sonra İslam âlemine hicri 200/810 yıllarında girmiştir. Hâlbuki Hz. Peygamber bunu şiddetle yasaklamıştır.

Harun Reşid’in oğlu halife Emin, halife olduğunda hadımlaştırılmış erkeklere ilgi duydu ve para ile satın aldı. Gece gündüz onlarla baş başa kaldı, yeme içme işlerinde, emir ve yasaklamalarında onları çalıştırmıştı. Onların emrine de birtakım insanları görevlendirmişti. Onlarla oturup kalkmış, hür kadın ve cariyelere ise iltifat etmemiş, bundan dolayı da kınanmıştı.

Hayattaki bu bozukluk ve sınıflaşmalar bariz iki hareketi doğurmuştur. Bunlardan birincisi, kötülükle savaşan topluluktur. Bunlar yuları kesen, fıskı açıkça işleyen, yollardan kız ve erkek çocukları kapan bozguncularla örgütlü bir şekilde mücadele etmiştir… İki grup halinde çalışan bu insanlardan birinci grubun başında Halid ed-Derviş, ikinci gurubun başında da Sehl ibn Selame el-Ensari vardı. Bunlar, Allah’ın Kitab’ı ile amel etme, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama prensiplerine çağırır, zalimin zulmünü ön­lemeye çalışırlardı. Halktan büyük kitleler bunlara katılıyor ve uyuyordu. Bunların belirli merkezleri ve alametleri olmuştur. Ancak çok geçmeden vurguncu ve soyguncu ayak takımı ile işbirliği halinde olan yönetim tarafın­dan bunlar tutuklanmış ve zindanlara doldurulmuşlardır. Bu olay hicri 201-202 yılında meydana gelmiştir.

İkinci hareket ise, zühd(Dünyadan el etek çekme) hareketidir. Bu hareketin mensupları ise, top­lumdaki lüks ve eğlence hayatından, ahlaksızlık ve kötü gidişattan tiksinen, elde etmek istediklerini elde edemeyen, bundan dolayı arzu ve isteklerini as­gariye indirip aza kanaat eden, kendilerini zühde ve mahrumiyete alıştıran kişilerin oluşturduğu harekettir. Yukarıda sayılan veya benzer sebeplerden hayata küsen ve ona iltifat etmeyen insanlar zühdü yol edinmiş ve kendile­rini ona alıştırmışlardır. Zühdü, basit hayatı ve ahirette hesabın kolaylığını düşünerek seçenler de olmuştur. Bu anlamda tasavvuf yayıldıkça yayıldı. Çünkü toplumda “İstediğin olmuyorsa, olabileceği iste” sözü özdeyiş haline gelmiştir.

Daha Emeviler devrinde başlayan eski Yunan, Hint ve Sasani kültürünü tercüme hareketinin toplumda meydana getirdiği kültürel ve itikadı çalkan­tıları ve insanların yabancıya yahut yeniye ilgi duyma eğilimlerini de hesa­ba katmak lazımdır. Bu hareket toplumun özellikle aydın kesiminde fikri ve itikadı büyük bir değişiklik ve çalkantı meydana getirmiştir. Özellikle Hind kültüründen yapılıp İran yolu ile geçen ve hem mistik hem de esrarengiz unsurlar taşıyan kültürün yanında, Yunan felsefesinin de aydınlara cazip gelen yönlerinin etkileri büyük olmuştur. Bütün bunlar tasavvuf eğiliminin başlangıçta zühd(Dünyadan el etek çekme) şeklinde doğmasında ve gün geçtikçe yayılmasında büyük rol oynamıştır. Zaten sapma niteliği taşıyan eğilim ve akımlar böyle olumsuz ortam ve şartlarda kısa zamanda boy verip gelişmek­te ve revaç bulmaktadır.

İslam toplumu; Hint, Yu­nan ve Sasani(İran) gibi kültürlerle de muhatap olmuştur. Bilhassa Hint ve İran kültürünün münzevi(inzivacı-bir köşeye çekilip dünyadan uzak kalan) hayat yaşayan bu insanlara cazip geldiği, bu milletler­den ihtida eden kimi insanların eski anlayış ve geleneklerine uygun olarak yaşadıkları hayatın ilgilerini çektiği anlaşılmaktadır

Hatta daha sonra ta­savvuf olarak adlandırılacak olan akımın liderliğini özellikle bu iki millet­ten birtakım insanların yaptığı görülmektedir. Nitekim toplumda bu hareket gizli başlayıp ikinci asırda kendini açığa vur­duğunda bu akımın başını çekenlerin istisnasız hepsinin acemlerden(İranlılardan-Arap olmayanlardan) oldu­ğu göze çarpmaktadır.

Tasavvufun İs­lam’a İran’dan girmiş olabileceği de düşünülmektedir. Nitekim İslam’ın doğuşundan önce de İran’da mevcuttur ve buraya Hindistan’dan gelmiş olabilir. (Sarmış, Tasavvuf ve İslam, s.39-55)

Tasavvuf ile ilgili Osmanlılarda “Meclis-i Meşayih” adı altında resmi bir kurum vardı. Tekke ve zaviyelere kadılar gibi maaş bağlanırdı. (Zaviye: Küçük tekke. Tekke: Dergâh. Dergah: Tarikat ehlinin barındığı ve ibadet ettiği yer). Onlara vakıflar tahsis edilmiş, müritlere vergi muafiyeti sağlanmıştı.

Mehmet Akif bunu şöyle dile getirmiştir

Sürdüler Türk´e “tasavvuf” diye olgun şırayı;
Muttasıl şimdi “hakîkat” kusuyor Sıdkı Dayı!
Bu cihan boş, yalnız bir rakı hak bir de şarab;
Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.
Git o “dîvan “mı, ne karın ağrısıdır, aç da onu,
Kokla bir kerre, kokar mis gibi “Sandıkburnu!”
Beni söyletme, neler var daha!
-Tekmilleyiver…

 

Şeyh Abdulkâdir Geylani’nin bazı söylevlerinden seçmeler

“Benim emrim, Allah’ın emridir; eğer ol! dersem oluverir.”

“Benim kabrim Beytullah’dır, gelen onu ziyaret eder.”

“Benim ocağımı tavaf et yedi defa, emânıma sığın!

Her yıl beni ziyaret için meşguliyetten sıyrıl!”

“Bana doğru haccedip gelin, evim kurulu bir Kâbe.

Beytin sahibi yanımdadır, koruluğu haremimdir.”

“Her kutub tavaf eder Beytullah’ı yedi defa.

Ben ise Beyt’in kendisiyim çadırımı tavaf ediciyim.”

(Füyûzât-ı Rabbâniyye, Şeyh A.Geylâni, s.57-67-68-69. Bedir Yay.)

 

 

TARİKATLAR

Toplumda bozulmalar baş gösterince, birtakım insanlar, mürşit diye belledikleri birisi etrafında toplanarak, toplumsal yaşamdan kopmuştur; inzivaya çekilme ve dünyadan el etek çekme yönünde bir dini anlayış ya da yaşayış gelişmiş ve sistemleşmiştir. Tarikatlar, böyle bir yaşantı biçimini meşrulaştırmak için, köklerini Peygamber dönemine kadar uzatma yoluna gitmiştir. Tarikat; kendine özgü ritüelleri ve ibadet biçimleri, kavramları, giyimleri, işaretleri, söz ve davranış kalıpları, tavırları, terminolojisi, merasimleri, adap ve erkânı, hiyerarşisi, tekke düzeni olan bir yapılanmadır. Tasavvufun alt birimleri olan tarikatlar, aynı ortak dili, farklı davranış kalıplarıyla kullanmıştır.

Her tarikatın bir kurucusu vardır. Ona, pir ismi verilir. Tarikattaki uygulamaları sistemleştiren genellikle bu pirdir. Nakşibendiliğin kurucusu Şahı Nakşibend(v.1389), Kadiriliğin kurucusu Abdulkadir Geylani(v.1166), Mevleviliğin kurucusu Mevlana Celaleddin(v.1273), Bektaşiliğin kurucusu Hacı Bektaş Veli(v.1338), Bayramiyyenin kurucusu Hacı Bayram Veli(v.1429), Rifailiğin kurucusu Ahmed el-Rifai(1183), Yeseviliğin kurucusu Ahmed Yesevi(v.1166), Ahmediyyenin kurucusu Ahmed b. Abdulahad el-Farukî isimli İmam Rabbani(v.1624), Celvetiyyenin kurucusu Aziz Mahmud Hüdayi(v.1628), Ekberiyyenin kurucusu Muhyiddin İbn Arabi(v.1240), Gazaliyyenin kurucusu İmam Gazzali(v.1111), Cüneydiyyenin kurucusu Cüneyd Bağdadi(v.909), Bistamiyyenin kurucusu Bayezid el-Bistami(v.874)’dir.

 

 

TASAVVUFÇULARLA ŞİA ARASINDAKİ BENZERLİK

Tasavvufçuların tasavvufu Hz. Ali ile başlatmaları şiilikle tasavvufun aynı kaynakta birleştiğini göstermektedir.

Tasavvufçular Hz. Ali’nin hırkayı Hasan el-Basri’ye giydirdiğini ve tarikata bağlı kalacağına dair ondan söz aldığını, onun da Cüneyd el-Bağdadi’ye verdiğini iddia ederler.

Özel ilimler iddiası: Şia’nın ayırıcı özelliklerinden biri, belki en başta geleni kendilerine mah­sus ve diğer insanlarda bulunmayan birtakım özel ilimlere sahip olduklarını söylemeleridir. Bu ilimleri bazen Hz. Ali’ye nisbet ederler. Çünkü onlara gö­re Hz. Ali, dinin sırlarına sahiptir ve diğer Müslümanlara açmadığı bilgileri Hz. Peygamber ona açmıştır. Bazen Hz. Fatıma ve Hz. Alinin çocukları olan imamların ilimlerine sahip olduklarını, bu imamların gaybı bildiklerini, ha­ta ve unutmaktan masum bulunduklarını, İslam’ı imamların yolu dışında kimsenin anlayamayacağını, Kur’an ve sırlarının ve din hakikatinin sadece imamlarda bulunduğunu iddia ederler. Bazen da “Fatıma Mushaf’ı” adını verdikleri özel bir kitaba sahip bulunduklarını ve bunun Müslümanların elindeki Kuranın üç katı kadar olduğunu ileri sürerler. Bu konuda birta­kım rivayetler de üretilmiştir. Örnek olarak bunlardan bir tanesini kayde­delim.

Cafer es-Sadık şöyle dedi: “Bizde Fatıma aleyhisselam’ın mushafı vardır. Allah’a yemin ederim ki onda Kur’an’ınızdan birtek harf yoktur dedi. Bazen de bütün ilimlerin içinde yazıldığını iddia ettikleri bir deri olan cifr (cefr)e sahip olduklarını söylerler.

Kimi dini bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri gibi, bazı şia ekolleri Kur’an ayetlerinin gerçek tefsirine de kendilerinin sahip olduklarını söyler­ler. Hatta yüce Allah’ın Hz. Muhammed’i tenzil (Kur’an harfleri) ile, Hz. Ali’yi de tevil ile gönderdiğini ileri sürerler.

Tasavvufçular da aynı yolu izlemişlerdir. Başka insanlara karşı övün­dükleri ve dillerine doladıkları şeylerin başında, ancak kendilerinin sahip oldukları ve tarikata mensup olmayan kişilerin elde edemeyeceği ledunni(ilahi sırlara ait) bilgilere sahip oldukları, bilgilerini keşf ve ilham yolu ile elde ettikleri, bilgi­lerin kalblerine aktığı, irfan ve işrak yolu ile kalblerinin marifetle doldu­ğu iddiaları gelmektedir. Hatta kimileri peygamberlerin ilimlerini bile gizli ilimleri yanında hor görürler…

İlim tahsil etmenin ve hocadan okumanın yararsızlığı, onun yerine keşf ve ilhamla alim olmak için tasavvuf yoluna girmenin gerekliliğini anlatan İbn Arabi, Fahreddin er-Razi’ye yazdığı mektupta bakınız gizli ilmi ve batınî yolu nasıl savunuyor:

Bize göre zahirde ilim dallarını ikmal eden kimse âlim sayılmaz. Başka bir hal ara­nır. İlmini vasıtasız olarak Allah’tan alacak.”

Tasavvufçular Kur’an ve sünneti batınî yollarla te’vil ederek sahip olduklarını iddia ettikleri özel ilimlere dayanak yapmaya çalışmışlardır. Çünkü bazen bu te’vili (izahı) Allah’tan aldıklarını, bazen melekten aldıklarını, bazen da ilham ve keşf olduğunu iddia ederler. Bu işin şampiyonluğunu da İbn Arabi ve ekolünün mensupları yapmaktadır. Aynı şekilde batını ilimlerini Kur’an’daki hurufu mukattaa’nın sırlarını bilmeye, yahut Hızır’dan almaya, hatta bazen doğrudan doğruya levh-i mahfuz’dan telakki etmeye nispet ederler.

Tasavvufçular, gulat(aşırı) şianın yolunu izleyerek Kur’an ve sünneti amaçları doğrultusunda tevil ederek onda her ayetin, hatta her kelimenin gizli bir an­lam taşıdığı ve bu anlamların ancak vecd(kendinden geçme) halinde olan kişilerin kalblerinde doğabileceğini söylerler. Tasavvufun gizli ilim olduğu ve bunu Ali’nin Hz. Peygamberden miras aldığım göstermek için Kur’an ve sünneti rahatlıkla tevil ederler.

Özellikle gulat şia da imamları için aynı şeyleri iddia etmiştir. Onların gaybı bildiklerini, bilgileri dışında bir yaprak bile düşmediğini, ezelden ebe­de kadar bütün olayların bilgileri dahilinde meydana geldiğini iddia ederler.Başta Keysaniyye, İsmailiyye, Hattabiyye ve Karmatiyye fırkaları olmak üzere Gulat-ı Şia ancak imamların bildiği ve birinden diğerine geçen özel ilimleri olduğunu söyler. Kuran ve Sünnetin batın bilgisini imamlar, zahir (kabuk) bilgisini ise, diğer insanların bildiğini ileri sürerler. Nitekim Haşimiyye fırkası imamların herşeyi bildiğini söylemektedir.

Tasavvufçular da aynı inancı taşımakta ve benzer iddialarda bulunmaktadırlar. Kutuplar, Gavs, Ebdal ve İsmailiyye, Batıniyye fırkasının gölge hükümeti olan bu hiyerarşinin diğer organları için aynı şeyleri iddia etmektedirler. Şia, inanç ve bilgi sistemini nasıl batın ve gizli yola dayandırmışsa tasavvufçular da tasavvufu gizli yola dayandırmakta ve bu işin gizli yollarla geldiğini, ilimlerini gizli yollarla kazandıklarını söylemektedirler. Bu şekil­de batın ve özel ilimlere sahip olma konusunda şia ile tasavvufçular arasın­da tam bir benzerlik ve bütünlük bulunmaktadır.

Şia’da İmamet ve Tasavvufta Velayet: Şia’nın imamları hakkında iddia ettiklerinin aynısını tasavvufçular evli­ya dedikleri meşhurları ve çevreleri hakkında iddia ederler. Şia’nın birçok fırkasına göre, imamlar; Rasulullah’tan sonra insanları yönetmek için Allah tarafından seçilmiş insanlardır. Onun için imamlar özel ledunni ilimlere sa­hiptirler ve ne unutur ne de hata ederler. Allah nezdinde seçilmiş ve vehbi(Allah vergisi, fıtri) ilimle donatılmış olarak üstün makamlara sahiptirler. Allah onları bu iş için özel olarak yaratmıştır.

İmamlar hakkında aşırılığa gidenler, bütün anlamlarıyla tanrı kelimesi­nin taşıdığı manaları onlara da verebilirler. İsmailiyye ve Nusayriyye’de ol­duğu gibi, kimi Rafıziler Allah’ın ruhunun imamlara hulul ettiğini(girdiğini) söylemek­tedir. Kimileri de onların mertebesini peygamberler ve bütün meleklerin mertebesinden üstün tutar. Ne yazık ki Ayetullah Humeyni’nin kitabında bile böyle bir yaklaşım vardır. Şöyle demektedir: “Mezhebimiz gereğince bu manevi makamlara melek-i mukarreb(gözde melekler) ve nebiyy-i mürsel(görevli elçiler) de erişemez.”

Tasavvufçulardan bazıları velayette son hedefe ulaşan kişilerden şerî tekliflerin düştüğünü ve onlar için bütün haramların helal kılındığını söylemişlerdir. Allah’ı gördüklerini ve kendisiyle konuştuklarını, kalplerine dö­külen bütün şeylerin hak ve gerçek olduğunu iddia etmişlerdir.

İşrakiyyun tasavvufçuları kendilerini peygamberlerin makamından üstün bir makamda görürler. Onun için kitaplarında “Hangisi daha üstün? Peygamberler mi, veliler mi?” şeklinde bir bölüm bulunmaktadır. Bu da yukarıdaki kanaatlerin bir sonucudur. Bilgilerini peygamberin aracılığıyla değil, doğrudan doğruya Allah’tan aldıklarını iddia etmeleri de bunun bir ifadesidir.

Aşırı şia, imamet makamından sonra gelen ve onların vekilleri olan nakipler makamını kabul etmişlerse, tasavvufçular, aynı inancı alarak veliyyi azam, hatemu’l-evliya, kutbu’l-aktab, Gavs-ı Azam makamını kabul etmişlerdir. Bu isimlerle anılan kişinin bir adı Gavs Kutup’tur. Bunu da üç kutup izler, onları da yedi Abdal, onları da yetmiş nuceba izler ve bu silsile piramitsel olarak böyle devam eder. Bütün bunları şianın imam ve velileri için yaptıkları tertipten almışlardır. Bu şekilde imamet konusunda şii itikat ve velayet konusunda tasavvufi inanç aynı çizgide birleşmektedir.

Başka bir şii akım olan İsmailiyye akımı tasavvufun velayet anlayışına hizmet etmiş, ortaya çıkmaya ve kendine güven duymaya teşvik etmiştir. Çün­kü İsmailiyye mezhebi, imamları ezeli yediler olarak kabul etmekte, onlara nübüv­vetin hükmünü vermekte ve akide konusunu en iyi bilen ve imamların yardımcıları olan nukeba veya hüccetleri kutsal insanlar saymaktadır. Bunların sayılarının 12 olarak sabit ve sınırlı olduğunu, 7 sayısının gezegenlere bağlı olduğu gibi 12 sayı­sının da burç ve aylara bağlı olduğunu söylemektedirler. Bu şekilde İsmailiyye nakiplerine velayet boyasını vurmuş ve onları maddi insanlık özelliğinden ruhaniliğe yükseltmiştir.

Tasavvufçular bu fırsatı ganimet bilmiş, çevrelerinde uygulamış ve adamlarına aynı kalıbı dökmüşlerdir. Nitekim asırlar sonra tasavvufun makamlar, marifet ve su­lukta dereceler kabul ederek İsmailiyye karakterini taşıdığını görüyoruz.

 

Dinin Zahiri ve Batını Olduğu İnancı: Dinin bir zahiri bir de batını olduğu konusunda şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır. Zahir, avam halkın nasların zahirinden anladığı manadır. Batın ise, naslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki onu da an­cak imamlar ve veliler bilir. Mesela “Namazı kılınız ve zekatı veriniz” ayetindeki zekattan maksat, şer’î ölçü ve şartları belirtilen zekatı mallarınız­dan verinizdir. Ayetin zahiri anlamı budur.

Kur’an’ın mana­sını ancak imamların bildiğini iddia etmektedir. Bunu mantıklı göstermek için de Kur’an’ın bir zahiri bir de batını olduğunu, zahirini avamın, batın manasını ise ancak imamların ve velilerin bildiğini söylerler.

Mesela yukarıda geçen “Namaz kılınız” sözünden maksat, masum ima­ma biat etmek, “Zekatı veriniz” sözünden maksat da imama karşı samimi ve itaatkar olmak demektir, derler.

Her iki taraf da iddia ettiği ve inandığı şeylere uygun düşmesi için Kur’an ayetlerini heva ve heveslerine göre açıklamaktadır. Tasavvufçular nasların bu şekilde batıni tarzda açıklanmasına hakikat, zahiri tarzda açık­lanmasına da şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın zahir alimlerine ve avam halka olduğunu söylemişlerdir.

“Tin”in Resulullah, “zeytun” un Hz. Ali, “Tur-i Sinin”in Hz. Hasan, “haza’l-beledi’l-emin”in Hz. Hüseyin olmasıyla ne ilgisi vardır. Yine “meracal bahreyni yeltekıyan” ayetinden maksadından Hz. Ali ve Hz. Fatıma, “berzah”ın Hz. Muhammed, “yahrucu minhuma lu’luu ve’l-mercan” ayetinden maksadın Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin olduğunu iddia etmişlerdir.

Mesela abdest imama bağlılıkla; teyemmüm hüccet olan imamın yokluğu halinde onun yerine mezun olan kişiden almakla; namaz konuşanla –ki bu da resuldür-; ihtilam, (uyurken cünüp olmak) kasıtsız sırrı yabancıyı açmakla; gusül, ahdi tazelemekle, zekat, anlayışlarındaki dini öğrenerek nefsi tezkiye etmekle; Kabe, Hz. Peygamberle; kapı, Hz. Ali(yle); mikat ve telbiye, çağırana icabet etmekle; Kabe’yi yedi defa tavaf yedi imama taraftar ve bağlı olmakla; cennet, vücutların tekliflerinden rahat etmesiyle; cehennem, mükellefiyetleri yerine getirerek meşakkat çekmekle; tefsir etmişlerdir. Bütün bunların dinin bir şahsa itaat, namaz ve zekatın birtakım şahıslardan kinaye olduğunu söyleyen gulat (aşırı) Şia’nın söylediklerinden ibaret olduğunu görmemek mümkün mü?

Bilindiği gibi İsmailiyye fırkası nakiplerin imam olmamalarına rağmen Allah’ın desteğini aldıkları, imamların sayısı yedi olduğu gibi her zaman bunların sayısının 12 olduğunu, her imamın zamanında bunların yeryüzüne dağıldıklarını ve yeri onların idare ettiklerini söylemektedir.” Bunun kaynağı da İslam öncesi başka inanç ve kültürlere kadar uzanır.

Kabirlerle Tevessül(aracılığına başvurma): İslam aleminde görülen kabirleri kutsallaştırma eğilimi aşırı Şiiliğin bir tutumu olarak ortaya çıkmış ve yayılmıştır.

Şia Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ve ehl-i beytten imam diye adlandır­dıkları kişilerin kabirlerini yükseltmiş, üzerine yüksek kubbeler ve sandu­kalar yaparak ziyaret yeri ve anıt haline getirmiştir. Nitekim İhvanı Safa risalelerinde Şia’dan kıssacı ve bekçi gibi bir takım kişilerin bunu bir ka­zanç yolu yaptıkları, türbedarlık ve kabir ziyaretlerini kendilerine meslek edindikleri anlatılmaktadır.

Kabirler üzerine bina yapmak, kabirleri kutsallaştırmak ve bunu şiar edinmek, hicri üçüncü asrın başlarında olmuştur. Abbasi halifelerinden bazıları Şia’nın uydurduğu ve yükselttiği bu kabirleri yıkmaya başlamış ve karşı çıkmıştır.

Tasavvufçular da aynı yolu izleyerek kabir ve yatırları ziyaretgah haline getirmeyi, etrafını tavaf edip taşı, toprağıyla teberrük etmeyi, içinde yatan ölülerden yardım istemeyi kendilerine ilke edinmişlerdir.

Hatta tasavvuf­çular bu kabirler üzerine bina yapma ve yükseltmeyi, onları kutsallaştırıp yüceltmeyi, ziyaret etmesi için insanları teşvik etmeyi, etrafını kutsallık haleleriyle kuşatmayı, sandukalarla kaplamayı ve türlü örtülerle örtmeyi, taşı toprağıyla teberrük etmeyi ve onlara dua edip medet ve yardımı onlardan istemeyi din anlayışlarının bir temeli ve özelliği yapmışlardır. Denilebilir ki, taraftarları ve izleyicileri bulunan hiçbir tasavvuf şeyhi ve meşhuru yoktur ki, kabri üzerine bir kubbe, bir sanduka yaptırmış ve orayı bir makam hali­ne getirmiş olmasın.

Masumiyet(Günahsızlık): Şia’daki masum iman inancı, olduğu gibi tasavvufa geçmiş­tir. Tasavvufçular bu masumiyeti şeyhlerine, evliya dedikleri kişilere ve bü­yüklerine tanırlar.

Nitekim İbn Arabi, felsefesini oluştururken Şia’nın kavram ve anlayışlarını olduğu gibi almış ve kullanmış bulunmaktadır. İbn Arabi ta­savvufi fikirlerini şii bir kalıba dökmüştür.

Keramet: Tasavvufçuların karakteristik vasfı keramete sarılmalarıdır. Keramet dedikleri şeylerle Şia’nın imamları için kabul ettiği mucizeler ara­sında tıpatıp benzerlikler bulunmaktadır.

Takiyye: Şia mezhebinin temel ilkelerinden olmuştur. Takiyyeyi şöyle tanımlamaktadırlar: “Din ve dünya bakımından bir zarar tehlikesi olduğu zaman hakkı gizlemek, inancı açığa vurmamak, muarızlarla konuşmak ve muhale­fet yapmamaktır. Zararın kesin olarak veya galip zan ile bilinmesi duru­munda takiyye farz olur, değilse, farz olmaz.

Tasavvuf takiyyeyi ilke olarak almıştır. Hulul ve ittihad inancına saptığı ve kendisini bekleyen tehlikeyi gördüğü anda bundan dolayı eziyet görmemek için tasavvufçular basit in­sanlara karşı da olsa bunu gizlemeye ve karşı tavır takınmaya gitmişler­dir. Mesela Cüneyd el-Bağdadi’nin kendisi takiyye yapar ve onunla gizlenirdi.

 

Tarikat: Tarikatların Şia ile bağlantılı olduğunu hemen bütün kaynaklar kaydetmektedir. Zaten tarikat şeyhlerinin çoğu ehl-i beyte mensup ol­duklarını iddia eder ve tasavvufun Hz. Ali yolu ile geldiğini söylerler. Aynı şekilde Şiada imamet konusunda olduğu gibi, tarikat reisliği de ba­badan oğula geçmektedir.

Tasavvufun Şia ile beraberliğini gösteren yönlerden biri de kutsal merte­belerdir. Tasavvufçular piramitsel mukaddes bir sıra oluşturmuşlardır. Bu sıra kutupla başlar ki Şia’nın imamına tekabül eder. Bu sıra Ebdal, evtad, efrad, nükeba, nüceba vb. sınıflarla devam eder.

Tasavvufçular ruhlardan kurulu bir ülke tasarlamışlardır. Bu ülkenin başına da kutbu getirmişlerdir ki Şiadaki mehdi veya imamın mukabilidir.

Hulul ve ittihad: Bu inancın Şia’da erken bir dönemde başladığı ve gulatı Şia’nın bariz niteliklerinden olduğu bilinmektedir. Hallac’ın, Bistami’nin, Suhreverdi’nin, İbn Arabi ve tabilerinin hulul ve vahdet-i vücut inancı da dolaylı olarak hulul ve ittihad anlayışından başka birşey değildir.

Netice olarak biz de İbn Haldun’un dediği gibi, tasavvufçuların İslama yabancı olan bu sistemi ana hatlarıyla gulat Şia’dan iktibas ettiğini belirtmek isteriz. Zaten tasavvuf hırkasını giymeyi Hz. Ali’ye isnad etmekle onu ‘kat ve inançlarının temeli yapmış ve Hz. Ali’yi tasavvufun imamı saymakla onu tanrılaştıran aşırı Şiilerle aynı kaynakta birleşmiş olmaktadır. (İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, s.155-174)

 

 

MİSTİSİZMDE ORTAK KAVRAMLAR

Zikir: Allah Allah, hu hu, hay hay veya La ilahe illallah gibi sözcükleri sesli(Kadiriler), sessiz (Nakşiler), oturup sallanarak(Halvetiler), ayakta(Rifailer), halka biçiminde dönerek(Kadirilik, Rifailik, Halvetilik ve Mevlevilik) veya toplu(Mevleviler) halde defalarca tekrarlamaktır. Hinduizm’den geçme, bir çeşit meditasyondur.

Süluk: Tarikata girip derviş olan kişinin “Çile” ye girmesidir. Çile, Farsça’da kırk demektir. Bu dönemde mürit, dünya nimetlerinden vazgeçerek en ağır işlerde çalıştırılır, karanlık hücrede bekletilir. Hiçbir şekilde bu zorluğu aksatma, ara verme veya yumuşama olmaz. Tuvalet temizlemek, yerleri süpürmek ve mutfakta çalışmak buna birkaç örnektir. Bu süre, 40 gün ile 1001 gün arasında değişir. Süluk, kapılanma gibi anlama gelmektedir. Hinduizm’de, özellikle Budizm’de “Çilecilik” vardır.

Zühd: Dünyadan el etek çekmek Hinduizm’de ve Budizm’de “Sanyasin” aynı durumu anlatır.

Halvet: İnsanlardan ayrı, yalnız yaşamak demektir. İnzivaya çekilmek.

Uzlet: Toplum yaşamından kaçarak tek başına yaşamak anlamına gelir.

Riyazet: Nefsin isteklerine karşı durmak, onunla savaşmak, isteklerini yapmamak, yeme, içme, uyuma gibi doğal ihtiyaçları en aza indirmektir.

Vera: Her şeyden kaçınmaktır.

İnziva: Bir köşeye çekilmek, etliye sütlüye karışmamaktır. Dünyadan el etek çekmektir.

Pir: Pir, tarikatın kurucusudur. Tarikatlarda en önemli makam, kurucusunun(Pir’in) yattığı yerdir. Kabri, müritlerce sık sık veya belli dönemlerde ziyaret edilir. Tarikat ehli; evliyaların, pirlerin ve şeyhlerin her şeyi bildiklerine, her şeyi gördüklerine ve her şeye gücü yettiklerine inanırlar.

Şeyh: Tarikatın yaşayan ve yöneten dini lideridir. Tasavvuf geleneğinde bir kimsenin herhangi bir şeyhe bağlanmadan tarikatta ilerlemesi ve kâmil insan olması mümkün değildir. Tarikatlarda en önemli ikinci makam, halen tarikatın başında olan şeyh efendinin ikametgâhıdır. Şeyhler, tartışılmaz ve sorgulanmaz insanlardır. Onlar, her şeyi bilir, her şeyi görür ve her şeye güç yetirirler.

Mürit: Kendisini şeyhinin önüne, ölünün kendisini yıkayıcısına bıraktığı gibi bırakan insandır. Müridin en iyisi, gözü en kapalı ve itaati en çok, koyun gibi olandır.

Ta-i mekân: Şeyhin aynı anda dünyanın birçok yerinde bulunabilmesi ve görülebilmesi inancıdır.

Giyim: Başta külah, sırta hırka, elde bir asa, çubuk, zincir.

Hırka: Çeşitli kumaş parçaları birbirine dikilerek yapılmış yamalı elbise. Dervişler zikir yaparken bu yelekleri giyinirler. Hırka giyen talib, artık şeyhin müridi olur.

Silsile: Şeyhten Peygamber’e kadar gittiğine inanılan şeyhler zinciri, bir halkadır.

Tekke: Tarikat gereklerinin yapıldığı yerlerdir.

Dergâh: Tarikatlarda şeyh ve dervişlerin yatıp kalktıkları yerdir. Tarikat kurucusunun türbesinin de bulunduğu büyük dergahlara asitane, küçüklerine zaviye denmektedir.

Dede: Mevlevilikte 1001 gün süren çileyi tamamlayan dervişe “dede” denmektedir. Şeyhten sonraki rütbedir. Bektaşilikte Peygamber soyundan gelenlere “dede”, tekke şeyhlerine “baba” denir.

Cezbe: Bir inanç veya bir duygunun verdiği coşkuyla kendini yitirme, kendinden geçme, duygusal olarak aşırı ölçüde coşmaktır.

Vecd: Rabıta ve zikir anında müridin büyük coşkuyla kendini kaybetmesi, transa geçmesidir.

Gavs: Kendisine sığınılan, medet beklenen evliyaya veya kutba Gavs denmektedir. Tasavvufa göre dünyayı bir topluluğun manen idare ettiğine inanılmaktadır. Bunlar, kırklar, yediler, dörtler, üçler diye bilinir. Gavs, bu topluluk içinde mertebelerin en yükseğinde bulunan kişidir. Tarikat mensupları, sıkıştıklarında, darda kaldıklarında “Yetiş ya Gavs, Medet ya Gavs” diye yakarırlar. Böylece kutbun manevi yardımını isterler. Gavs-i azam gavsların en ulusudur. Abdulkadir Geylani, Gavs-i Azam olarak bilinir. Kutbu’l-Aktab(kutupların kutbu), veliler grubu diye bilinenler ise; Abdulkadir Geylani, Ahmed Rifai, Ahmed Bedevi, İbrahim Desuki’dir. Anadolu maneviyatının dört büyüğü olarak bilinen Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli, Mevlana Celaleddin Rumi ve Yunus Emre’dir.

Rabıta: Müridin abdestli olarak, kıbleye dönmesi, şeyhinin sûretini ve şeklini, iki kaşının ortasına odaklanıp, kalbinden ondan başka her şeyi çıkararak, hayal etmesidir. Onu gönül gözünün önüne getirmek, kalbini ona bağlamaktır. Şeyhinin suretini zihninde ve kalbinde sevgiyle canlandırarak Allah’ı zikretmesidir. Müritler, fotoğrafın icadından sonra bunu fotoğraf aracılığıyla yapmaktadırlar. Rabıta, bir çeşit fena fiş-şeyh’tir. Şeyhte yok olup kendini şeyhliğe hazırlama, şeyh olarak görmedir. Rabıtasız zikir yerine, zikirsiz rabıta tercih edilir.

Rabıta: Müridin şeyhi ile (Şeyhinin yokluğunda) hemhal olması, onda yok olmasıdır. Mürit, kendini musalla taşında, teneşirde yıkanmak üzere, hatta mezarda yatıyor kabul ederek, şeyhi yanında Allah ile arasına getirmiş, şeyhinin yanında olduğunu farzedip alnına, iki kaşının ortasına gözlerini dikmiş bakarak, vesile ve vasıta olmasını düşünür. Rabıta, üç aşamalıdır: a)Şeyhin sûretini hayalinde tasarlar, b)Şeyhin(pirin) sûretini kalbinde tasarlar, c)Şeyhin kıyafet ve heyetine(biçimine) aynen bürünmektir. (Rabıta-i Şerife s.18-19 Abdulhakim Arvasi)

Niyaz: Tarikat büyüklerinden birinin huzurunda baş eğerek edeple durmaktır.

Abdal: Kendisinde sofu, derviş, mecnun, meczup, divane ve deli gibi nitelikler taşır.

Marifet: Marifet, kalp kaynaklı, vasıtasız bilgidir. Keşif, ilham, ledün(ilahi sırlara ait) bilgisidir. Yani bir çeşit vahiydir. Arif, marifet veya irfan sahibidir.

Keramet: Tarikat ehlinde ortaya çıkan olağanüstü ve olağandışı bir takım mucizevî hallerdir. Peygamberde ortaya çıkana mucize, inanmamış kimse de ortaya çıkana istidrac, müritlerde ve şeyhlerde ortaya çıkana keramet diyerek, bir çeşit isim değişikliği ile şeyhlerin de mucize gösterebileceği inancı meşrulaştırmak istenmektedir. Keramete örnekler: Deniz üstünde yürümek, azı çoğaltmak, ateşte yanmamak gibi.

Hızır: Tasavvufun çok sık kullandığı bir konudur. Hz. Musa’yla yolculuk yapan ‘salih kul’ istismar edilerek ilahlaştırılmıştır. Tasavvufta hızır, şeyh veya pir gibi bir evliyadır. Peygambere veya insanlara yardım ettiğine inanılır. Üç kez Hızır derseniz, her türlü yardıma yetiştiğine inanılır. Hızır; karada, havada ve denizde olacak her türlü olaya etkisinin olduğuna, hastalıkları iyileştirdiğine, istediği an görünmez olduğuna, çok özel durumlarda çok az kimseye göründüğüne ve Allah’ın vekili olduğuna inanılır. Her nedense görenler de genellikle tarikat ehlidirler. Muhyiddin İbn Arabi eserlerinde, hızır’a ve onunla ilgili rumuzlara geniş yer ayırmıştır. Destanlarda, efsanelerde, masallarda ve halk inanışlarını anlatan kitaplarda ona geniş yer verilmiştir.

Evliya: Ermişler veya erenler diye bilinir. Keramet ve ilham sahibi kimselere denilmektedir. Evliyaların varlıklar ve olaylar üzerinde etkili bir manevi güçleri olduğuna geniş halk yığınlarını inandırma yoluna gitmişlerdir. Keramete güya değer vermediklerini söylerlerken, diğer taraftan evliyalığın kerametle ilgisinin kurulması bir çelişkidir. Tarikat ehli; evliyaların, pirlerin ve şeyhlerin her şeyi bildiklerine, her şeyi gördüklerine ve her şeye gücü yettiklerine inanırlar.

Derviş: Tarikat mensubu, dilenci, çileden geçmiş, pısırıklı görünümlü, çalışmadan geçinen anlamlarına gelmektedir.

Virdler veya evrad: Tarikat kurucuları veya sonraki şeyhler tarafından düzenlenmiş her gün tekrarlanan, okunması gereken dualar topluluğudur.

Fena fî’ş-Şeyh: Gözün ve gönlün şeyhten başkasını görmemesidir; şeyhin kimliğine bürünmektir.

Fena fî’n-Nebî: Gözün ve gönlün Peygamber’den başkasını görmemesidir; Peygamber’in kimliğine bürünmektir.

Fena fîlllah: Gözün ve gönlün Allah’tan başkasını görmemesidir; Allah’ın kimliğine bürünmektir. (Allah’ın varlığında kaybolmak. Kişi, kendisi dâhil Allah’tan başka hiçbir varlığı görmemesidir.)

Bekâ billah: Gözün ve gönlün Allahlıkta süreklilik kazanmasıdır; Allahlıkta ebedileşmektir.

Vahdet-i Vücud: Fena fillah’ın bir adım ilerisi vahdet-i vücut(Varlığın tekliği)’tur. Fena fillah noktasına gelip kendisinden geçen sufi güya öyle bir dereceye gelir ki, artık: “La mevcude illallah”, yani “Allah’tan başka varlık yoktur” der. Tasavvufa göre başka varlıklar, hayali, izafi veya mecazidir. Bu görüşün en ciddi savunucusu, Muhyiddin İbn Arabî(v.1240)’dir. Vahdet-i vücud anlayışında cezbe halinde söylenen bu söz, doğal halde de değişmez bir esas kabul edilir. Vahdet-i Vücud, bir çeşit panteizmdir. Sadece işin içine Allah karıştırılmıştır. Panteizm, evrenin kendisini tanrı olarak görürken, evrene Tanrı’ya ait özellikleri yakıştırmaz. Oysa Vahdet-i Vücudçular, evreni bir çeşit Tanrı olarak görürken, Tanrı’daki birçok özelliği de ona yakıştırırlar. Örneğin; evliyaların, pirlerin ve şeyhlerin her şeyi bildiklerine, her şeyi gördüklerine ve her şeye gücü yettiklerine inanırlar. Panteizm inancı, Hinduizm, Budizm ve Platon’un görüşlerinden çıkmış, Avrupa’da Spinoza tarafından savunulmuştur.

Vahdet-i Şühud: Fena fillah halindeyken insan; “Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur” diyebilir. Ancak şuuru yerine gelince, Allah’ı ayrı, kâinatı ayrı varlık kabul etmesi durumudur. İmam Rabbani, bu anlayışla vahdet-i vücudu meşrulaştırmak istemiştir.

Tenasüh: Ruhgöçü demektir. Bazı Şii kökenli gruplarda ve mistik akımlarda göze çarpmaktadır.

Sema: Musiki nağmelerini dinlemek, dinlerken vecde gelip harekette bulunmak, kendinden geçmek, raksederek dönmektir. Mevlana’nın Şems geldikten sonra sema etmeye başladığı söylenmektedir.)

 

 

ÖNEMLİ MİSTİK ŞAHSİYETLER

Cüneydi Bağdadi

(207-822/298-911) Nehâvend’de doğdu, Bağdat’ta büyüdü ve orada yaşadı.

Tasavvufçuların pîri olarak adlandırdıkları Cüneyd el-Bağdadi de şöyle der: “Yeni başlayan (mürid) kişinin şu üç şeyle kalbini meşgul etmemesi iyi olur. Aksi halde durumu değişir: Bunlar mal kazanmak, hadis öğrenmek ve evlenmektir. Sofunun okuyup yazmaması gerekir. Çünkü bu, himmetini toplamak için daha iyidir.” (Sarmış, s.412)

Hallac-ı Mansur

(858-25.03.922): İran’da doğdu. Batıni Karmatilerle gizlice işbirliği yaptığı sabit olduğundan dolayı (309-921) yılında idam edilmiştir.

Hallaç yakalanıp onun ilah olduğuna inanan birtakım kişilerle beraber yargılandıklarında bu gerçek olduğu gibi açığa çıkmıştır. Bunlar Hallacın ölüleri dirilttiğine inandıklarını itiraf etmelerine rağmen, Hallaç bunu takiyye yaparak inkar etmiştir.

Kur’an’ın gizli anlamlarını öğrenmeye merak saldı. Sihirbazlık ve cinlerle işbirliği yapmakla suçlanınca, Türkistan ve Hindistan’ı dolaştı. Bu ülkelerde Budizm, Manizm ve Hinduizm gibi inançlar hakkında bilgi edindi. Kendisine “Ene’l-Hakk!”, yani “Ben, Allah’ım!” dediği için, cezalandırılmak istendi. Bulunduğu şehirden kaçtı. Üç yıl gizli saklı yaşadı. Karmatilerin ajanlığıyla suçlandı. Bundan dolayı hapse atıldı. Hallaç, Tavâsîn isimli kitap yazmıştır. Bu eserin “Ezel ve İltibas Tâsîni” bölümünde, İblis(şeytan)’i ve Fir’avun’u övmüş ve yüceltmiştir. Kitabında, Allah ile şeytanı aynı kefeye koymuş; Allah’ın İblis’i, İblis’in de Allah’ı zikrettiğinden ve İblis ve Fir’avun’un Allah olduğundan söz etmiştir. Dostunun ve üstadının İblis ve Fir’avun olduğunu yazmıştır. Bu görüşleri nedeniyle halife Muktedir döneminde darağacında asılarak idam edildi. Allah’ı ruhsal olarak sufinin kendisinden ayrı görmemesi inancını yayıyordu.

Gazali:

(505-1111) İslami ilimlerinde geniş alanda eserler vermiş, sonunda hayatını tasavvufa adamıştır. Tasavvufun ve Hallac-ı Mansur’un Sünni dünyada meşru görülmesini sağlamıştır.

Muhyiddin İbn Arabi:

(561-1165/638-1240) Endülüs İspanya’da 1165 yılında doğdu, 1240 yılında Şam’da öldü. Kuzey Afrika, Mekke, Bağdat, Malatya, Konya, Şam ve Kudüs’ü dolaştı. Sadrettin Konevi, ondan ders almış olup onu üvey babası olarak görmektedir. Yavuz Sultan Selim 1517’de türbesini, bir de oraya bir cami yaptırdı. Vahdeti Vücud’u Anadolu’da yayan Sadreddin Konevi’dir.

İbn Arabi, daha çok Antikçağ Grek(Yunan) Stoacılarından, Philo’dan ve Yeni Eflatuncu’lardan etkilenmiştir. İslam dünyasında daha İbn Arabi hayattayken başlayarak en fazla eleştirilen ve İslamdışı gösterilen bilgin İbn Arabi olmuştur.

İbn Arabi, rüyasında Peygamber’in direktifi üzerine kitap yazdığını söyler. Futuhat-ı Mekkiyye, bölüm 373’de yazdıklarının bir ilahi yazdırma, en kutsi makamdan indirildiğini ve ruhuna üfleme olduğunu iddia eder. Muhyiddin İbn Arabi, vahdet-i vücut inancının en hararetli savunucusudur. Eserlerinde açıktan; “Yaratan yaratılandır(halik mahluktur), yaratılan da yaratandır(mahluk haliktir). Bunların hepsi tek varlıktır.” diye uzun uzadıya anlatmaya çalışmıştır. Yine İbn Arabi, Firavun’un rablık iddiasını (79Naziat/24), Firavun’un Allah olmasına bağlamıştır. Taşa, toprağa tapanların bu yüzden onları tanrı olarak isimlendirdiklerini iddia etmiştir. Fusus-ul Hikem, 1/212’de Allah’ın kadını kıskanıp kadının yerine geçtiğini ve bu ilişkiden dolayı tekrar Allah’a dönmek için guslün gerekli olduğunu iddia eder. Yine aynı kitapta “Allah beni över, ben de onu överim. Allah bana kulluk eder, ben de O’na kulluk ederim” demiştir. (Fusûsu’l-Hikem, s.1/83) Ben ve O desek de, ben yoktur sadece O vardır. O, çokluk halinde olan varlıktır. Evliyaların peygamberlerden üstün olduğunu iddia etmiştir.

Mevlana

(v.1273) Mevlana, Mesnevi adlı altı ciltlik manzum eserinin önsözünde, bu kitabının âlemlerin Rabbi tarafından indirildiğini ifade etmiştir. Kur’an’a ait özellikleri kendi kitabı için sıralamıştır. Örneğin, “Allah’ın onu korur(15Hicr/9), ona önünden ve arkasından batıl giremez(41Fussilet/42), yüce katipler tarafından yazılmıştır(80Abese/13-16), ancak temiz kişiler bu kitaba dokunabilir(56Vakıa/79), gönüllere şifadır(17İsra/82) gibi. Tanrı, neliksiz(varlığı olmayan, varlık olmayan) ve niteliksizdir. Mesnevi, c.5 s.38 Aynanıza bakın, kendinize görmüş olsanız bile hakikatta Allah’ı görmüşsünüz demektir. Mesnevi, c.5 s.166 1852- Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir! 1853 –Sofiler bunu halktan giz1emek için gönül vahyi demişlerdir. C:IV, Sh: 325-326-327.

Yunus Emre

(v.1320) Taptuk Emre dergahında yetişti. Osmanlı Şeyhulislamı Ebussuud efendi, Hanefi fıkhını uygulamış ve Yunus’un bazı şiirlerini okuyanların şer’an hapsedilmelerine ve öldürülmelerine fetva vermiştir. Bu şiirlerden biri: “Cennet cennet dedikleri/ Bir ev ile birkaç hûri/ İsteyene ver sen anı(onu)/ Bana seni gerek seni” Yunus bu beyitte, kendisinin cenneti değil, Allah’ı istediğini, yani Allah’ın yerini, diğer ifadeyle Allah olmak istediğini(fenâ fî’l-lah), Allah’ın mertebesine ulaşmak, O’nun yetkisine sahip olmak istediğini söylemeye çalışmaktadır. Örneğin, kendisini bir damla, Allah’ı da bir okyanus olarak gören zihniyet, artık bir damla olarak kalmayı kendisine yedirememekte, okyanusa düşerek, okyanus olmayı hedeflemektedir. Diğer bir örnekle, çok güzel bir iş yapmış olan bir sadrazamı veya bir veziri padişah ödüllendirmek ister. Padişah, ona verilebilecek en güzel ödülü vermek ister ve bunu ona sunar. Ancak o, ukalalık edip: -O hediye ne ki, o bana yetmez, ben seni istiyorum, senin tahtın devam etsin, ama ben de o tahta ortak olmak, ben de padişah olmak istiyorum, demektedir. Esasında ona göre kendisi, padişahı yerinden etmek amacında değildir. Padişahla bütünleşip, onun yetkilerini kendi görebilmek niyetindedir. Hediyeyi küçümsemekle padişahı, cenneti küçümsemekle de insan Allah’ı küçümsemiş olmaktadır. Allah, 9Tevbe/111 ayetinde, insanın cenneti; malını ve canını ortaya koyduğu zaman ancak elde edebileceğini, 3Al-i İmran/136 ve 42Şura/22 ayetlerinde cennetin büyük bir ödül olduğunu bildirmiştir.

Ebu Yezid Bistami

Horasan’ın Bistam köyünde Zerdüşt bir aileden doğmuş, 261-874/1469 yılında orada ölmüştür. Kendi­sine Fena fi’t-Tevhid doktrinini öğreten Hintli hocası Ebu Ali es-Sindi tarafından tasavvufa sokulmuştur. Bestami Vedantik düşüncesinin Şankara (öl. 820) ve okulu tarafından aktif olarak canlandırılmaya ve sistemleştirilmeye çalışıldığı bir zamanda yaşamıştır.

Bayezid demiştir ki:

Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve bana şöyle dedi: Ey Ebu Yezid, yaratıklarım seni görmeyi arzuluyorlar. Bunun üzerine ben dedim: Beni vahdaniyetin­le(birlik) donat ve senin benlik elbiseni bana giydir ve beni ehadiyetine(birlik) yükselt, ta ki yara­tıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: Sen’i (Allah’ı) gördük ve sen O’sun. Fakat ben(Ebu Yezid) orada olmam.”

Subhani ma a’zame şani”(Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir!).

Bestami Allah’ı Arş üzerinde bulamamış ve bu yüzden O’nun Arş’taki yerine oturmuştur: “Melekut ummanına ve lahut hicaplarına daldım, hatta arş’a ulaştım. (Bir de ne göreyim) O boştu. Böylece kendimi onun üzeri­ne attım ve dedim: Rabbim, seni nerede bulayım? Ve perdeler kaldırıldı da gördüm ki ben benim, evet Ben Benim. Aradığım şeye geri döndüm ve O Ben idim ve Benden başkası değildi.”

Dokuzuncu yüzyılda bir müslümanın böyle kendisini neredeyse Allah’ın üstünde bir yere koyan şatahatı(alaycı ve uçuk sözler) söyleyebilmesi ve buna rağmen ceza görmemesi gerçekten şa­şırtıcıdır… Ebu Yezid el-Bistami ve benzerlerinin İslam inançlarıyla bağdaşmayan sözlerini, dinin özüne ve ruhuna sahip olduklarını iddia eden tasavvufçular reddedip karşı çıkacaklarına, onları temize çıkarma, haklı gösterme ve sa­vunma yoluna gitmişlerdir. Hatta uydurdukları sekr, mahv, fena ve şatahat gibi paravanlarla açıkça küfür ve dinsizlik olan birtakım sözlerini dine uy­gun göstermek veya sorumluluktan kurtarmak için her yola başvurmuşlar­dır. (Sarmış, s.236-237)

Yemek külfetinden ve kadın sıkıntısından beni kurtarmasını Allah Teala’dan niyaz etmek istemiştim. Sonra kendi kendime, “Rasulullah bile Al­lah’tan böyle bir şey istemediği halde benim istemem nasıl caiz olur?” dedim ve bu­nun için dua etmekten vazgeçtim. Sonra Hak sübhanehu ve Teala kadın sıkıntısından beni kurtardı. O kadar ki karşıma çıkan kadın mı duvar mı, fark edemez oldum.” Kuşeyri Risalesi, (Sarmış, s.141-142)

Otuz senedir her namaz kılışımda, belime sardığım zünnarı(Hristiyan keşişlerin bellerine bağladıkları ucu haçlı kuşak) koparıp atmak isteyen bir mecusiyim, itika­dı içinde olduğum halde namaz kılmaktayım.” (Sarmış, s. 144)

Al­lah’a yemin ederim ki sancağım Muhammed’in sancağından daha büyüktür.” “İlminizi ölülerden aldınız, biz ise ilmimizi ölmeyen diri (Allah)’dan aldık.” (Sarmış, s. 157)

Cehennem de ne ki, onu görsem eteğimle söndürürüm.” gibi sözleri güya manevi sarhoşluk(vecd) halinde söylediği düşünülmüştür.

Görüldüğü gibi mistikler de gizemciler de tasavvufçular da tarikatçılar da ezoterikler de okültistler de kabalistler de gnostikler de, her ne adla isimlendirilirlerse isimlendirilsinler hepsi, birbirinin değişik zaman ve yerlerdeki farklı görünümleridirler. Amaçları hakkın ortaya çıkması değil, sınıflara ayırdıkları sıradan halkın(avam) dinlerini ve dünyalarını sömürme peşindedirler. Seçkin(havas) diye tanımladıkları şeyhler, pirler içinde yaşadıkları halkın dinini istismar ederek güya halkın bilmediği gizli bilgilere vakıf oldukları, bu bilgiyle başaramayacakları iş olmadığı iddiasındadırlar. Birtakım meczuplar da onların borazanlığını yapmaktadırlar. Muhataplarına karşı her türlü entrikaya başvururlar. Halkı uyutur ve uyuştururlar. Akıl, mantık ve bilim karşıtıdırlar. Ateist geçinen biri kadar Allah hakkında saygısızlık ve küstahlıktan çekinmezler. Girdikleri yere pısırıklığı, edilgenliği ve kaderciliği pompalamışlardır. İlahi dinde ortaya çıkan bozulmaların asıl sorumlusudurlar. Müslümanların bilim ve teknoloji konusunda geri kalmalarının gerçek sorumlusu da bu anlayıştır. İnsanların tarikatlara girmesinin önemli nedeni şudur; Bu anlayış sahipleri, başka alanlarda kazandıkları gücü kullanarak hileli yollarla, insanları alıştırarak ve ısındırarak uydurdukları din anlayışını onlara enjekte etmektedirler. İş, aş ve meslek edinmek isteyen halk bu tuzağa düşmekte, düşülen tuzakta zamanla oluşan çıkar ilişkileri onları birbirlerine bağlamaktadır. Saf ve samimi görünmeleri, rollerini uzun süre yapma sonucunda bunu kanıksamalarından kaynaklanmaktadır. Yoksa saf ve samimiyetin arka planında bir bilinç ve sağlıklı bir anlayış bulmak çoğu kez olanaksızdır. Hak ve hukuk onlar için gereksizdir. Tek gerekli olan şey, efendilerle halk arasında kul-köle ilişkisinin sürüp gitmesidir. Haktan yana olan herkes bilir ki söz, önemlidir, söz değerleridir. Değişim ve gelişim sözle başlar ve sözle devam eder. Sözün değerli olmadığı, konuşmaya izin verilmediği yerde hak ve adalet olmaz. Mistik anlayışa göre söz boştur, batıldır. Bu anlayış sahiplerine göre sorgulamak, akıl yürütmek boştur, batıldır, hatta en büyük küstahlıktır. Onlara göre dünya değerlerini yaşamak, Allah’tan ve dinden uzaklaşmaktır. Böyle olunca da tam bir gerileme ve tutucu davranışlar söz konusudur.

Allah tüm insanları şeytani her türlü virüsten korusun.

 

 


posted in MITOLOJİ | 6 Comments

20th Eylül 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

RUHBANLIK ve ZÜHD (Takvadan sapmalar)

‘Zühd’, sözlük anlamı olarak, “Bir şeye ilgi duymamak, az bir şeye razı olmak” demektir.

Kavram olarak ise, ‘dünyaya, maddi şeylere ve çıkarlara rağbet etmemek, çıkarcı, ihtiraslı ve bencil olmamak, kanaatkar olmak’ anlamlarında kullanılır.

Kısaca ‘zühd’, nefsin arzu ve isteklerini denetim altına almak, manevi değerleri maddi değerlerden üstün tutmak, başkasını kendisine tercih etmek ve imkan olduğu halde nefsi terbiye etmek amacıyla helal olan şeylerden bile vaz geçebilmek demektir.

“Zühd” sözcüğü Kur’ân’ı kerimde bir âyette çoğul ismifâil (الزّاهدين zâhidîn) olarak sözlük anlamıyla geçmektedir.

Yusuf suresi âyet 20:

“Onu ucuz fiyata, sayısı belli birkaç kuruşa sattılar. Onlar onu pek önemsemediler (ona pek değer vermediler).”

Kıssayı bilirsiniz: Yusuf As. kardeşleri tarafından bir kuyuya atılmıştı. O’nu kuyudan çıkaranlar, onu Mısır’da daha pahalıya satabilme imkanları var iken az bir fiyata köle diye sattılar. Âyette anlatılan kıssanın tamamını Kur’ân’dan okuyunuz.

Kavram olarak ‘Zühd’ü biraz açarsak ‘Zühd’, bir yönüyle dünyaya ve geçim araçlarına fazla meyletmeyip ibadetle meşgul olmaktır. O, aynı zamanda elde olan dünyalığa fazla sevinmemek ve elden çıkana üzülmemektir. Zühd sahibi kimseler elde olan veya olmayan dünyalıkların sevgisini gönüllere yerleştirmezler. Zühd, dünyaya ve dünya zenginliğine rağbet etmemek, önem vermemek, buna karşı ibadete ve takvâya değer vermektir. Bu tutum hiçbir zaman çalışmaktan yüz çevirmek, bir köşeye çekilmek veya başkalarının eline bakmak değildir. Böyle bir anlayış İslâm’ın hayat anlayışına terstir.

Aslında zühd bir açıdan takvâya benzer. Takvâ anlayışı mümini dikkatli ve şuurlu olmaya sevk eder. Takvâ, dünyalıklara, eğlencelere, zenginliklere ve nefsin isteklerine aldanıp da Allah’a karşı gelmemekten, ibadetleri ihmal etmekten korur. Demek oluyor ki Zühd, takvâ yolunu açan, kişinin isteklerini kontrol altına almasını sağlayan bir ahlaktır.

Bilindiği gibi insanı hataya sürükleyen ve kulluk görevini aksatan iki önemli etken vardır. Birisi ihtiras: Dünyalıklara aşırı istek, diğeri de şehvet. Kısacası sınır tanımayan istekler ve emeller.

Zühd ahlakı işte bu ihtiras ve şehevi arzuları sınırlayan, mümini kulluğa sevk eden ve onu takvâya hazırlayan bir anlayış ve davranıştır.

Bu anlayışta olanlara “zâhid” denir.

Bu anlayışı kendisine düstur edinenler, Allah’ın koyduğu tüm yasaklardan kendilerini korumaya çalışırlar. Onlar, dünyalıkları, maddi çıkarları elde etmek için haram yollara girmekten ve Allah’a karşı görevlerini aksatmaktan korkarlar. İşte Zühd bu titizlik ve dikkattir.

Zühd, maddi bir darlık sebebiyle dünya nimetlerinden zorunlu olarak uzaklaşma değildir. Zühd, hele hele dünya geçimliklerinden yüz çevirerek ruhbanlık yapmak, bir köşeye çekilip, fakir bir halde, bir hırka birkaç lokma ekmeğe razı olmak demek değildir. Zühd, lüks ve savurganlıktan kaçınıp, sahip olduğu maddi ve manevi değerleri Allah yolunda, Allah rızası için kullanmaktır. Mesela, Altın yüzük almaya kudreti varken altın yüzük takmayıp gümüş yüzük takmaktır. Lüks otomobiller almaya imkanı varken normal bir otomobille idare edip artı parasıyla Allah yolunda hizmet etmektir.

Bunun aksi olan, tasavvuf-tarikat kültürünün temel direği sayılan zühd anlayışı, (miskinlik) Müslümanlar arasına İslâm’ dışı dinlerden sonradan sirâyet etmiştir.

Peygamber efendimizin hayatı tümüyle takvâ ve zühd hayatıdır. O, bir peygamber ve devlet başkanı olduğu, çok mala sahip olma imkanı olduğu halde bunlara itibar etmemiş, geçimini kendi sağlamış, kimseye el açmamış, başkasına yük olmamıştır. Geçimini sağlayacak kadar çalışmış, yetecek kadar dünya malına sahip olmuş, hiçbir şekilde dünyalıklar peşinde koşturmamış, maddeye sahip olmayı hayatının öncelikli hedefi yapmamıştır.

Zühd, Sahabe-i Kiram’ın da genel ahlakıydı.

Sonuç olarak aslında Zühd, ihtiras ve şehevi arzuları sınırlayan, mü’mini kulluğa sevk eden ve onu takvâya hazırlayan bir anlayıştır.

RUHBÂNLIK

‘ الرّهبان Ruhbân’ sözcüğü, ‘ Rehbet’, ‘ rühb’ ve ‘ rehb’ köklerinden türemiştir. Bu sözcüklerin anlamı, “Acı ve ızdırap duyup bir korkuyla çekinmek” demektir.

İsm-i fâili olan ‘ Râhip’ sözcüğü, “Acı ve ızdırapla, korkuyla çekinen kimse” demektir. Çoğulu ‘rahbân-ruhbân” ve “ruhbâniyyun’ olarak söylenir.

Sözcük anlamıyla, Kur’ân’ı Kerim’in Kasas suresi âyet 32 ( er rehb), Haşr suresi âyet 13 (rehbeten), Enbiya suresi âyet 90 (reheben), A’raf suresi âyet 154 ( türhibûne), Bakara suresi âyet 40 (ferhebûnî), Nahl suresi âyet 51 ( ferhebûni), Enfal suresi âyet 60 ( türhibûne)’ta yer alır.

 

 

Kavram olarak ruhbânlık:

Ruhbanlık, daha fazla ibadet, daha fazla zühd hayatını seçmek demektir. Genel anlamda: “Dünyadan el etek çekmek, ibadet ile meşgul olmaktır.” Ruhbânlar bu anlayışla evlenmeyi hoş görmezler, dünya işlerine önem vermezler, akıllarınca ruhu yüceltmeyi ön planda tutarlar.

Kur’ân-ı Kerim, dinde ruhbânlığı, yani dini daha iyi yaşamak için bir tarafa çekilmeyi, nefsi en doğal ihtiyaçlardan bile mahrum etmeyi icat edenleri ve bunu sürdürenleri tenkit eder.

Hadid suresi âyet 27:

“Sonra, onların izleri üzerinden elçilerimizi art arda gönderdik; Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik ve O’na İncil’i verdik. O’na uyanların gönüllerine yumuşaklık ve acıma koyduk; üzerlerine bizim gerekli kılmadığımız, ama Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için kendilerinin uydurduğu ruhbânlığa bile gereği gibi uymadılar; içlerinden inanmış kimselere, karşılıklarını verdik; ama çoğu yoldan çıkmıştır.”

Tevbe suresi âyet 34:

“Ey inananlar! Bilgin ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını yanlış adına yerler ve Allah yolundan alıkorlar. Altın ve gümüşü yığıp da, onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara can yakıcı bir cezayı duyur.”

Görülüyor ki ruhbânlık, Hıristiyanların sonradan uydurdukları bir anlayıştır.

Ruhbânlık, tarihi akış içerisinde Hıristiyan din adamlarının daha iyi teşkilatlanmalarını ve daha etkin çalışmalarını sağlayan bir kurum haline gelmiştir.

Ruhbânlar, Hıristiyan geleneğinde özel din adamlarıdır. Bunlar ayrı bir sınıftırlar ve din konusunda özel yetkileri vardır. Onlar din adına konuşurlar, karar verirler, dini temsil ederler. Kur’ân’ın deyişiyle onlar kendilerini ilahlık ve rabblık makamına çıkartan kimselerdir. Onlara ‘Ruhânîler’ de denilir. Allah ile kullar arasında aracı durumundadırlar. !

Cahil zümreler ruhbânlara hak etmedikleri nitelikleri yakıştırdılar. Sonra da onların din adına söylediklerini itirazsız kabul ettiler. Kur’ânımız bu hususu da şöyle bildirir:

Tevbe suresi âyet 31:

Onlar hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i, Allah’ın astından, rabler edindiler. Oysa tek bir Tanrıdan başkasına kulluk etmemeleri buyrulmuştu. O’ndan başka Tanrı yoktur! O, onların ortak koştuklarından münezzehtir.”

Ruhbânlar, halka bir şeyi emrettikleri, bir şeyi haram veya helal yaptıkları zaman insanlar bunu kabul ederler ve Allah’ın o konuda hangi hükmü indirdiğini, ne dediğini düşünmezler. Bu gibi insanlar Allah’ın dinine ve onun hükümlerine değil, kişilere tabi olurlar, onların doğrularını ve yanlışlarını hesaba katmadan, Allah’a rağmen onların peşine düşerler. Böyle bir anlayış şüphesiz İslâm’ın şirk dediği sapık inançtan başka bir şey değildir.

Kur’ân’da İslâm’ın ilk yıllarında Müslümanlara karşı iyi davranan rahipler övülmüştür.

Maide suresi âyet 82:

“İnananlara en çetin düşman olarak, insanlardan Yahudileri ve Allah’a ortak koşanları bulacaksın. İnananlara dostlukça en yakın olarak da onlardan “biz Hıristiyanız” diyenleri bulacaksın. Bu, onların içinde bazı keşişler ve rahipler bulunmasından ve büyüklük taslamadıklarındandır.”

Dinimize göre insanın ibadet hayatında ruhbânlığa ihtiyaç yoktur. Allah kullarına böyle bir şeyi emretmemiştir. Müslümanlar daha iyi ibadet yapabilmek için bir köşeye çekilmedikleri gibi, mubah olan şeyleri de kendilerine haram edemezler. Onlar dinlerini hayatın akışı içerisinde toplumla beraber, doğal bir şekilde yaşarlar.

Dinimizde ruhbânlar sınıfı da yoktur. Bütün insanlar din önünde eşittir. Hiç kimse din adına bir ayrıcalığa sahip değildir. Hiç kimsenin başkalarını İslâm’a kabul etme veya birisini İslâm’dan çıkarma, günahını bağışlama veya din adına sevap verme yetkisi yoktur.

Kimi Müslümanlar, kendi hocasını, üstadını, şeyhini veya liderini dinin temsilcisi sayıyor, onların her dediğini dini bir emir gibi algılıyor ve hatta onların nerdeyse ma’sum ve lâyüs’el (hatasız ve sorumlu olmayan, hesap vermeyen birisi)olduklarına inanıyor. Bu da şüphesiz Hıristiyanlardaki sapıklığın Müslümanlarda görünümüdür.

Takvâ İslâmî ölçüler içerisinde yaşanmalıdır. İfrat ve tefrit telafisi mümkün olmayan zararları getirir. Kişiyi şirke bulaştırır. (Hakkı Yılmaz) http://www.istekuran.net/?p=85

 

posted in MITOLOJİ | 0 Comments

20th Eylül 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

EVLİYA (Allah dostları, İbrahim halilullah…..)

Konuya başlarken konuyla ilgili kısa bir genel bilgi sunmakta fayda var. Konuyla ilgili toplumda yer almış inanç ve kabullerin kısa bir açıklamasının, konunun iyi anlaşılmasına vesile olacağına inanıyorum. Bu açıklamaları görünce sizler de konunun ne denli önemli bir mesele olduğunu kabul edeceksiniz.

 

İSLAMDIŞI EVLİYALAR


“ Velî” ve “Evliyâ” sözcüklerinin (İSLAM DIŞI) kavramsal anlamı:

“Velî”. “ gizli bilgiler ile donanmış, zaman ve mekan bağlarının dışında kalan, Allah tarafından özel himaye gören kimse” demektir. İki türlü Velî vardır: Biri gizlidir. Tanrı sırlarına erdiği için kendini saklar, kim olduğunu bildirmez. Bunlara “Tanrının makbul kulları” denilir.

İkincisi: Herkes tarafından bilinen, tanınan ve sayılan Velîlerdir. Bunlar daha çok tarikat ve cemaat ileri gelenleridir. Velîler, Gayb âlemi denilen görünmez, bilinmez yerlerden haberler getirir, insanların içini, içinden geçeni bilir ve haber verirler.

“Velî”’nin çoğulu “Evliyâ”’dır. Yani Evliyâ demek Velî’ler demektir. Ama zaman içerisinde “Evliyâ” sözcüğü çoğul anlamını yitirip, tarikat ve tasavvuf çevrelerinde özel, bir tekil anlam kazanmıştır. Buna göre “Evliyâ”: “Olağanüstü yeteneklerle donatılmış, keramet sahibi kimse” demektir.

Evliyâ tabirinin içine Üçler, Yediler, Kırklar, Abdal, Aktap, Evtad, Nükeba ve Nüceba denilen kimseler de girer.

Tasavvufa ait yazılmış kitaplarda “Evliyâ” için iki anlam verilir. Birincisi: Allah’ın kendilerini koruduğu, dost edindiği kimseler. İkincisi: Devamlı ibadet eden, Allah’tan gelen her şeye rıza gösteren kimseler. Bunlar insanlara daima iyi davranırlar. Bütün insanlar için Allah’tan rahmet dilerler. İntikam, kin ve hırs gibi kötü duygulardan uzak yaşarlar. Yeryüzünde hiç kimseye düşmanlık beslemezler.

Evliyâ’nın bazı alametleri vardır. Allah’a ulaşmak için uğraşmak, devamlı Allah ile meşgul olmak, yüksek makam sahibi olmayı istememek, gösterdiği kerametlerle öğünmemek, her şeye razı olmak, belalara sabır etmek, sıkıntılara ve güç durumlarda Allah’a tevekkül etmek.

“Evliyâ”’nın zühd, takva ibadet ve muhabbetle eriştiği dereceye “velâyet” mertebesi denilir. Bu mertebeler de kişisine göre “velâyet-i suğra” (küçük evliyâlık), “velâyet-i kübra” (büyük evliyâlık) ve “velâyet-i ulya” (en yüce evliyâlık) mertebeleridir.

“Velâyet” derecesine ulaşan kimselerde Tayy-i mekan ( bir anda uzak mesafelere gitme, değişik yerlerde bulunabilme), Tayy-i zaman (aynı anda bir çok yerde bulunma, geçmiş ve gelecekte yaşama), su üstünde yürüme, havada uçma gibi kerametler vardır.

Evliyâüllah’ın öldükten sonra tasarruflarını sürdürdükleri, etkilerini gösterdikleri kabul edilir. Bu yüzden onların mezarları, türbeleri ziyaret edilir, orada adaklar adanır.

“Velî”, “Velîyyüllah”, “Evliyâ” sözcükleri, yukarıda açıkladığımız anlam ve kabullerle saf beyinlere yerleşince, bunlarla ilgili bir çok teferruat da üretilmiştir.

 

 

İSLAMDIŞI EVLİYALAR

Kimdir bunlar?

“Üçler”, “Yediler”, “Kırklar”, “Kutuplar”, “Kutb- ul Aktaplar”, “Gavslar”, “Gavs- ul a’zamlar”, …..”

Çevremizde görmekteyiz ve duymaktayız ki her tarikatın şeyhi, her cemaatin ileri geleni “Evliyâ”’dır, Velîyyüllah’tır, Gavs’tır, Kutup’tur. Üçler’dendir, Yediler’dendir, Kırklar’dandır. (Lâtlar, Menâtlar, Uzzâlar, Hubeller artık isim değiştirmiştir.) Bunlara izafe edilen su üstünde yürüme, ateşten etkilenmeme, havada uçma, uzak yerlere kısa zamanda gitme, kalplerden geçenleri bilme, yetiş ya hazret dendiğinde denizin ortasındaki boğulmakta olana yardıma koşma, rakiplerini taş etme vs. gibi keramet türü zırvaları bir tarafa bırakalım bu kimselerin kimisi Allah’a sekreterlik yapar, kimisi Allah’a başbakanlık yapar, kimisi Allah’ın içişleri bakanlığını yürütür, kimisi Allah’ın bu dünyadaki işlerini yürütür; yağmuru-fırtınayı sevk ve idare eder, kimisi de çocuksuzlara çocuk verir. …

Bu, uydurulmuş kimselerin niteliği, yaşamı ile ilgili tarikat ve tasavvuf kitaplarında bir çok özellikler zikredilir. Biz burada, bunların temeline kısaca değinip geçeceğiz.

Bu konuya ait uydurulmuş rivâyetlerin en ünlüsü “Abdallar Hadisi” diye bilinenidir. Biz bunu Elbânî’nin aktardıklarından nakledelim:

Bu ümmette Abdallar otuz kişidir. Onlardan biri öldüğünde Allah onun yerine bir başkasını bedel olarak gönderir.”

“Şu üç şey kendisinde bulunan kişi, yeryüzünün ve sakinlerinin ayakta kalmasının sebebi olan Abdallar’dandır. Kazaya rıza göstermek, Allah’ın yasaklarından uzak durmada sabır, Allah’ın zatına ilişkin konularda öfke.”

“Ümmetimin abdallarının alameti şudur: Onlar hiçbir şeye asla lanet etmezler.”

“Abdallar, mevaliden (Arap olmayan) Müslümanlardandır. Mevaliye, münafıklardan başkası kin tutmaz.”

“Benim ümmetimin abdalları cennete amelleri yüzünden girmezler. Onların cennete girişi Allah’ın rahmeti, benliklerindeki cömertlik, kalp temizliği ve tüm müslümanlara rahmet oluşları yüzündendir.”

“Abdallar, kırk erkek ve kırk kadından oluşur. Allah, her erkek öldüğünde onun yerine bir erkek, her kadın öldüğünde de onun yerine bir kadını gönderir.”

“Ümmetimin içinde, kalbi Hz. İbrahim kalbi gibi olan kırk kişi hiç eksik olmaz. Allah bu kırk kişiyle yeryüzündeki belaları ümmetimden uzaklaştırır. Bu kırk kişiye “Abdallar” denir. Bunların erişleri namaz, oruç ve sadaka ile değildir; bunların erişleri cömertlikle, müslümanlara öğütle olur.”

“Yarattıkları içinde Allah’ın üçyüz kişisi vardır ki, kalpleri Hz. Âdem kalbi üzeredir. Aynı şekilde Allah’ın kırk kişisi vardır ki, kalpleri Musa’nın kalbi üzeredir. Yedi kişi vardır ki, kalpleri İbrahim kalbi üzeredir. Beş kişi vardır ki, kalpleri Cebrail kalbi üzeredir. Üç kişi vardır ki, kalpleri Mikail kalbi üzeredir. Bir kişi vardır ki, kalbi İsrafil kalbi üzeredir. Bu son kişi ölünce Allah onun yerine üçlerden birini getirir. Üçler’den biri ölünce onun yerine Beşler’den birini getirir. Beşler’den biri ölünce onun yerine yediler’den birini getirir. Yediler’den biri ölünce onun yerine Kırklar’dan birini getirir. Kırklar’dan biri ölünce onun yerine Üçyüzler’den birini getirir. Üçyüzler’den biri ölünce onun yerine halktan birini getirir. İşte yeryüzünde hayat bu insanlar hürmetine yürür, ölüm bu insanlar yüzünden olur, yağmur bu insanlar hürmetine yağar, bitkiler bu insanlar hürmetine yeşerir, belalar bu insanlar hürmetine uzaklaştırılır.”

Konuya bu kadar girmişken diğer hayali kahramanlar ile ilgili de biraz açıklama yapalım. Hem de en muteber klasiklerimizden İbn-i Abidin’in Resâil’inden.(!)

 

Kutup:

Değirmenin, çevresinde döndüğü eksen demektir. Zamanının bütün oluşları onun çevresinde dönüp durduğu için zamanın ruhsal seyyidi ve yöneticisi olan zata bu ad verilmiştir. … Kutuplar iki tanedir. Biri görünen alemi yönetir, biri gayb alemini. Kutup ölünce, yerine Abdallardan en kamili geçer. (Allah ne iş yapar ki??!!)

Abdallara gelince: “Abdal” kelimesi, “bedel” sözünden alınmıştır. Bunlardan biri ölünce onun yerine öteki geçtiği için bu adla anılmışlardır. Bunlar, peygamberin yerine iş gördükleri için de bu adı almış olabilirler. …(Az önce de Allah’ın işlerini gördükleri yer almıştı) Allah, insanlara musallat olabilecek belaları, fesatları bu abdallar yüzünden yok eder….

Evtad’a gelince: Bu kelime direk, dayanak anlamındaki “veted” sözcüğünün çoğuludur. Bunlar, yeryüzünün dayanıklı olmasını sağlayan ruhsal kişilerdir. Kur’ân’da dağların “evtad” olduğunu söyleyen âyet bu kişilere dikkat çekmektedir.

Nukeba, nakîb (temsilci, belirleyici) sözcüğünün çoğuludur. Nukeba, toplumların kozmik temsilcileridir. Bunların her biri gezegenlerin birinin dünya üzerindeki etkilerini kontrol eder. Bunlar İblis’i de tanırlar ve onun etkilerini de kontrol ederler.

Efrad’a gelince: Bu kelime “ferd” kelimesinin çoğuludur. Efrad, melekler aleminden bazılarının temsilcisi olarak iş görür….

Nüceba’nın sayısı 70, Abdalların 40, Ahyarın 7, Evtad’ın 4’tür. Gavs ise bir tektir. Nukaba’nın yaşadığı yer Mağrip, nüceba’nınki Mısır, Abdallarınki, şam, Gavs’ınki Mekke, Kutup’unki Yemen’dir. Ahyar ise yeryüzünü durmadan dolaşır.

Halkın Ka’be’yi tavaf ettiği gibi Kutup da sürekli biçimde Allah’ı tavaf eder. Hep Allah’ın çevresindedir, orada döner durur.

Kutup, azledilmez, makamından ayrılmaz. Ancak ölünce yeri boşalır.”

(İbn-i Abidin; Resâil, 2/264-281)

 

Not:

1- Bu görüşler, bu inanışlar, ne kadar zorlanırsa zorlansın Tevhîd dini İslâm’a yerleştirilemez. İslâm Dini bu şirk pisliğini kesinlikle kabul etmez. Bu saçmalıklar Hint paganizminin İslâm’a bulaştırılmasından başka bir şey değildir. Bu sapık ve saçma inançlar Rasülüllah ve sahabe döneminde Müslümanlar arasında kesinlikle yoktu. Hiç görülmedi, duyulmadı.

Tasavvuf ve tarikat dinlerinin temel rükünlerinden biri olan “velîlik” inancı, yeni Eflatunculuğun, Maniheizm, Şamanizm, Budizm, Hırıstiyanlık, Yahudilik, Paganizm, Zerdüştlük dinlerinin kırıntılarıyla oluşturulmuştur. Tabiidir ki bu aşure yapılırken biber ve tuz mesabesinde de İslâm’dan bir şeyler karıştırılmıştır. Bu sapıklığın temelinin Yahudilere ve Hırıstiyanlara uzanışı bizzat Kur’ân tarafından da tescil edilmiştir.

İnsanoğlu şimdi olduğu gibi geçmişte de bir çok kuruntu sahibi olmuştur. Kimisi kendilerinin Allah’ın oğulları olduklarını, kimisi kendilerinin Allah’ın sevgilileri olduklarını, kimisi Allah’ın Yakınları (velîleri) olduklarını, kimisi cennete sadece kendilerinin gireceklerini, kimisi de cennet nimetlerinin kendileri için hazırlandığını ileri sürmüşlerdir. Yahudiler kendilerine yapılmış İlahî uyarılarla bu kuruntuları terk ettiler mi bilemiyorum ama, Kur’ân’ın lânetlediği Yahudi ve diğer batıl din mensuplarının kuruntuları, sapık inançları, inadına Müslümanlarca kabul görüp benimsendi; birileri ( evliyâüllah/Allah’ın yakın dostları, gönüldaşları) oldu. Hatta Allah kimisiyle dertleşti, kimisine karı oldu onunla sevişti, oynaştı, kimisine de sakalı bitmemiş oğlan oldu kendini d…..dü. (Hâşâ, sümme hâşâ) İnanmayanlar Milli Eğitim Bakanlığı yayınlarından meşhuuur “Menâkib-ül-Ârifin” kitabının ikinci cildi sayfa 214’e ve Arif Pamuk’un “Rasülüllah’ın mübarek dilinden Surelerin faziletleri” adlı kitabının 8, 9. sayfalarına bir göz atsın! İşte birebir fotokopileri. Sıcağı sıcağına okuyun bakalım. Bu sapıklığı ve sapıkları savunabilecek bir ehli insaf bulunabilir mi!

Bu rezaleti bu kitapta teşhir ettiğimiz için bizi mazur görünüz. Biz bu rezillikleri teşhir etmek boynumuzun borcudur.

Bu sapık zihniyetlere Kur’ân’da şöyle dikkat çekilir.

Maide suresi âyet 18:

“Yahudiler ve Hırıstiyanlar dediler ki, “Biz Allah’ın oğulları ve Sevgilileri’yiz. De ki: “O halde niçin size günahlarınız yüzünden azap ediliyor?” Hayır, siz de O’nun yarattıklarından birer insansınız. Dilediğini affeder O, dilediğini azap eder. Hem göklerin hem yerin hem de bunlar arasındakilerin mülk ve yönetimi Allah’ındır. Dönüş de O’nadır.”

Bakara suresi âyet 111:

Yahudi yahut Hırıstiyan olandan başkası cennete asla giremeyecek.” dediler. Bu, onların hayalleri, kuruntularıdır. De ki onlara: “ Eğer doğru iseniz hadi getirin kanıtınızı.””

Bakara suresi âyet 94, 95:

“De ki: “Allah katındaki ahiret yurdu diğer insanların değil de sadece sizin ise, eğer doğru sözlü iseniz, hadi isteyin ölümü!

Ellerinin önden gönderdiği şeyler yüzünden ölümü hiçbir zaman istemeyeceklerdir. Allah, zalimleri çok iyi bilmektedir.”

Ve Cuma suresi âyet 6:

“De ki: “Ey Yahudiler! Eğer insanlar arasında yalnız kendinizin (Evliyâüllah) Allah’ın yakınları olduğuna inanıyor ve bunda gerçekten samimi iseniz, hadi ölümü isteyin!”

Bu âyetleri gördükten sonra bu filmin daha evvel görülmüş olduğunu sizler de anladınız. Bu iddialar, inanışlar, saçmalıklar, kuruntular yeni değildir gördüğünüz gibi. Yüce Rabbimizin Kur’ân’daki, bunları teşhirindeki mesajı iyi alalım. Aksi halde biz şeytânın evliyâsı, şeytân da bizim velîmiz oluverir.

Tarihsel kayıtlarda da bu inançların Müslümanlar arasına Muaviye ve onun yakın dostu sözde mühtedi, Yahudi casusu Ka’b el Ahbar tarafından sokulduğu açıklanmaktadır. Konunun teferruatı Suyutî’nin Tahzir-ül Havas Min Ekazib-il Kussas adlı eserinde mevcuttur.

Bu hususlar ile ilgili yeterince uyarıcı eserler yazılmıştır. Bunlarla mücadele edilmiştir. Mesela: İbn-i Teymiye; el Furkan, Elbânî; ez-Zaifa, M. Ebu Reyye; Mecelle ve Advâ, Suyutî; Tahzîr, İbn-i Cevzî; Telbis-ül İblis. Ama gözüken o ki, yavuz hırsız ev sahibini bastırmıştır. Bu mücahitlere binbir kara çalınmıştır.

 

 

 

İSLAMDIŞI EVLİYALAR

Bu sapıklıklar niçin işleniyor?

Bu mevhum kavramların icadı, insanları Allah’a yaklaştıracak (tasavvuf ve tarikat tabiriyle, “seyri sülûki ikmal edip vasılı ilallah olmak) güç ve kişilerin gerektiği düşüncesiyle olmuştur. Cahil kitlelere, şeyhin, efendinin lüzumu yönünde, yüzlerce yalan beyan, hezeyan empoze edilmiştir.

Bu saçmalığın insanları şirke sürüklediğine bir çok âyette dikkat çekilmiştir. “Elâ/ gözünüzü açın, kendinize gelin” diye uyarılarda bulunulmuştur. Bu âyetler “Evliyâ’nın bizi Allah’a yaklaştıracağı bize şefâatçi olacağı” saçmalıklarını ortadan kaldırmaktadır.

Zümer suresi âyet 3:

Gözünüzü açıp kendinize gelin! Halis din/arı-duru tertemiz din sadece ve sadece Allah’ındır. O’ndan astları Velîler/Yakınlar kabullenmek suretiyle, “Biz onlara yalnız bizi Allah’a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz” diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki, Allah yalancı ve nankör kişiyi iyiye ve güzele kılavuzlamaz.”

Yunus suresi âyet 18.

“Allah’ın astından (yaratılmışlardan) kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: “Bunlar bizim Allah katındaki şefâatçılarımızdır.” De onlara: “Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği şeyleri mi haber veriyorsunuz?” Şanı yücedir O’nun, ortak koştuklarından münezzehtir O.”

Bu önemli meseleler bize değişik konular içersinde birkaç kez daha bildirilmişti. Dikkatimiz çekilmişti. Bakınız!

Kaf suresi âyet 16:

“Ve hiç kuşkusuz, insanı biz yarattık ve benliğinin ona telkin ettiği şeyi biz biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız.

Zümer suresi âyet 44:

“De ki: “Şefâat tümden Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü/yönetimi O’nundur. Sonunda O’na döndürüleceksiniz.”

Müddessir suresi âyet 11:

Benimle, yarattığım kişiyi başbaşa bırak.”

Hadid suresi âyet 4:

“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a egemenlik kuran, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O’dur. Nerede olursanız olun, O, sizinle birliktedir. Ve Allah, yaptıklarınızı görendir.”

Âyetlerde de görülüyor ki Allah, insana şahdamarından daha yakındır, her yerde ve her an bizimle beraberdir. Ve şefâat tümden ve sadece Allah’a aittir. Ve Allah ile kul arasına Peygamber bile girememektedir. (Şefâat ile ilgili detay “Şefâat” adlı çalışmamızdan okunabilir) Böyle olunca, Allah ile kul arasında herhangi bir mesafeden ve herhangi bir şefâatçiden söz edilemez ki, yaklaştırıcıya veya şefâatçiye ihtiyaç duyulsun. Şirkin yaklaştırma iddiası temelden tutarsız olduğu gibi, bizzat kendisi bir şirk itirafıdır. Çünkü Allah’ın kulundan mesafeli olduğunu iddia etmek de Kur’ân’a aykırıdır. Her Müslümanın bu ilahi beyanları, ikazları iyi dikkate alması gerekir. Ki şirk bataklığına düşmesin imanını kirletmesin.

Sözde insanları Allah’a yaklaştırmaları için, torpil sağlatmak için icat edilmiş evliyâ grubu bakın İslâm’ı nasıl yozlaştırdı? Birkaç maddeye değiniverelim. Tamamı kitaplar hazırlamayı gerektirir.

Cenab-ı Hakk, İslâm Dini’ni işaretle, En’âm suresi âyet 153’te: “Ve bu benim dosdoğru yolumdur: Ona uyun; ve başka yollara uymayın ki, sizi Allah yolundan ayırmasınlar.” Size, bunu buyurmuştur. Belki takvâlı olursunuz.” buyurmaktadır. Onlar ise Allah’ın koyduğu yol dışında “Allah’a götüren yol/tarikat” diye başka bir yollar icat ettiler.

Yine Cenab-ı Hakk Hucurat suresi âyet 10’da şöyle buyurur:

Mü’minler kardeştirler. Öyleyse, iki kardeşiniz arasında barışı sağlayın ve Allah’tan sakının. Belki size merhamet edilir.”

Buna rağmen onlar, iman kardeşliği dışında tarikat kardeşliği (ihvâniyet) ortaya atıp müslümanları binbir parçaya böldüler.

Şeyhlerini yanılmaz kabul ettiler. Yukarıdaki âyetlerin ikazına rağmen Allah’ın yerini hiçbir zaman tutamayan seviyesiz kimseleri, kurtarıcı, erdirici, Allah’a yaklaştırıcı şefâat ediciler olarak kabul ettiler.

“Şeyhi olmayanın şeyhi, şeytandır.” gibi şeytanın bile aklına gelmeyen şeytanca ilkeler geliştirip saf, cahil kitleleri ağlarına düşürdüler. Şeyhlerin Allah tarafından bilgilendirildiğini savunup, dini ilimleri bilenleri zahiri ve şeytâni kimseler olarak gösterdiler. Müsbet ve zahiri bilgileri şeytânî bilgi olarak küçümsediler. Mensuplarını okuldan, okumaktan uzaklaştırıp şeyhin ürettiği safsatalara boyun eğdirdiler. Hatta hatta Rasülüllah ve dört Reşîd Halife’nin de kendi tarikatlerinden olduğunu ileri sürdüler.

Tarikatlerin temel ilkelerinden birisi de “itaâti mutlaka ve teslimiyeti küllî” ilkesidir. Yani “mürîdin kayıtsız şartsız şeyhine itaâti ve top yekün, her şeyiyle ona teslimiyetidir.”

Bu ilke resmen kulluk” demektir. Hem de bu, sıradan bir kulluk değil, ileri derecede bir kulluktur.

Biz hiçbir tefsir ve tevili gerektirmeyen, açık seçik, ayan beyan şu âyetlere dikkat edip hâli pür melâlimizi görelim.

A’raf suresi âyet 70:

“Dediler ki: “Yalnız Allah’a kulluk etmemiz, babalarımızın taptıklarını bırakmamız için mi bize geldin? Eğer doğru sözlülerden isen, haydi bize tehdit ettiği şeyi getir.!”

Zümer suresi âyet 45:

Ve Allah, tek olarak anıldığında, öteki dünyaya inanmayanların kalpleri kasılır; ama Allah’ın astlarından olan kimseler anıldığında, bakarsın yüzleri gülüverir.”

Bu sapkınlık zihinlere o kadar işlemiştir ki, Cenab-ü Zülcelal’in kitabında “azamet” ve “kibriyalık” ifadesi olan “nahnü, inna”ve diğer nefsi mütekellim maalğayr = birinci çoğul şahıs, (Yani Allah, bir tek olmasına rağmen, kullandığı “biz” ifadesini) ifadelerden yola çıkarak, “Allah, her ne yaparsa bu Velîleri, dostları ile birlikte yapmaktadır onun için Kur’ân’da “biz” ifadesi kullanmıştır” diye kabul etmektedirler.

Böylece sadece Allah’a ait olan sıfat ve tasarruflar uyduruk evliyâ’ya da verilir. O zaman kimisi havada uçar, kimisi Tayy-i mekan, kimisi de tayy-i zeman yapar. ….

Bu sapık anlayış çerçevesinde Kur’ân’a bir göz atın. Allah’ın “Biz” ifadesi kullanarak açıklamış olduğu tasarruflarını sözde bu Evliyâsıyla, dostlarıyla beraber yaptığını bir düşünün. Mesela:

Kaf suresi âyet 16:

“Ve hiç kuşkusuz, insanı biz yarattık ve benliğinin ona telkin ettiği şeyi biz biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız.”

Allah insanı onlar (evliyâüllah/ dostları, gönüldaşları) ile birlikte yaratmış, Allah ve onlar insanın nefsinin insana ne fısıldadığını bilirlermiş ve Allah ve Evliyâsı insanlara şah damarlarından daha yakınlarmış. (!)

Kevser suresi âyet 1:

Biz sana çok şey verdik.”

Kevseri de Hz. Muhammed’e Allah tek başına vermemiş. Yine beraberindeki dostlarıyla birlikte vermiş. (!)

Kadir suresi âyet 1:

Biz onu kadir gecesinde indirdik.”

Kur’ân’ı da kadir gecesi Allah tek başına indirmemiş, Kur’ân’ı da yine dostlarıyla birlikte indirmiş. (!)

İnşirah suresi âyet 1-3:

“Senin göğsünü biz açmadık mı?

Ve ağır yükünü biz kaldırmadık mı?

Sırtını ezen.

Senin ününü biz yükseltemedik mi?”

Buraya baktığınızda da yine Peygamberin göğsünü açan, onun sırtından ağır yükü alan, Onun adını, şanını yücelten de yine Sadece Allah değil, Allah ekibiyle birlikte bu işi yapmışlar. (!)

Ya sin suresi âyet 12:

“Şüphesiz biz, ölüleri biz diriltiriz; onların önden takdim ettiklerini ve eserlerini de biz yazarız. Biz her şeyi, apaçık olan bir kitapta tespit edip korumuşuz.”

Ne dersiniz! Ölüleri de Allah o arkadaşları ile diriltiyormuş, kulların ölmeden evvel yaptıklarını ve ölümlerinden sonraya bıraktıkları icraatlarını da Allah bu heriflerle birlikte yazıp koruyormuş! (Hâşâ)

Bu örnekler uzar gider, biz yeter diyelim. Diğerlerini kendiniz tetkik edin. Neler neler bulacaksınız, Adamlar dünya yaratılmadan, kendileri bile yaratılmadan varlarmış ve Allah ile birlikte tasarruf ederlermiş!!!!!!! (Hâşâ)

“Velî” ve “Evliyâ” sözcüklerinin kavramsal anlamları İslâm dışı inanç ve kültürlerden Müslümanlara empoze edilmiş, İslâm’ın yozlaştırılması amacına yönelik girişimlerdir. İslâm düşmanlarının ne ölçüde muvaffak olmuş olduklarının takdirini size bırakıp konumuz olan sözcüklerin hem etimolojik hem de Kur’ân’daki yönünü tahlilini yapalım.

 

 

İSLAMDA EVLİYALAR

Kur’ân’a göre:

Velî, Velâyet ve Evliyâüllah

Velî” sözcüğü, tüm Dil bilginlerince, “ velâ” kökünden türemiş sıfatı müşebbehe kipinde bir sözcüktür. Mastarı “velâyet”’dir. Anlamı, “arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yan-yana olma ve yaklaşma, yakın olma” demektir. Ki, “arkadaşlık, yer, niyet, zaman, din ve nisbette, yardımda tam bir yakınlık” anlamı verilmektedir.

“Velâyet” sözcüğü, mastar haliyle Kur’ân’da iki yerde geçmektedir.

Enfal suresi âyet 72:

“Kuşkusuz inanan ve hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlar ve barındırıp yardım edenler, evet işte bunlar birbirlerine yakın olanlardır. İnanan ve hicret etmeyenlere gelince, hicret edene kadar, onlara YAKINLIK söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah yaptıklarınızı çok iyi görür.”

Kehf suresi âyet 44:

“Orada YAKINLIK ancak Hakk olan Allah’a aittir. Ödüllendirme bakımından en iyi ve kovuşturma yönünden de en iyi olan O’dur.”

“Velâyet” sözcüğü, “ve” harfinin kesresiyle “vilâyet” olarak da okunur. Normalde anlam değişmemesine rağmen zaman içerisinde “vilâyet” sözcüğü, kök anlamından uzaklaşmadan “toplumsal yakınlık” anlamında “emirlik, sultanlık (devlet yakınlığı) anlamında kullanılır olmuştur.

“Velâyet” sözcüğü, öz anlamı ekseninde zaman içerisinde kişilerin ve toplumların birbiriyle ilişkilerinde kavramlaşmıştır. Aile hukukunda, toplumsal hukukta ve milletler arası ilişkilerde kavramsallaşmıştır.

Kavram olarak da, “ Reşîd bir şahsın, şahsi ve mali işlerini gözetip yürütme hususunda kasır (eksikli, becerisi, yeteneği olmayan) olan bir şahsın yerini tutmasıdır.” demek olmuştur. Böylece Hukuk alanında geniş yer tutan bir kavram olmuştur. Müslüman olmayanlar ile müslümanların birbirleriyle velî olmaları caiz değildir. Velâyette sıra, vâris olmadaki sıraya tabidir. Dinleri farklı olanlar birbirine vâris olamadıkları gibi velî de olamazlar. Meselenin hukuksal yönünün ve teferruatının burada açıklanmasına gerek yoktur. Biz hep Kur’ânî boyutu ön planda tutacağız.

Velâyet” mastarından müştak/türemiş “velî” sözcüğünün anlamı ise, “yakın olan, yakın duran” demektir.

“Velî” sözcüğü ve bu sözcüğün çoğulu olan “evliyâ” sözcüğü Kur’ân’da hep sözcük anlamında kullanılır. Orijinal İslâm Dininde “Velî ve “Evliyâ” diye bir kavram kesinlikle yoktur. “Velî ve “Evliyâ” kavramları İslâm’ın zuhurundan yüzyıllar sonra yabancı güçlerin ve kültürlerin etkisiyle Müslümanların bünyesine sokulmuştur.

“Velî” sözcüğü Kur’ân’da hem Allah için hem de kullar için kullanılmıştır. “Velî” sözcüğü aynı zamanda Esmâ-i Hüsnâ’dan birisidir.

“Velî” sözcüğü Kur’ân’da “ nasîr = yardımcı”, “Mürşid=aydınlatan, yol gösteren”, “şefi’=şefâat eden”, “vâk=koruyucu”, “Hamîd= öven, yücelten” sıfatları ve “karanlıklardan aydınlığa çıkarır, bağışlayıp merhamet eder, zarardan alıkoyup yarara yaklaştırır nitelemeleriyle birlikte yer alır. Bu demektir ki “velîliğin, yakınlığın bu niteliklerle yakın ilişkisi vardır. Bunlar velînin, yakın olanın belirgin nitelikleridir. Bu yakınlıklar nicel bir yakınlık değil nitel bir yakınlıktır. Buna göre “Velî/Yakın Biri” denildiğinde, “yardım eden, yol gösteren, aracılık yapan, aydınlatan ve koruyan birisi” anlaşılmalıdır. Bunu aşağıda sunduğumuz âyetlerden rahatlıkla anlayabiliriz.

Not:

1-Konuya girerken şu hususu da belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz. Hepinizin görebileceği gibi meal ve tefsirlerde âyeti celilelerde geçen bütün “mindûnihî ve “mindûnillahi” ifadeleri, “minğayrihi” ve “minğayrillahi” anlamlarında (ondan başka, Allah’tan başka) anlamında tercüme edilmiştir.. “Dûn” sözcüğünün esas anlamı ise “yakın, seviyesi düşük; ast” demektir. Allah’ın astları ise onun yarattığı melek, insan, cin, şeytan ve hayvanattır. Bununla birlikte bu anlam ekseninde “siva ve verâ”/öte, başka anlamlarında da kullanılabilir. Nitekim aşağıda Sebe suresi âyet 41’de bu manada kullanıldığını da göreceksiniz. Ama özellikle konumuzda yer alan âyetlerde esas anlamı olan “berisinden, ötesinden, yanından, astından” (mahlukatından/yarattıklarından) anlamlarında kullanılmıştır; Allah’ın astlarından. Yani demek olur ki, “yakınlık kurulacak, güvenilecek, izinden gidilecek kişi ve kurum Allah gibi mükemmel olmalıdır. (Cenab-ı Hakkın tüm sıfatlarını itibara alınız!) Kesinlikle Allah’ın taşıdığı nitelikleri taşımayan aciz, zavallı … seviyece, rütbece Allah’tan aşağı (ast) birisi olmamalıdır. (Öylesi de olamayacağına göre, âyetlerde “sadece Allah’la yakınlık kurun, sadece Allah’ın yardım edeceğini, sadece O’nun sizi karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını, yol gösterici olanın sadece O’nun olduğunu, sadece O’nun şefâatinin olduğunu ve sadece O’nun koruyucu olduğunu kabullenin, O’nun astlarında böyle nitelikler kabullenmeyin ve onlarla yakınlık kurmayın” denilmektedir.)

Bakara suresi âyet 107:

“Bilmedin mi ki göklerin de yerin de mülk ve saltanatı yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’ın astlarından ne bir Yakın Kişi vardır ne de bir yardımcı.

Bakara suresi âyet 120:

“Öz milletlerine uymadıkça ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar. De ki: “ Allah’ın kılavuzluğu erdirici kılavuzluğun ta kendisidir.” İlimden sana ulaşan nasipten sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, Allah katından ne bir Yakın Kimsen olur ne de bir yardımcın.”

Nisa suresi âyet 45:

“Allah sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Yakın kişi olarak, Allah yeter. Yardımcı olarak da Allah yeter.”

Nisa suresi âyet 123:

“İş ne sizin kuruntularınızladır ne de Ehlikitab’ın kuruntularıyla. için Kötülük yapan onunla cezalandırılır. Ve böyle biri, kendisi için Allah’ın astlarından ne bir Yakın Kimse bulacaklardır ne de bir yardımcı.”

Nisa suresi âyet 173:

“Bunun ardından da inanıp barışa yönelik işler yapanların ödüllerini tam verecek ve lütfundan onlara fazlalıklar da bağışlayacaktır. Kulluktan çekinip büyüklük taslayanlara gelince, onlara korkunç bir azapla azap edecektir. Böyleleri, kendileri Allah’ın astından ne bir Yakın Kimse bulur ne de bir yardımcı.”

En’âm suresi âyet 51:

“Rablerinin huzurunda haşr edileceklerinden korkanları, o vahiy ile uyar ki korunabilsinler. Onların O’nun astlarından ne bir Yakın Kimseleri vardır ne de şefâatçıları.”

En’âm suresi âyet 70:

“Dinlerini oyun ve eğlence haline getirmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olanları bırak da o Kur’ân ile şunu hatırlat: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığına teslim edilirse onun, Allah’ın astlarından ne bir Yakın Kimsesi kalır ne de şefâatçısı. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez. İşte bunlar, kazandıklarına teslim edilmişlerdir. Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve korkunç bir azap vardır.”

Ra’d suresi âyet 37:

“İşte biz o Kur’ân’ı Arapça bir hüküm kaynağı olarak indirdik. Eğer sana gelen ilimden sonra onların keyiflerine uyarsan, Allah’tan sana bir Yakın Kimse ve bir koruyucu yoktur.”

Kehf suresi âyet 17:

“Güneşi görüyorsun: doğduğu vakit mağaralarından sağ tarafa kayar, battığı vakit ise onları sol tarafa doğru makaslayıp geçer. Böylece onlar mağaranın geniş boşluğu içindedirler. Bu, Allah’ın mucizelerindendir. Allah’ın kılavuzluk ettiği doğruyu bulmuştur. Şaşırttığına gelince, sen ona yol gösteren bir Yakın Kimseyi asla bulamazsın.”

Kehf suresi âyet 26, Şura suresi âyet 28, 46, En’âm suresi âyet 14, A’raf suresi âyet 196, Yusuf suresi âyet 101’e de bakınız. Biz yazımızın sonuna Ek: 1 olarak da koyduk. Oradan da bakabilirsiniz.

Yine “velâ” kökünden, “velâyet” mastarından türemiş olan “ Vâlî” sözcüğünün anlamı da “Velî” sözcüğünün anlamıyla aynıdır. Allah için de kullanılmıştır.

Ra’d suresi âyet 11:

“Her kişi için, önünde ve arkasında, Allah’ın emriyle onu koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendindekileri değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah, bir halka kötülük dileyince, o zaman, onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için, O’nun astlarından bir Yakın olan da yoktur. ”

Sık kullanılan “ Mevlâ” sözcüğü de aynı kökten ve aynı anlamdan gelmektedir. Mevlâ sözcüğü hem Fâil hem de Mef’ûl anlamında kullanılır. Fâil anlamında kullanıldığında “Velî” sıfatı gibi, “yakın olan, yardım eden, koruyan yol gösteren” anlamındadır. Mef’ûl anlamında ise “yardım olunan, yakın olunan, korunan” anlamındadır. İslâm Hukukunda Fâil anlamında köle âzâd eden köle sahibine “mevlâ” dendiği gibi, Mef’ûl anlamıyla köleye de “mevlâ” denilir.

İslâm aleminin bir çok yerinde, saygı için, bazı büyüklere, bilginlere “mevlânâ = mevlâmız” denilmektedir. Bu pek hoş bir şey değildir. Kur’ânî açıklamalar dikkate alındığında bu sıfatın Allah’tan başkasına kullanılmaması gerektiğini görürüz.

 

 

Kur’ân’da “Mevlâ” sözcüğü:

En’am suresi âyet 62:

“Sonra onlar gerçek Mevlâları (yakın olanları-yardım edenleri-koruyanları-yol gösterenleri) olan Allah’a götürülürler. Gözünüzü açın! Hüküm yalnız O’nundur. Ve hesap görenlerin en süratlisi de O’dur.”

Hacc suresi âyet 78:

“Allah uğrunda ona yaraşır bir gayretle cihad edin. O sizi seçmiş ve dinde size hiçbir güçlük çıkarmamıştır. Babanız İbrahim’in dinini esas alın. Allah sizi, önceden de şu Kitap’ta da “müslümanlar” diye adlandırdı ki, rasül sizin üzerinizde bir tanık olsun, siz de insanlar üzerine tanıklar olasınız. O halde namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O’dur sizin Mevlâ’nız. Ne güzel Mevlâ’dır (Size yakın olan- yardım eden-yol gösteren- koruyan) O, ne güzel Nasîr’dir O. ”

Enfal suresi âyet 40:

“Eğer yüz çevirirlerse bilin ki, Allah sizin Mevlânız’dır. (Size yakın olan- yardım eden-yol gösteren- koruyan) Ne güzel Mevlâ’dır O, ne güzel Nasîr’dir O.”

Muhammed suresi âyet 11:

“Bu böyledir, çünkü Allah, iman edenlerin Mevlâ’sıdır (Yakın olanı-yardım edeni- yol göstereni-koruyanıdır). Küfre sapanların Mevlâ’sı (yakın olanı- yardım edeni- yol göstereni-koruyanı) yoktur.”

Tahrim suresi âyet 2:

“Allah size, yeminlerinizi çözmeyi farz kılmıştır. Ve Allah sizin Mevlâ’nızdır (Yakın olanınız-yardım edeniniz-yol göstereniniz-koruyanınızdır). Alim’dir O, Hakîm’dir O.”

Ayrıca Enfal suresi âyet 39-40, Âl-i Imran suresi âyet 149-150, Enam suresi âyet 62, Tevbe suresi âyet 51, Hacc suresi âyet 13, Duhan suresi âyet 41, Yunus suresi âyet 30, Bakara suresi âyet 286, Tahrim suresi âyet 2 ve 4’e de bakınız.

Meryem suresi âyet 5:

“Ben arkamdan gelecek Mevâlimden (Yakınlarımdan -yardım ettiklerimden – yol gösterdiklerimden – koruduklarımdan) korkuyorum. Karımsa kısır. O halde katından bir velî (yakın olan- yardımcı olan-yol gösteren-koruyan)bağışla!”

Mevlâ sözcüğünün çoğulu “ mevâlî” sözcüğüdür. Bu âyette de çoğul olarak yer almıştır. Ve anladığınız gibi de mef’ûl anlamla kullanılmıştır.

 

 

Bize en yakın durumda olan Allah’tır.

Yukarıdaki âyetler dikkate alındığında, bu nitelikler ile bize en yakın olan sadece ve sadece Allah’tır.

Bakara suresi âyet 257:

Allah, iman sahiplerinin Velîsidir/Yakın Kimsesidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların Yakın Kimseleri tâğûttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaklar onlar.”

Âl-i Imran suresi âyet 68:

“Şu bir gerçek ki, insanların İbrahim’e en yakın olanları, elbette ona uyanlar, bu peygamber, bir de iman sahipleridir. Allah mü’minlerin velîsidir (yakın olanı-yardım edeni- yol göstereni-koruyanıdır).”

“Nisa suresi âyet 139:

“Öyle kişiler ki onlar, müminleri bırakıp küfre sapanları Yakın Birisi kabul ediyorlar. Onların yanında onur ve yücelik mi arıyorlar? Onur ve yüceliğin tümü Allah’ındır.”

Maide suresi âyet 55, 56:

“Sizin velîniz(size Yakın olan) Allah’tır, O’nun rasülüdür bir de rüku eder bir halde namaz kılıp zekâtı vererek iman edenlerdir.

Allah’ı, O’nun rasülünü ve iman edenleri kendine Yakın kabul edenler bilsinler ki, galip gelecek olanlar Allah’ın taraftarlarıdır.”

Enam suresi âyet 127:

“Rableri katındaki huzur ve esenlik yurdu onlarındır. İşler oldukları ameller yüzünden, O, onların Velî’si/Yakını oluvermiştir.”

Furkan suresi âyet 18:

“Dediler ki: “Tespih ederiz seni, seni bırakıp da senin astlarından Yakınlar kabul etmek bize yaraşmazdı. Ama sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki, Zikir’i unuttular ve helake giden bir topluluk oldular.””

Secde suresi âyet 4:

“Allah’tır ki gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra arş üzerinde egemenlik kurmuştur. O’nun astlarından size ne bir Yakın vardır ne de bir şefâatçi. Hala düşünüp ibret almayacak mısınız?”

Fussılet suresi âyet 30-34:

“Şu bir gerçek ki, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra hiç şaşmadan yol alanlar üzerine, melekler sürekli iner de şöyle der: “Korkmayın, üzülmeyin. Size vaat edilen cennetle sevinin.”

Biz sizin, dünya hayatında da âhirette de Yakınlarınızız. Cennette sizin için nefislerinizin arzuladığı her şey var. Orada sizin için istediğiniz her şey var.

“Gafûr ve Rahîm Allah’tan bir ikram olarak…”

Allah’a çağırıp/yakarıp barışa yönelik iş yapan ve “ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır

Güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel tavırla sav. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sımsıcak bir Yakın oluvermiştir.”

Şura suresi âyet 31:

“Siz yeryüzünde aciz bırakıcılar değilsiniz. Sizin, Allah’ın astlarından bir Yakınınız da yoktur, yardımcınız da.”

Şura suresi âyet 9:

“Yoksa O’nun astlarından bir takım (evliyâ) Yakın Kimseler mi kabulleniyorlar? Ama Allah, O’dur velî (Yakın olan). O, ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir.”

Casiye suresi âyet 19:

“Kuşkun olmasın ki onlar, Allah karşısında sana hiçbir yarar sağlayamazlar. Zalimler birbirlerinin Yakınlarıdırlar, Allah ise Takvaya sarılanların Velîsidir/Yakınıdır.”

Allah Rasülü de mü’minlere en yakın olandır

Ahzap suresi âyet 6:

“O peygamber, müminlere kendilerinden daha yakındır. Onun eşleri de müminlerin anneleridir. Anne tarafından akraba olanlar da Allah’ın Kitab’ında birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak yakınlarınız için örfe uygun bir vasiyette bulunmanız müstesnadır. Bu, Kitap’ta satırlara geçirilmiştir.”

Bunun aksine inananlar ise ancak ahmaklardır.

Ankebut suresi âyet 41:

“Allah’ın astlarından (mahlukatta.yaratılmışlardan) kendilerine (evliyâ) Yakın Kimseler kabullenenlerin durumu, kendisine bir ev yapan örümceğin durumuna benzer. Evlerin en dayanaksızı, kuşkusuz örümceğin evidir. Keşke bilseler!”

 

 

Allah kimlere yakın ve yardımcı değildir?

“Velî” sözcüğünün anlamını açıklarken, yakınlığın nicel bir yakınlık olmadığını nitel bir yakınlık olduğunu vurgulamıştık. Yani bu yakınlığın yardımı, korumayı, yol göstermeyi de içerdiğini bildirmiştik. İşte bu anlamda Allah Cc. Bir takım kimselere yakın değildir. Onlar yaptıkları yanlış tercihler ve kötü ameller nedeniyle bu yakınlığı hak etmemişlerdir. Şimdi bakalım bunlar kimlerdir?

İsra suresi âyet 97:

“Allah kime hidâyet verirse doğru yolu bulan odur.” (Hakkı Yılmaz) http://www.istekuran.net/?p=86

 

posted in MITOLOJİ | 2 Comments

20th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Kitap İncelemesi:

NEALE DONALD WALSH-TANRI(!) İLE SOHBET, 2.Baskı 2000 Ötesi Yayınları

GENEL TEKNİK: Kitap öncelikle Batı’daki ‘NEW AGE’ akımını savunmaktadır. Kitapta güya Tanrı’yla sohbet edilmiştir. Gören, duyan, okuyan ya bir din veya ahlak kitabı sanacaktır. Oysa kitapta her iki değer de hedef alınmıştır. Kitaptaki egemen hava, doğruları söylerken, doğruları yanlışlarla bulandırmaktır. Panteist(her şeyin ve herkesin Tanrı olduğu iddiası) bir anlayış empoze edilmiştir. Kişisel Gelişim, Davranış Bilimleri ve NLP konusunda yazılmış kitaplarda yoğun bir şekilde bulabileceğimiz doğrular, bu kitapta da işlenmiştir. Fanatik dincilerin açmazları ve çelişkilerini ironik bir dille iğnelerken, özlü sözler ve özdeyişlerin arasına alabildiğince dindışı ve ahlakdışı anlayış şırınga edilmiştir. İnsanlar dindışı ve ahlakdışı anlayış olduğunu anlamasınlar diye, yanıtların ucu hep açık bırakılmıştır, böylece isteyenin istediği yöne çekebilmesine fırsat verilmiştir. Yalan ve iftira, aldatma, sahtekârlık, haksızlık, cinayet, hırsızlık, soygun, fuhuş, uyuşturucu, kaçakçılık, dürüstlük, adalet, eşitlik, iyilik, yardımlaşma gibi erdemsel ve evrensel değerler hakkında hiçbir net açıklama, sınır ve kurala yer verilmemiştir.

AMAÇ: Demagoji yaparak, Allah ve doğru diye bir şey olmadığını yerleştirmek. Hiçbir şeyi açık, net veya kesin konuşmadan ucu açık yanıt verilmemiştir ki isteyen istediği sonucu çıkarsın ve keyfi yaşasın.

YÖNTEM: Düşünce ve inançlara karşı saygısız, alaycı. s.2/66,69

HEDEF: Doğallık adı altında keyfi(duygulara göre) bir yaşamı egemen kılmak s.1/23,55 Dürüstlük adına(s.1/159) dürüstlük sıfır. s.1/97 Uyuşmuş, hipnotize edilmiş ve uyuşturulmuş beyinler oluşturmak. s.1/116 Cennet de, Dünya da geçicidir ama sen değilsin. s.1/140 Tek dünya devleti. s.2/168

CEVABI YANITSIZ SORULAR: Sınır tanımayan bir anlayış. Yalan söylemek kötü veya yanlış mıdır? Cinayet, hırsızlık ve fuhşa karşı tavır belirsiz. (Hiçbir görevin yok. Sınırlamalar, engeller, rehberler ve kurallar da yok. s.1/160 2/147) (Yüksek anlayış diyerek sınırlama getiriyor(çelişki). s.2/162

DİN: Dinin adı spirituüalizm s.1/162-163 2/103,124,232 Spiritüelliğe dönün, dinleri unutun. s.2/274 (Spirütelleri incelemeye alın: Büyük çoğunluğunun sahip olduğu paradigma; falcılık, büyücülük, tarot falları, kumarhanecilik, fetiş ve totem tapıncakları(putları), lafta kalan dürüstlük, masabaşı sohbetler, temelsiz sloganlardır. Yüzeysel, çapsız ve derinliksiz bir bilinç düzeyi. İşleri, çevresindeki insanların sağlam temellerini oymak ve temelsiz binanın üzerini dekore etmek. Maddeciler(materyalistler), duyguları devre dışı bırakırken, Ruhçular veya idealistler, aklı ve mantığı devre dışı bırakmaktadırlar. Daha doğrusu biri odak noktası olarak aklı, diğeri duyguları görmektedir. Oysa bunları birbirinden ayırt etmek olanaksızdır. Çünkü insan, bedeni ve bilinciyle yaşar. İkisi de göz ardı edilemez. Ruhçular da maddeciler de ilkesizdir, sınır tanımazlar. Sınır olmayınca hak hukuk da olmaz. Sınırların olmadığı yerde imparatorlar ve krallar vardır. Ağzı iyi laf yapan, gücü ve karizması olanlar tartışılmaz otoritedirler. Onların her sözü bağlayıcıdır.)

 

Aşağıda bu kitaptan bazı anlayış kırıntıları ve alıntılar verilmiştir:

UYUŞTURUCU

Ölüm anında en büyük hazzı, huzuru ve sevgiyi hissedersiniz. s.2/55 1/116,140 (Öyleyse ölümden uzaklaşma yerine, ölmek için uğraş verin(!)???

Bir nedenle ölen kişilerin ruhları dünyasal esaretten özgürleşirler. s.2/62 (Ölüme övgüler diziyor!!!)

Ölüm bir son değil, başlangıçtır. s.2/78 (Hitlerin katliamına verilen yanıt)

“Daima vardın, varsın, varolacaksın…” “Sen düşündüğünden daha büyüksün.” s.2/86 (Sen Tanrı ‘sın!!!!)

Herkes her şeyin yaratıcısı. s.2/89

Ha bire birbirinizi övün. s.2/99

Putperestleri(paganları ve çoktanrıcıları) övüyor. s.2/117,130

“Birisi canınızı almaya çalışsa bile öfke duymazsınız.” s.2/179 (Cinayetleri özendiriyor.)

“Her şeyi siz seçiyorsunuz: anne-babanızı, doğduğunuz ülkeyi.” s.2/184

 

 

 

Amaç

Gerçekten kim olduğunu öğretmek: Allah. s.1/173 (Bütün kitap bu felsefeyi işliyor: Önce sen bir insansın, daha doğrusu öyle sanıyorsun, sonra peygambersin, daha doğrusu öyle sanıyorsun. Esasında sen, Allah ‘sın. Ama bunu bilmiyorsun. s.1/228 s.2/15)

Yaşamın amacı yaratmak ve deneyimlemek. s.1/125(Yani yaratmak veya deneyimlemek demek, yaşamın amacı canın istediğini yapmak s.1/130)

Kitap satışı 2/14

Materyalistler duyguları yok sayarken, idealistlerin bir alt türevi olan spiritüalistler(ruhçular), aklı devre dışı bırakarak duyguları merkeze almayı amaçlıyor. s.1/23,55 “Ruhsal arayışınızı yapabilmek için sözcüğün tam anlamıyla “aklınızı kaybetmeniz”, akıl sürecinizi devreden çıkarmanız gerekir.” s.2/31,32 “Duyguların peşinden git.” s.2/33 “Aklını kaybet. Kendini bul!” s.2/34

 

 

 

Kaynak

İncil, Tevrat vd.(Kur’an) gerçek kaynak değil. s.1/23

Gerçek kaynak duygular- s.1/23 Ütopya s.2/14

Öğretmen, lider, öğretici yok. s.1/23 Tekrar size yasaları söyledim. Bir çok öğretmen gönderdim. Öğretmenleri dinlemiyor öldürüyorsunuz. s.1/70 ????? 2/244

Bu kitabı tekrar tekrar okuyarak öğretiyi değiştirebilirsin. Tekrar ve tekrar oku. Her sözcüğü anlayana dek. Her kelime sana yabancı gelmeyene dek. Buradaki sözleri başkalarına tekrar edebildiğinde, en zor zamanlarında, bu sözler aklına geldiğinde, “öğretiyi değiştirmişsin” demektir. s.1/144 2/15,17 (Kısaca Allah ‘ın kitaplarını okuma! Onlar kaynak değil, ama bu kitabı gece gündüz oku, ezberle, başkalarına anlat, propagandasını yap, misyonerlik yap, hatim indir. Diğer taraftan başkalarının sözleriyle hareket etme. Öyleyse bunlar ne????????) (Hem, hiçbir görevin yok, s.1/160 diyor, hem de bunlar)

Bu kitaba şeytan işi diyecekler diyor. s.1/223(Cevap sıfır.)

Demagoji s.1/227

(Boş durma, 2. ve 3. Kitabı oku. s.1/235)

Kendisi de yazdıklarına inanmıyor. s.2/14

 

 

 

Dürüstlük

(Mış gibi davranmayı ve yaşamayı seç. s.1/97,129 Yalan zorunlu-2/159 Dürüstlük adına dürüstlük sıfır)

Evrende doğru diye bir şey yok. Olan var. Değer yargılarına son ver. s.1/98 Tüm koşullar geçicidir. s.1/98

Sevgi tüm duyguların(nefret, kızgınlık, şehvet, kıskançlık, şüphe) bileşimidir. s.1/102 Her duyguyu deneyimlemek gerekir. s.1/102-103

Hiçbir şeyde yanlış yoktur. Yanlış doğru olduğunu söylediğiniz şeye göre görece bir kavramdır. s.1/177 Hatalarınızdan öğrenmek. s.2/144(Çelişki) Hata. Amaca hizmet etmeyen-s.2/158,200 Her hatana sahip çık. s.2/206 “Söylediklerim yanlış olabilir, diyor.” s.2/244

 

 

 

Yarını düşünmek

(Gelecek onu ilgilendirmiyor. s.1/122) (Yarını düşünme- s.1/133)

“Kendin ettin, kendin buldun” yanlış diyor. s.2/190

 

 

 

Sorumsuzluk

Allah olduğun bilincine yükseldiğinde, başka bir insan ruhu(annen, baban, eşin veya çocuğun) için sorumlu olmadığını da anlayacaksın. s.1/137

En yüksek seçim, sizin için en yüksek iyiliği üreten(çıkarcı) seçimdir. s.1/155

İlişkilerde ve hayatta hiçbir görevin yok. s.1/160,162 (İlişkilerde bağlı kalman gereken bir sorumluluğun yok. Sözünde durman anlaşmalara riayet etmen gerekmiyor veya bir şeyle kendini bağlama)

Hiçbir görevin yok. Sınırlamalara, engeller, rehberler ve kurallar da yok. s.1/160

Hiçbir şey yapmak zorunda değilsin. Eğer hayatta bu boyutuyla zevk alıyorsan, senin için en bunun en yüksek olduğunu düşünüyorsan, bu deneyimini tekrar tekrar yaşayabilirsin.. s.1/174

Gerçekten sevdiğin şeyi yap! Başka hiçbir şey yapma! s.1/212

Eğer, “Ama, ama… bana bağımlı kişiler var… beslenmeyi bekleyen minik ağızlar var… bana muhtaç olan eş var…” dersen, yanıtım şu olacaktır: Eğer yaşamının, bedeninin ne yaptığıyla ilgili olduğunda ısrarlıysan, buraya niçin geldiğini anlamıyorsun demektir. Hiç olmazsa sana zevk veren bir şeyi yap. Kim olduğun hakkında mesaj veren bir şeyi yap. s.1/212-213 (Şimdi soruya ne cevap verdi? Belirsiz. Sınırlarla ilgili, sorumluluklarla ilgili her konuda sorumsuz, kaypak, uyuşturucu)

Hiçbir şey yapmak zorunda değilsin. s.1/213

Çocuklara mümkün olduğu kadar sınırsızlığı verin. s.2/147

 

 

 

Ölüm

Ölüm, rahatlamak ve özgürleşmektir. s.1/100 (Ölümü özendiriyor. Daha fazla yaşamaya veya yaşatmaya çalışmak saçmadır.)

Dünyada cennet gerçekleşecek. s.1/111 Cennete gitmek diye bir şey yok. Zaten burası cennet. s.1/119

Ölüm yok, hayat sonsuz, insan ölümsüz. s.1/221(Uyuşturucu)

 

 

 

Dua

Dua yoluyla ne istediğiniz bir şeyi elde edebilirsiniz ne de istediğiniz her şeye sahip olabilirsiniz. s.1/26

Doğru dua, yalvarma duası değil, şükran duası olmalıdır. s.1/26 (Şükran değer bilmektir. s.1/26) (Şükran teşekkür etmektir. s.1/111)

Her duanız daima yanıtlanır yeter ki içinizde olanı netlikle hissedin. Hissediş duanıza aldığınız yanıttır. s.1/27

Allah dualara hiç karşılık vermedi mi? Evet, ama sözle değil. s.1/87

Benim işim vermek, sizinki istemek. s.1/91

 

 

 

Ustalar ve öğretmenler

Öğretmenler hep aynı mesajla geldiler.. Sizden daha yüceyim diye değil, siz de benim kadar yücesiniz mesajıyla. s.1/151

Kendisini peygamber görüyor. s.1/168,170,171,212 (Hem Tanrı görüyordu.) Yok yok, gençliğinden beri buna hazırmış. s.1/170

(Öğretmen kötü veya iyi olabilir. s.1/180)

Shakespeare, büyük öğretmendir. s.1/210

Ustalar Allah idiler. s.1/224

Eğitim hiç olmasa daha iyi. s.2/134

 

 

 

Allah

Allah ‘a mektup yazmak mı, Allah ‘dan mektup almak mı, Allah ‘la sohbet etmek mi, iletişim kurmak mı, istediğini anlayabilirsin. s.1/15-17

Allah ‘la iletişim veya hayal ürünü ne fark eder? Hayaller de Allah ürünü- s.1/21

Allah, sizin bildiğiniz kadar bilir. s.1/27

Allah gözlemcidir, yaratıcı değil. s.1/28 Ama siz yaratıcısınız, devasa yaratıcı. s.1/52

Allah sizi, Allah imajında ve benzerinde yarattı. s.1/28 (Allah ‘la aynı maddeyiz, aynı güce sahibiz. s.1/42)

Başlangıçta “olan” vardı. Olan kendini bilemiyordu… Olanın tek bildiği şey başka bir şeyin olmadığıydı. s.1/39 Olan kendisini böldü. Bir anda O, bu ve şu oldu. s.1/39

Şimdi bu her şeyi bir arada tutan hiçbir şeye bazıları Allah diyor. Ama bu da doğru değil. Çünkü bu bazı şeylerin Allah olmadığını ima ediyor. Hiçbir şey olmayan her şey Allah olamaz anlamına geliyor. Ama ben, her şey ve hiçbir şey olanım. s.1/40 Bu düşünce, doğu mistisizminin(tarikatçılığı) temelini oluşturuyor…. Barı, görülen her şeyi Allah kabul ediyor. Her iki tanımlamada yetersiz. Allah ‘ın her şey ve hiçbir şey olduğunun kavrayışına sahip olanlar isabetliler. s.1/40 2/89

Allah, evreni saf enerjiden kendisini bölerek yarattı. s.1/42

Allah ‘ın amacı, insanın kendisini Allah olarak bilmesi içindir. s.1/42

İnsan kendisini Allah olarak, Allah ‘ın parçası olarak ya da Allah ‘ın çocukları olarak bilmesi yetmemektedir. s.1/43

Allah yargılamaz. s.1/59

Evrensel yasaları Allah koydu. s.1/60

Allah ‘a inanmak, koşulsuz sevmektir. s.1/62,97,102

Sorun olmazsa, Allah ‘ın kariyeri biter. s.1/65

Sana Allah olduğunu söylersem din ne işe yarar. s.1/66

Size Allah olduğunuzu söylemedim mi? İnanmıyorsunuz. Kendinize inanmıyorsanız bana inanın. s.1/69

Allah, Salamlı Sandviçtir. s.1/78 (Sonra alakasız çarpıtma)

Allah her şeyi yapabilir. Ama konuşamaz. Kendini, Allah ‘ın seninle konuşacağı kadar değerli görmüyorsun. s.1/87

Hayatınızın her dakikasında (evrensel) yasalara tabisiniz. Deneyimlediğiniz her şeyi yasalarla yarattınız. Allah ‘la partnersiniz. s.1/91 Partner olduğumuzu, ortaklığımızı görüyor musun? Bu gerçekten kutsal bir işbirliği.. s.1/93,169

Siz, Bensiniz. Ben Üçü Bir Arada olanım. s.1/91

Allah ‘ın sözünü yaşamalısın. Allah ‘ın sözü O’nun oğlu evladı olduğun, O’nun benzeri ve aynısı olduğun, O’nun eşiti olduğundur. s.1/93-94 (Şimdi Beni seviyorsun ve eşitin olarak görüyorsun. s.1/183) Allah ‘ın oğlu, evladı, benzeri olduğunu kabul ediyorsun. Ama eşiti olmak? Bunu kabul etmek çok zor. Çok fazla sorumluluk. Çünkü Allah ‘ın eşiti isen, her şeyin senin tarafından yaratıldığı anlamına geliyor. Hayatını gerçekten rayına oturtmak istiyorsan, Allah ‘ymışsın gibi düşün, konuş ve davran. s.1/94 Deli deseler de, küfürde olduğunu söyleseler de, çarmıha gerseler de. s.1/94 Hey, dinle! Allah sensin. s.1/193

İki doğa: 1)Koşulsuz sevmek 2)Gözlemlemek s.1/97

Sen ve arzu ettiklerinin çoğu kötüdür. Bu yargılamayla daha iyi olmaya karar verdin. Benim için fark etmez. Hangi yola girersen gir, aynı yere ulaşacaksın. s.1/105

Allah komedyendir. s.1/108

Allah kahretsin demeyin. Çünkü kendinizi kahretmiş olursunuz. s.1/111

Allah ‘ı gerçekten bilmek için aklını kaybetmek zorundasın. s.1/116 Allah, sinirlenmez, kızmaz, korkulmaz diyor, sonra sinirlenebileceğini söylüyor. s.1/82,119,136,143??????

Kendinin bir Allah olduğunu biliyorsun. Ama bunu bildiğini bilmiyorsun. s.1/120,228

Sen zaten Allahsın. s.1/228

Allah ‘ın olaylar üzerinde kontrolü yok. s.1/128

Allah ‘ın söylediği hiçbir şeye inanma. s.1/131

Allah insandan üstün değildir. s. 2/276

Allah ‘ın en büyük anı, O’na ihtiyaç duymadığının farkında olduğun andır. s.1/138

Çünkü sen ve başkaları birsiniz. Ve çünkü ‘Senden başka olan’ yok. s.1/155 2/89,253 (Panteizm ve vahdeti vucüt)????

Allah başkasının çocuğuymuş. s.1/224

Allah yaratıcılıktır, ilk düşüncedir, son deneyimdir. Allah, bu ikisi arasındaki her şeydir. s.1/225(Demagoji)

 

 

 

Yaratıcılık

Düşünce saf enerjidir.. Madde saf enerjiden oluşur… s.1/72 Duygu hareket halindeki enerjidir. Enerji hareket halindeyken sonuç yaratırsınız. Yeterince enerjiyi harekete geçirdiğinizde maddeyi yaratırsınız. Madde yoğunlaşmış enerjidir, hareket etmiş ve birleşmiş enerji. Enerjiyi bir süre belirli bir şekilde maniple ederseniz madde yaratırsınız. s.1/71,92-93

Yaşamın amacı yaratmak ve deneyimlemek. s.1/125(Yani yaratmak veya deneyimlemek demek, yaşamın amacı canın istediğini yapmak s.1/130) Daima yarattığını elde edersin. s.1/142

(Düşünmek, saf yaratıcılıktır. s.1/179)

 

 

 

Sosyal Yaşam

Gerçek kaynak duygular- s.1/23

Allah ‘ın dünyasında zorunluluk, yapılması ya da yapılmaması gerekli hiçbir şey yoktur. Ne istersen onu yap. s.1/55

Allah, asla neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirlemedi. Şunu yap, şunu yapma demedi. s.1/56

“Anarşi toplumu gelişkin varlıkların yaşadığı toplumdur.” (Anarşiyi övüyor) s.2/196 Tanrı yasası, yasasızlıktır.

Yanlış diye bir şey yok. s.1/57,177,179,190 Öldürmek yanlış olabiliyor. Geriye gidelim. Hiçbir şeyde yanlış yoktur.. Yanlış doğru olduğunu söylediğiniz şeye göre görece bir kavramdır. s.1/177 (Başkalarının isteği üzerine öldürmek yanlış, peki ya kendi isteği üzerine. s.1/178-179)????? (Yanlış ve doğru konusunda kıvırma ve çarpıtma- s.1/190)

Kuralları insan koyar. s.1/59

Bir şey doğruysa yap, doğru yanlış yargılamasını bırak. s.1/65

Cinsel enerji hakkında işe yaramayan tabu ve engellemelere son verin. s.1/68 Ancak böyle hırsızlığın ve tecavüzün önüne geçebilirsiniz. s.1/68 Cinsel yaşam konusunda ucu açık ifadeler, istediğiniz yöne çekebilirsiniz. s.1/68,81,145-172 İlişkinin amacı, hangi parçanızın kendisini göstermesinden haz duyacağınıza karar vermektir, başka birinin bir parçasına esir olmak veya tutmak değil. s.1/146 (Cinsellikle ilgili herkesin bildiği şeyi yeni bir şeymiş gibi demagoji yapıyor. s.1/231-234) Seks serbest(ama akıl mı duygular mı seçimi yapacak?). s.2/96-97 Sevgi ile seks birbirinden bağımsız. Ayrı ayrı kişilerle gerçekleşecek şey s.2/98 Cinsellikle ilgili hiçbir sınırlama kabul etmiyor. Duyguların her istediğini her istediği kişiyle o kişiyi incitmemek koşuluyla sonuna kadar yaşamak istiyor. s.2/108-109 Ona göre yaşamın özü zaten cinselliği yaşamaktır. s.2/109 Seks, her şeyin temel ritmidir. Evrende bu ritmin dışında hiçbir şey yoktur. s.2/114 Seks açıktan olmalı s.2/117 Çıplak dolaşmak, komşunun eşiyle yatmak, onca yanlış değil. s.2/119 İki yetişkin insan arasında her türlü seks mübahtır. s.2/126 Başkalarının incinmesine neden olan şey, evriminizi yavaşlatır. Yoksa hiçbir yanlış değil. s.2/126-127 Sapık seks, eşcinsel seks, sevgisiz seks bunlar yanlış değildir. s.2/127-128 Eşcinsellikte sorumluluk yok, çocuk yok diyerek yapmaya değer buluyor. s.2/128 Çocuklarınızın gözü önünde çıplak sevişin. s.2/129 Çocuklarınızın yanında çırılçıplak dolaşın. s.2/130 Cinselliği herkes açıktan, okullarda bile yaşamalı. s.2/142

Yasalar. 1)Ne hayal ediyorsan olabilir, yapabilir ve sahip olabilirsin. 2)Korku benzer enerjiyi çeker. 3)Sevgi her şeydir. s.1/71,73

Ustalar, katillerini severler. Suçlanırken düşmanlarını severler. s.1/74

Dinler mücadeleyi emreder. Bu sahte bir öğreti. s.1/68 İnanç ve değerleriniz sizi mutlu kılıyorsa sahip çıkım. Mücadele edin. Onları savunun. s.1/80 ??????? Değerlerinizin yanlış olmadığını söylemedim. Doğru olduğunu da. s.1/80 Değerlerinizi tek tek gözden geçirin. s.1/84 Dinleri, değerleri reddetmeyin. s.1/104

Eğer günah diye bir şey olsaydı, işte bu olurdu: Başkalarının deneyimlerinin sizi oluşturmasına izin vermek. (İlla da günah diyeceksek, başkalarının deneyimlerini kural, hakikat görmektir, günah.) Günahınız bu. Hepinizin günahı. s.1/80 Kutsal kitaplarınızı yanlış çıkarmak istemiyorsunuz. s.1/81

Size hizmet ettiğini deneyimlediğiniz sürece değerlerinize sarılın. s.1/84

Olmasını istediğini hayal etmeyle işe başla. Adım adım hayata geçir. Bu hayalle uyum içinde olmayan her düşünceni, sözünü, davranışını gözden geçir. Uyumsuz olanlardan uzaklaş. s.1/97

On emir diye bir şey yok. s.1/116 2/196 (Emretmek sözcüğü ile oynuyor. Çarpıtıyor. Musa ‘yı kullanıyor. Kutsal Kitabı ve Kur’an ‘ı incelemeden konuşuyor. Duyduklarıyla yargılıyor. İşi gücü dini, kutsal kitabı yargılamak, ama yargılamaya karşı çıkıyor.) (On emiri yok diyor. Sonra on emiri çarpıtıyor-s.1/117-118) (Benden başka Allah edinmeyeceksin yerine, benden önce Allah edinmeyeceksin. Nedensiz(ucu açık) yere kimseyi öldürmeyeceksin. Zinayı dürüstsüzlük ve kandırmacayla yapılan tecavüz olarak anlıyor. Komşunun eşine göz dikmene gerek yok. Tüm herkes senin eşin olduğunu biliyorsun. Komşunun malına göz dikme, çünkü her şey senin olduğunu biliyorsun Bunları bir emir gibi anlatırken, zırvalayarak demegoji yapıp, bunlar, kısıtlama ve emir değil, özgürlüğündür diye açıklıyor. s.1/117-118)

Arzularınızı yenmeyin… s.1/121 Arzularınızı yadsımayın…. s.1/122 Arzularınızı öldürmeyin…. s.1/123 Arzularınızdan asla vazgeçmeyin… s.1/123 Arzularınıza direnmeyin… s.1/124 Bir düşünceye direndiğinizde, o düşünceye enerji verirsiniz. Direnciniz arttıkça, onu daha da gerçek kılarsınız. s.1/123?????

Doğru olmayan yol yoktur- s.1/125 (Hiçbir şeyde yanlış yoktur. Yanlış doğru olduğunu söylediğiniz şeye göre görece bir kavramdır. s.1/177)????

Allah olduğun bilincine yükseldiğinde, başka bir insan ruhu(annen, baban, eşin veya çocuğun) için sorumlu olmadığını da anlayacaksın. s.1/137

Suçluluk duymak, öğrenilmiş tepkidir. s.1/143?????

Düşünmeden yapmaya karar ver. s.1/195

Eğer, “Ama, ama… bana bağımlı kişiler var… beslenmeyi bekleyen minik ağızlar var… bana muhtaç olan eş var…” dersen, yanıtım şu olacaktır: Eğer yaşamının, bedeninin ne yaptığıyla ilgili olduğunda ısrarlıysan, buraya niçin geldiğini anlamıyorsun demektir. Hiç olmazsa sana zevk veren bir şeyi yap. Kim olduğun hakkında mesaj veren bir şeyi yap. s.1/212-213 (Şimdi soruya ne cevap verdi? Belirsiz. Sınırlarla ilgili, sorumluluklarla ilgili her konuda sorumsuz, kaypak, uyuşturucu)

Kötülük yoktur. s.2/49

Her öğreti yanlıştır derken, eleştiri yaparak yeni bir öğreti oluşturuyor. Hem yanlış yoktur diyor, hem de eleştiriyor. s.2/73-75

Hitler yanlış yapmadı. s.2/57,62,75-79

 

 

 

İnsan

Özgür irade ile kural koymak ve cezalandırma birarada uyuşmaz. s.1/57,82 (Oysa bir ülkenin vatandaşlarının özgür iradesi vardır, yasaları da vardır.)

İnsanın olamayacağı, yapamayacağı ve sahip olamayacağı hiçbir şey yoktur. s.1/61

Cennet de, Dünya da geçicidir ama sen değilsin. s.1/140

En sevecen insan, en BEN-merkezci insandır. s.1/148

Ben-merkezciyi kutsayın. s.1/150

Ben merkezci olun. s.1/151

 

 

 

 

Hıristiyanlık ve Spiritualizm karması

Allah, sonsuz sayıdaki parçalarına(spirit çocuklarına) bütünde olan yaratma gücünün aynısını verdim. s.1/42

Tüm spiritüel çocuklarıma…, Allah ‘ın çocukları…, s.1/43

Allah üçlemesi: Baba, Evlat, Kutsal Ruh. s.1/46-47,91-92,110,209,228

İncil ‘in Genesis bölümü yok. s.1/62

İsa ‘nın öğretisi, sizin Allah olduğunuz hakkında idi. s.1/69

Tanrı ‘nın oğlu. s.1/162

Köktendinci Hıristiyanlara kızgınlık var. s.1/162

Adem ve Havva ilk günahı değil, ilk sevabı işledi. s.1/73

Karmik borç, medyum olmak, şifacılık, reenkarnasyon, ikinci geliş. s.1/90-91 2/87

Siz, Bensiniz. Ben Üçü Bir Arada olanım. s.1/91

New Age- s.1/92,115

Spiritüelcilik- s.1/136,162-163

Allah ‘ın sözünü yaşamalısın. Allah ‘ın sözü O’nun oğlu evladı olduğun, O’nun benzeri ve aynısı olduğun, O’nun eşiti olduğundur. s.1/93-94

Ruhun amacı evrimdir. s.1/101

Allah başkasının çocuğuymuş. s.1/224

Ustalar Allah idiler. s.1/224

Doğu tıbbına övgü. s.1/109

İsa, Buda, Krishna. s.1/106

Ezoterik- s.1/134,135,155

Nirvana- s.1/115

Yazarın üç kitabı üçlemeyi tamamlıyor. s.2/80

Doğu mistisizmi- s.1/123,136

Allah ‘la birleşmek(Hulul), bir olmak(Vahdeti vücut), Allah ‘ın içinde erimek(Fena fillah) anlamına geliyor. s.1/123 2/89

Allah ‘ın ete, kemiğe bürünmesi. s.1/203

 

 

 

Metafizik

Cehennem, yanlış diye sanarak çektiğin acıdır. s.1/57

Zaman yoktur. Her şey önceden yazılmıştır. Kaderci. s.2/80

 

 

 

Yoklar

Allah yok. s.1/25,40

Cennete gitmek diye bir şey yok. Zaten burası cennet. s.1/119 Dünyadaki yaşamın, cennetteki yaşamdan daha iyi mi sanıyorsun? s.2/55

Şeytan yok. s.1/30,32,68,71,158 Şeytan var, Allah şeytanı seviyor- s.1/79 Şeytanı ancak iyiyle tarif edebilirsiniz. Bu yüzden şeytan olmadığını söylemek, en büyük şeytanlıktır. s.1/158????????

Cehennem yok. s.1/57,58,68

Öğretmen, lider, öğretici yok. s.1/23

Tesadüf yoktur- s.1/69,71

Allah ‘a tapınma, itaat yok. s.1/83

Ölümden sonraki hayatta yargılama yok. s.1/210

 

 

 

Demagojiler ve kötü örnekler

“Tohum bir ağaçtan daha az mükemmel değildir.” s.2/50

“Bir kuralın istisnası varsa, o bir kural değildir.” s.2/51

“Ben her yerdeyim. Her yerde olduğuma göre hiçbir yerdeyim.” s.2/52

Doğru ve yanlış görecelidir… Cadılıktan dolayı yakılan o çağda doğru şimdi yanlış! Fahişelik bazı ülkelerde yasak, bazı ülkelerde yasaldır. s.2/54

Hitler Cehenneme gitmedi. s.2/54 Hitler bu nedenlerle Cehenneme gitmedi. s.2/62

Hitler Cehenneme gidemezdi. Çünkü cehennem diye bir şey yoktur. s.2/55

Her olay doğaldır. s.2/56

Ölüm bir son değil, başlangıçtır. s.2/78 (Hitlerin katliamına verilen yanıt)

Zamanın göreliliğini kendisi bulmuş gibi kullanıyor. s.2/81-82, 91

Kendi kendine şaşıyor. s.2/86

İyi şeyleri yapmak cehenneme giden yoldur. (Dincileri ve tutucuları kullanarak demagoji yapıyor). s.2/102

Dinler körü körüne itaat ister.(Hangi din? Galiba kendi inandığı din. Spiritüalite) s.2/102 “Dinler, kendinizi inancınızı kaybetmenizi, yanıtların din adamının tekelinde olduğunu ve sorgulamamayı kabul ettirir. Agnostikleri yaratan dinlerdir.” (Bu din, gerici, tutucu ve kendi doğrusunu tartışılmaz doğru gibi aktaran bay yazarın dinidir.) s.2/275

Genç dalkavukluğu. s.2/145-146

 

 

 

 

Teorik

Duygularını, düşüncelerini dinle. Öğretmenlerin ve kitapların söyledikleri farklıysa onları geç. Sözler gerçeğin en az güvenilir mesajıdır. s.1/23 Düşünce yaratıcılığın ilk boyutudur. Sonra söz gelir. Düşüncenin ifade edilişi sözdür. Söz düşünceden daha dinamiktir. Söz evrende daha büyük etki yaratır. s.1/92

 

Özdeyişlere örnekler

Allah sadece tek bir yolla kendini göstereceği gibi fikriniz var. s.1/77

Öğretmenler Allah ‘dan korkmak gerektiğini söylüyor. s.1/82??

Gerçek usta en çok öğrencileri olan değil, en çok Usta yaratandır. s.1/138

Gerçek lider, en çok takipçisi olan değil, en çok lider yaratandır. s.1/138

Ebeveyn, eş, dost olarak sevginizi yapışkan kılmayın. Yapışkanlıktan(bağımlılık) daha zararlı bir gerçek yoktur. s.1/138

Bilerek başkasına zarar verme. s.1/137

Yapmak bedenin, olmak ruhun fonksiyonudur. Beden yapmak, ruh olmak ister. s.1/198

Sigara ve alkol alan kişinin yaşama arzusu azdır. s.1/219(O kadar)

(Mesajımı her şeyde ve her yerde bulabilirsin. s.1/236)

 

Edindiği bazı bakış açıları bazı şeyleri görmesine ve dillendirmesine yol açmış

Tesadüf diye bir şey yoktur. Hiçbir şey şans eseri olmaz. s.2/77

Tüm kişisel gelişim uzmanlarının kitaplarında bulabileceğimiz temel kavramları bu kitapta da bulmaktayız. (Örneğin, D.Cüceloğlu ve Ü.Dökmen ‘in kitaplarına bakılabilir.) s.2/148-154, 181

Öğrendiği bilgiyi yeniden gözden geçir. s.2/143

İnsanlara ihtiyaç duymamayı öğrenmek ve öğretmek. s.2/179

Her şeyin tadını çıkarmak. s.2/181

(İNCELEME: Neale Donald Walsh- Tanrı ile Sohbet- 2.Baskı 2000 Ötesi Yayınları)

 

posted in MITOLOJİ | 0 Comments

16th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Veli ve evliya terimleri üzerine- Arif Çifci

Giriş

Kelimeler ve kavramlar, bir dilin ve inancın yapı taşları ve tuğlalarıdır. Binanın sağlamlığı, dayanıklılığı ve sürekliliği kullanılan malzemenin tanınmasına ve iyi bilinmesine bağlıdır. Sağlıklı toplumlar ve cemaatler meydana getirebilmenin yolu da inançlı ve kararlı insanların beraber olmalarıyla mümkündür.

İnsanlar çevresindeki varlıkları yorumlama ve anlamlandırma faaliyetini zihni bir süreç içerisinde yaparken, o varlıkları kelime ve kavramlarla tanımlamak mecburiyetindedirler. Kelime ve mefhumlara yüklenilen biçim ve özün oluşması, sosyal hayatın içerisinde ve insanın çevresinde ona adapte edilen bir faaliyettir, insan, toplum ve tarih ikilemi içerisinde hayatını devam ettirirken, hayatın amacı hakkında sahip olduğu vahyi veya beşeri ilkeler doğrultusunda kültürünü oluşturur.

Kur’an kavramlarının birçoğu tarihi akış içerisinde çeşitli mahalli kültürlerin etkisiyle asıl anlamından koparılıp bir takım düşüncelerin ifade vasıtası yapıldığı ve hayata bu şekliyle geçirildiği tarihi bir realitedir. Müslüman fert ve toplumların hayatında gerçeklik ve olumluluğu içeren İslami kavramların, bulanması ve zayıflaması, müslümanların düşüşüne neden olmuştur. Öte yandan İslam’ı kendisine karşı potansiyel alternatif gören Batı, İslami uyanışı durdurmak için, İslami kavramların silik, bulanık ve tereddütlere açık bir biçimde yaşamasını istemektedir.

Bu yazının amacı, veli veya evliya kavramını ana kaynağa, yani Kur’an’a döndürme girişiminden ibarettir. Zaman içinde yerleşik kültürlerin ve İslam düşmanlarının ve cahil dostların müdahalesiyle İslami kavramların karşı karşıya geldiği karışıklık ve anlam sapması bunu göstermektedir. Kavramların üstünden asırların geçmesi sonucu, güçlüyü zayıfla değiştirme, Allah’ın kitabına yaklaşma yerine ondan uzaklaşma ve onu hayat sahnesinden silme yönünde menfi bir durum olmuştur.

 

I. Veli Kavramı ve Tarihsel Gelişmesi

Arapça bir kelime olan vela yahut veliyye’den türeyen veli sözcüğü dost, ahbap, arkadaş, yardımcı gibi manalara gelmektedir. Çoğulu evliyadır. Hukuki anlamda veli ise, bir çocuğun her türlü hareket ve halinden sorumlu olan kimse demektir. Kelime Kur’an’da Allah’ın ismi olarak da kullanılmıştır.

Toplumda veli veya evliya kelimesi, ne lügat manası, ne de Kur’an’da kullanıldığı mana ile değil; daha çok bu kelimeye sonradan kazandırılmış manasıyla kullanılmaktadır.

Geleneksel anlamda veli (veya evliya); benliğini Allah’ta yok etmek suretiyle bir takım üstün vasıflar kazanarak, harikulade şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanıl­maktadır. Hatta daha da ileri gidilerek Allah adına kainatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.

Hicretin ilk asrından başlayan zühd ve takva anlayışı giderek tasavvuf! bir şekle bürünmüş ve IX. yüzyıldan sonra ise geniş ve renkli bir tefekkür meydana getirmiştir.

Veli kavramının, Türkler’in İslam’a girişinden sonra, İslam öncesi dinlerinden taşıdıkları Şamanizm, Budizm, Zerdüştilik, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi inançların tesiriyle istılahlaştığı görülmektedir, Öyle ki Allah’a yakın olduğu kabul edilen, veli diye vasfedilen bu kişilerin fevkalade kuvvet ve kudretlerle mücehhez olduğuna ve herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken- yardımlarının söz konusu olacağına inanılmaktadır. Böyle bir anlayış velinin takdis olmasıyla sonuçlanmaktadır.

Yukarıdaki anlamıyla Müslümanlar arasında yaygınlaşan bu veli kavramının menşe itibariyle İslamiyet’le bir ilgisi yoktur. Dikkatle bakıldığı zaman Hıristiyanlıktaki aziz kültü gibi, Müslümanlar arasında yaygınlaşan bu veli sözcüğünün İslam’dan Önceki putperest kültürlerle yakın alakası vardır.1

Türkler’deki veli anlayışının temelinin Şamanist devirden kalma olduğu söylenebilir. Eski Türk Şamanları incelendiğinde bunların Türk veli tipine çok benzediği anlaşılır. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felaketleri önleyen yahut düşmanlarına musallat eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan Türk Şamanları bu hüviyetleriyle adeta İslam sonrası eserlerde veli veya evliya olarak tanındı.

Şamanist Türkler, samanların harikulade insanlar olduklarına, ruhlar ve gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlardı.

Türkler’in veli telakkisinin oluşmasında eski atalar kültürünün de önemi vardır. Ata öldükten sonra onun ruhunun üstün bir takım güçleri olduğuna inanılır ve ondan şefaat beklenir.

Bu üstün ruhani güçlerle donanmış insan tipinin Müslümanlık’taki veli tipiyle ilgi kurulmasında güçlük çekilmedi. Kur’an-ı Kerim’deki çeşitli mucizeler gösteren peygamberlerin şahsiyetini kendi din adamlığıyla benzeştirdiler.

Veli veya evliya kültürünün oluşmasına sebep olan unsurlar şunlardır:

a) Eski Türk inançları

b) Budizm ve Şamanizm

c) İslam öncesi kültür

d) Kitab-ı Mukaddes kaynaklı inançlar

e) İslam (Kur’an ve hadislerdin yanlış yorumu

X-XII. asırlarda İslamiyet Orta Asya’da yayılırken tekkelerin çoğu eski Budist manastırlarının yerine, yahut yakınlarına yapılıyor, zamanla manastırdaki azize ait menkıbeler, yerli halkla ilişkiler kurmada kolaylık olması için İslam i bir hüviyete dönüştürülüyordu. Bu usul hem Anadolu’da hem de Rumeli’de tatbik edildi. Mesela Hacı Bektaş’ın Sulucakaraöyük’te kurduğu tekke burada yaşayan Hıristiyanlar’ın takdis ettiği Saint Charalambus’a ait kilise ve kültürü İslami bir havaya büründürüldü. Bu örnekler çoğaltılabilir.

Bu veli (veya evliya)lerin neler yaptıklarını Abdurrahman Cami’ye ait Nefehatu’l-Uns min Hazarati’l-Kuds isimli eserden takip edelim:

1. Yoğu var etmek, varı yok etmek.

2. Gizli şeyleri açığa çıkarmak, açıkta olanları gizlemek.

3. Ölüyü diriltmek, diriyi öldürmek.

4. Duayı gerçekleştirmek.

5. Gıyaben söylenenleri işitmek.

6. Gaybten ve gelecekten haber vermek.

7. Su üzerinde yürümek, mekan aşmak.

8. Aynı anda muhtelif yerlerde görünmek.

9. Hayvan bitki veya cansız maddelerin teşbih ettiklerini duymak.

10. Havada dolaşmak.

11. Vahşi hayvanları emrine almak.

Yukarıda sayılan özelliklere uygun, tarihte ve günümüzde var sayılan velilere örnekler veren külliyat bir hayli yaygındır.

Örnek olarak; Hacı Ubeydullah Ahrar denilen şahıs Semerkantta otururken aynı anda İstanbul’u fetheden Fatih’in ordusuna yardım eder şeklindeki olay bütün klasik kaynaklarda çok rahat bir şekilde anlatılır. 2

Bazıları da “insanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yerlere yağar…” 3

Bazıları da Allah ile konuşabiliyor, hatta O’nu da emri altına alıyor: “Hak Teala dedi:

– Ya Cüneyd. Ben seninim, sen benimsin. Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardın, şimdiden sonra ben

senin dediğini tutarım.” 4

Bir başkası “Evliya’dan bazıları vardır ki, sadık müride, vefatından sonra, hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir, isterse o veli, kabrinde meyyit olsun. Kabrindeyken müridini yetiştirir. Müridi kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebu’l-Hasan Hırkanı’ Beyazıd Bestami’den bu şekilde feyz almıştır.” 5

Bazıları işi daha da ileri götürerek; “Allah beni öğer, ben de onu. O bana kulluk eder, ben de O’na.

Bir halde O’nu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce inkar ederim.” 6

Veli (veya şeyh) ile sohbetin usulü(!): “Evvela mümkün ise güsl ile olmazsa taze bir abdestle iki rekat namaz kılmak, anlayamadığı bir şey varsa onu kendi kusuruna hami etmek, hiç bir surette şeyhin kavi, fiil ve ahvaline kat’iyyen itiraz etmemek, şeyhin kelamını hakdır diye itikad etmek… Sohbet bitince çok oturmayıp hemen kalkıp izin istemek ve ellerini dizlerini öpüp geri geri gitmek…” 7

“Allah u Teala’nın ism-i zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü, hatta nisa şeklinde onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu. Bu taifeye o kadar bağlandım ki nasıl bildireyim kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhur başka hiç bir şeyde yoktu.” 8

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Allah adına, din adına anlatılanların İslam’la bir ilgisi olmadığı ortada olduğu halde bu eserlerin Kur’an rehberliğinde yeniden okunması ve yeni­den değerlendirilmesi gerekir.

 

2. İslam’da Veli veya Evliya

a)Gerçek Veli Allahtır

Kur’an-ı Kerim’in bir çok ayetinde Allah’ın müminlerin velisi ve yardımcısı olduğunu görmekteyiz:

«Bizim velimiz sensin öyleyse bizi bağışla, bizi esirge, sen bağışlayanla­rın en hayırlısısın.» (A’raf, 7/155)

«Allah iman edenlerin velisidir.» (Bakara, 2/257)

«Allah müminlerin velisidir.» (Al-i İmran, 3/68)

«Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır, diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur. » (Tevbe, 9/116)

Bu ayetlerin sayısını çoğaltmak mümkün. Ayrıca aynı konudaki şu ayetlere bakılabilir: 6/51, 70, 9/74, 13/37, 29/22, 32/4, 42/31 vd.

Buradaki veli kavramı; Allah’ın dost, koruyan, kollayıcı, yardımcı, yakın, sahip manalarına gelmektedir. Bu nedenle müslümanların yalnızca Allah’ı veli edinmeleri gerekmektedir.

 

b)Allah’tan Başka Veli Edinmemek Gerektiği

«Onların Allah’ın dışında kendilerine yardım edecek velileri yoktur.» (Şura, 42/46)

«Yoksa O’nun dışında bir takım veliler mi edindiler, işte Allah, veli olan O’dur. Ölü olanları da diriltir. Her şeye güç yetiren O’dur.» (Şura, 42/9)

«Haberin olsun halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır, O’ndan başka” veliler edinenler (şöyle derler):

‘Biz bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ Hiç şüphesiz Allah kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah yalancı kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.» (Zümer, 39/3)

Ayrıca kafirlerin (3/28, 4/139, 4/144,3/28), Yahudi ve Hıristiyanlar’ın (5/51, 5/57, 5/81), şeytanların (4/7, 7/27,18/50) ve zalimlerin (45/19,60/1) veli ve yardımcı olamayacakları müminlere bildirilmektedir.

 

c) İnsan Vasfı Olarak Veli

«iyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar Allah’a inanmış ve muttaki olmuşlardır.» (Yunus, 10/62-63)

«Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler. Allah’a ve rasulüne itaat ederler, işte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.» (Tevbe, 9/71):

Allah’ın dostları olduğu gibi şeytanın da dostları vardır. Allah’ın velilerine korku ve üzüntünün olmadığını, onların muttakiler olduğunu görüyoruz.

«Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Asıl iyilik; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O’nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahidleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir, işte onlar doğru olanlardır. Müttakiler de onlardır.» (Bakara, 2/177)

Bu ayette takva sahibinin yani velinin özellikleri sıralanmaktadır. Takva iman ve davranışlardır, İslam’ın yaşanması hayata geçirilmesidir. Kur’an’ın rasulün hayatıyla örnek davranışlar haline, yaşayan Kur’an haline gelmesidir. Burada da görüldüğü gibi Kur’an’dan insan davranışlarına bir yön vermesi ve hedef göstermesinin müşahhas örneklerinin anlatıldığına şahit oluyoruz.

İnsan tek boyutlu bir varlık değildir. O çevresiyle, birlikte yaşadığı insan­larla ve yaratıcısı ile sürekli bir ilişkiler bütünü içerisinde inanç ve hareketler sergilemektedir. Buna inanma ve salih amel de diyebiliriz. Kur’an bize bunun yolunu göstermektedir. Mümin ve müslüman olmanın, veli olmanın yolu Kur’an ve sünnete uygun yaşamaktan geçer. Kur’an takva sahibi olmamızı istiyor. Hatta daha da ileri giderek gerçek müminlerin takva sahiplerine önderler olmasını öneriyor. Bu da yaşanan hayata yön verip İslam’a uygun bir şekilde örneklik yapmakla mümkündür. Allah’ın dostlarının kerameti, ihsanı, takvası, Kur’an’ı yaşanan bir hayat haline getirmesidir. Bazılarının anladığı gibi kainata tasarrufta bulunma, dualara icabet etme, öldüklerinde geri kalanları mezardan idare etme, mezarları üzerinde kubbeler inşa edilme şeklinde değildir.

Maalesef bu anlayış diğer dinlerde olduğu gibi müslümanlarda da genel olarak yaygınlık kazanmıştır. Oysa risaletlerin hepsinde Allah’ın dini böyle bir uygulamayı reddetmekte, tamamen dışlamakta ve muttaki müminlerden başka evliya tanımamaktadır.

Kur’an bu konuda peygamberimize şöyle buyurmaktadır:

«De ki: Ben kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.» (A’raf, 7/196)

Yine Kur’an’da insanların kalplerine tasarrufta bulunmak, hakka meyletmeyen kimselerin kalplerine imanı yerleştirmek ve buna benzer hususlarda peygamberlere bile yetki verilmediği (27/80, 35/22-24) halde bir takım insanlara takva adına Kur’an dışı ilahi sıfatlar vermek İslam’ı bilmemek ve yahutta bile bile düşmanlık etmek demektir.

Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin bile sahip olduğu bütün kudret, azamet, üstünlük ve şerefin Allah’a itaat edip tamamıyla onun hükümlerini uygulamaya ve kendisine ayet ayet indirileni kaldırıp haktan yüz çevirir, Allah’ın kelamını değiştirmeye kalkar ve kendi sözlerini ona ilave edecek olursa; başkası üzerinde hiç bir üstünlüğe sahip olamayacağı geniş bir şekilde açıklanmıştır.

«Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan, o takdirde sen, mutlaka zalimlerden olursun.» (Bakara, 2/145)

«Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olmaz.» (Bakara, 2/120)

«De ki: Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için imkansızdır. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım.» (Yunus, 10/15)

Kur’an’da açıklanan bu tür ayetle­rin hepsi Rasulullah’ın herhangi bir muhalefeti, sapması veya ayetleri gizlemesinden korkulduğu için indirilmemiştir. Bu ayetlerin indirilmesinden maksat insanlara, peygamberin Allah’a olan yakınlığının sebebinin peygamberin -haşa- Allah ile bazı ortak sıfatlara sahip olması veya akrabalık -oğul gibi- bağlı olmadığını göstermektedir. Böylece peygamberin özelliğinin, uyarıcı, müjdeleyici olması ve Allah’ın hükümlerine kayıtsız şartsız bağlanması olduğu açıklanmaktadır.

 

Sonuç

Veli olmak eşyanın tabiatını tersine döndürmek suretiyle değil, bilakis eşyanın tabiatı gereğince, sünnetullahın açığa çıkması, fıtratın gelişmesi ve Allah’ın razı edilmesiyle mümkün olmaktadır.

Allah kalında yalnızca takva ile insanlar birbirlerinden ileride olabilmektedirler. Bu da azabından korunma ve rızasını kazanmak ile mümkündür. Kim Allah’a onun bildirdiği gibi inanır ve salih amel işlerse, işte kurtulanlar yalnız bunlar olacaklardır.

Peygamberlerin hepsi Allah’ın veli kullarıdır. Onlar Allah’ı razı etmişler, tevhidi hayatlarında uygulamışlar ve en güzel şahitler olmuşlardır. Müminlerde Allah’ın veli kullarıdır. Allah inanan ve salih amel işleyen kullarını veli (dost) edinmektedir. Velinin büyüklüğü buraya kadardır. Bunun üzerinde bir büyüklük Allah’ın belirlediğine göre kulları için söz konusu değildir.

Müslümanlar da ayrıca birbirinin velisidirler. Birbirine yardım eden, bağışlayan, malından yediren, koruyan, kollayan insanlardır. Muhacir ve ensarın birbirlerini veli kabul etmeleri, peygamberi veli kabul etmeleri ve uygulamaları ile elimizdeki sağlam bilgiler bizler için örnek teşkil etmektedirler.

İslam akaidinde bazı dini çevrelerde bilinen anlamda kişilere kutsallık izafe edilerek, hatta onları insanlık vasıflarının da üzerine çıkarmak gibi hayali tipler icat etmek anlayışına yer yoktur. Kur’an’da net bir şekilde açıklanan “evliya’nın diğer insanlardan farkı; beşer tabiatının üzerine çıkması, fevkaledelikler göstermesi veya günahları bağışlaması değil, tevhidi bir inanca sahip olması, münkerden kaçınması ve marufu emretmesi, her türlü şirke, zulme, haksızlığa karşı tavır sahibi olmasıdır.

Notlar:

1. E.A.Westermarck, İslam Medeniyetinde Puta Tapma Devrinden Artakalan itikatlar, Çev. Ş. Nazmi

Coşkuner, Ankara, s. 11,19-20.

2. İrfan Gündüz, Osmanlılar’da Devlet-Tekke Münasebetleri, Sena Neşriyat, s. 43-44, İst., 1984.

3. Mehmed Zahid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi, s. 7, Seha Neşriyat.

4. Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, Erkam Yayınları, s. 158, İst.

5. Esseyyid Abdûlhakim Arvasi, Rabıta-i Şerife, Çev. Necip Fazıl Kısakürek. Büyük Doğu Yayınları, s. 19, İst., 1981.

6. Muhyiddin-i Arabi, Fususu’l-Hikem, Çev. M. Nuri Gençosman, s. 48, İst., 1981.

7. Mehmed Zaid Kotku, Tasavvufi Ahlak, Cilt l, s. 90, İst.

8. İmam-ı Rabbani, Mektubat Tercümesi, 1. Mektup, Sönmez Neşriyat, t. 6,1968, İst

 

Haksöz Dergisi – Sayı: 11 – Şubat 92 Tasavvuf ve Sapmalar

http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=168

posted in MITOLOJİ | 0 Comments

16th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Tasavvuf Müslümanlara Ne Getirmiştir

 

a. Tasavvuf, Müslümanların Tevhid İnancını Bozmuştur

 

b. Tasavvuf, Müslümanların Peygamber İnancını Bozmuştur

 

c. Tasavvuf, Müslümanların Kur’an İnancını Bozmuştur

 

d. Tasavvuf, Müslümanların İbadet Şeklini Bozmuştur

 

e. Tasavvuf, Müslümanların ahlakını bozmuştur

 

f. Tasavvuf, müslümanların din anlayışını bozmuştur

 

g. Tasavvuf, İslam’ın insana bakışını bozmuştur

 

 

 

 

Tasavvuf Müslümanlara Ne Getirmiştir

 

Abdullah Tekin

Bu yazımızda tasavvufun doğuşu, sebepleri, tanımları, meseleleri, meşhurları, kitapları ve tarikatları üzerinde durmayacağız. Sadece müslümanlara ne sağladığı, neler getirip götürdüğü konusu üzerinde durmak istiyoruz. Sonuçları bakımından tasavvufa baktığımız zaman müslümanlara aşağıda sıraladığımız olumsuz sonuçları kazandırdığını görüyoruz:

 

a. Tasavvuf, Müslümanların Tevhid İnancını Bozmuştur

Bilindiği gibi tevhid İslam’ın belkemiği ve özüdür. Zatı ve sıfatları bakımından yüce Allah’ın yaratıklarından tamamen ayrı ve farklı olması demektir. Uluhiyet, rububiyet ve hakimiyette ona başka bir şeyin ortak ve benzer olmaması demektir, ibadet ve itaatte ona ortak koşulmaması demektir. Yüce Allah’ın herhangi bir kişi yahut varlıkla ittihad etmekten ve herhangi bir varlığa hulul etmekten münezzeh olması demektir. Eş ve oğul edinmekten münezzeh olması demektir. Cahiliyye Araplarının, Hıristiyan ve Yahudilerin Allah’a isnad ettikleri her türlü evlat, eş ve ortaklıktan uzak olması demektir.

İslam’ın tarihin çöplüğüne gömdüğü bütün şirk anlayışlarını, hulul ve ittihad inançlarını tasavvufun tekrar dirilttiğini ve müslümanlara tevhidin özü ve zirvesi olarak sunduğunu görüyoruz. Tasavvuf; vahdeti vücut, vahdeti şuhud, hulul (Allah’ın eşya ile bütünleşmesi) ve ittihad (Allah ile eşyanın bir olması) inançlarını diriltip dini boya ile boyadıktan sonra orijinal bir inanç olarak müslümanlara sunmuştur. Hint dinleri, Yahudilik, Hıristiyanlık, zerdüştlük ve yeni eflatunculuk inançlarına İslami bir boya vurarak müslümanlara tevhidin zirvesi ve mükemmeli olarak takdim etmiştir. Bu inancın pazarlayıcıları da ibn el-Farıd, ibn Arabi, Hallaç, Ebu Yezid el-Bistami, Abdulkerim el-Cilli ve onların izinden gidenlerdir. Bazı örnekler görelim: ibn el-Farıd şöyle diyor:

“Bana bakanlara tecelli ederek varlığını gösterdi. Görünen her varlıkta onu bir surette görürüm, ilahi zat açığa çıkıp göründüğü anda gaybim bana gösterildi ve kendimin ondan başka olmadığımı gördüm. Mahv’dan sonra sahv’da ondan başkası değildim. Zatım zatıma bürün-düğü zaman tecelli eden yine zatımdı.

İkilik olmadığından, sıfatım onun sıfatı ve şekli benim şeklimdir, çünkü biz biriz.

O çağrılınca cevap veren benim, ben çağrılırsak, beni çağırana o karşılık ve cevap verir.

Aramızda muhatap tâ’sı (sen, ben) kaldırılmıştır, yüceliğim, fark ayrılığının kaldırılmasındadır.

Hiç bir felek yoktur ki irademle hidayete eriştiren ve batınımın nurundan olan bir melek ihtiva etmesin.

Ben olmasaydım ne varlık olur, ne şahit olur, ne de bir kimse söz ve ahit üstlenmiş olurdu.

Hayatı hayatımdan olmayan hiç bir canlı yoktur, her nefis benim isteğimi ister.

Yapılan hac, umre ve diğer ibadetlerle altı yön bana yönelmiştir, makamda kıldığım namaz onun içindir ve orada onun bana namaz kıldığına şehadet ederim.

İkimiz de namaz kılıyoruz, her secdesinde birimiz cem’ ile diğerinin hakikatine secde etmektedir.

Başkası sana namaz kılmış değildir, her secde edişimde de başkasına namaz kılmış değilim.” [1]

Tevhid inancı bozulmamış ve dini, kişilerin hatırı için feda etmeyen mümin bir insan acaba bu sözlerden İbn el-Farıd’ın Allah ile bir olduğu, onunla bütünleştiği ve görünen ibn el-Farıd’ın Allah’tan başka bir şey olmadığından başka acaba ne anlar?

Şimdi de Muhyiddin ibn Arabi’ye bakalım.

“Onlar kendisi olduğu halde, eşyayı açığa çıkaran münezzeh olsun.” [2]

“Arif, hakkı (Allah’ı) her şeyde gören, belki her şeyin kendisi olarak görendir.” [3]

“Her şeyin haddi (tarifi) aynı zamanda Hakkın tarifidir. Yaratıkların ve eserlerin müsemmalarında sirayet etmiştir. Gören de, görülen de odur. Alem onun suretidir. Alemin ruhu ve yöneticisi de odur. O, büyük insandır.” [4]

“O ortaya çıkanların kendisidir. Ortaya çıktığı durumda gizli olanların da kendisidir. Ortada başkasının gördüğü başka bir şey yoktur. Kendisinden bâtın olacak bir şey de yoktur. O kendisine zahir ve kendisinden gizlidir. Ebu Said el-Harraz diye adlandırılan da odur. Görülen ve isimlendirilen başka varlıklar da odur.” [5]

“Hakkın, yaratıkların sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Bunu kendisi belirtmiştir. Noksanlık ve kötülük sıfatlarıyla ortaya çıktığını da kendisi ifade etmiştir. Yaratıkların da başından sonuna kadar hakkın sıfatlarıyla ortaya çıktığını görmüyor musun? Yaratıkların sıfatları onun için hak olduğu gibi, onun sıfatları da yaratıklar için haktır.” [6]

“Kâmil arif, tapılan her şeyin hakkın açığa çıktığı ve kendisinde hakka ibadet edildiğini görendir. Onun için tapılan bu tanrılara taş, ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek gibi özel ismi yanında tapanlar onlara ilah adını vermişlerdir.” [7]

“Varlığımız onun varlığıdır. Varlığımız açısından biz ona muhtaç, nefsinde zuhuru için o bize muhtaçtır… Sen ahkamla onun gıdası, o da varlıkla senin gıdandır. Senin özelliğin ne ise onun özelliği odur. Emir ondan sana olduğu gibi, senden de onadır. Ne var ki sen mükellef diye adlandırılıyorsun. Gerçi halinle sen ona ‘Beni mükellef kıl’ dediğin için seni mükellef kılmıştır. Ama o mükellef diye isimlendirilmez. O bana hamleder, ben ona hamlederim, o bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim.” [8]

İbn Arabi’nin bu sözlerini tevhid inancı ile bağdaştığını herhalde hiç bir muvahhid söyleyemez. Bunun örnekleri burada sayılayamayacak kadar çoktur, isterseniz onun değerlendirmesini de tasavvuf felsefesi uzmanlarından Dr. Abdulkadir Mahmud’dan dinleyelim:

“Bu şekilde vahdeti vücut nazariyesi bizi dünyadan yok olma, diriliş ve amellerin karşılığı konularında İslam’ın kesin prensiplerini inkar etmeğe götürür” [9]. “Şüphe yok ki vahdeti vücut nazariyesinin mantığı İslam dinini tümden yıktığı gibi, semavi bütün dinleri ve uluhiyetin ayırıcı özelliklerini de yıkmaktadır. Bu bakımdan Dr. Ebu’l-Ala Afifi’nin ‘ibn Arabi, şeriatın zahirinin enkazı üzerine ruhaniyette daha derin ve daha çok tatmin eden bir din bina etmek için yıkmaktadır’ (Fususi’l-Hikem, ‘Giriş’, s. 43) sözlerine katılmıyoruz.” [10]

İbn Arabi’nin sarihlerinden olup vahdeti vücut nazariyesinin felsefesini yaparak şirk bataklığına daha çok batıran Abdulkerim el-Cili’den de örnekler verelim:

“Zatı itibariyle yüce olan Hak’kın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O, âlemin zerrelerinde açığa çıkmış(zahir olmuş)tur.” [11]

“İki alemde de mülk benimdir. İkisinde de benden başkasını görmedim. Onun ya iyiliğini umarım yahut ondan korkarım.

Kemalin her türlüsüne sahibim ve Küllün büyüklüğünün cemaliyim, ben ondan başkası değilim.” [12]

“Gördüğün ne kadar maden, bitki, hayvan ve seciyeleriyle insan, gördüğün ne kadar deniz, çöl, ağaç veya yüksek bina, gördüğün ne kadar manevi suret ve göze hoş gelen güzel manzara, gördüğün ne kadar melek şekli ve manası iblis olan görünüm, gördüğün ne kadar beşeri bir şehvet ve elde edilen birhak, gördüğün ne kadar arş, kuşatıcısı, kürsüsü, yüce refref, işte onlar hepsi benim, hepsi benim manzaram (görünüşüm)dür. Onun hakikatinde teceli eden benim, o değildir. Halkın rabbi ve efendisi benim. Bütün alem isim, zatım ise müsemmasıdır.” [13]

“Allah, Muhammed’in nefsini kendi zatından yarattığı -ki Allah’ın zatı iki zıttı bulundurmaktadır- zaman hidayet, nur ve güzellik, sıfatları bakımında melekleri Muhammed’in nefsinden yarattığı gibi, zulmet ve celal sıfatları bakımından iblis ve tabilerini de Muhammed’in nefsinden yarattı.” [14] “Bil ki varlık ve yokluk iki karşıttır ve uluhiyet feleği ikisini kuşatır. Çünkü uluhiyet eski-yeni, hak-halk, varlık-yokluk gibi iki zıttı birlikte bulundurur…” [15]

Bir de Bayezid (Ebu Yezid) el-Bistami’den bazı örnekler verelim:

“Allah’tan Allah’a çıktım. Nihayet bende ‘Ey ben sen olan’ diye seslendi.” [16] “Sübhani (noksanlık sıfatlarından münezzehim), mâ a’zame şe’nî (şanım ne yücedir)!” [17]

“Çadırımı Arş’ın yanına kurdum.” [18] “Allah’ım! Senin bana itaatin benim sana itaatimden daha büyüktür.” [19] “Allah’a yemin ederim ki sancağım Muhammed’in sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağımın altında cinler, insanlar ve peygamberler bulunmaktadır.” [20] “Beni bir defa görmen, rabbini bin defa görmenden hayırlıdır.” [21] “Öyle bir denize daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmışlardı.” [22]

Aynı inançları bu meşhurların izleyicileri olarak Sadreddin Konevi, Celaleddin er-Rumi, Yunus Emre, Şair Cami, Nazmi Efendi, ibn Sebîn, Tilimsani, Şebusteri, Zinnun el-Mısrî, Kaygusuz Abdal, Seyyid Hüseyin Nasr ve Rene Guenon gibi muhtediler devam ettirmişlerdir. [23]

 

b. Tasavvuf, Müslümanların Peygamber İnancını Bozmuştur

İslam anlayışında, Hz. Muhammed (s) son peygamber ve örnek insandır. Bununla beraber Allah’ın kulu ve elçisidir. Diğer insanlar gibi bir insandır. En şerefli sıfatı da Allah’ın kulu ve elçisi olmasıdır. Ama tasavvuf onu insanüstü göstererek, bütün alemin kendisi için yaratıldığını söyleyerek, bütün varlıkların ondan meydana geldiğini iddia ederek, herkesten ve her şeyden önce yaratıldığını ileri sürerek müslümanların onun hakkındaki inancını bozmuştur. Hakikati Muhammediye ve Nuru Muhammedi nazariyeleriyle peygamber inancını bozmuştur. Bazı mutasavvıflar, Peygamberin derecesini küçümseyerek yahut vahiy aldığı gibi vahiy ve ilham aldığını söyleyerek Peygamber hakkındaki inancı bozmuştur. Kainatın işlerini idare ettiğini söyledikleri gavs, kutup, ebdal gibi, Hatemu’l-Evliya gibi inançlarla müslümanların peygamber inancını bozmuştur. Bunu kanıtlayan sözlerden bazı örnekler verelim.

Gümüşhanevi şöyle diyor: “Hakkın suretleri Muhammed’in kendisidir. Çünkü ehadiyet ve vahdaniyet hakikati ile taayyün etmiştir.” [24] “ilk taayyunla beraber olan zattır. Esmau’l-Husnası vardır ve Allah’ın ismi a’zamıdır.” [25]

Muhammed ed-Demirtaş da şöyle demektedir: “Hakikatlerin hakikati bütün mertebeleri ihata eden ilahi kemalli insani mertebedir. Hazratu’l-Cem’, ehadiyyetu’l-cem’ diye isimlendirilir. Daire onunla tamamlanır. Zatın yokluğunda taayyün eden ilk mertebedir ve o hakikati muhammediyedir.” [26]

İbn Arabi de şöyle demektedir: “Alemin başlangıcı hava(boşluk)tur. Alemde ilk mevcut, rahmani arşın üzerin istiva ile nitelenen rahmani hakikati muhammediyedir. Rahmani arş ilahi arştır. Ayrı bir varlık söz konusu olmadığı için onu ihata etmek de söz konusu değildir. O, neden var olmuştur? Nerede var olmuştur? Hava (boşluk)da var olmuştur. Ne şekilde var olmuştur? Kendisini bilmekle ifade edilen Hak (Allah)da mevcut olan misal (şekil) üzere var olmuştur. Karışımdan kurtulmak ve karışım olmaksızın her alemin yaratıcından nasibini almasını sağlamak, gayesi hakikatlerini izhar etmek ve en büyük alemin feleklerini bilmektir.” [27]

Yine şöyle demektedir: “Allah’ım! Salavatının bağı (sılası)nı ve selamlarının selametini rabbani körlük (boşluk)tan doğan taayyunatın ilki ve insan türüne katılan tenezzülatın sunucusu üzerine saç. Mekke’den Medine’ye hicret eden Allah’tı ve onunla beraber ikinci bir şey yoktu. Daha önce ne ise şimdi de odur. Varlığında beş alemin (ilahizatın aşamaları) hazaratını toplamıştır. Hüviyet sırrı her şeyde sirayet etmiştir. Ubudiyetle rububiyeti şahsında toplamış, imkan ve vücudiyeti kapsamıştır. [28]

Abdulgani en-Nablusi de şöyle demektedir: “Muhammed’e ancak Muhammed salat okumuştur. Çünkü kulların ona salatı isminin suretinden bir emriyle kullardan sadır olmuştur. (Yani Kur’an’da Allah müminlere Muhammed’e salat okumalarını emrederken, gerçekte emreden Muhammed’in kendisiydi ve Allah salat okuyan kulların suretine bürünmüştür.)” [29]

el-İbriz kitabının sahibi Abdulaziz el-Debbağ da şöyle demektedir: “Arş ve ferşiyle, yer ve gökleriyle, cennet ve perdeleriyle, alt ve üstleriyle ne varsa, hepsi bir araya getirilip bakıldığında Muhammed’in nurundan bir parça olduğu görülür. Muhammed’in bütün nuru biraraya getirilip Arşa konulsa, Arş erir. Arşı örten yetmiş kat perdeye yöneltilse, perdeler parçalanırlar. Bütün yaratıklar bir araya getirilip o büyük nura tutulsa, hepsi dökülür ve dağılırlar.” [30]

Ömer İbn Said el-Fûnî de şöyle demektedir:

“Muhammed’in nuru yaratıldığı zaman, taayyün eden kainatta dağılmadan önce bütün peygamberlerin ve evliyanın ruhları ehadi bir bütünlükle bu Muhammedi nurda toplanmıştı. Bu da birinci akıl mertebesinde olmuştur.” [31]

Ahmed Abdulmumin el-Hulvani de şöyle demektedir: “İnsanlar yok iken bütün varlıklardan önce, fert fert parlak bir nur olarak var etmiştir. Ondan sonra bütün yaratıklar senin yüce nurundan varlığını almıştır. Bu ne büyük bir şereftir! Onun için bütün yaratıklar bu dünyada ve daha çetin kıyamet gününde sana sığınır. Başlarına bir sıkıntı geldiği zaman, sadece insanların değil, diğer yaratıklar da dahil, hepsinin sıkıntısını giderirsin. Bana cömertlik yap. Şüphesiz Rahman’ın hazineleri sağ elindedir. Ve sen dağıtanların en cömerdisin.” [32]

Meşhur mutasavvıf şair el-Busiri de “el-Burde” kasidesinde şöyle demektedir: “Bütün peygamberlere gelen âyetler onun (Muhammed’in) nurundan onlara gelmiştir.” [33]

İbn Arabi de şöyle demektedir: “Nuru içinde bir lamba bulunan kandile benzer. Lambaya benzetilmiştir. O boşlukta akılla adlandırılan hakikati Muhammed’den daha çok kabul edeceği bir şey yoktu. Akıl denilen bu hakikati Muhammed bütünüyle âlemin başlangıcı ve varlık olarak ilk zahir olandır. O’nun varlığı o ilahi nurdan, boşluktan ve külli hakikattandır. Boşlukta kendisi var olmuş ve alemin kendisi onun tecellisinden var olmuştur. Onun en yakını, alemin imamı ve bütün peygamberlerin sırrı Ali ibn Ebi Talib’dir.” [34]

Tasavvufun sünni kanadında bu inanç olduğu gibi Şii kanadında da bulunmaktadır. Bir örnek verelim. (Güya) Hz. Ali söylemektedir: “Ben ve peygamber onun buyurduğu şekilde, Allah’ın nurundan bir nurduk. O zaman Allah bu nurun ayrılmasını emir buyurdu. Sonra bir yarısına Muhammed ol, dedi. O da Muhammed oldu. Öteki yarısına da Ali ol, diye emretti. O da Ali oldu.” [35]

İbn Arabi, Yüce Allah’ın kafir ve cehennemlik olduğunu belirttiği Firavun’ı mümin yapıp cennete göndermek için ayetlerin canına okurken, buzağıya tapanlara engel olmak için çırpınan Hz. Harun’u da geri kafalılık ve anlayışsızlıkla suçlamaktan geri kalmamıştır. Çünkü felsefesine göre Allah bütün varlıklar suretinde görünmüş ve Allah’tan başka tapılan her şeyde aslında Allah’a ibadet edilmiş olur. Ama Hz. Harun bunu kavrayamadığı için İsrail oğullarının buzağıya tapmasına engel olmaya kalkışmıştır. Fakat kavrayışlı Hz. Musa bunu bildiği için engellemesinden dolayı Hz. Harun’u azarlamış ve cezalandırmıştır. Firavun Allah’ı en iyi bilenlerden olduğu ve Hz. Musa da bunu bildiği için Hz. Harun’u bu anlayışsızlığından dolayı uyarmıştır. [36] Bu şekilde tasavvufçular müslümanların peygamber inancını bozmuş ve Allah’ın dinini değiştirmeye çalışmışlardır. Tasavvufun müslümanların peygamber inancını bozmasına dair misaller çoğaltılabilir. Fakat bu kadarla yetiniyoruz.

Tasavvufçuların hatemu’l-enbiyaya rakip olarak uydurdukları hatemu’l-evliya nazariyesi vardır. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed olduğu gibi hemen her tasavvuf meşhuru da kendini hatemu’l-evliya saymaktadır. Peygamber adı dışında hatemu’l-evliya olan zat peygamberin bütün sıfatlarına sahiptir. Zamanının en üstün temsilcisidir, gaybten haber verir, insanların kalpleri ve kaderleri üzerinde tasarruf eder, melekler kendisine, peygamberlere vahiy getirdiği gibi, ilham getirir. Peygamber vahiy getiren meleği gördüğü gibi, hatemu’l-evliya da meleği görür. Sonuç olarak isim dışında peygamberin bütün özelliklerine sahiptir. [37] Şia’nın imamet nazariyesini tasavvufçular hatemu’l-evliya nazariyesi şeklinde ortaya koymuşlardır. Bu nazariyeyi ilk olarak hakim dedikleri et-Tirmizi uydurmuştur.

 

c. Tasavvuf, Müslümanların Kur’an İnancını Bozmuştur

Peygamberlere Allah’tan vahiy geldiği gibi kendilerine de meleğin ilham getirdiğini söyleyerek vahiy olgusunu sulandırmıştır. Vahiy adını vermemekle beraber kendilerine gelen bilgilerin vahiy gibi Allah’tan olduğu ve peygamberlere getiren meleğin getirdiğini söyleyerek nübüvvet sistemine rakip bir sistemi ortaya koymuşlardır. Kitaplarının Allah tarafından ve ilham yolu ile yazıldığını iddia ederek Kur’an-ı Kerim’e bir nevi alternatif gibi sunmaya çalışmışlardır. Kendilerine yöneltilecek eleştirilerin önüne geçmek için sözlerinin kendilerine ait olmaktan ziyade gökten gelen ilham ve gaybten verilen bilgi ürünü olduğunu söyleyerek peşin olarak engellemeye çalışmışlardır. Bunların meşhurlarından iki örnek vermek istiyoruz.

Celaleddin er-Rumî mesnevisinin Kur’an’ın sahip olduğu özelliklere sahip olduğunu iddia etmektedir. Önce Kur’an-ı Kerim’in niteliklerini sayan şu ayetlere bakalım. “Şüphesiz Kur’an, alemlerin rabbinin indirmesidir. Uyaranlardan olman için onu Cebrail apaçık Arap diliyle senin kalbine indirmiştir.” [38] “Oysa o, değerli bir kitaptır, önünden ve ardından ona batıl gelmez (batıl şeyler ona hiç bir şekilde karışmaz), hakim ve hamid olan Allah tarafından indirilmiştir.” [39] “Şüphesiz bu yüce bir Kur’an’dır, korunmuş bir kitaptadır, ona ancak arınmış olanlar dokunabilir, alemlerin rabbinden indirilmiştir.” [40]

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’i bu niteliklerle niteliyor. Şimdi de Celaleddin er-Rumi’nin ve sarihlerinin Mesnevi kitabını nitelemelerine bakalım.

“Hüzünleri giderir bir şifadır kalplere

Ledünnî mana verir müteşabih ayete

Kur’an-ı Kerim gibi kimini hidayete

Kimini hak ettiği dalalete sevkeder.” [41]

Şimdi Mesnevi sarihlerinden Tahiru’l-Mevlevi’nin şu sözlerine bakalım: “Kur’an dolayısıyla insanlardan çoğunun dalalete düşeceğini, çoğunun da hidayet bulacağını bildiriyor. Kur’an öyle olduğu gibi Mesnevi de öyledir. Nitekim Sahibi arifi de: ‘Kur’an gibi bizim Mesnevi de bazılarını hidayete, bazılarını da dalalete gönderir.’ diyor.” [42]

“Şerefli kâtiplerdir onun yazıcıları

Temastan men ederler temiz olmayanları

Kalbe mutluluk verir huyları güzel eyler

O ilhamla inmiştir alemlerin Rabbından

Gelemez bâtıl onun önünden ve ardından

Koruyucu olan Hak onu korur gözetir

Ki o merhametlilerin merhametlisidir

Mesnevi kitabının başka adları da var

Adlarını verense Allah’ın kendisidir.” [43]

Tahiru’l-Mevlevi şöyle devam ediyor: “Mesnevi, kerim ve salih olan katipler eliyle yazılmıştır. Temiz olanlardan başkasını Mesneviye temas eylemekten men ederler. Mesnevi, Rabbu’l-Aleminden ilham olunmuş bir kitaptır. Bu fıkralar ile Sure-i Abese’deki ‘Kur’an va’z ve nasihattir, dileyen onunla öğüt ve nasihat almış olur. O Kur’an tertemiz katiplerin eliyle yüksekte tutulan temiz sahifelerde yazılıdır.’ [44] Sure-i Vakıa’daki ‘Rasuli Ekreme nazil olan Kur’an-ı Kerim’dir. Kitabı Meknun, yani Levhi Mahfuzda yazılıdır. Ona temiz olanlardan başkası temas edemez. Kur’an Rabbu’l-Alemin tarafından inzal buyrulmuştur.’ [45] ayetlerine işaret edilmiştir.

“Mesnevi de ilham yolu ile canib-i Hak’dan nazil olmuştur… Taharet ve salah erbabından mâada (başka)sının ona teması, yani mütalaasıyla dinlenmesinden feyz-i marifet alması kabil değildir… Hz. Mevlana bu fıkra ile diyor ki: Canibi ilahiden vahyi münzel olan Kur’anı Kerim, nasıl avn-i samedanîde ise, onun evvelinden de, sonundan da batıl zuhuruna imkan ve ihtimal yoksa, Mesnevi de öyledir, ilhamı Rabbani eseridir. Kendisinden sapıklık zuhuruna imkan yoktur. Hatta iptali ve tahrifi de kabil değildir.” [46]

Muhyiddin ibn Arabi de gerek Fususi’l-Hikem ve gerekse el-Futuhatu’l-Mekkiye kitaplarını direkt Allah ve Rasulullah’tan aldığı ilham ve emirle yazdığını, Allah ve peygamberle görüştüğünü söyleyerek sanki Kur’an’ın tamamlanması ve Hz. Muhammed ile vahiy ve risalet henüz son bulmadığını anlatmaktadır. Nitekim İbn Arabi vahyi risalet vahyi ve velayet vahyi olmak üzere ikiye ayırmakta, risalet vahyinin son bulmasına rağmen velayet vahyinin devam ettiğini ve kendisine gelenlerden birinin biri olduğunu söylemektedir. Şöyle diyor Fusus kitabı için:

“Rasulullahı rüyada gördüm. Bu kitabı yazmamı istedi. Ben de yazdım. Bu kitap, nefis arzularının münezzeh ve içine fesat karışmamış olan en kudsi makamdan indirilmiştir. Ben ancak bana ilham olunan şeyi yazdım.” [47] “Size söylediklerimiz O’ndan bizedir. Bizim size verdiklerimiz, bizden sizedir…” [48] Bu şekilde tasavvufçular kitaplarına Kur’an-ı Kerim’in vasıflarını vererek müslümanların Kur’an hakkındaki inançlarını bozmuş ve kitaplarını Kur’an gibi takdis etmeye çalışmışlardır.

Tasavvufçuların müslümanların Kur’an hakkındaki inançlarına ve fazla zarar verdikleri şekillerden biri de ayetlerine getirdikleri sapık ve batini tevilleridir. Tasavvuf boyasıyla yazılmış bütün tefsirlerde bu özellik değişik oranlarda bulunmaktadır. Bunlardan bazı örnekler vereceğiz.

Muhyiddin ibn Arabi’nin [49] tefsirinden bazı örnekler verelim. “Allah çocuk edindi, dediler. Halbuki göklerde ve yerde olanların tümü O’nundur…” [50]

“Allah çocuk edindi, dediler. Yani kendisi dışında özel ve zatı ile müstakil bir varlık var etti, dediler. Haşa! Ona benzer başka bir şeyin var olması bir yana, ondan başka bir varlığın bulunmasından onu tenzih ederiz. Aksine göklerde ve yerde ne varsa onundur. Yani ruhlar ve cesetler alemi onundur. Zaten bunlar onun zahir ve batınıdır…” [51]

“İbrahim babasına ve milletine ‘Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?’ demişti. Babalarımızı onlara tapar bulduk, demişlerdi…” [52]

“Babasına demişti. Yani küllî nefs. Kavmine de. Semavi ve diğer konuşan nefisler. Bu heykeller nedir? Yani akılların hakikatlerinden, eşyadan ve mevcudatın mahiyetlerinden akledilen ve onlarda nakşedilen bu suretler. Siz onları tapınıp durdunuz. Bu da mukaddes ruhun makamından nurani perdelerden sıyrılıp zati tevhid fezasına yükselmesidir… Babalarımızı. Ceberrut ehlinden bütün nefislerden önce bulunan alemlerden illetlerimiz. Onlara tapar bulduk. Zatlarında onları bulundururlar ve bir an onlardan ayrılmazlar. Apaçık bir sapıklık. Yani hakkı perdeleyen nurdan bir perde içinde. Zatın kendisine ulaşmadan sıfatların berzahında duruyoruz. Ehadiyet hakikatine ve hüviyet denizine batmaya yol bulamıyoruz…” [53]

İbn Arabi’nin tefsirinden rastgele aldığımız bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Zaten baştan sona kadar bu felsefe ile yazılmıştır. Kur’an ayetlerini bu şekilde tahrif edip gerçeklerini inkar etmektedir. Diğer tasavvuf! tefsirlerin tümünde değişik oranlarda bu sapık tevil ve tahrifler bulunmaktadır. İsterseniz Ebu Abdurrahman es-Sülemi’nin tefsirinden de bazı örnekler verelim.

“Biz beyti (Kabe’yi) sevap kazanma ve güvenlik yeri yaptık.” [54] Rivayetlerin senetlerini geçerek es-Sülemi’nin görüşünü belirtiyoruz. “Burada Beyt, Muhammed aleyhisselamdır. Ona inanan, onun risaletini tasdik eden güvenliğe kavuşmuş olur.” [55]

“Muhakkak Safa ile Merve Allah’ın nişanelerindendir.” [56] “Safa, muhalefetlerden arınan ruhtur. Merve, efendisine hizmette mürüvveti kullanan nefistir. Şöyle de demiştir: Safa, marifet sagasıdır, Merve arifin mürüvvetidir…” [57]

“Sonra insanların indiği yerden siz de inin ve Allah’tan mağfiret dileyin:” [58]

“İbn Ata’ya göre: içinizi beni anmakla tamir edip ondaki kirleri boşalttığınız zaman artık herkesin yaptığı kulluk adetlerine dönün. Allah’tan başkasıyla iştigalden Allah’a istiğfar edin…” [59]

“Sizden kimi dünya ister.” [60] “Sehl’e göre dünya nefsindir. Onu yok edersen dünyan kalmaz.” [61]

“Allah’a kulluk edin ve hiç bir şeyi ona ortak koşmayın. Ana babaya yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakınınızdaki arkadaşa, yolcuya ve maliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin.” [62]

“Sehl’e göre cari zilkurba (yakın komşu) kalbdir. Carulcunub (uzak komşu) nefistir. Sahibulcenb (yakınınızdaki arkadaş) sünnet ve şeriata iktidaen yapılan fiildir. İbnussebil (yolcu), Allahu Tealaya ibadet eden uzuvlardır.” [63]

“Dağları donuk görürsün, halbuki bulutlar gibi yürümektedir.” [64]

“Cafer’e göre ruh çıktığı zaman nefisleri donuk sanırsın. Ruh, arşın altındaki yerine sığınak için kudüste yürür. Yine Cafer’e göre, müminin kalbinin nuru, aşıkların ah-u enini, Hak’kı müşahade edip huzura kavuşuncaya kadar bulutlar gibi yürür. Burada Hak’kı müşahade edinceye kadar nefisten çıkan ruh ahu figan, bulutlar gibi yürüyen dağlara misal verilmiştir.” [65]

“Müminlerden iki topluluk vuruşursa, aralarını düzeltin. Eğer biri diğerine saldırırsa saldıranla savaşın ki Allah’ın emrine dönsün.” [66] “Sehl’e göre bu iki topluluk, ruh, akıl ve kalb ile tab’ı hava ve şehvettir. Eğer tab’, hava ve şehvet; akıl ruh ve kalbe saldırırsa, kul onu murakebe kuluçlarıyla, mütalaa oklarıyla ve muvafakat nurlarıyla öldürsün ki ruh ve akıl galip gelip hava ve şehvet mağlup olalar.” [67]

Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Merak edenler ilgili kitaplara bakabilirler. Tasavvufi tefsirlerin hemen hepsinde genel özellik budur. Kur’an ayetlerini tahrif ederek manalarını sulandırmak, gerçeklerini inkar etmek, müminlerin ona karşı inanç ve teslimiyetlerini bozmak için ne gerekiyorsa yapmaktadırlar. Görüldüğü gibi Kur’an’ın gerçekleri inkar edilmekte, tahrif ve tebdil edilmektedir. Yaptıkları bu tevil ve tahriflere de dinin özü, süsü ve gerçeği demektedirler.

Tasavvufçuların en akıllısı Gazali’nin müridleri nasıl Kur’an okuma ve hadis yazmaktan menettiğine bakınız. “(Mürid) Kur’an okuyarak, tefsir mütalaa ederek, hadis ve başka şey yazarak düşüncesini dağılmamalıdır.” [68] Gazali gibi bir insan böyle derse, başkaları neler demez?!

 

d. Tasavvuf, Müslümanların İbadet Şeklini Bozmuştur

İslam’da ibadetin şekli Kur’an ve Sünnetle belirlenmiştir. Teorik olarak Kur’an-ı Kerim’in belirlediği ibadetleri Hz. Peygamber canlı bir örnek olarak göstermiş ve uygulamıştır. Ashabı da ondan almış ve yolunu izlemişlerdir. Bütün ümmet de onların yolundan gitmiştir.

İslam’ın inanç esaslarında yapılacak herhangi bir değişiklik bidat olduğu gibi, ibadetlerinde de artırma veya eksiltme şeklinde yapılacak herhangi bir değişiklik bidat sayılmış ve bidat sahibinin cehennemlik olduğu belirtilmiştir. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’in belirlediği ve Rasulullah’ın yaptığı ibadet şeklinde değişiklik yapmak İslam’ın cehennemle tehdit ettiği ve yasakladığı bir davranıştır.

Ama tasavvufçular Kur’an-ı Kerim’in belirlediği ve Rasulullah’ın gösterdiği ibadet şeklinin çerçevesi içinde kalmakla yetinmemiş, artırmak veya eksiltmek yahut değiştirmek suretiyle bu çerçevenin dışına taşmıştır. Kur’an’ın belirlemediği ve Rasulullah’ın göstermediğini birçok ibadet şekilleri uydurmuş ve uygulamıştır. Bunlardan sonu gelmeyen vird ve nafileler, dans ederek ve yüksek seslerle yapılan zikirler, yapılan ayinler, İslam akaidiyle bağdaşmayan istiğase, rabıta ve tevessülle yapılan dualar, ricalu’l-gayb, gavsı azam, evliya, yatır ve ölülerden medet istemeler gibi.

Yüce Allah buyuruyor: “Rabbini, içinden, yalvararak ve ondan korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an. Gafillerden olma.” [69] buyurulduğu ve Rasulullah’ın bağırıp çağırarak, sesi yükselterek Allah’ı anmayı yasaklamasına rağmen, tasavvufçular yüksek seslerle ve koro halinde zikir yapmakta, bunun için ayin ve merasimler düzenlemektedir. Kişini Allah’a bağlılığı ve teslimiyetinin artması için yapılan zikir tasavvufçularda İslam’ı kavramların tahrifi ve bidatlerin uydurulması için araç olarak kullanılmıştır. Haşyet ve tevazu içinde yapılması ayette öğütlenirken, tasavvufçular kendilerinden geçip coşmak için araç olarak kullanılmıştır. Zikir çeşitlerini çoğaltmak ve fırkalara bölünmek için “lailahe illallah” şehadet kelimesinin başına getirmediklerini bırakmamışlardır. Kimisi Allah, kimisi lailahe, kimisi illallah, kimisi hu, kimisi illa hû, la mevcude illa hû gibi parçalara ayırarak her fırka zevkine göre bir parçasını alıp zikirde kullanmıştır. Kimisi bunu sessiz yapmayı tercih ederken, kimileri de sesli ve bir koro şefi eşliğinde ilahiler ve aletlerle çalman musikilerle yapmıştır. Kimisi ayakta dans ederek, şişler batırarak, göbeğe yırtılacak kadar feryat edip kendinden geçerek, ya gavs, ya şeyh Abdulkadir naralar atarak, destur ve medet deyip Allah’tan başka varlıklardan yardım isteyerek yapmıştır. Kimileri zaviye ve hücrelerinde saatlerce sürecek zikir ve teşbihi yapmak için metrelerce uzunlukta ve estetik niteliklerde iri tanelerden oluşan teşbihler çekmekte, müzik aletleri çalmaktadır. Bütün bunların Allah’ın gösterdiği ve Rasulullah’ın yaptığı zikir olduğunu herhalde aklı başında, bidatlerden sakınan hiç bir müslüman söyleyemez.

Yüce Allah “Şüphesiz mescidler Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın.” [70] buyurduğu halde, tasavvufçular dualarında Allah’tan başka varlıkları da ortak etmiş ve onları aracılar yapmıştır. Kimileri dua esnasında şeyhinin siluetini gözünün önüne getirerek dua etmiş, kimileri resmini yanında taşımış, kimileri şu veya bu kişiyi aracı yapmıştır. Yatırlardan ve üstünlüklerine inandıkları gavs yahut kutup dedikleri kişilerden medet ummuş ve onlardan yardım istemişlerdir. Rabıta ve tevessüle dört elle sarılmışlardır.

Duaları da Rasulullah’ın öğrettiği ve Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği dualardan çok, tılsımlı ve esrarengizliklerle dolu muammalardan oluşmuştur. Bununla ilgili bazı örnekler verelim. Şeyhi ekber ve hatemu’l-evliya dedikleri tasavvufun en meşhuru Muhyiddin İbn Arabi’nin dua ve salavatından örnek verelim. Şöyle diyor:

“Allah’ım, bütünümü kendi bütünlüğünde yok et, evveliyetimi evveliyetinle destekle ki evveliyetini evveliyetimde, sonunculuğunu sonunculuğumda, zahirliğini zahirliğimde, batınlığını batınlığımda, hüviyetini hüviyetimde, inniliğini inniliğimde ve kabiliyetini kabiliyetimde müşahade edeyim. Zahir vücudun vücudumda, hüviyetin hüviyetimde ve beraberliğin beraberliğimde olsun ki o sırrın tüm unvanı olayım, belki şekli ve sureti olayım.” [71]

Bir de Hz. Peygamber’e getirdiği salata bakalım: “Allah’ım, zatın tılsımlı görünümü, derya yağmuru, cemalinin lahutu ve visalinin nasutu, hakkın yüzü, ezel insanın hüviyeti, süregelen mahlukatın kaynağı, fark nasutlarını hak yoluna ilettiği kişiye salat ve selam olsun. Allahım, onunla, ondan ve onun içinde ona salat kıl.” [72]

Bir de Ticani tarikatının şeyhinin şu sözlerine bakalım: “Hz. Peygambere salatu’l-fatih’i sordum. Salatu’l-Fatih’i bir defa okumanın altı defa Kur’an okumaya denk olduğunu söyledi. Sonra, her defasını kainatta meydana gelen bütün teşbihlere, bütün zikirlere, büyük küçük bütün dualara ve Kur’an’ın altı defasına denk olduğunu söyledi.” [73] Salatu’l-Fatih dedikleri duanın sözleri de şunlardır: “Allahumme salli ala seyyidina Muhammedin el-fatih lima uğlika ve’l-hatim lima sebeka, nasıru’l-hakki bi’l-hakki, el-hadi ila sıratike’l-Mustakim ve ala alihi hakka kadrihi ve mikdari-hi’l-azim.” [74] Bu dua ve salavatların İslam’la bir ilgisi olduğunu düşünecek bir müslüman düşünemiyoruz.

Bilindiği gibi yapılan ibadet ve duaların kabul görmesi için sahibinin inançlarının İslam’a uygun olması yanında yaptığı ibadet ve duaların da İslam’a uygun olması lazımdır. Bunlara uygun olmayan ibadetlerin makbul olması söz konusu değildir.

Dipnotlar

1.Bkz.: Ibn el-Farid, Divanu ibn el-Farıd, Talyye Kasidesi”, Kahire, 1341 h.

2.Muhyiddin Ibn Arabi, Fütuhatı Mekkiyye, 2/604.

3.Muhyiddin Ibn Arabi, Fususu’l-Hikem, Bali Şerhi, 374, Kaşani Şerhi, 1/192, thk. Dr. Ebu’l-Ala Afifi.

4.Fususu’l-Hikem, 111, el-Halebi baskısı.

5.Fususu’l-Hikem, 77, el-Halebi baskısı.

6.Ftısusu’l-Hikem, 80, el-Halebi baskısı.

7.Fususu’l-Hikem, 1/195, Afifi neşri. Ibn Arabi’nin İslam dışı bilgi kaynakları hakkında bilgi için bkz.: Dr. Ebu’l-Ala Afifi, Muhyiddin Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi, Çev. Dr. Mehmed Dağ, AÜlF Yay., No. 127.

8.Fususu’l-Hikem, 1/83.

9.Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Felsefetu’l-Sufiyye fi’l-İslam, 511, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire.

10.Dr. Abdulkadir Mahmud, a. g. e., s. 515.

11.Abdulkerim el-Cîlî, el-lnsanu’l-Kamil fi Marifeti’l-Evahir ve’l-Evail, 2/83, hicri 1293.

12.Abdulkerim el-Cîlî, a. g. e., 1/22.

13.A. g. e., 1/22.

14.A. g. e., 2/41.

15.A. g. e., 3/27.

16.Dr. Abdurrahman Bedevi, Şatahatu’s-Sufiyye, 28-32; Feriduddin Attar, Tezkiretu’l-Evliya, 1/160, Neşr. Nicholson, 1905-1907.

17.Dr. Abdurrahman Bedevi, a. g. e., s. 30.

18.A. g. e., 29.

19.A. g. e., 30.

20.Aynı yerde.

21.Aynı yerde.

22.A. g. e., 31. “Bunlar ‘safahattır, dolayısıyla sahipleri sorumlu olmaz.” gibi bir savunma geçerli değildir. Çünkü her şeyden önce din insanlara akıllı olmayı ve akıllarını kullanmayı öğretmektedir, deli olmayı değil. Diğer taraftan bu şafahat sahiplerinin güya akılları başlarına geldikten sonra da şafahatları üzerinde ısrar ettikleri ve o sözlerden vazgeçmedikleri bir gerçektir. Safahatından tevbe edip söylediği din dışı şeylerden istiğfar eden hiç bir tasavvufçu gösterilmemektedir. Aksine, şafahatları üzerine ısrar ettiklerini kendi kaynaklan söylemektedir. “Kemal ehlinin en basit hali şathdır. Çünkü onlatın hangi manalar içerdiğini biliyorlar.” Bkz.: ibn Haldun, Mukaddime, 333; Şifau’s-Sail H Tehzibi’l-Mesail, 84-86; Kadı lyaz, eş-Şifa, 4/538-544; ez-Zebidi, Şerhu Ihyai Ulumid-din, 8/139; Ebu Talib el-Mekki, Kutu’l-Kulub, 1/267; Ebu Nasr es-Serrac et-Tusi, el-Luma, 454-461.

23.Bunlardan alıntılar ve örnekler için bkz.: Celaleddin Vatandaş, Tevhid ve Değişim, 227-242, Pınar Yay., İst.-1992; Zubeyr Yetik, insanlığın Yüceliği ve Guenoniyon Batınîlik, değişik bölümler, Fikir Yay,, lst-1992

24.Gümüşhanevi, Camiu’l-Usul, 107, Kahire, 1329 h.

25.A. g. e., “Hakikati Muhammediye” bölümü.

2.6.Muhammed ed-Demirtaş, Risale fi Marifeti’l-Hakaik, 7’den naklen Abdurrahman Abdulvekil, el-Fikru’s-Sufi 1i Dav’tti’l-Kitap ve’s-Sunne, 74, Mektebetu Ibn Teymiyye, Kuveyt.

27.ibn Arabi, el-Futuhatu’l-Mekkiyye, 1/152-154.

28.Ibn Arabi, Mecmuatu’l-Ahzab, 2, istanbul, 1298 h.

29.Abdulgani en-Nablusi, Mecmuu’l-Ahzab, 557, istanbul baskısı.

30.Abdulaziz ed-Debbağ, el-lbriz, 2/84.

31.Ömer Ibn Said el-Funi, Rimahu Hizbi’r-Rahim, 14’den naklen, Abdurrahman el-vekil, Hazihi Hiye’s-Sufiyye, 87, Beyrut, 1984.

32.Ahmed Abdulmunim el-Hulvani, Risale, 14’den naklen Abdurrahman Abdulvekil, a. g. e., 87.b

33.Kaside-i Bürde Şerhi ve Tercümesi, 39. beyit, s. 52-53, istanbul, 1977. Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’nde de aynı ifadeler bulunmaktadır.

34.Ibn Arabi, e;-FuftJ/ıafu7-MeWc/yye, 1/152-154.

35.Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası, 153, Yöneliş Yay., istanbul, 1990. Tasavvufçular bu inançlarına dayanak olması için de “Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım.”, “Gizli bir hazine idim… benimle beni tanıdılar.” gibi hadisleri uydurmuşlardır.

36.Geniş bilgi için bkz.: Ibn Arabi, Fususu’l-Hikem, 1/191-196, Harun Fassı, Dr. Afifi neşri.

37.Fususu’l-Hikem, 1/62, el-Halebi baskısı; Futuhat-ı Mekkiyye, 353. bölüm. Ebu Hamid el-Gazali, İhyau Ulumidin, 3/19, el-Mektebetu’t-Ticariyye, Mısır; eş-Şarani, el-Yevakıt ve’l-Cevahir, 2/85-86, ikinci baskı, 1307; Ibn Teymiyye, Hakikatu Mezhebi’l-İttihadiyyin, 63-77, Faysalabad, Pakistan.

38.Şuara, 192-195.

39.Fussilet, 41-42.

40.Vakıa, 77-80.

41.O Mevlevi, Mevtana Mesnevi, 9, onüç-onaltıncı mısralar, Konya, 1980.

42.Tahiru’l-Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, 1/35-36.

43.O Mevlevi, a. g. e., 10.

44.Tahiru’l-Mevlevi, a. g. e., 1/36.

45.A. g. e., 1/37.

46.A. g. e., 1/39.

47.İbn Arabi, Fususu’l-Hikem Mukaddimesi.

48.Fususu’l-Hikem, 1/48, 56, 166, Afifi neşr.

49.Bu tefsirin İbn Arabi’nin değil, Kaşani’nin olduğu söylenir. Olabilir. Ancak onun olduğunu uzmanları söylemektedir. Zaten baştan sona kadar onun metodu ve felsefesiyle yazılmıştır. Zaten Kaşani de Ibn Arabi’nin felsefesini benimseyen ve Fususu’l-Hikem kitabını bu felsefe ile şerheden bir kişidir.

50.Bakara, 118.

51.ibn Arabi, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim, 1/180, Beyrut, 1968.

52.Enbiya, 52-53.

53.ibn Arabi, a. g. e., 2/78.

54.Bakara, 125.

55.Süleyman Ateş, Şulemi ve Tasavvuf! Tefsiri, 119, Sönmez Neşriyat, istanbul, 1969.

56.Bakara, 158.

57.Süleyman Ateş, a. g. e., 119.

58.Bakara, 199.

59.Süleyman Ateş, a. g. e., 120.

60.Ali imran, 152.

61.Süleyman Ateş, a. g. e., 120.

62.Nisa, 36.

63.Süleyman Ateş, a. g. e., 120.

64.Nemi, 88.

65.Süleyman Ateş, a. g. e., 124.

66.Hucurat, 9.

Haksöz Dergisi – Sayı: 22 – Ocak 93 Tasavvuf ve Sapmalar

http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=322

Tasavvuf Müslümanlara Ne Getirmiştir -2 Abdullah Tekin

 

e. Tasavvuf, Müslümanların ahlakını bozmuştur

Yüce Allah, Hz. Peygamber’in büyük bir ahlak sahibi olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz sen yüce bir ahlaka sahibisin.” [1] Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: “Her dinin ahlakı vardır, İslam’ın ahlakı da hayadır.” [2] “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” [3] İyi bir müslümanın ahlakı üzerine çok sayıda hadis olduğu gibi İslam’ın öğütlediği güzel ahlaka teşvik eden sayısız hadisler de mevcuttur. İslam’ın bütün emir ve yasaklarının amacı da öngörülen ahlaka sahip faziletli insanları ve bu insanlardan meydana gelecek toplumu yetiştirmektir.

Tasavvuf da, ahlaki bir davet veya hareket olduğunu iddia etmektedir. İslam’dan birçok unsurlar ve öğretiler içermesine rağmen, tasavvufun mensuplarına aşıladığı ahlak ne yazık ki birçok yönden İslam’ın ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Allah’ın her varlık ve her varlığın Allah olduğunu söyleyen, peygamberi, İslam’ın belirlediği konumun ve anlayışın dışında gösteren, Kur’an’ın ayetlerini heva ve heveslerine uyduran bir tasavvufun ahlaki olduğu herhalde söylenemez. Haya İslam’ın ahlakı olduğu halde tasavvufçular ahlakçılık adı altında müstehcenliği ve hayasızlığı huy edinmişlerdir. Bazı örnekler verelim:

İbn el-Farıd şöyle diyor: “Oğul hükmünden önce ilk yaratılışta Adem’e Havva suretinde göründü. Aşıklara ise, her türlü elbise içinde olağanüstü güzelliklerde görünür. Bir defasında Lübna, birinde Büseyna, bazan da -Yüce olsun- Azze diye anılır. “[4]

İbn el-Farıd’ın cariyelerle şarkı söyleyip dans ettiğini mensuplarından biri şöyle anlatmaktadır: “Bana bir kaç dirhem verdi ve yemek için bir şeyler al, dedi. Aldım. Sahile yürüdük. Bir sandala bindik ve Behnesa’ya vardık. Şeyh kapıyı çaldı. Bir adam çıktı. Bismillah dedi. Şeyh çıktı, ben de beraber çıktım. Bir de ne göreyim, bir sürü kadın. Tef ve kavallar çalıyor, şarkı söylüyorlardı. Konser bitene kadar şeyh dans etti. Sonra çıkıp ayrıldık. Mısır’a geldik. Bu durum tuhafıma gitti. O arada şeyh efendiye kapıyı açan adam geldi ve kendisine şöyle dedi: Tellal çağırın ve yerine şarkı söyleyecek bir kadın satın alın dedi. Sonra kulağıma yaklaşıp şöyle dedi: Fakirlere (sofulara) bunu yadırgama. “[5]

Şemsi Tebrizi de Kimya Hatun’u Allah olarak gördüğünü şöyle anlatmaktadır: “Mevlana Şemsi Tebrizi’nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Maram bağları tarafına gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaretle Haydi gidin Kimya hatunu buraya getirin, Mevlana Şemseddin’in gönlü ona çok bağlıdır. buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya başladıkları sırada Mevlana Şems’in yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş, Kimya hatunla konuşup oynaşıyor ve Kimya hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostların karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems İçeri gel diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit Şems’ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve Kimya nereye gitti? dedi. Mevlana Şems Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir, şu anda da Kimya şeklinde geldi. buyurdu. “[6]

İbn Arabi de Allah’ın en güzel görünümünün kadın olduğunu belirterek şöyle demektedir:

“Erkek kadını sevdiği zaman onunla yatmak istemiştir. Yani sevginin sonunda meydana gelen şey. Nikah (kadın erkek münasebeti)nden daha büyük bir kavuşma yoktur. Onun için şehvet kişinin bütün vücudunu kaplar. Bu sebepten kişinin yıkanması emredilmiştir… Şüphesiz Allah, kulunun kendisinden başka bir şeyle lezzet bulduğuna inanmasını çok kıskanır. Onun için kendisinde fena bulduğu kadın suretine girerek tekrar kendisine dönmesi için yıkanma (gusul) ile onu temizlemiştir. Çünkü başka şekilde olmaz. Erkek, Allah’ı kadında müşahade ederse, buna münfailde müşahade denir… Allah’ı kadında müşahade etmesi tam ve en mükemmeldir. Çünkü Allah onlarda çok mükemmel müşahade edilmektedir. Zira Allah maddelerden soyut olarak hiç bir zaman müşahade edilmez. Allah’ın kadınlarda müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü de nikah (münasebet)tir.” [7]

İmam Rabbani’nin Mektubat’ından da bir örnek verelim: “Kıymetli emirlerinize uyarak bu mektubu yüzümün karasıyla yazıyorum. Dağınık, bozuk olan hallerimi titreyerek arzediyorum. Bu yolda ilerlerken, Allahu Teala’nın ismi zahirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa (kadınlar) şeklinde, onların organları haline ayrı ayrı zahir oldu. “[8]

Eş-Şarani’nin velilerinden de bir iki örnek vermek istiyoruz: “Şeyh Vahiş Mahalle’de (Kahire’nin bir semti) Benatı Hata (randevu kızları) hanında kalıyordu. Biz de oradaydık. Oradan kim çıkıp gitmek isterse, şöyle derdi: Dur, çıkmadan önce Allah katında senin için şefaatta bulunayım. Ve şefaatini kabul ettirirdi. Bunun için oradan çıkıp gidecek bazı kimseleri bir gün, iki gün bekletirdi. Şefaatına tam cevap alıncaya kadar o kimseleri bırakmazdı. Bir gün Benatı Hata hanı için şöyle dedi: Buradan çıkın, han sallanıyor, üzerinize çökecek. Bir kız (randevu kızı) hariç. Öbürleri duymadılar. Belki de duydular, aldırmadılar. O bir tanesi de çıkınca han diğerlerinin üzerine yıkıldı, çöktü. Öldüler. Hiç kurtulan olmadı. Hepsi öldü. “[9]

Abdulaziz ed-Debbağ’dan da bir örnek vererek bitirmek istiyoruz. “Bir gece iki hanımım aynı odada bulunuyordu. Bu bir mazeretten dolayı olmuştu. Onlardan her biri ayrı bir yatağa uzanıp yattı. Ben de başka bir yatağa uzandım. Odamızda bir dördüncü yatak daha bulunuyordu. O boş kaldı. Sonra hanımlardan biriyle yatmak istedim. Diğerinin uyuduğunu zannediyordum. Bir müddet sonra diğer hanımımla yatmayı uygun buldum ve yanında yattığım diğer hanımın artık uyduğunu sanıyordum. Geceyi böylece geçirdikten sonra şeyhimin ziyaretine gittim. Aramızdaki mesafe uzak da olsa sık sık bu ziyaretlerimi yerine getiriyordum. Beni görünce hafif tebessüm ederek şöyle buyurdu:

– İki karıyı bir odada biraraya getirip ikisiyle cinsi yakınlıkta bulunan kimse hakkında ne dersin? Beni kastettiğini anladım ve cevap verdim:

– Efendim, bunu nasıl bildiniz? Ya dördüncü yatakta kim yattı? diye sordu. Bunun üzerine dedim ki: Efendim, onların uyuduğunu zannederek öyle yaptım. Hayır, hiç biri uyumadı. Böyle yapman doğru değildir. dedi. “[10]

“Şeyhimi ziyarete gittiğimde evinin odalarından birinde beni yanına alıp oturduk. Sohbetimiz hayli devam etti ve uyku vakti gelmiş oldu. Bana Uyu dedi. Ve kendisi ayrılıp başka odaya gitti. Ben de elbisemi çıkardım ve sırt üstü uzandım. Yatağımda bir elin beni gıdıkladığını hissettim, güldüm, o da güldü. Fakat odamda hiç kimse yoktu. Şeyhimin odası alt katta bulunuyordu. Gülme sesinden o elin ona ait olduğunu anladım. “[11]

Bu misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Tasavvufçu çevrelerde iş bu kadarla da kalmamış, daha kötüsüne kadar götürülmüştür. Adam Metz bunu şöyle kaydeder:

“O devirde tasavvufçuların en büyük afetlerinden biri de kendileri gibi olmayan muhaliflerle oturup kalkmaları ve kadınlarla dostluk kurmalarıdır… Buna bir de Şarka mahsus başka bir afet eklenmiştir ki o da taze gençlerle oturup kalkmalarıdır… “[12] Onun için tasavvuf meşhurlarından Ebu Said el-Harraz (öl. 277/890)’ın şöyle dediği kaydedilir:

“Uykuda İblis’i gördüm. Benden uzak geçiyordu. Ona neyin var, gel? dedim. Ben sizi ne yapayım, insanları kendisiyle aldattığım şeyi nefsinizden attınız, dedi. Nedir o? dedim. Dünya, dedi. Biraz gittikten sonra dönüp şöyle dedi: Ama sizde de aradıklarımdan bir şey var, diye ilave etti. Nedir o? dedim. Taze gençlerle oturup kalkmak, dedi. “[13] Onun için el-Vasıti (öl. 320/932) şöyle demiştir:” Allah, bir kulunun alçalmasını isterse, onu bu çirkef ve kokuşmuş kişilerin yanına atar.” [14]

Bütün bunların dışında tasavvufçular insanları hayat sahnesinden çekerek uzlete ve çile doldurma hayatına götürmesi, pasif bir hayat yaşamaya itmesi, evlenmekten ve ilim tahsilinden uzaklaştırması, nefsi mahrumiyetle cezalandırması gibi İslam ahlakıyla bağdaşmayan, hatta dinin emir ve yasaklarını tanımayan bir ahlak yoluna sevketmiştir. Şüphesiz İslam ne böyle bir hayat tarzını tasvip eder, ne de bu şekilde bir ahlakı kabul eder.

 

f. Tasavvuf, müslümanların din anlayışını bozmuştur

Yüce Allah, geçerli ve Allah tarafından makbul olan dinin ancak İslam olduğunu, insanların ancak müslüman olmakla Allah’ın azabından kurtulabileceklerini buyurmuştur. Şöyle buyuruyor: “Allah katında hak din İslam’dır.” [15] Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki aradığı o din kendisinden asla kabul edilmeyecektir ve ahirette zarar edenlerden olacaktır. [16] Allah’ın yanında makbul ve geçerli olan İslam’ın da bütün temel ve boyutları Kur’an-ı Kerim’de ve Rasulullah’ın sahih sünnetinde belirlenmiştir.

Böyle iken tasavvuf, Allah’ın dinini şeriat, tarikat ve hakikat diye parsellemiş, şeriata dinin kabuğu ve zahiri adını vererek kurtuluş için kişinin mutlaka tarikat yolu ile marifete ve hakikate ulaşması gerektiğini söylemiştir. Şeriatın hükümleri üzerinde hassasiyet gösteren ve ondan meydana gelen sapmaları eleştiren din alimleri de zahir ehli molla kasım, sevgiden yoksun kaba softa olarak nitelemiştir. Helal ve haramları tevil ederek seri ahkamı çığırından çıkarmış ve sonunda ibahiyye (her şeyi yapmanın serbest oluşu ve haramın kalkmış olması) mezhebinin ortaya çıkmasına kadar gitmiştir. Karşı çıkıp eleştirenleri de sevgiden yoksun ve dinin kabuğunda kalan hakikatsiz kişiler olarak nitelemiştir.

Yunus Emre’den Celaleddin er-Rumi’ye ve İbn el-Farıd ile İbn Arabi’ye ve onların yolundan gidenlere kadar tasavvufun felsefesiyle uğraşanlar sevgi dini ve dinlerin birliği gibi İslam şeriatıyla bağdaşmayan bir din anlayışını meydana getirmiş ve hangi dinden ve inançtan olursa olsun, neticede Allah’ın tecellisi ve görünümü olduğu için hepsinin aynı olduğunu söylemiştir.

Dinin emir ve yasaklarına bakış açısını bozmuş, tasvip etmediği birçok şeyleri terviç etmiştir. Denilebilir ki tasavvufun bütün çevrelerinde meyhane edebiyatı oluşturulmuştur. Aşk, şarap, mey, kadeh, sekr, sahv, mahv, saki, rindan vb. baştan sona kadar meyhane terim ve anlamları kullanılmıştır.

Bütün bunlara dair örnekleri burada sıralamak mümkün değildir. Ancak yine de insanlara ibret olacak bazı örnekler vermeye çalışacağız. Muhyiddin İbn Arabi şöyle diyor:

“İnsanlar Allah hakkında türlü inançlara inanmışlardır. Ben ise, inandıklarının hepsine inanırım. ” [17]

“Bugüne kadar, dini dinime yakın olmadığı için arkadaşıma karşı çıkıyordum. Ama bugün kalbim artık her şekli kabul eder oldu. Ceylanların çayırı, rahiplerin manastırı, putların barınağı, tavaf edenin kabesi, Tevrat’ın sayfaları ve Kur’an’ın Mushafı oldu. Süvarileri ne tarafa yönelirse yönelsin, ben SEVGİ DİNİNE inanıyorum. Din benim dinim ve imamındır.” [18]

İbn Arabi taraftarlarını muayyen bir dine bağlı kalıp onun dışındakileri red etmekten sakındırarak şöyle demektedir:

“Sakın sakın, muayyen bir kayıtla kayıtlı kalıp onun dışındakileri red etme. Böyle yaparsan çok çok hayırdan mahrum kalırsın. Hatta işi olduğu gibi anlamaktan yoksun olursun. Onun yerine bütün inançlar için nefsinde heyuli ol. Zira Allah nesiller arasından sadece bir nesille (yahut zamanlardan sadece bir zamanla) sınırlanmayacak kadar büyüktür. Hepsi de isabet etmiş ve her isabet eden mükafatını almıştır. Mükafat alan herkes de mutludur, her mutludan da Allah razıdır. ” [19]

Bu anlayış ister istemez ahirette cehennem azabının inkar edilmesini gerektirecektir. Çünkü bu sevgi dininde bütün din mensupları aynı olup hepsi tanrının suretleri olduğu için tanrının kendi kendine azap etmesi müstahil olur. Onun için şöyle diyor:

Vadinde doğru tek (Allah)dan başka kimse kalmadı. Hak’kın vaidi (tehdidi)ni de gözetleyen bir göz yoktur. Bedbahtlık yurduna girseler bile onda bir lezzet ve farklı bir nimet içindedirler… Tadının lezzetinden azap diye adlandırılır. Halbuki bu onun kabuğu gibidir ve kabuk koruyucudur.

Kur’an-ı Kerim Firavn için “Allah onu herkese ibret olarak dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı. ” [20] “Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman ‘Allah’a inandık ve ona ortak koştuğumuz şeyleri inkar ettik’ dediler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine fayda vermeyecektir. Allah’ın kulları hakkında cari olagelen sünneti (kanunu) budur.” [21] derken İbn Arabi bunu yalanlarcasına şöyle demektedir: “Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardığı gibi bedenini de kurtardı. Böylece maddi ve manevi olarak kurtuluş onu kuşatmış (tamamen kurtulmuştur. ” [22] İbn Arabi, İbn el-Farıd, Abdulkerim el-Cili, Kaşani, Molla Cami, Sadreddin Konevi, Suhreverdi, Hallaç, Ebu Yezid el-Bistami, İbn Sebin, İbn Beşiş, et-Tilmisani, et-Tusi, Attar ve burada sayamayacağımız kadar tasavvuf meşhurunun inancı ve kanaati budur.

Celaleddin er-Rumi’nin Divan’ından nakledilen şu beyitlere bakınız:

“Canım ey nur, kaçma benden, Kaçma benden ey parlayan görünüm, Kaçma benden, kaçma benden.

Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum, Hatta bileğime taktığım Zerdüşt’ün zunnarına bak,

Zunnarı taşırım, yemliği taşırım, Belki nuru taşırım, kaçma benden.

Müslümanım ben, ama hıristiyanım, brahmanistim, zerduştiyim, Ey yüce Hak, sana tevekkül ettim, kaçma benden.

Bir tek tapınağım, mescid, kilise veya puthanem yok benim, Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden, kaçma benden. ” [23]

İsterseniz Niyazi Mısri’nin de şu beyitlerine bakınız:

“Bu cihanın halkına bir yolum uğrar benim, Cem’edip bunca kumaşı bir bezistan olurum,

Geh nasara, geh yahudi, gehi tersa (müşrik), geh mecusi, Gahi şia, gah olur, sünni müselman olurum.” [24]

İbn Arabi’nin felsefesini satan Şebusteri (öl. 720/1320)’nin şu sözlerine bakalım:

“Önündeki şu perde kalktı mı ne mezhebin hükmü kalır, ne dinin. Bütün şeriat hükümleri senle benden doğar. Çünkü bu hükümler, senin canına, tenine bağlıdır. Arada ben ile sen kalmayınca, Kabe nedir, havra nedir, kilise ne… Cüzi alemden geçip külli aleme varan kişi bu sırrı bilir. Burada hululün da imkanı yoktur ittihadın da. Çünkü birlikte ikilik düşüncesi sapıklıktır. Hak’tan başka bir varlık yok. İster O Haktır de, ister ben Hak’kım de.” [25] Bir kaç örnek daha verelim.

“Medrese ile minare yıkılmadıkça kalenderlik halleri düzene girmez. İman, küfür, küfür de iman olmadıkça hiç bir tanrı kulu gerçekten müslüman olamaz.” [26] “Aşk mezhebinde küfürle iman yoktur. Aşkda ne beden vardır, ne akıl, ne can vardır, ne gönül. Kim böyle değilse aşık değildir.” [27] “Kafir de sensin küfür de. İkisinden de betersin sen. Eman yurdu da sensin, iman da sensin. İkisine de başsın sen. ” [28]

“Bir şey küfür de olsa, suç da olsa, kara şeytan da olsa, O’nun güneşi o şeye vurdu mu dolunay olur gider. “ [29] “Aşık içinde bulunduğu halin sarhoşudur. Bu yüzden küfürden de yücedir, imandan da. Küfürle iman ikisi de zaten onun kapısıdır. Çünkü o içtir. Küfürle din onun iki kabuğudur. Küfür dıştaki kuru kabuktur, imansa içteki tatlı kabuk. ” [30]

“Gerçek küfür kime yüz gösterirse o kimse mecazi müslümanlıktan usanır. Her putta gizli bir can var, küfürde bir iman gizli. Küfür de daima Tanrı’yı teşbih etmekte. ‘Ve in min şey’in… (17/İsra, 44) ayetine bak. Burada kınamanın ne lüzum var!” [31]

Yunus Emre söylüyor: “Dost yüzin görecek şirk yağmalandı,

Anınçun kapıda kaldı şeriat,

Küfür ile iman dahi hicap imiş bu yolda,

Satalaşdık küfr ile iman yağmaya verdük.” [32]

Nesimi söylüyor:” Hace-i meyhane mest oldu vu hem pir-i muğan

Kabe vu puthane mest u hırka vu zunnar mest,

Küfr u iman mest u cümle mest ayni yekdiğer

Aşık u maşuk u aşk u yar mest ağyar mest. [33]

Eşrefoğlu Rumi söylüyor:

Bana ne ilmu amel ne küfrü iman nisbeti,

Kamusundan el yudum aşka uyuben giderim. ” [34]

Şebusteri’nin şu sözlerine bakalım: “Bu makamda put, aşk ve birlik mazharıdır, zunnar kuşanmak da hizmete bağlanmaktır. Küfür de varlıkla olur, din de… Onun için birlik puta tapmanın ta kendisidir. Bütün var olan şeyler varlığın mazharları ve tecelli yerleridir. Onların biri de puttur. Ey akıllı kişi, iyi düşün put varlık bakımından batıl değildir ki. Bil ki putu yaratan da yüce Tanrı. İyinin yaptığı her şey iyidir. Mutlak varlık nerede varsa, ne ile zuhur etmişse, orası ve o şey hayırdan ibarettir. Eğer o şeyde bir şey varsa o, varlıktan meydana gelmemiştir. Müslüman, puta tapmak nedir bilseydi dinin puta tapmaktan ibaret olduğunu anlardı. Müşrik de putun hakikatini bilseydi hiç dininde yol azıtır, sapık olur muydu? O, putu ancak görünen bir suretten ibaret gördü de o sebeple şeriata kafir oldu. Sen de onda gizli olan hakikati, onda Hak’kı görmezsen sana da şeriatta müslüman demezler. ” [35] Tasavvufun insanları ve İslam anlayışını ne duruma getirdiğini bütün bunlar göstermeye yeterlidir sanırız.

Tasavvufun yaydığı ve davet ettiği İslam budur. Tasavvuf yolu ile İslam’ın yayıldığını söyleyenler, insanların böyle bir İslam’a girdiğini acaba düşünmezler mi? Rene Guenon ve benzerlerinin böyle bir İslam anlayışının kurbanları olduklarını ve bunların sorumluluğunun onlara böyle bir İslam anlayışını götürenlerin boynunda olduğunu anlamazlar mı? İsterseniz bunun itirafını onların eserlerini dilimize kazandıranların dilinden dinleyelim:

Rene Guenon temel hakikat geleneğini dinlerin önüne ve üstüne yerleştiriyordu… Nitekim Rene Guenon, nefsin Yüce İlkeyle (Allah’la) birleşiminin en saf anlamını Hint maneviyatında bulmuştu. [36]

Özet olarak diyebiliriz ki onun eserlerinde bize sunulan temel hakikat bütün dinlerin önünde ve üstünde olan bir gelenekten gelmektedir. Guenon çeşitli dinlerde o hakikatlerin izlerini yeniden buluyor, fakat kendisine göre, o izler dinlerde az çok zayıflamış ve bozulmuş haldedir. İşte bu yüzden o her dini düşünceyle hem bir yakınlık kurmakta, hem de her sahih dinden ayrılmaktadır. [37] Celaleddin er-Rumi, Yunus Emre, İbn Arabi, Hallaç, Cami, Attar ve benzerlerinin kültürü ile müslüman olan insanların maalesef İslam anlayışı budur. Bu anlayış sadece muhtedilerin yanlış üzerinde devam etmelerine sebep olmakla kalmamakta, müslüman kimi insanların da bu yanlış sebebiyle İslam’ın yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır. Örneğin iman eden (müslüman)lar, yahudiler, hıristiyanlar ve mecusilerden Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği İslam’a inanan ve salih amel işleyen kişilerin cennete girecekleri Kur’an’da belirtildiği ve kapalı bir tarafı bulunmadığı halde, tasavvufun büyüsü ile büyülenip dinlerin birliği ve dinlerüstü gerçek (hurafe)sine kendini kaptıran kimi müslüman (tasavvufçu)ların Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Muhammed’e iman etmeyi devre dışı bırakan yorumları hep bu hastalıktan ileri gelmektedir. Cehenneme kimsenin girmemesi için vücutlarının büyütülüp cehennemi doldurmasını savunan Ebu Yezid el-Bistami ve ne olursa olsun yaratandan ötürü yaratılanı seven Yunus Emre’nin felsefesi hep bu bulanıklıktan kaynaklanmaktadır. Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, putperest ve müslüman ayırımı yapmayıp meyhanecinin sarhoşluğa olan aşkı ve sekri şeriatın üstüne çıkaran sapıklık bu hastalığın ürünüdür. Her varlığı Allah görme, Allah’a isyanın simgesi ve tağutluğun sembolü olan Firavn’ı arif billahi ve cennetlik mümin görme, kendini tanrı ilan etme, seri ahkamı takmama ve enternasyonel sevgi dinini propaganda etme akımı bu sapıklığın neticesidir. Bu anlayışın İslam alemini ve müslüman zihinleri ahtapot gibi sardığı ve Allah’ın tevhid dini gibi zihinlere din olarak yerleştiği bir realitedir. Bu anlayış İslam aleminde filizlenip boy vermeye ve yayılmaya başladığı tarihten itibaren İslam alemi düşünce olarak gerilediği gibi gittikçe İslam’ın safiyetinden de uzaklaşmıştır. Bunun önüne ancak sahih bir Kur’an ve sünnet eğitimi ile geçilebileceğini yeri gelmişken belirtelim.

Dipnotlar:

1. Kalem, 4.

2. Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 9, ibn Mace, Zühd, 17.

3. Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 8.

4. İbn Farıd, Taiyye Kasidesi. Buradaki Lübna, Büseyna ve Azze isimleri Arap edebiyatında anonim kadın isimleridir. Halk edebiyatındaki Leyla, Şirin gibi.

5. Ibn Hacer el-Askalani, Lisanu’l-Mizan, 4/319, Hindistan baskısı, 1320 h.

6. Ahmed Eflaki, Menakibu’l-Arifin, II/56-57, ter. Tahsin Yazıcı, MEB, İst., 1989. .

7. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, 1/212, el-Halebi baskısı, yine Kaşani şerhi, 437, İstanbul baskısı, İbn Arabi’nin kadın aşkı ve kadınlara düşkünlüğü hakkında bilgi için Tercümanu’l-Eşvak kitabına bakınız, s. 75-77, ter. Mahmud Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul, 1991.

8. İmam Rabbani, Mektubat Tercemesi, 1/6, Birinci Mektup, Terceme, Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1968.

9. Abdulvahab eş-Şarani, Tabakatu’l-Kübra, 4/1807, tere. Abdulkadir Akçiçek, Cümle, İstanbul, 1985.

10. Abdulaziz Debbağ, el-lbriz, 1/78-79, tere. Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, İstanbul, 1979.

11. Abdulaziz Debbağ, el-lbriz, 1/79.

12. Adam Metz, el-Hadaratu’l-İslamiyye, 2/34-35, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, Arapça tercümesi, Dr. Abdulhadi Ebu Ride.

13. el-Kuşeyri, er-Risaletu’l-Kuşeyriyye, 1/23, Daru’l-Kütübi’l-Hadise, Kahire.

14. el-Kuşeyri, a. g. e., 1/40.

15. Ali İmran, 19.

16. Ali İmran, 85.

17. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, 225, 191-196; ayrıca bkz.: Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Felsefetu’s-Sufiyye fi’l-İslam, 516-521, Da-ru’l-Fikri’l-Arabi.

18. İbn Arabi, Zehairu’l-Ahlak Şerhu Tercümani’l-Eşvak, 39, Dr. Abdulkadir Mahmud, a. g. e., 503-531, Dr. Kemal Muhammed İsa, Nazarat fi Mutekadat Ibn Arabi, 51-59, Daru’l-Muctema, 1986, Burhaneddin el-Bikai, Masrau’t-Tasavvuf, 99-100, tah. Abdurrahman el-Vekil, Yayın yeri ve tarihi yoktur.

19. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, 112-113; ayrıca Bali Şerhi, 191, Hicri 1309.

20. Naziat, 25.

21. Mümin, 84-85.

22. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, 1/212, Afifi neşri.

23. Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvuf fi’l-Mizan, 100-101, Daru Nahdati Mısr, Kahire.

24. Niyazi Divanı, 109, Maarif Kütüphanesi, İstanbul, 1963

25. Dr. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 325, Gülşen-i Raz’dan naklen.

26. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 325, Rubailer, 83’den naklen.

27. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Rubailer, 91’den naklen.

28. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Rubailer, 223’den naklen.

29. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Divanı Kebir, 5/478’den naklen.

30. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Mesnevi, 6/696’dan naklen.

31. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 326, Gülşen-i Raz, 72’den naklen.

32. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 329.

33. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 329.

34. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 329.

35. Dr. Mustafa Kara, a. g. e., 328, Gülşen-i Raz, 71-72’den naklen.

36. Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı, 18, tere. Mahmud Kanık, Risale Yayınları, İstanbul, 1986.

37. Rene Guenon, a. g. e., 21-22, Çevirenin önsözü. Geniş bilgi için bkz.: Zübeyir Yetik, İnsanın Yüceliği ve Guenoniyen Batınilik, Fikir Yayınları, İstanbul, 1992.

Haksöz Dergisi – Sayı: 23 – Şubat 93 Tasavvuf ve Sapmalar

http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=330

 

Tasavvuf Müslümanlara Ne Getirmiştir -3 Abdullah Tekin

 

g. Tasavvuf, İslam’ın insana bakışını bozmuştur

İslam, insanın mükerrem ve Yüce Allah’ın verdiği emaneti yüklenebilecek bir varlık olarak yaratıldığını belirtir. En güzel yaratılışla yaratıldığını ve diğer yaratıklar arasından emir ve yasakları gözeterek yaşamaya elverişli, yeryüzünde halife olarak yaratıldığını söyler. Yüce Allah’ın buyrukları çerçevesinde hareket ettiği taktirde en yüce makamlara layık olduğu halde, Allah’ı bırakıp başka varlıkların isteği doğrultusunda yaşadığı taktirde esfeli safiline gideceğini söyler. İnsan ne lanetlenmiş ve asla ıslah olmayacak bir şeytan, ne de masum bir melektir. Hayra ve şerre müsait olarak yaratılmıştır. Yetenekleri sınırlı ve yaptıklarından sorumludur. Toplumun en büyüğü, en meşhuru ve üst düzeyde olanı böyle olduğu gibi sıradan insanları da böyledir. Aralarındaki üstünlük sadece takva, yani İslam’ın hükümlerini gözetme derecelerine göre olur. İnsanın İslam’daki konumu ana hatlarıyla bu şekildedir.

Tasavvuf ise, İslam’ın bu dengeli ve sorumlu yapısını altüst etmiş, toplumda sınıf farkını doğurmuş, şeytan gibi usanmaz ve ıslah olmaz azgın bir nefis sahibi olduğunu söyleyerek ömrünü bu mevhum düşmanla mücadele ederek geçirmesini söylemiştir. İnsanlardan kimilerini peygamberlerin ötesinde ve kainatın kaderinde tasarruf edenler kabul ederken, kimilerini de kapıkulu, şeyhin hizmetçisi ve eşiğinde kölesi haline getirmiştir. Gavsı azam, kutbu’l-aktam, gavsı samadani, kaderlerde ve kalpler üzerinde tasarrufu olan, Allah ve peygamberle görüşüp onlardan talimat alan, yazdığı ve konuştukları Allah’ın ilhamı ve peygamberin telkini olan, hayat çarkını ve kişilerin geleceğini parmağıyla idare eden, hayatta olduğu kadar öldükten sonra da hayatta tasarrufu olan, hayır ve şer sağlayan, imdada koşan, bağlılarını ahirette destekleyip kurtaran ve Allah ile insanlar arasında aracılık yapan bir konuma getirirken, kimilerini de kapının eşiğinde köle, nefsini öldürmesi için tuvalet kapısında bekçi yahut halk pazarında palyaço, şeyhin elinde oyuncak ve geleceği onun himmetine kalmış bir zavallı yapmaktadır. Zavallının yaptığı ibadet ve iyiliklerin kabul olması için Allah ile kendisi arasında şeyhi aracı yapmak zorundadır. Şeyhin odasında oturamaz, eşyasını kullanamaz, yokluğunda hakkında bir şeyi aklına getiremez, boşayacak olursa onun hanımı ile evlenemez, seccadesinde oturamaz, gece gündüz varlığını ve murakebesini aklından çıkaramaz, izni olmadan çalışıp kazanamaz, bir yere gidemez, evlenemez, boşanamaz, kısaca bağımsız ve sorumlu bir insanın yapması gereken işleri yapma hak ve hürriyetine sahip olamaz. Şeyhin konumu ve şeyh-mürid ilişkileri incelendiği zaman bu tablo gözümüzün önünde şekillenir. Şeyh-mürid ilişkilerini, kutuplar, evliya, abdal, evtad, nukeba, nuceba, urefa ve benzeri tasavvuf ülkesinin hayali kurmaylarının konumları incelendiği zaman bu söylenenler müşahade edilir. Bunları müşahade etmek için bazı örnekler verelim:

Muhammed Emin el-Kurdi yazıyor: Mürid, şeyhine tazim göstermeli, açık ve gizli bütün durumlarda onu büyük tanımalıdır. Maksudunun ancak onun elinde gerçekleşebileceğine inanmalıdır. Gözü başka bir şeyhe meyledecek olursa, şeyhinden mahrum olur ve feyiz ona kapanır. Şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi ve boyun eğmesi gerekir. Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. Çünkü irade ve muhabbetin cevheri ancak bu yolla belli olur. Doğruluk ve samimiyet ölçüsü ancak bu ölçü ile bilinir. İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itiraz etmemelidir. Ona Niçin böyle yaptın? dememelidir. Çünkü şeyhine Niçin? diyen kişi asla felah bulamaz. Zahirde şeyhten kötü bir durum sadır olabilir, fakat batını itibariyle o durum güzeldir. Külli ve cüzi, ibadet ve adet olsun, bütün işlerde iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine Şu fırına gir derse, girmesidir. Şeyhin durumlarını hiç bir şekilde araştırmamalıdır. Zira böyle bir şey çok kişi için meydana geldiği gibi, helakine sebep olabilir. Bütün durumlarda şeyhi hakkında hüsnü zanda bulunmalıdır…

Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği bütün bereketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır. Testerelerle bile kesilse, şeyhinin bir sırrını açmamalıdır. Şeyhinin gönlünün meylettiğini sezdiği bir kadınla evlenmemeli ve şeyhinin boşadığı yahut ondan dul kalan bir kadınla asla evlenmemelidir. Şeyhin sevdiği kişilerle oturmalı, sevmediği kişilerle oturup kalkmamalıdır. Kendisine iltifat etmemesine ve kendisinden yüz çevirmesine sabretmeli, falan için şöyle böyle yaptığı halde bana niçin böyle yapmıyor, dememelidir. Şeyh için hazırlanmış olan yere oturmamalı, izni olmadan herhangi bir konuda ona ısrar etmemeli, yolculuğa çıkmamalı, evlenmemeli ve önemli bir iş yapmamalıdır… [38]

Şeyhin elinde müridin gassalin elindeki cenaze gibi olması gerektiği, her nimeti ve feyzi ondan bilmesi, ona itiraz etmemesi ve kul kölesi olması gerektiği inancı adab kitaplarının hemen hepsinde mevcuttur. Mesela bugün kimi tasavvufçuların adab olarak okuttukları ve din kitabı gibi belledikleri Muhammed İbn Abdullah Hani’nin Ali Hüsrevoğlu tarafından tercüme edilen ve İstanbul’da 1980 tarihinde basılan Adab kitabından 152-166 sayfalarına bakılabilir. Şeyh mürid ilişkileri konusunda tasavvufçuların delisi bu şekilde düşündüğü gibi velisi de bu şekilde düşünmektedir. Mesela hatemu’l-evliya olarak bilinen İbn Arabi bunu şöyle ifade etmektedir:

Bu itaat üstünkörü ve ihlasla olması lazımdır. Şartsız ve tam olmalıdır. Mürid, tevilsiz, cevapsız, özürsüz ve tepkisiz şeyhin emirlerine harfiyyen bağlı kalır. Şeyhin emri akıldışı, hatta haram işlemeyi de emretse, harfiyyen bu emirlere itaat etmesi lazımdır. Şeriata muhalefet ettiğini görsen bile, ona itiraz etmeyi aklına bile getirmemelisin. Çünkü insan masum değildir. [39]

Avarifu’l-Maarif sahibi es-Suhreverdi de şöyle demektedir: Şeyhin sözü Hak ile, Hak’tan ve Hak içindir. Cebrail, vahiy konusunda emin olduğu gibi, şeyh de ilhamı müridlere aktarmada emindir. Cebrail vahiyde hiyanet etmediği gibi, şeyh de ilhamda hiyanet etmez. Rasulullah heva ile konuşmadığı gibi, şeyh de ona uyarak zahir ve batında hevasından konuşmaz. [40]

Müridin şeyhe karşı en güzel edebi, sessizlik, donukluk ve hareketsizlik (sukut, humud ve cumud)dur. Şeyhin izni olmadan çok konuşmamalı, çok gülmemeli ve sesini yükseltmemelidir. Şeyhin durumundan kendisine kapalı bir şey olursa, Musa ile Hızır kıssasını hatırlamalı ve itiraz etmemelidir. Üstadına hayır diyen asla felah bulamaz. Şeyh varken, mürid sadece farz namazı kılmalıdır. Çünkü onun görevi hizmettir. Şeyhine bütün durumlarını açmalı ve gizlememelidir. [41]

Tasavvuf kültüründe ve şeyh-mürid sisteminde müridin şahsiyeti olabildiği kadar yok edilmesine karşın, şeyh yüceltilmekte, kutsallaştırılmakta ve kendisine bir nevi tanrısal özellikler verilmektedir. Bunun bir örneğini Menakıbu’l-Arifin kitabında görüyoruz. Ahmed Eflaki anlatıyor:

Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün babam medresede bilgiler saçıyordu. Bu arada Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten olduğuna inanan kimsedir. dedi. Öyle ki bir adam Bayezid’in müridlerinden birine Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi? diye sordu. O yine, şeyhim dedi. Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu. O yine, şeyhim, diye cevap verdi. (Nihayet) o, birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra Muhammed mi büyük senin şeyhin mi? dedi. Yine, şeyhim büyüktür, dedi. En sonunda Tanrı mı büyük senin şeyhin mi? diye sordu. Mürid: Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka bir şey tanımam, hep onu tanırım. dedi.

Başka bir müridden de Tanrı mı büyük, yoksa senin şeyhin mi? diye sordular. O da Bu iki büyük arasında hiç fark yoktur, dedi. Ariflerden biri de: Bu iki büyükten daha büyük biri lazımdır ki bu farkı ortaya koysun demiştir. [42]

Tasavvuf, şeyh denilen kişinin insanüstü niteliklere sahip olduğunu mürid kişilerin zihinlerine işleyerek onsuz hidayet ve saadetin olamayacağını anlatmakta, onların kulluğunu yapmayan kişilerin şeytanın kulu kölesi olacağını telkin etmektedir. Bu konudaki sloganları meşhurdur: Ebu Yezid el-Bistami bunu şöyle dile getiriyor: Üstadı (şeyhi) olmayanın imamı şeytandır. [43] Letaifu’l-Minen sahibi de şöyle ifade etmektedir:

Şeyhlerin silsilesine kendisini ulaştıracak ve kalbinden perdeyi kaldıracak üstadı olmayan kimse, sahipsiz bir sokak çocuğu ve nesebi belirsiz bir kişidir. [44]

Şeyhe karşı müridin adabını belirlemeye çalışan Muhammed Osman da şöyle diyor: Geçtiğin her halde şeyhini görmen ve bunun onun vasıtasıyla olduğunu bilmen gerekir. Adabın bini de, namazda oturur gibi huzurunda oturman, onda fena bulman, seccadesinde oturmaman, ibriği ile abdest almaman ve bastonuna dayanmamandır. Ermişlerin birinin şu sözünü dinle: Şeyhine ‘niçin’ diye soran kimse felah bulmaz. Suretini kalbinden ve hayalinden sakın çıkarma. Bir an olsun ondan gafil olursan, bil ki bu senin bedbahtlığındandır. Onda fena makamına erişmeye çalış, böylece onda beka makamına erişirsin. [45]

Tasavvufçular, şeyhin emir ve yasak hiç bir isteğine müridin muhalefet etmemesini emretmektedirler. Hz. Peygamber’in sünnetine açıkça muhalefet ettiğini görse bile, şeyhin hiç bir arzusuna muhalefet etmemesini söylerler. [46] Müridin şeyhin avucunda kalması ve her şeyini dilediği gibi sömürebilmesi için tasavvufçular, eş-Şarani diliyle, şeyhine başka bir şeyhi ortak koşmanın Allah’a ortak koşmak gibi olduğunu telkin ederler. [47] Şeyhin tarikatından başka tarikat seçen veya onun gösterdiği yoldan başka bir yolda giden kişinin dinden çıkmış gibi olacağını bile söylerler. [48]

Bu felsefe eski sufilerde olduğu gibi yenilerde de devam etmiştir. Bunlardan da bir iki örnek vermek istiyoruz. Bilindiği gibi tasavvuf anlayışında mürid şeyhin elinde gassalin elindeki cenaze gibidir. Müridin zikirden namazına kadar, uykusundan çilesine kadar hemen bütün davranış ve ibadet şekli şeyh tarafından belirlenmektedir. Bunun ifadesini bazılarında görüyoruz.

Mürid şeyhinin terbiyesinde gassalin elindeki ölü gibi olmalıdır, ki o şeyh müride istediği gibi hareket edebilsin.

Kalbinde şeyhin efali üzerine itiraz etmemelidir. Şeyhe itiraz çok çirkindir. Muteriz (itiraz eden) mazur olamaz. [49]

Şeyhin efalinden birine zahiren veya batınen itiraz ve inkar etmemek lazımdır. Olabilir ki şeyh o fiilini bir hikmet tahtında veya imtihan maksadıyla yapmıştır. [50]

Şeyhin ihtiyar ve tercih ettiği miktardan fazla veya başka zikirlerle meşgul olmamalıdır. [51]

Babası, oğlu ve bütün insanlardan kendisine daha sevimli olmadıkça hiç biriniz iman etmiş olmaz. buyurduğu gibi, Peygamber efendimiz, mürşidi hakiki peygamber efendimizin varisi olduğundan, onun makamında oturduğundan o zamanın o mümini de onu o tarzda sevmesi lazımdır. O tarzda sevmezse, hava alır. Rasulullah’ı sevmeyenin amelleri heba olduğu gibi, o mürşide Allah’ın rızası için bağlanmayan da kendisi bilir. Onun için bu sevgi bağını, saygı bağını, o ruhani irtibatı güzelce yapın. [52]

Onlar bilmelidirler ki bu taifeyi (mürşidleri) inkar, öldürücü bir zehirdir. Onların yaptıklarına ve sözlerine itiraz da engerek yılanı zehridir. Bu şekilde davranmak, ebedi ölüme ve helake götürür. [53]

Tassavufun insan şahsiyetini öldürdüğü ve köpekten, hatta kafirlerden daha aşağı durma düşürdüğünü mutasavvıfların kendi sözlerinden okuyalım.

Veliler serdarı Şah Bahaaddin Nakşibend hazretleri bir gün yolda giderken bir köpeğin ayak çukurunda biriken suya bakarak Ben şu sudan daha kirliyim derler. Yanındakilerin şaşırdıkları, hayret ettiklerini görünce ilave eder: Hatta ben kafirden daha adi ve kirliyim. İşte denge noktasında olmak budur. [54]

Dünyada bulunan her insan, hatta Frenk kafirlerini ve sapıkları, zındıkları her bakımdan kendimden daha iyi görüyorum. Bunların en kötüsü olarak kendimi görüyorum. [55]

Tasavvufun insan şahsiyetini öldürmesi için mensupları her yola başvurmuşlardır. İnsanı en tiksindirici işlerde bile çalıştırmışlardır. Yola giren padişaha dilencilik yaptırılmıştır, intisap etmek isteyen vezire sokaklarda sakatat sattırılmış, devrin en büyük ilim otoritelerine tekkenin helaları temizlettirilmiştir… [56]

Hemen her ilimde söz sahibi olan Gazali gibi bir alim bu felsefe ile hayattan uzaklaşıp minareye kapanmamış mıydı? Hayatta insanların problemlerini çözerek alim ve ilim şerefini taşımaya devam edeceği yerde, tasavvufi çile doldurmaya ve insanların ruhlarla konuşmasının felsefesini yapmaya dalmamış mıydı?

Gördüğümüz gibi tasavvuf, İslam’dan iktibas ettiği unsurları kendi sistemine monte ederek onları da amaç ve karakterinden uzaklaştırmıştır. İslam’ın zaruratı diniyye diye adlandırılan ve onlara iman olmadan kişinin mümin olamayacağı değerleri, hükümleri ve prensipleri tasavvuf elinden geldiği kadar değiştirmeye, saptırmaya ve sulandırmaya çalışmıştır. Pasif ve bidatlarla dolu ameli hayatından şirk ve cahiliyye kültürü ile dolu felsefi yönüne kadar tasavvuf İslam alemine çok pahalıya mal olmuştur. Hatta İslam’a girecek ve hidayeti bulacak kimi insanların da İslam yerine tasavvuf dinine takılıp kalmalarına sebep olmuştur. Ayrıntılar ve kimi olumlu yanlar bir yana bırakılırsa, tasavvufun müslümanlara kazandırdığı ve onlara getirdiği bundan ibarettir.

Dipnotlar:

38. Muhammed Emin el-Kurdi, Tenvim’l-Kulub fi Muameleti Allami’l-Guyub, 528-531, hicri 1384, Mısır, Kitabın adında bulunan Allamu’l-Guyub niteliği bu durumda herhalde şeyhin kendisine ait olacaktır.

39. Muhyiddin İbn Arabi, Tedbirat, 226-227’den naklen A. Palacios, İbn Arabi Hayatuhu ve Mezhebuh, 140-141, tere. Abdurrahman Bedevi, Beyrut, 1979.

40. Suhreverdi, Avarifu’l-Maarif, 203-206, İhyau Ulumiddin kitabı sonunda, el-Mektebetu’t-Ticariyye, Kahire.

41. Suhreverdi, Avarifu’l-Maarif, 197-203, İhya sonunda.

42. Ahmed Eflaki, Menakıbu’l-Arifin, 1/310-311.

43. el-Kuşeyri, er-Risaletu’l-Kuşeyriyye, 2/735, Matbaatu Dari’t-Telif, Mısır 1966, eş-Şarani, Letaifu’l-Minen, 147, basım 1913, Mısır.

44. eş-Şarani, Letaifu’l-Minen, 146.44. eş-Şarani, Letaifu’l-Minen, 146.

45. Muhammed Osman, el-Hibetu’l-Muktebese, 113, basım 1939, Mısır.

46. eş-Şarani, Kavaidu’s-Sufiyye, 131, Mısır.

47. eş-Şarani, a. g. e., 154.

48. eş-Şarani, Letaifu’l-Minen, 2/103.

49. Mehmed Zahid Kotku, Tasavvufi Ahlak, 2/218, 263, Seha Neşriyat, İstanbul, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musahabe, 6/18, Erkam Yayınları, İstanbul, 1982.

50. Mehmed Zahid Kotku, a. g. e., 2/239.

51. Mehmed Zahid Kotku, a. g. e., 2/239. Tam teslimiyet için yine bkz.: 2/263.

52. Prof. Dr. M. Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 21, Gümüş Kitabevi, Konya, 1990.

53. İslam Dergisi, 24, Sayı 82, Haziran 1990 ve 54, sayı 86, Ekim 1990, İmam Rabbani’nin 113. mektubundan tercüme, Mehmet C. Kartalca.

54. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’anı Kerim ve Sünnet Göre Tasavvuf, 483, istanbul, 1989.

55. Mektubat Tercümesi, 1/22, Mektup, 11, Tercüme, Hüseyin Hilmi Işık

56. Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e., 120.

Haksöz Dergisi – Sayı: 24 – Mart 93 Tasavvuf ve Sapmalar

http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?authorId=35

posted in MITOLOJİ | 1 Comment

16th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Tasavvufta RabıtaFerid Aydın

İslam’ın yozlaştırılmasına, Kur’ani değerlerin çarpıtılmasına yönelik gayretlerin bilinçli faaliyetler şeklinde ilk kez radikal batıniliğin köklerine değin uzar.

İslam’ın içeriden tahrip edilmesinde etkili olmuş gayretlerin hemen hepsi Kur’ani değerlerin, Kur’ani kavramların yorumlanmasıyla başlamıştır. Kur’an veya Sünnet yorumlanarak bu tahribat yapılmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki; fıkıh, akaid, tefsir gibi ilimlerin tarihlerinde de görüldüğü gibi bu yorumlar ilhamlarını farklı kaynaklardan almışlardır. Bunlar Sünni ve Şii fıkhında da görülmektedir. Kur’an’ın yorumlanmasında Sünnet ve Rey’in dışında bazı ilham kaynaklarının da maalesef büyük etkisini görüyoruz. Bunların arasında çeşitli felsefeler, ömrünü tüketmiş batıl dinler de vardır. Esasen tasavvuf böyledir. Yani tasavvuf Sünnet ve Rey’in dışında ilham kaynağı olarak eski dinleri ve felsefeleri de alıyor ve onlardan besleniyor.

Bilindiği üzere hicretten 100 yıl sonra İslam dünyasında başlayan hareketlere paralel olarak içtihad ve istidlal sistemleri gelişti. Esasen değerlerimizin şimdiye kadar mahpus kalmasında bu iki müessesenin çok büyük rolü vardır. Bundan dolayı memnun olmalıyız, yoksa bu bilince sahip olamazdık. İçtihad ve istidlalin tek amacı uygarlık boyutları hızla büyüyen sosyal ve toplumsal hayatın Kur’an nizamına entegre olmasını kolaylaştırmak, İslam dışı bir çizgiye kaymasını önlemekti. Bu ise bir bakıma eski dinlerden ruhunu alan çeşitli küfri uygarlık ve kültürlerin İslam’a sızmasını önlemekti. Ama maalesef bu hareketler bir süre sonra tıkanmış ve sekteye uğramıştır ki, bu İslam alemi için çok büyük bir şanssızlık olarak nitelenebilir. Bu sebeple meydana gelen boşluğu, tasavvufi akımlar doldurmuştur. Kur’ani değerlerin yozlaştırılması bu nedenden dolayı ruhunu küfri kaynaklardan almaya yönelmiştir. Yani Kur’an ve Sünnet’in eski din ve felsefelere ait kavramlarla sentezlenmesi şeklinde bir yol izlenmiştir. Tasavvuf ve tarikatlarda görülen kavram, görüş ve akımlar İslam’a bu kaynaklardan aktarılmıştır. Bunların İslam’la alakası yoktur. Tek ilginç tarafı, dekor bakımından İslami bir ambalaj içerisinde sunulmuş olmasıdır. Bu terim, anlayış ve kavramların hiçbiri ne Asr-ı Saadet, ne sahabe, ne de tabiin dönemlerinde vardır. Bunların esas itibariyle kaynağı Kur’an ve Sünnet değil; Şamanizm, gnostisizm ve Budizmin çeşitli felsefeleridir. Sankara felsefesidir, patankalizmdir.

Tasavvuf ve tasavvufa ait rabıta vb. gibi pek çok kavramın İslam’ın şemsiyesine nasıl yerleştirildiğinin anlaşılması için Ferid Aydın, şu soruların ısrarla sorulmasını istiyordu:

1-Nakşibendilere göre rabıta nedir? Nasıl tanımlanmıştır? Nakşibendi liderlerinin rabıta üzerinde ortak bir görüşleri var mıdır?

2- Rabıta kaynağını nereden almaktadır? Gerçekten Kur’ani midir? Yoksa Hint mistisizminden İslam’a sızdırılmış bir meditasyon sistemi midir?

3- Rabıtadan ilk defa kimler söz etmiştir? Bunlar İslam dünyasının neresinde yaşıyorlardı? Çünkü bunların ilk bulundukları çevre, Nakşilik üzerinde büyük etki yapmıştır.

4- Rabıta neden ilk defa Türkistan’da tasarlandı? Neden Hindistan’da işlendi ve neden Irak’ta bugünkü son şeklini aldı?

5- Rabıta neden transandantal meditasyon sistemlerinden yoga’ya çok benzemektedir?

6- Nakşi şeyhleri bu sorulara cevap verebilecek tarihi ve İslami ihtisaslara sahip midirler?

7- Acaba rabıtanın temsilcileri olarak Nakşilerce tanıtılan ve silsile-i sâdad’ın altın halkaları olarak tanrılaştırılan şahıslardan herhangi biri, İslam alimlerinin cumhuru tarafından bir akademisyen ya da bir mütehassıs alim olarak kabul görmüş müdür? Eğer böyle bir şey yoksa, bu insanların sözlerine itibar edilir mi?

Biz rabıtanın hiçbir Kur’ani esasa dayanmadığını ve en azından İslam’a yabancı bir unsur olduğunu savunuyoruz. Bunu nasıl ispatlayacağız? Birileri çıkıp bunu bize sorabilir. Bunca insanlar, geniş muhitler rabıtaya inanıyorlar da sizin inanmamakta deliliniz nedir? Ya da siz rabıtayı nasıl çürütüyorsunuz diyebilirler. O halde biz de şu cevapları veriyoruz:

Tarikat çevrelerinde bile en muteber sayılan kaynaklarda bile rabıta bağımsız bir konu olarak işlenmemiş, hatta bu kitapların fihristlerinde rabıta adı altında bir konu yoktur. Mesela “Risale-i Kuşeyriye”. İlk teorisyen mutasavvıflarca yazılmış, tasavvufçularca da itibar görmüş kaynaklardandır. Kuşeyri tarafından yazılmıştır, bu risalenin içinde rabıta adı altında bir konu göremezsiniz. Fihristinde tam 100 tasavvufi kavramı açıklamıştır. Bu kavramların içinde de rabıta yoktur.

– Şehabüddin Sühreverdi’nin yazdığı Avarifü’l Maarif de de rabıtayla ilgili bağımsız bir konu bulunmazken, yalnızca 201. Sayfada yalın olarak, bir kez kullanılmıştır. Ama bunun da tasavvuf rabıtasıyla bir ilgisi yoktur.

Nakşibendi cemaatlerinin nazarında en muteber kaynaklardan “Raşahât” (1504)ta da 354 ve 360. sayfalarda çok kısa olarak geçmektedir. Raşahât adlı kitapta bunların dışında hiçbir yerde ne tanımı, ne de fihristte adı geçer.

Yani ilk nakşibendiler rabıtayı bağımsız bir konu olarak ele almamışlardır. Rabıta gibi Nakşibendiliğin içine devamlı sızdırılmış yabancı unsurlar zaman içerisinde belli boyutlara oturtulmuştur. Zaman içinde bunlara belli anlamlar yüklenmiştir.

Rabıtayla ilgili konular, Abdülhakim Arvasi’nin 1923’de yazdığı Rabıta-ı Şerife Risalesi’dir. Müstakil olarak rabıta hakkında yazılmış bir risaledir.

Ayrıca Şeyh Şeyda’nın (ö 1964) yazdığı Et-Tabitatü’r-Rabıta ve Mustafa Fevzi’nin 1324’de (Hicri) yazdığı İsbatü’l-Mesalik adlı risaleciktir. Bunların dışında rabıtaya özel olarak ayrılmış kaynaklar yoktur. Rabıta son 50 yılda şişirilmiş ve günümüzde de zaman zaman kısa aralıklarla empoze edilmektedir.

– Rabıta için yapılan kanıtlamalar ilmilikten uzaktır. Son derece tutarsızdır. Bu kitapların hiçbir bilimsel değeri yoktur. Çünkü ortaya koydukları delillerin hiçbiri rabıtayı çağrıştırmamaktadır. Mesela rabıtaya delil gösterilen 9/119. ve 5/35. ayetlerden hiçbiri Şii, Ehl-i Sünnet ve Mutezile tefsirlerinde böyle yorumlanmamıştır. Onların verdiği anlam verilmemiştir.

Mustafa Fevzi’nin risalesinde de rabıtanın yapılmasının Allah tarafından istenildiği ve 54 farzdan biri olduğu yazılıdır.

Ruhu’l-Furkan adlı kitabın 2, cilt, 64. sayfasında da Rum 21. ayeti rabıtayı emrettiği yazılmıştır.

Tarikatçıların yazdığı meal ve tefsirler dışındaki tüm tefsirlerde de rabıtayı çağrıştıracak hiçbir şey yoktur.

Rabıtanın uygulanış şekli ve şartları toplu ve disiplinli bir anlatımla ortaya konmamıştır. Her birine göre rabıtanın başka bir tanımı vardır. Her şeyhe göre bir rabıta uygulanış şekli vardır.

Rabıtanın tanımı: Rabıtadan ilk defa ağırlıklı olarak bahseden kişi, Halit Bağdadi’dir (Risaletü’n fi Tehkiki’r-Rabıta). Buna göre tanım: Müridin şeyhinin ruhundan istimdad ederek onun şeklini zihninde canlandırmasıdır. (Şeyhten feyz alabilmek için)

Abdülhakim Arvasi’ye göre de rabıta: 1- Tarikat öğrencisi tarafından şeyhin suretinin tasavvur edilip, iki kaşı arasına bakılması. 2-Tarikat öğrencisinin kendisini şeyhinin kılığında görmesi.

Bu kitaplarda da rabıtanın tarifi detaylı olarak anlatılmamış, bazı kitaplara serpiştirilmiştir. Ama nakşilere sorarsanız rabıta, nakşiliğin en önemli kurallarından biridir.

Nakşiler rabıtanın bir ibadet olduğunu öne sürmekten çekinmişlerdir. Peki ibadet değilse, niçin ayet ve hadislerle delil getiriyorsunuz?

Biz, bir insanın zihnimizde belirmesine (tahayyül edilmesine) şirk demiyoruz. Beyin her zaman düşünür. Ama bunun adı rabıta değildir.

Rabıta nakşilikte zikrin bir şeklidir. “Zikir, tek başına erdirici değildir ama, rabıta tek başına erdiricidir” diyorlar.

Evet, zikrin bir türü olan rabıtanın şekli nedir? Mürid oturur, şeyhinin suretini gözünün gönüne getirir. Bundan başka ne gibi şartları vardır? Mesela biz namaza dururken, abdest alırız, niyet ederiz, kıbleye yöneliriz vs. Oniki şartı vardır. Rabıtanın şartları nelerdir acaba? Bunu tesbit edebilmek için çeşitli risaleleri toplayarak rabıtanın 9 şartını buldum.

Rabıtanın birinci şartı abdestli olmaktır. Neden abdest aldırıyor? Yogadan farklı olsun diye. Rabıta ile yogayı karşılaştırdığımızda birbirlerine ne kadar benzediklerini gözlemlemekteyiz.

İkinci şartı, inabeli olmaktır. Sıradan bir insan iseniz rabıta yapamazsınız. İlla ki, bir nakşi şeyhinin eline yapışacaksınız. (Artık o sizi devamlı takip ediyor, dizginleriniz onun elinde oluyor).

Şeyhlerden kimisi, kendisine bağlı olmayan müridi (Nakşı dahi olsa) halkasına almayabilir. Mürid başka bir şeyhin halkasında olsa dahi, kendi şeyhine rabıta yapar. Bazı şeyhler var ki, yerine kendisinden sonra geçecek bir halife seçer. Yeni halife, bazen kendisine rabıta edilmesini de isteyebilir.

Tarikattan tard edilen kişinin (onlara göre) cennete girme şansı yoktur. “O artık cehennemde kara bir odundur”. Artık ipi kopmuştur. Bu afaroz etmeye benzer bir şeydir.

Rabıtanın üçüncü şartı kapıyı kilitlemektir. Mürid tek başına rabıta yapacaksa, sakin bir tarafa çekilip başına örtü örterek rabıta yapması gerekir.

Dördüncü şart, ışık söndürmektir. Bir çeşit ortamı karanlıklaştırmadır.

Beşincisi teverruk oturuşuyla oturmaktır. Namazdaki oturuştan farklı olarak sol ayak dik tutulur, sağ ayağın parmak uçları, köprü yapılan bacağın altından çıkartılır. Sağ ayağın baldır yere yapışık ve vücut sol tarafa meyillidir. Bunun sebebi de şudur: “Kulak kalbe yaklaşıyor ve kalbi dinlemek daha kolay oluyor”muş (M. Emin el-Kürdi Tenviru’l-Kulub isimli eserinin 511. sayfasında bundan bahsediyor).

Altıncı kural, gözleri yummaktır. Rabıta yaparken gözler yumuktur. Gerek hatm-i hacegan sırasında (toplu olarak yapılan rabıta), gerekse münferiden yapılan rabıta sırasında gözler yumulur.

Yedinci kural, nefesi kontrol altına almaktır: Rabıta yapılırken dil damağa yapışıktır. Burundan solunur, zihin bir noktada yoğunlaştırılır. Tam (doğal) yoga budur işte (Muhammed Emin el-Kürdi nefes kontrolünü Tenviru’l-Kulub isimli kitabının 514. sayfasında zikrediyor).

Sekizinci kural, sabit ve hareketsiz durmaktır. Yani anlattığımız oturuş şekliyle sabit durmaktır, hareket etmemektir. Yalnız sağ el, sol elin üzerinde ve sol baldırın üzerindedir.

Dokuzuncu kural ise, müridin mürşidinin suretini tahayyül etmesidir. Artık buna daha yeni bir içerik kazandırmışlardır. Süleymancılar ve Menzilciler şeyhin resmine bakarak rabıta yapmaktadırlar. Bu yeni bir gelişmedir.

İlk nakşi şeyhleri, ruhanileri Türkistan’da Maveraünnehir’de, Buhara’da, Hindistan’da yetişmişlerdir (Mesela Ahmet Faruki, Seyfettin Bedevani gibi şahıslar Hintlidir). Bu zatlar, (herhalde) ilimlerinin de sathiliğinden olsa gerek, çevrelerinde bir takım uygulamaları gördüler, yakınlık duyup, duygusal olarak bunları İslam’a adapte ettiler. İslami ambalaj ile sundular diye bir tespitimiz var. Neden bunu söylüyoruz? Çünkü rabıtadan hareket ederek yogayı araştırdığımızda benzerlikler görüyoruz. Bakın, yoga kitabının yazarı ne diyor: “Yogaya gelince, çok müthiş bir tarikattır, yoldur. Sabrı kazanmayı bize öğretiyor ve zati murakabeyi sağlayan bir sistemdir, meditasyondur” diyor ve yogayı tarif ediyor. Yoganın tarifinde de bir mistik anlayış var: Yoga bir zihin sistemi değildir. “Bedeni ve zihni bir spordur” diyor yazar. Ve ekliyor: “Hem bilinçli hareketlerini, hem de bilinçaltı hareketlerini kontrol etme, sinirlerine ve iradesine hakim olma. Bu vasıtayla rabbin ruhu ile birleşmiş olur. Kainatın yaratıcısı ile insanoğlu bu şekilde ruhunu birleştirmiş olur”. İşte rabıta budur. Nitekim Ruhu’l-Furkan isimli eserin 63. sayfasından 93. sayfasına kadar mütalaa ediniz. Orada fena ve beka kavramları işlenmiştir. Orada müellifler diyorlar ki: “Tasavvuf öyle bir yol, çaba, gayrettir ki, kişi bu yolu takip ederken, öyle bir noktaya varır ki, orada Allah’ın içinde erir”.

Ondan sonra da enterasan kayıtlar var: Burada diyor ki, “fikrimi muayyen bir noktada toplamaktır”. Bu konuda ben de çeşitli pratiklerde bulundum. Vücuttaki bir sancıyı dindirmek için, yoganın faydasının olabileceğine kanaat getirdim. Diş ağrısı olurdu, yoga yapınca geçerdi. Bunu bir tedavi sistemi olarak uygulayabilirsiniz. Ama bunu (yogayı) İslam dini içine monte edemezsiniz.

Tarihin her döneminde Müslümanlar Kur’an’ı aslına ve amaçlarına göre daima anlayabilmişlerdir. Tarihin en karanlık zamanlarında bile Müslümanlar arayış içerisinde olmuşlardır. Öteden beri rabıta, İslam’a uygun idiyse, Müslümanlar Kur’an ve Sünnet’ten onu bulup çıkartabileceklerdi. Halbuki belli çevrelerin dışında bir sürü insan rabıta yapmamaktadır. Hem de bunlara göre rabıta yapmayanlar dalalet içindedirler. Bize düşen, bu yanlışlıklarla mücadele edip, İslam’ı dosdoğru şekilde insanlara götürebilmektir. (http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=1191 )

Haksöz Dergisi – Sayı: 58 – Ocak 96 Tasavvuf ve Sapmalar

posted in MITOLOJİ | 32 Comments

16th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Tasavvuf-Tarikat Kültürünü Savunmak Yaşar Nuri Öztürk- İbrahim Sarmış

Bir yüzü ile Kur’an’a diğer yüzü ile tasavvufa bakan “Kur’an’daki İslam” kitabının yazarı Yaşar Nuri Öztürk bu kitabı için “Kur’an’daki İslam, her şeyden önce benim hatalarımı tashih eden bir kitaptır. Bugüne kadar yazdıklarımda ve konuştuklarımda, bu kitaba uymayan ne varsa yanlıştır, bu kitaptaki veriler esas alınarak düzeltilecektir”1 demektedir. Y. Nuri Öztürk bu ifadelerine rağmen Hallacı Mansur’u savunmak için “Kur’an’daki İslam” kitabını yayınladıktan çok sonra 1996 yılında “Hallac-ı Mansur ve Eseri” kitabını yeniden yazmıştır. Y.Nuri Öztürk’ün “Hallaç ve Tavasin” kitabı üzerinde daha önce çalıştığını ve bu çalışmasını yayınladığını biliyoruz. Ama “Kur’an’daki İslam” kitabındaki mülahazaları dolayısıyla bu eski çalışma ve görüşlerini terk ettiğine hüsnü zan etmiştik. Öztürk’ün tasavvuf kültüründen yüz çevirdiği ve Kur’an İslam’ına yöneldiğini ifadelendirmesi bizleri memnun etmişti. Ama gördük ki huylu huyundan vazgeçmemiş, batini tasavvuf anlayışının taşıyıcısı Hallac-ı Mansur’u ve mensup olduğu Karmatiler örgütünü müslümanlara örnek insanlar olarak sunmak için oturup kitabını yeniden yazmış. Onun için Hallac’ın ve Karmatiler’in kimliğini ve Öztürk’ün sakim tasavvuf kültürünü nasıl savunduğunu ortaya koymak düşüncesiyle bu konuyu da ele almayı uygun gördük.

Bütün İslam tarihçileri Hallac’ın -iyi veya kötü- mevcut olan İslam devletini yıkıp yerine Mecusi-Sasani imparatorluğunu tekrar kurmak için çalışan, Kabe’ye ve Haceri Esved’e kadar saldırılarını ilerletip suçlu-suçsuz yüzbinlerce müslümanın kanını döken Karmatiler örgütüne mensup olduğunu belirtmektedir.

Ekranlarda Kur’an İslamına çağıran, ama tasavvuf kültürünü de sır küpü gibi içinde saklamaya devam eden Yaşar Nuri Öztürk, sırf Hallac’ı temize çıkarmak için Karmatileri göklere çıkartmakta, hürriyet, adalet ve şeriat ehli müslüman sosyal demokratlar olarak göstermekte, hatta sırf Hallaç övdüğü için iblisi bile hürriyet, cesaret ve fazilet önderi olarak göstermektedir. Buna karşılık Karmatileri ve aktif propagandacılarından biri olduğu için Hallac’ı cezalandıran O günün İslami yönetimini, toplumun bağlı olduğu Ehli sünnet mezhebini ve bu mezhebe mensup müslüman tarihçileri her türlü alçaklıkla tavsif etmekte, satılmışlık ve hainlikle nitelemektedir. Karmatiler’i vatan kurtaran kahramanlar ve Hallac’ı aşk ve Hak şehidi ilan ederken, sünni yönetimi ve tarihçileri sahtekar birer hain ve müfteri olarak göstermektedir. İşte bu konuda söylediklerinden bazıları:

“Bu yüzdendir ki biz, Karmatilik konusunun ilk ciddi tesbiti olarak şunu kaydetmek istiyoruz; Sünni kaynakların Karmatiliği mahkum edip dışlayan tüm beyanları “güvenilmez” olarak tescil edilmelidir. Ve bu nokta bugün objektif tüm araştırıcıların ortak kanaat noktasıdır.

Sünni çevreler, Karmatiliği, bir fikir ve siyaset hareketi olarak değil, dinlerinin temsilcisi olan bir devletin yıkılmasını amaçlayan “acımasız bir düşman” olarak gördüler. (…) Hareketi sosyo-politik bir karşı hareket olarak ele alan yazarlar ise, Karmatiliğe saldırmayı bir ibadet edasına büründürerek akıl almaz iftiraları peşpeşe sıralarlar. Bu iftira sahiplerinin üsluplarındaki sadizm ve kin gerçekten şaşırtıcıdır. Kendisi dışındaki tüm gruplara firak-ı dalle (sapık gruplar) damgası vuran sünni çevreler, hasımlarını çürütmek için iftiraya genelde iman ve ahlakla ilgili noktalardan başlarlar. Bu geleneksel sünni iftiracılığının kahrına uğrayan ekiplerin başında Karmatilik gelir. Bu saldırıların tutarsızlığı ve insafsızlığı, Fransız bilgin Massingnon tarafından tesbit edilmiştir.2 Ne ilginçtir ki, bu insaf dışı saldırılarda Gazali (öl. 1115) gibi, sufi tarzı esas almış bir düşünür de vardır. (…)

Kısacası, sünni çevreler ilk günden itibaren Karmatiliği küfür ve iftira hedefi yapmakla kalmamış, kendi eksiklerinin hıncını almada bir tür “günah keçisi” olarak do kullanmışlardır.

Günümüz araştırmaları şunu da ispatlamış bulunuyor: Karmatiler, iftira ordularının söylediklerinin aksine, “Baldırı çıplaklar taifesi” değil, ileri boyutta bir İslami düşünce ekolüdür. Karmati düşünürlerce yazıldığı tartışılmaz kabul edilen İhvan’us-Safa Risaleleri (Resailu İhvani’s-Safa) Kur’an kaynaklı bir düşünce faaliyetinin Ölümsüz ürünleri olarak elimizde bulunmaktadır.3

Karmatiler’in bir asır boyu müslümanları nasıl uğraştırdığını da yine ondan dinleyelim: “Abbasi İslam Devleti yüzyılı aşkın bir zaman rahatsız eden bu hareket, bir başlık koymak gerekirse, gizli-mistik sosyalist4 bir düşünce ve siyaset hareketidir. Temel amacı, İslam’ın saparak zulüm ve eşitsizliği kitlelerin kaderi haline getiren bir yönetimi iktidardan uzaklaştırıp İslami bir adalet ve eşitlik düzeni getirmektir.

Karmatilik, bu nitelikleriyle kendinden sonraki İslami ayaklanmalara öncülük ettiği gibi, gizliliği esas alan tavrıyla da, başta Masonluk olmak üzere, birçok harekette etkili olmuştur. Türk-İslam tarihinde Karmatilik etkisini Babai ve Simavnalı isyanlarında görmek mümkün olabilmektedir…5

Karmatiler’in mücadele hayatları, eşine henüz rastlanmayan bir gizli antlaşma ve haberleşme sistemi ile yürürdü. Bu, her şeyden önce gizli bir istihbarat olarak algılanmıştır. Burada şu noktaların altını öncelikle çizelim;

Tüm dailer (davetçiler, Karmat mübelligler) halk arasında sadece kod adlarıyla bilinirdi. Haberleşme ve genel mekanlardaki anlaşmalar cifir ile, yani harflere verilen özel numaralar kullanılmak suretiyle yapılırdı. Günümüzde kullanılan şifre (cifir) sistemi Karmatiler’in eseridir.6

“Karmatiliğin siyasal insan unsuru, Şii-Alevi, Arap ve Nabati işçi-esnaf takımıdır Sünni iftiranın aksine, hedefleri Arapları yok etmek değildi. Irinleşmiş bir sosyal düzeni yıkmak ve hilafeti esas hak sahibi olarak gördükleri Ali soyuna teslim etmekti.7

“Ebu Tahir’in8 tarihe adını tescil ettiren en dikkat çekici hareketi, Haceru’l-Esved’i yerinden söküp Aksâ’ya götürmesiyle sonuçlanan ünlü Kabe baskınıdır. İslam tarihinin en dikkat çekici ve ürpertici olaylarından biri olan bu baskın, Ebu Tahir komutasında 317/930’da gerçekleşti. Kabe’de toplanan pek çok hacı adayı kılıçtan geçirildi. Kabe’nin örtüsü yırtıldı. Zemzem kuyusu tahrip edildi ve Haceru’l-Esved sökülüp götürüldü.

Hacerul-Esved’in sökülmesi sadece İslam beldelerinde nefret ve öfke yaratmakla kalmamış, bizzat Karmatiler arasında çekişme ve parçalanmalara vücut vermiştir. Bu parçalanmaların, Karmatiliğin siyasal anlamda çöküşünü hazırladığını da eklemek zorundayız. Haceru’l-Esved, sökülüşünden tam yirmi iki yıl iki ay ondört gün sonra Fatımi halifesi el-Mehdi’nin emriyle 339/950’de tekrar yerine kondu.

Haceru’l-Esved’i neden, hangi gerekçeyle söküp götürdüler? Kendileri dışındakilerin ittifakla bir eşkiyalık ve küfür olayı olarak gördükleri bu hareket, Karmati liderlere göre “Tevhide Hizmet” hareketi idi. Bizzat hareketin komutanı Ebu Tahir, Abbasi halifesine bir mektup yazarak yaptığı işi savundu. Halife Muktedir Billah’a yazdığı cevabi mektupta diyor ki Ebu Tahir:

“Eğer bu Allah’ın evi dediğiniz yer, gerçekten öyle olsaydı hiç kuşkusuz gökten üstümüze ateş yağardı. Ama durum hiç de öyle değil. Biz o Kabe’de hiç aralıksız cahiliyye haccı yapmaktayız. Gerçek şu ki, Arşın rabbi olan Allah ne ev edinir, ne de sığınak.!…”9

Yaşar Nuri, Karmatiler’in Kabe’ye ve Haceru’l-Esved’e karşı işledikleri barbarca cinayetin müslümanlar üzerindeki büyük etkiyi ve yol açacağı büyük nefreti hafifletmek için Kabe’yi küçümseyen ve insanın kalbini Allah’ın evi olarak ön plana çıkaran malum tasavvufi safsataları bir araç olarak kullanmakta ve yardımcılarını imdada çağırmaktadır

“Sufi ekoller içinde hac ibadetini bile bu perspektiften değerlendiren ve Kabe’yi esas Beytullah (Allah’ın evi) olan insan kalbinin sadece bir sembolü olarak görenler de vardır. İbn Arabi (öl. 638/1240) ve Celaleddin Rumi (öl. 672/1273) Hac ve Kabe’yi bu bakışla değerlendirenlerin en büyükleri olarak dikkat çekerler. (…)

Bir şeyhin, hacca gitmekte olan Bayazid Bistami (öl. 26/874)ye: “Kabe benim. Çevremde yedi kez dön ve memleketine git. Beyhude zahmet çekip Hicaz’a gitme. Kabe kuruldu kurulalı Allah oraya bir kez bile girmedi. Oysa ki benim varlığım vücut bulalı Allah bu evden hiç çıkmadı.” demesinden ibaret olan bu hikayeyi Mesnevi’sine alan Mevlana, hacca gidenlere de şöyle seslenmektedir: “Ey hacca gidenler! Nereye gidiyorsunuz? Neredesiniz? Sevgili burada gelin, buraya gelin! Sevgiliniz duvar duvara bitişik komşunuzdur. İş böyle iken siz, çöllerde ne akılla dolaşır durursunuz? Sevgilinin suretsiz suretini gördünüzse, hacı da sizsiniz, Beytullah da sizsiniz, Beytullah’ın sahibi de. Kaç defadır bu evden kalktınız, o eve gittiniz. Bir kerecik de şu evden kalkıp şu dama çıkın bakalım.10 Rabiatu’l-Adeviyye’in Kabe’ye put dediği ve Hallac’ın hacca gitmek yerine kişilerin kendi evlerinde temiz bir şeyin etrafını yedi kez tavaf etmelerini ve hac parasını fakirlere dağıtmasını tavsiye ettiği ve insanları hacca gitmekten alıkoyduğu bilinmektedir.

Kabe ve Haceru’l-Esved’e karşı Karmatiler’in tavırlarını gördükten sonra, bir de Kur’an’a karşı tavırlarını yine Yaşar Nuri’den dinleyelim:

Karmati düşünce Kur’an’a bağlı bir sistem geliştirmiştir. Ancak bu düşüncede Kur’an, alabildiğine sübjektif bir yoruma tabi tutulmuş bulunuyor. “Karmati Tevil” diyebileceğimiz bu yorum, yer yer Kur’an’ı tanınmaz hale sokabilmektedir. Karmati veliliğin peygamberliğe feda edildiği bir gerçek olmakla birlikte, üstünlük kendisine verilen nübüvvetin tebliğ ettiği vahyi veriler, teviller sonunda tanınmaz hale gelmekte ve Kur’an, tüm insanlığa hitap eden bir kitap olmaktan çıkıp Karmati elitlerin sırri-sembolik idrakler dünyasının tatmin aracı durumuna düşürülmektedir.

İhvan-ı Safa risalelerinde batini tefsir ve te’vili esas almanın gerekçeleri gösterilirse de, bunların Karmati tevilin ortaya koyduğu tablodan kaynaklanan rahatsızlığı bertaraf etmesi bizce mümkün değildir.

Tevil tablosunun sergilediği çarpıklıktan daha beteri, Karmatilerin “Kur’an’ın gerçek manasını ancak batini imamlar bilir” yolundaki iddialarıdır. Bu iddia, Kur’an’ın evrenselliğini ve genelliğini inkar olduğu için Kur’an’ın inkarına benzer tehlikede sonuçlar doğurabilmektedir.

Kısaca, tevili bir tür “İkinci Kur’an” halinde baştacı etmeleri, Karmatiler’in en rahatsız edici yanlarıdır. Hep Kur’an’a atıf yaparlar ama sonuçta yolu Kur’an’ın dışına çıkaran bir tavır içine girerler.11

Yaşar Nuri Öztürk kahramanlaştırdığı Karmatiler ve onların ele başlarından Hallac’ın reenkarnasyon inancında olduğunu da görebiliriz;

“Karmatiler’in fikir dünyalarını önümüze koyan ihvan-ı Safa risalelerindeki felsefi ağırlıklı insan ve kainat anlayışını, metodolojiyi Evladı Rasul imamlarına onaylatmak son derece zordur. Karmati sistemde yer aldığı görülen reenkarnasyon (hatta bir ölçüde tenasüh) da Ehli Beyt nesli imamların karşı çıktıkları görüşlerden biridir.12

“Ancak burada Massingnon’un şu tesbitine katılamıyoruz; Massignon, Hallac’ın ölüm sırasında “Ben tekrar geri geleceğim” sözünü bir mehdi inancının ifadesi kabul ediyor ve bunu Hallac’ın şii-ismaili fikirlerle iç içeliğine delil sayıyor. Bizce durum hiç de öyle değildir. Hallac’ın “Ben yine geleceğim” sözü, mehdilikten çok, bir reenkarnasyonu gösterir. Ve bu onu, Şiilikteki mehdi inancına değil, Karmati düşüncedeki reenkarnasyon görüşüne bağlar.13

Hallac’ın Türk ırkına büyük iyiliğini, onlara nasıl hidayet öncüsü olduğunu da şu ifadelerden okuyoruz:

“Hallaç, Türk ırkının İslam’a girmesini hazırlayan bir numaralı misyonun sahibi olmanın yanında, bu ırkın, müslümanlığı tasavvuf penceresinden seyretmesinde de tartışmasız liderdir. O, patika yolları yıllarca adımlayarak ribat ribat dolaşarak bu ırkın, Kur’an dinine kazandırılması için adeta kozmik bir hizmet verdi. Ve başarılı oldu. (…)

Biz müslüman Türkler, İslam’la mutluluk duyduğumuz her nefeste, Allah’a şükran yanında Hallaç ve onun gök muştusu iman arkadaşlarına da teşekkür etmeliyiz. Hallaç, Türk insanının adeta sonsuzluk öğretmenidir.”14

Türk toplumunda İslam’ın neden tasavvuf boyası taşıdığı veya tasavvuf olarak algılandığı, Türk İslam’ın-da(!) din anlayışının dokusunu neden tasavvufun oluşturduğunu Hallaç ve Y. Nuri Öztürk sayesinde şimdi daha iyi öğrenmiş bulunuyoruz.

Yaşar Nuri’nin hak ve aşk şehidi ilan ettiği Hallac’ın fikirlerine de bir göz atalım. Hallaçla ilgili değerlendirmeleri Yaşar Nuri’nin çok sevdiği anlaşılan oryantalistlerden Nicholson’dan dinleyelim:

“Hallaç, dualist karakterli tanrı anlayışıyla tasavvufa damgasını vuran bir sufidir. Hallac’ın hulul inancına göre Allah lahuti (ilah) ve nasuti (insan) bir yapıya sahiptir.15 Hallac’ın anlayışına göre, önce Allah vardı. Allah zatına baktı ve kendini sevdi. Bu bakış ve sevgi zatının bütün sıfat ve isimleriyle Adem şeklinde bir suret olarak ortaya çıktı. Bu suret, Allah’ın bütün sıfatlarına sahiptir. Bu inancını şöyle dile getirmektedir:

“Nasutu, lahutu’nun sırrının delici ışığını açığa çıkaran münezzeh olsun!

Sonra yarattıklarına yiyen ve içen suretinde göründü.

Öyle ki yarattıkları, kendisini gözün gözü gördüğü gibi gördü.

Hallac’ın bu nazariyesinden açıkça Allah’ın ilahi ve insani olmak üzere çift tabiatlı olduğu ve bunu da hırıstiyan Süryanilerden aldığı anlaşılmaktadır. Çünkü Süryaniler İsa’nın ilah ve insan tabiatlı olduğunu anlatmak için bunu kullanmışlardır.

Ayrıca Hallaç, insan ruhunun ilahın ruhuyla, yani nasutilikle lahutiliğin karışımını hulul olarak nitelemektedir. Hallac’dan gelen bazı beyitlerde kendi ruhu ile ilahi ruhun tam bir kaynaşma içinde birbiriyle konuşan iki arkadaş olarak nitelediğini görüyoruz. Şöyle demektedir:

Ruhun ruhuma karışmış, içkinin suya karıştığı gibi,

Sana bir şey dokunursa, bana dokunur, çünkü her durumda sen benim

O seven ben, o sevilen de benim. Bir bedene girmiş iki ruhuz biz.

Beni seyredersin o’na baktıkça. Onu bende görüyorsun açıkça16

Hallac’ın hulul nazariyesinin özeti budur.

Hallac’ı temize çıkarmak için “Enel Hak” sözünü tevil eden Yaşar Nuri, bu konuda her türlü mugalata ve tevile başvurmaktadır. Varabildiği sonuç ise, bunun “Allah’ın zat ismi olan hak değil, sıfat ismi (esmau’l-hüsna) olan hakkım” şeklinde olmuştur. Bu savunma için bkz, a. g, e. 133-151.

Nitekim Hallac’ın “Benim ölümüm salib (haç) dini üzere olacaktır” (a. g. e. 157) sözünü de tevil etmek için yapmadığı mugalata kalmamaktadır, (a.g.e. 155-159) Halbuki bir batılı savunmak için çaba gösterdiği kadar, hakkı göstermek için çabalasaydı Allah’ın yanında da, kulların yanında da daha makbul ve yararlı olurdu.

Bir de Yaşar Nuri’nin tercüme ettiği “Tavasin” kitabından bazı sözleri aktararak yaygınlaştırdığı inancın niteliğini göstermek istiyoruz:

“Sanki ben, sanki ben. Ben sanki O’yum, yahut O sanki ben’din.

Benden çekinme, eğer sen ben’sen17

“Görünce Rabbimi gönül gözü ile.

Sordum: Kimsin ey sen? dedi. Senim ben.

Bulaşmamışsın hiç “Nerde” sözü ile… “Nerde” ile ilgili olmamışsın sen!18

Hallaç, İblis’i masum ve mazlum göstermek için elinden geldiği kadar gayret göstermekte ve onun için şöyle demektedir:

“Hak ona: “Secde et!” demişti. “Senden gayrıya secde etmem!” diye karşılık verdi.

Hak dedi: “O halde lanetim üzerine dökülecek.” O yine: “Senden başkasına secde etmem” diye tekrarladı.

İnkarlarım seni takdis

Aklım, önünde tehvis (şaşırma)

Senden ayrı bir şey mi Adem?

Orta yerde kimmiş İblis?

Senden başkasına yok benim yolum,

Seni seven boynu bükük bir kulum.

Hak sordu; Kibirlendin mi?” Cevap verdi: “Seninle sadece bir lahzalık beraberliğim bulunsaydı, o halde bile kibirlenmek ve cebbarlık bana pek ala yakışırdı. Halbuki ben, seni ezelden beri tanıyan biriyim!

Ondan üstünüm ben! Hizmetim ondan kıdemli. Şu alemlerde seni benden iyi tanıyan var mı ki? Benim sende muradım, senin de bende muradın var. Ve senin beni isteyişin daha eski. Ya senden başkasına secde etseydim?!

Secde etmeyince, aslıma dönmem gerekti. Çünkü sen beni ateşten yaratmışsın. Bu bir gerçek. Ve ateşe dönecek…

Ey tevfiki veren, sana hamd, sana

Seçkin bir kul eğilmez başkasına”19

Hallac’ın, Allah’ın lanetlediği ve kıyamete kadar müminlerin düşmanı olacağını söylediği İblis’i takdis eden ve masum gösteren sözleri bu şekildedir. Bu sözlerin tasavvuf tarihinde birçok kişiyi etkilediğini belirten Yaşar Nuri Öztürk, bunların başında da şair Muhammed İkbal’in geldiğini söylemekte ve şöyle demektedir:

İkbal’in, İblis’e bakışı da Hallacı bir perspektif sergilemektedir Hallac’ın tarih boyunca en büyük etkisi, denebilir ki, iblisle ilgili düşünceleri yolu ile olmuştur. İkbal üzerindeki hakim etkilerden biri de İblis konusundadır…

İkbal, üstadı (Hallac)ın yolunu aynen izleyerek iblis konusuna eserinde büyük bir yer vermiş ve bu tekamül kuvvetini hasret, hürriyet, ayrılık, atılganlık, ısrar ve isyan gibi temel yaratıcı öğelerin temsilcisi olarak devreye sokmuş, savunmuştur. (…)

“Hrıstiyan muhitte, buna benzer bir fikir, orta çağda ileri sürülmüştür. “O felix culpa” (Ey mutluluk getiren suç] ki bize böyle bir kurtarıcı kazandırdın! Çünkü hrıstiyan telakkisine göre Adem’in işlediği o ilk suç, hastalık gibi bütün sonraki insanlara sirayet edip onların hepsini takdis eden ilahi inayetten mahrum etmiş, yalnız İsa’nın ölümü sayesinde kendisine inananlar bu suçun neticelerinden kurtulabilmiştir. O suç olmasaydı, bu kurtarıcı Mesih’in zuhuruna lüzum kalmazdı, iki dindeki farklara rağmen, ikisinde de Adem’in ilk serbest hareketine atfedilen önem gayet büyüktür.”20

“Schimmel’in bu tesbitleri kadar doğru olan bir nokta da şudur: Doğu ve batıdan alınan tüm örnekler, Hallac’dan çok sonraki yüzyılların isimleridir. Bunun anlamı ise şudur: Bugün, dinden sanata, felsefeden psikolojiye kadar, iblis denen negatif kuvvetle ilgili olarak paylaşılan kabulün tarih içinde ilk fikir babası Hallac’tır”21

Yaşar Nuri’nin kitabında Hallac’ın müslüman ve gayri müslim araştırmacılar tarafından ortaya konan düşünceleri bunlardır.

Hallac’ın kişiliğini ve sözlerini bir çok alim değerlendirmiştir Lehinde ve aleyhinde konuşanlar olmuştur. Lehinde söz söyleyenleri bir yana bırakarak, aleyhinde hüküm veren ve toplumumuzun az çok şöhretlerini bildiği ve güvenerek kitaplarını oku

duğu bazı kişilerin söylediklerinden örnekler vermekle yetineceğiz. Yaşar Nuri Öztürk’ün kitabına aldığı bu kişilerin değerlendirmelerinden bazıları şöyledir:

el-Fihrist sahibi İbnu’n-Nedim (öl. 385/995) Hallaç için şöyle demektedir:

“Hileci, hokkabaz, illüzyoncu bir adamdı. Sahip olduğunu iddia ettiği bilgilerin tümünde sıfır idi.., Cahil olduğu için cesurdu. İlahlık iddia ederdi… Krallar yanında şii, halk nezdinde sufi geçinirdi…”22

Eşari ekolünün en büyük imamlarından Bakıllani (öl. 403/1013), Hallac’ı bazen tanrılık, bazen peygamberlik ilan eden hilekar, hokkabaz bir adam olarak gösterir. Ona göre Hallaç, Firavn’ın sihirbazlarına benzer. Bakıllani, Hallac’ın Bağdad’da hazırladığı ve adına Beytu’l-Azamet dediği bir evi bulunduğunu ve illüzyon gösterilerine uygun biçimde özel hazırlanan bu evin, Hallac’a isnad edilen kerametlerin imal yeri olduğunu söyler.”23

“Hallaç hakkında en ağır fetvalardan birkaçının sahibi de Şeyhu’l-İslam ibn Teymiyye’dir. (öl. 728/1328).

İbn Teymiyye, Hallac’ın hulul fikrinde olduğunu onun şiirlerinden hareketle iddia etmekte ve bunun laneti gerektiren bir küfür olduğunu söylemektedir.24

Hallac’daki emir ve irade ayrımı da İbn Teymiyye tarafından bir küfür sebebi sayılmıştır Bilindiği gibi Hallaç, İblisin durumunu değerlendirirken “Allah’ın emri başka iradesi başka. Allah İblis’e secde et emrini verdi, ama iradesi iblis’in secde etmesi yönünde değildi” yolunda bir fikir sergilemektedir. İbn-i Teymiyye’ye göre bu ayırım bir küfürdür.

İbn Teymiyye, fikir babalığını Hallac’ın yaptığı Nuru Muhammedi anlayışını da İslam dışı görmektedir. “Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun, hiçbir beşer nurdan yaratılmamıştır” diye düşünmektedir.25

Enel Hak sözünü mazur görenlerin, bu sözün tam fena fillah halinde, Hallaç aracılığıyla bizzat Cenabı Hak tarafından söylendiğini iddia ettiklerini görmekteyiz. Onlara göre, Hallac’ın Enel Hak demesiyle Eymen vadisindeki ağacın Hz. Musa’ya hitaben “Enellah” diye ses vermesi arasında hiçbir fark yoktur. İki halde de konuşan Allah’tır.

İbn Teymiyye’nin, Hallac’ı küfürle itham eden daha birçok beyanı vardır.”26

“İbn Hacer el-Askalani (öl. 852/14481 Hallaç için şunları söyler:

“Zındık olarak öldürüldü. Allah’a hamd olsun ki hiçbir hadis rivayet etmemiştir. İlk zamanlarda hali iyi idi. Sonra dinden çıktı. Sihirbazlık öğrendi. Bazı harikalar gösterdi. Ulema, katline fetva verdi ve (hicri) 359 yılında idam edildi.”27

Hallac’a geniş yer veren ve çok ağır bir dille hakaret eden İbn Kesir (öl. 774/13721, onu Mekke putperestlerine benzetir ve “Bozduğu yaptığından fazladır” diyerek eleştirir.”28

Çağdaş bir tasavvufçu olarak Yaşar Nuri öztürk, Hallac’ı bilinen kötü imajından kurtarmak, Hak ve aşk şehidi ilan etmek ve tasavvuf kültürünü savunmak için bu şekilde yoğun çaba sarfetmekte ve binbir su akıntısını her dereden toplayarak getirdiği suların aktığı bir bataklık halini andıran tasavvuf kültürünün yayıncılığını yapmaktadır.29

Dipnotlar:

1- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, Yeni Boyut İstanbul 10. Baskı.

2- Öztürk. müslüman âlimler ve tarihçilere hücum oklarını yöneltirken. İslam düşmanı oryantalist Massingnon’u “Rahmetli Masingnon” (s. 157) diyerek rahmetle anmaktadır?!

3- Yaşar Nuri Öztürk. Hallac-ı Mansur ve Eseri, 30-32. Yeni boyut, İstanbul, 1996

4- Yaşar Nuri Öztürk Marksist ideolojinin terminolojisine çok düşkün görünmektedir. Mesela proleter çocuğu, (s, 29), dine dayalı demokratik sosyalizm (.s. 24, 33) sosyalist vurucu tim (s. 44) gibi

5- Yaşar Nuri Öztürk. a. g. e. 33-34

6- Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e. 35-36

7- Yaşar Nuri Öztürk. a. g. e. 38

8- Karmatiler’in ikinci başkanı.

9- Yaşar Nuri Özlürk, a. g. e. 39 Karmatiler’in bu olayı hakkında fazla bilgi için ayrıca bkz. İbnu’l-Esir, el-Kamil, 7/493-495, 511-512, Beyrut. 1965, el-Kazvini, Asaru’l-Bilad, 180, Beyrut, 1969, İbn Hallikan, Vefeyatu’l-Ayan, 1/409-410, Kahire, 1948.

10- Yaşar Nuri Öztürk. a. g. e. 41-42

11- Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e. 49

12- Yaşar Nuri Öztürk. a. g. e. 44

13- Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e. 56 bu zatın reenkarnasyon inancını savunmasını sebebi şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.

14- Yaşar Nuri Öztürk. a. g. e. 73-74.

15- Hallac’ın etkilendiği önemli kişilerden birinin Hurufiliğin başı olan Fazlullah el-Hurufi el-Esterabadi (öl. 804/1401) olduğunu belirttikten sonra Yaşar Nuri, Hallac’ın bu dualist inancını şöyle belirtmektedir: “Hurufiliğin insanı Allah’ın en ileri tecellisi sayan görüşü, Hallac’ın lahut-nasut ilişkisinin “Enel Hak” olarak sonuçlanışını değişik bir tarzda ifadeden başka bir şey değildir.” Bkz. a.g.e. 180

16- Nicholson, Fi’l-Tasavvufi’l-İslami ve Tarihih, 133-134.

17- Yaşar Nuri Öztürk. Hallac-ı Mansur ve Eseri, 306, Yeni Boyut, İstanbul 1996

18- Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 324

19- Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 336-337

20- Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 261-263, Bilindiği gibi A. M. Schimmel daha çok tasavvuf konusunda çalışmalar yapan bir oryantalisttir. Tasavvuf İslam’ına girmiş, diğer muhtediler gibi müslümanlara tasavvuf dinini öğretmeye çalışmaktadır. Söz konusu çalışmasında Celaleddin Rumi. Şemsi Tebrizi gibi tasavvufçuların yanında batılı birçok İsmin de Hallac’ın bu anlayışını benimsediği ve İblis’i öncü bir hürriyet ve iyilik kahramanı ilan ettiklerini de anlatmaktadır. Bkz. Y. N. Öztürk a.g.e. 262-267. Kitapta gösterildiği gibi İblis’i takdis eden İbn Arabi ve Abdulkerim el-Cili de bu inançlarını Hallac’dan atmışlardır. (Bkz. a.g.e. 192) Schimmel’in tasavvufi çalışmalarını göklere çıkaran ve İslam’ı öğrenmeye çalışanlara tavsiye eden kişilere yukarıda bir kısmını verdiğimiz ve devam eden görüşlerini ithaf ediyoruz.

21- Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 267

22- Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 118

23- Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 118

24- Hallac’ın hulul inancını ve başka tasavvufçuları nasıl etkilediğini Prof. Dr. Mikail Bayram yayınlanmamış bir yazısında şöyle anlatmaktadır:

“Hulul felsefesi eskiden beri mutasavvıflar arasında büyük bir ilgi görmüştür. Birçok ünlü mutasavvıfın Hululiyye mezhebine mensup olduğu görülmektedir, (bkz. Hucviri, Keşfu’I-Mahcub, 334-338, Tahran, 1373 h.) En etkileyici hululiyeci Hüseyin İbn Mansur el-Hallac (309/921 )dır.

Bu felsefe Allah’ın varlıkların ve insanın suretine girdiği inancına dayanmaktadır. Bazı Hrıstiyan mezheplerde Cenabı Allah’ın Hz. İsa’ya hulul ettiği, yani Hz. İsa suretine girdiği kabul edilmektedir. Hz. İsa hakkındaki İlahlık iddiası da buradan gelmektedir. Hallaç ve Bayezidi Bistami gibi mutasavvıfların bu inançta oldukları görülmektedir. Hallac’ın o meşhur olan “Ene’l Hak” sözü bu felsefenin bir ifadesidir. Yani Allah’ın kendisine hulul etmiş olduğunu ifade etmektedir. Bistami de “Ma fi cubbeti Siva Allah” (Cübbemde Allah’tan başka birşey yoktur) sözü de bu inancı ifade etmektedir.

Celaleddin Rumi’nin hocası olan Şemsi Tebrizi’nin de hulûliyye mezhebinden bir mutasavvıf olduğu anlaşılmaktadır. (Burada Menakibu’l-Arifin {s; 2/637-638, ter. Tahsin Yazıcı, Ankara, I980) kitabından nakledilen ve Allah’ın Kimya Hatun suretinde Şems’e göründüğünü anlatan olay nakledilmektedir.)

Şemsi Tebrizi’nin “O senin gördüğün Cenabı Allah beni ne kadar çok seviyor ki hangi surette dilersem, öylece bana gelir. Bu defa da Kimya suretinde geldi” sözü, onun hulul inancında olduğunu göstermektedir. Bu sözü ile, Yüce Allah’ın Kimya hatun suretine girmiş olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Şems, bu hulul felsefesiyle Mevlana’yı etkilemiş ve onu kendisine bağlamıştır. Şemsi Tebrizi de hulul felsefesi ile ilgili derin bir birikim bulunduğu söylenebilir. Muhammed İkbal da, Mevlana’nın hululi görüşlere sahip olduğunu örnekler vererek açıklamaktadır. (Bkz. M. İkbal, Seyr-i Felsefe der İran, 88-89, Tahran, 1354)

Hululi fikirlere sahip olan şeyh ve dervişler Şemsi Tebrizi’den sonra Anadolu da faaliyet göstermekteydiler. Ebu Bekri Niksari, Şam’dan gelen Şeyh Osman-ı Rumi bunlardandı. Mevlana’nın bunlarla da ilgisi devam etmiştir. 15. ve 16. yüzyıllarda Şemsi Tebrizi’ye bağlı olmalarından dolayı kendilerine “Şemsi” denilen dervişler yaygın idiler. Abdulvahid Çelebi “Menakıbt Hace-i cihan ve netice-i can” adlı eserinde onları anlatmaktadır”

25- Hallac’ın Nuru Muhammedi inancını Nicholson şöyle özetlemektedir: “Hallaç, nübüvvet nurlarının kendisinden doğduğunu söylediği Nuru Muhammed’in kadimliğini savunmakladır. Ne var ki Allah’a en yakın makama ulaşan ve Allah’ın ruhunun kendisine hulul ettiği ideal kamil kişi olarak Muhammed’i değil, İsa’yı görmektedir. Bu anlayışa göre İsa’da iki ruh vardır; biri değişme ve yok olmaya uğramayan kadim ilahi ruh, diğeri bozulma ve yok olmaya tabi olan hadis beşeri ruh… Şüphe yok ki bu nazariye, bir müslümandan sadır olması açısından benzeri olmayan eşsiz bir nazariyedir…” Fi’t-Tasavvufi’l-İslami, 134. Hallac’ın “Haç dini üzerine öleceğim”, dediğini yukarıda Yaşar Nuri’nin kitabından vermiştik.

26- Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 121

27- Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 121

28- Yaşar Nuri Öztürk, a.g.e. 121 Yaşar Nuri Öztürk’ün müfteriler olarak ilan ettiği ve Hallaç olayına yer veren kaynaklardan bazıları da şunlardır: İbn Hallikan, Veteyatu’l-Ayan, 1/407, el-Bağdadi, Tarihu Bağdad, K/139, el-Yafii, Mir’atu’l-Cinan, 2/259. el-Hansari, Ravzatu’l-Cennat, 235, İbu’l-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, 8/40, İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihayc, 11/141. İbnu’l-İmad, Sezeratu’z-Zeheb, 2/253-258, İbnu’l-Muntazam fi’t-Tarih, 6/161. Ali İbnu’l-Ecneb es-Sai, Ahbaru’l-Hallac, 38, el-Makrizi, el-Hutat, 2/239. ez-Zehebi, el-İber, 2/140, İbn Hacer, Lisanu’l-Mizan, 2/314. vb.

29- Hallaç konusu, çağdaş olduğunu ve İslam’ı orjinal olarak kavradığını iddia eden Yaşar Nuri tarafından temcid pilavı gibi müslümanların gündemine yeniden sokulduğu için biraz uzunca ele alınmıştır. (Prof. İbrahim Sarmış- Haksöz Dergisi – Sayı: 71 – Şubat 97 Tasavvuf ve Sapmalar)

http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=1587

posted in MITOLOJİ | 0 Comments

16th Ağustos 2008

SAYGI-BARIŞ=>HAK-ADALET=>AHLAK-ERDEM=>SEVGİ-DOSTLUK=>UMUT-SORUMLULUK=>ÖZGÜRLÜK

Dinlerin Birliği

Yüce Allah’ın yaratıkların bizzat kendisi olduğunu söyleyen vahdet-i vü­cut hurafesi, tasavvufçularda ister istemez dinlerin birliği inancına götür­müştür. Bu inanç vahdeti vücud inancının bir ürünü olarak ortaya çıkmak­tadır. Vahdeti vücutçular, ister mitolojik dinler olsun, ister yüce Allah’ın in­sanlara vahyettiği din olsun, hepsinin birliğine, yani hak oluşuna inanırlar. Zira hak, bir tek inançla sınırlı olamaz.[79] Vahdet felsefesine göre her dinin mensupları, kendilerinin ve tapılan bütün varlıkların suretlerinde tecelli eden tanrıya tapıyorlar. Bütün hidayeti ve kutsallığı ile İslam’ın, bütün çir­keflik ve sapıklığıyla Mecusiliğin aynısı olduğunu söylüyorlar. Bu anlayışı nasıl savunduklarını bazı örneklerle gösterelim. [80]

Abdulkerim el-Cîlî’nin Din Anlayışı

Muhyiddin Arabi’nin fikir havarilerinden olan Abdulkerim el-Cîlî, daha önce belirttiğimiz gibi, panteizme inanır. Burada da onun din anlayışını ve­ya inancını gösteren sözlerinden nakiller yapacağız. Bu sözlerinde açıkça Al­lah’ın yaratıklarının kendisi olduğuna ve bütün din mensuplarının eninde sonunda cennetlik olduğuna inandığını göreceksiniz. Şöyle demektedir:

“Alem kar gibidir. Allah, karın aslı olan sudur. Donmuş olan şey için kar ismi ödünçtür. Su ismi ise hakikattir. Şunu demek istiyorum; Misalde yaratıklar kar gibidir, ondan kaynayan su ise sensin. Biliyoruz ki, kar gerçekte sudan ibarettir, ne var ki, şeriatlar farklı anmıştır. Ama kar eriyince hükmü kalkar ve hüküm suyun hükmü olur. Zıtlar güzel ‘Bir’de toplanmış, O’nda yok olmuş, onlardan parlayan O’dur”[95]

el-Cîlî, karın aslının su olduğu gibi, yaratıkların da aslının Allah olduğu­nu söylemektedir. Onlara yaratılmış adının verilmesi geçici bir emanet, yani ödünç olup asıl adlarının Allah’ın adları olduğunu belirtmektedir. Karın eri­mesiyle karın hükmü yok olup su hükmü konduğu gibi, yaratıklara ödünç olarak verilmiş yaratık isminin kalkması halinde asılları olan Allah hükmü­nün konacağını söylemektedir. Kısaca, bütün varlıkların aslında Allah’ın görünümleri olduğunu, Allah’ın onlara sirayet ettiğini söyleyerek panteist bir inancı sergilemektedir. Nitekim bundan önceki paragrafta Allah’ın bü­tün varlıklara sirayet ettiğini açıkça belirtmektedir.

Bir takım tasavvufçuların Firavun ve İblis gibi Allah’ın düşmanlarını ki­taplarında kutsallaştırmaya çalışmalarını, müslüman bir aklın alamayacağı sapıklıklardır. İbn Arabi, Firavun’u göklere çıkarıp Allah’ın kendisiyle ko­nuştuğu Hz. Musa’nın da üstüne yükseltirken, el-Cîlî’nin de insanlığın ilk düşmanı İblis’i temcid ve tebcil etmesini (yüceltmesini) anlamak mümkün değildir. Yüce Allah, İblis’in Hz. Adem’e secde etmesini reddedip “Ben ondan üstünüm” de­yişini Kur’an’da kınayarak anlatırken, el-Cîlî bunun aksini savunmakta ve bu davranışını İblis’in Allah’ın emrine tamamen bağlılığının ifadesi olarak göstermekte ve şöyle demektedir: “Bil ki, Allah, Muhammed’in nefsini kendi zatından yaratınca -ki, zatı iki zat taşımaktadır- daha önce belirttiğimiz gi­bi, yüce melekleri Muhammed’in nefsinin cemal, nur ve hidayet yönlerinden yarattı. İblis ve tâbilerini de Muhammed’in nefsinin celal, karanlık ve sapıklık (dalalet) yönünden yarattı”.

İblis’in adı Azazil’di. Yaratıkları yaratmadan önce şu kadar bin sene Al­lah’a ibadet etmişti. Allah ona “Ey Azazil, benden başkasına ibadet etme” demişti. Allah Adem’i yaratıp meleklere ona secde etmelerini emredince, İb­lis ne yapacağını bilemedi ve Adem’e secde edecek olursa, Allah’tan başkası­na ibadet etmiş olacağını sandı. Allah’ın emri ile secde edenin Allah’a secde etmiş olacağını bilemedi. Bundan dolayı Adem’e secde etmeyi kabul etmedi. İblis diye adlandırılmasının sebebi de içine düştüğü bu karıştırmadır. Anla! Bundan önce adı Azazil, künyesi Ebu Murra idi.

Allah ona “İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibir mi tasladın, yoksa yüce meleklerden mi oldun? deyince, “Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi.

Alûn, Nûn diye adlandırılan melekler, benzerleri gibi ilahi nurdan yara­tılan meleklerdir.[96] Diğer melekler unsurlardan yaratılmış ve yalnız onlara Adem’e secde etme emri verilmiştir.

(Verdiği) bu cevap, yaratıklar arasında İblis’in Allah’ı en iyi bildiğini, so­ruyu ve bu sorunun gerektirdiği cevabı en iyi şekilde anladığını gösterir. Çünkü yüce Allah ona secde etmekten alıkoyan sebebi sormamıştır. Öyle sorsaydı, “İki elimle yarattığıma niçin secde etmedin?” diye sorardı. Ona secde etmekten alıkoyan engelin mahiyetini sormuştur.

Onun için İblis “Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan ya­rattın” demiş ve başka bir şey eklememiştir. Çünkü içini Allah’ın bildiğini ve makamın bast makamı değil, kabz makamı (yani uzun anlatma yeri de­ğil, kısa kesme yeri) olduğunu biliyordu. Eğer uzun anlatma yeri olsaydı, buna “Benden başkasına ibadet etme emrine bağlı kaldım” kısmını da ekler­di. Fakat kendisine sitem edildiğini gördü, edepli davrandı ve işi temelde karıştırdığını bu sitemden anladı. Çünkü Allah ona İblis dedi. İblis kelimesi iltibas (karışmak)’dan gelmektedir. Daha önce bu isimle anılmamıştı. Anla­dı ki bu iş bitmiştir. Feryat etmedi, pişman da olmadı, tevbe de etmedi ve Allah ne isterse onu yapacağını bildiği için bağışlanma da istemedi. Allah ne isterse, gerçeklerin gereğidir. Onları değiştirmek mümkün değildir, dedi.

Allah, onu yakınlıktan, uzaklık aşağılığına kovdu ve “Çık ordan, lanetli­sin sen” dedi. Yani yüce huzurdan aşağılık yerlere in, dedi. Çünkü recmetmek, bir şeyi yüksekten aşağıya atmaktır. “Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun” dedi. Lanet, kovmak ve ürkütmek demektir.[97]

İblis’i masum göstererek savunması, ona hayranlık duyması ve kıyamet günü nasıl Firdevs cennetinde olacağım söylediğini görmek için el-Cîlî’nin el-İnsanu’I-Kâmil kitabını okumanız yeterlidir. Kitabında şöyle demektedir:

“Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun” dedi. “Kıyamet gününe kadar” sözü sınırlama ifade eder. Kıyamet (din) günü bittikten sonra ona lanet okunmaz. Çünkü tabiatındaki zulmetin hükmü kıyamet günü kalkmış olur. Onun için İblis’e, aslının gereği olarak, ancak kıyamet gününden önce lanet okunabilir, yani Allah’ın huzu­rundan kovulabilir. İblisin aslı, ilahi hakikatlerin tahakkuk etmesine engel olan tabi­at engelleridir. Kıyamet gününden sonra tabiatlar engel değil, onun için kemalat cümlesinden olur. Artık lanet olmaz. Aksine Allah’a tam yakınlık olur. O zaman İblis daha önce bulunduğu, Allah’a yakın olan yerine döner. Bu da cehennemin yok ol­masından sonra olur. Çünkü Allah’ın yarattığı her şey mutlaka daha önceki aslına döner. Bu kesin bir prensiptir. [98]

Evet, el-Cîlî’nin söylediği bunlar. Bu sözlerin hangi dinde yeri varsa, onu ve benzerlerini sevenler ve savunanlar oraya yerleştirsinler ve bu gibi şey­tanca oyunlarla müslümanların inançlarım bozmasınlar! İbn Arabi, cehen­nemin kafir ve günahkârlar için tatlı bir yer olacağını, oradan zevk duya­caklarını söylerken, el-Cîlî de cehennemin kafirlere zevk vereceğini, sonra yok olacağını ve İblis’in lanetten kurtularak Allah’ın sevgili kullan arasına gireceğini söylemektedir.[99]

Bütün Dinlerin Mensupları Haklı Ve Mutludur

el-Cîlî, kafirlerin Allah’ın kendisi oldukları için kafir olmalarının normal olduğunu ve bunun onlar için bir eksiklik olmadığını söylemekte, her türlü din ve inanç mensuplarının aynı şekilde haklı olduğunu, eninde sonunda saadete, yani Allah’a kavuşacaklarını söyleyerek bütün inanç ve dinlerle ilgili söyle demektedir.[100]

“… Sonra Adem vefat etti. Zürriyeti de bölük bölük ayrıldı. Bir bölük Adem’in Allah’a yakınlığına inandı. Bu inanışı onu, Adem’in suretinde taştan bir heykel yapmaya götürdü. Bunu yapmakla zannına göre ona hizmet görevini yerine getiriyordu. De­vamlı o heykeli müşahede etmek suretiyle, ona sevgilerini devam ettiriyordu. Belki kendisi de bu yolda Allah’a yakınlık kazanıyordu. Zira o biliyordu ki, hayatta Adem’e hizmet, Allah’a yakınlık vesilesidir. Sandı ki, Adem’in heykeline hizmet de aynı şeydir.

Bunlardan sonra başka bir zümre geldi. Bu yeni gelenler, hizmet anlayışını yitirdi­ler. Yapılan heykelin bizzat kendisine ibadet ettiler. Bunlar putlara tapanlardır. Başka bir zümre de akiliarıyta kıyas yoluna saptılar. Puta tapanları kötülediler. Bunlardan bir kısmı, bizim tabiatın dört unsuruna tapmamız gerekir dediler. Zira âlem sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubetten ibarettir, asıl olana tapmak, fer’e tapmaktan daha uygundur, putlar ibadet eden kimsenin fer’idir, zira onun aslı iba­det edenin kendisidir, yani putu kendisi yapmıştır dediler. Bu kıyas sonunda tabi­atın unsurlarına ibadete koyuldular. Bunların adı tabiatçılar oldu. Başka bir zümre de, yedi gezegene ibadet yoluna gittiler. Dediler ki, sıcaklık, so­ğuktuk, kuruluk ve rutubetten hiçbiri tek başına hareket edecek durumda değildir. Dolayısıyla, bunlara ibadette yarar yoktur. En uygunu bu yedi gezegene ibadet et­mektir. Bu yedi gezegen şunlardır: Zuhal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit, Ay. Zira bunların her biri kendi başına hareket edebilir durumdadır. Alemde etkin bir hareketle kendi yörüngesinde seyreder. Dolayısıyla bazen yarar, bazen zarar verir­ler. En iyisi, kendi kendine tasarrufu olana tapmaktır. Bu gezegenlere ibadet ettiler. Bunlar felsefecilerdir.

Kimileri karanlığa ve aydınlığa ibadet yoluna gitti. Bunlar yalnız aydınlığa ibadet et­mek, öbür yanı yitirmek olur; zira bu varlık karanlık ve aydınlıktan ibarettir, ama en uygunu bunların ikisine tapmaktır dediler. Bunun üzerine gezegen veya başka bir ayrım yapmadan mutlak aydınlık ve karanlığa taptılar. Nasıl tecelli ederse etsin, hiçbir ayrım yapmadılar. Aydınlığın adına Yezdan dediler. Karanlığın adına da Eh­rimen dediler. Bu zümrenin adı da Seneviyye (dualistler)dir. Başka bir zümre ise, ateşe taptılar. Hayatın tabii hararete dayandığını, hararetin mânâ, maddi suretinin de ateş olduğunu, ateşin herşeyin aslı olduğunu söylediler ve ateşe taptılar. Bunlar da Mecusilerdir.

Bir zümre de faydası olmadığını iddia ederek herhangi bir şekilde tapmadılar. Ken­di kendilerine şöyle dediler; ibadet faydasızdır. Zaman ilahi fıtrat yönünden neyi gerektiriyorsa, o meydana geliyor ve olan oluyor. Durum böyle olunca, ancak için-dekini dışa atan rahimler ve onları yutan toprak vardır. Bu zümrenin adı Dehriyyun (materyalistler)dur. Mülhidler olarak da adlandırılırlar.[101]

Bir de kitap ehli vardır. Bunlar fırka fırka ayrılırlar. Biri ibrahimiler (Brahmanist-lerjdir. Bunlar Hz.İbrahim dini üzere olduklarını söylüyorlar. Onun soyundan olduk­larını sanıyorlar. Bunların kendilerine has İbadetleri vardır.

Yahudiler; bunlar Musevilerdir. Hristiyanlar; bunlar da isevilerdir. Müslümanlar; bunlar da Muhammedilerdir.

Bunlar on millete ayrılırlar. Bu on millet, çeşitli milletlerin aslıdır… Hepsinin dayana­ğı şunlardır:

Kafirler, tabiatçılar, felsefeciler, dualistler (seneviyye), mecusiler, materyalistler, İb­rahimiler (brahmanistler), yahudiler, hristiyanlar. müslümanlar. Bu anlatılanlardan hangisi olursa olsun, Allah bir kısmını cennet için, bir kısmını da cehennem için yaratmıştır. Nitekim geçmişte peygamberlerin davetinin ulaşmadığı yerlerde yaşayanlar, Allah’ın cennetle mükafatlandırdiğı hayır işleyenler ve cehen­nemle cezalandırdığı günah işleyenler diye kısımlara ayrılmışlardır. Ehli Kitap da bu şekildedir. Şeriatlar gelmeden önce hayır; kalplerin kabul ettiği, nefislerin sevdiği ve ruhların hoşnut olduğu şeydir. Şeriatlar geldikten sonra ise ha­yır, Allah’ın kullarına öğrettiği kulluktur. Şeriatlar gelmeden önce şer; kalplerin ka­bul ettiği, ama nefislerin nefret ettiği ve ruhların kendisinden rahatsız olduğu şey­dir. Fakat şeriatlar geldikten sonra şer; Allah’ın kullarına yasakladığı şeydir. Sayılan bütün bu zümreler, kendisine ibadet edilmesi gerektiği şekilde Ailah’a iba­det ederler. Çünkü Allah onları kendileri için değil, zatı için yaratmıştır. Onlar, hakkı olduğu şekilde O’nundur.

Yüce Allah, bu dinlerde isim ve sıfatlarının hakikatlerini ortaya çıkarmış (izhar et­miştir. Hepsinde zatıyla tecelli etmiş ve bütün zümreler ona ibadet etmişlerdir. [102] Kafirler bizzat ona ibadet etmişlerdir. Çünkü yüce Allah baştan başa hem bu âle­min, hem de bu âlemin bir parçası olan kafirlerin hakikati (kendisi) olduğundan, ona ibadet etmişlerdir. Aliah kendi hakikatleri olduğu için bir rablerinin olmasını reddetmişlerdir. Onun hiçbir rabbı olmayıp, mutlak rab kendisidir. Alfah kafirlerin zatlarının aynı olduğu için zatlarının gereğine göre ona tapınışlardır. Putperestlere gelince; onlar da karışım ve hulul olmaksızın Aliah kainatın bütün varlıklarının her zerresinde bulunduğu için taptıkları o putların hakikati (kendisi)dir diyerek putlara taptılar. Onun için puta tapanlar Allah’tan başkasına tapmış değil­dirler. Bu tapmada Allah onların niyet ve bilgilerine muhtaç değildir.[103] Çünkü ne kadar zaman geçerse geçsin, gerçekler ne ise, mutlaka açığa çıkar. Zira putperestler kendilerine göre Hakka uymaktadırlar. Kalpleri onlara hayrın bunda ol­duğunu söylemiş ve bunun doğruluğuna inanmışlardır. Zaten Allah, kulu kendisini nasıl düşünüyorsa öyledir. Peygamber de “Müftüler sana fetva verse bile, kendi kalbine danış” demiştir.

Bu, genel anlamda kalp için söz konusudur. Ama özel anlamda, yani ayrı ayrı kalp­ler için durum böyle değildir. Ne her kalpten fetva sorulur, ne de her kalp doğru fet­va verir. Onun için burada kastedilen bütün kalpler değil, bazı kalplerdir. Putperestlerin yaptıkları bu işin hakikati hakkında besledikleri inanç, onları ahirette işin gerçeğinin bu şekilde ortaya çıkacağına inanmaya sevketmiştir, Zaten yüce Al­lah “Her fırka sahip oiduğu şeylere sevinenlerdir” demiştir. Yani dünya ve ahirette bu şeylere sevinmektedirler…

Onlar dünyada istediklerine sevinir, ahirette de hallerine sevinirler. Sahip oldukları şeylerle sürekli sevinç içinde olurlar. Onun için tekrar dünyaya döndürülseier. put­perestliğin sebep oiduğu azabı gördükten sonra dünyada tekrar aynı şeyi yapacak­lardır. [104] Çünkü o azapta lezzet latifesini görmüşlerdir. Onda (putperestlikte) de­vam etmelerinin sebebi odur. Çünkü Allah ahirette bir kuluna azap etmek istediği zaman, rahmeti ile, o azapta kendisine gizli bir lezzet yaratır. Azaptan Allah’a sı­ğınmaması ve korumasını istememesi için azap görenin cesedi o lezzete aşık olur. O lezzeti duyduğu müddetçe azapta kalır. Allah, onun azabını hafifletmek isterse, o lezzetini giderir ve rahmet etmek zorunda kalır. Allah “Darda kalanın duasına ica­bet eder[105] İşte o zaman azap gören kişi, Allah’a sığınır, kendisini azaptan koru­masını İster. Allah da onu korur.

Tabiatçılara gelince; bunlar Allah’a dört sıfatı açısından ibadet etmişlerdir. Çünkü hayat, İlim, kudret ve iradeden ibaret olan dört ilahi sıfat varlık âleminin astıdır. Sı­caklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet varlık âleminde bu sıfatların görünümüdür. Ru­tubet hayatın görünümü, soğukluk ilmin görünümü, sıcaklık iradenin görünümü, ku­ruluk da kudretin görünümüdür. Bu görünümlerin hakikati, o sıfatlara sahip olan Al­lah’ın kendisidir. Bu görünümlerde mevcut olan ilahi latife, tabiatçıların ruhlarına görünüp ilahi dört sıfatın eserini farkederek âlemde sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet olarak yaşayınca, ilahi yetenek bakımından yetenekler bu sıfatların, bu su­retlerin anlamları olduğunu anladı. Yahut bu hayaletlerin ruhları veya bu görünüm lerin tezahürleri olduğunu anladılar. Bu sebepten söz konusu tabiatlara taptılar Ki­mileri bilerek, kimileri bilmeden taptı. Bilenler öncü oldular, bilmeyenler de onları izediler.

Bunlar, sıfatlan bakımından Allah’a ibadet ediyorlar. Durumlarına temel olan hakikatler açığa çıktığında öncekilerin sonu saadetle sonuçlandığı gibi, bunların da so­nu saadet olacaktır.[106]

Filozoflara gelince; bunlar da Allah’a isimleri bakımından ibadet etmişlerdir. Çünkü yıldız (gezegen)lar Allah’ın isimlerinin görünümleridir. Yüce Allah’ın zatı da onların hakikatidir.

Güneş, Allah isminin görünümüdür. Çünkü bütün isimler Ailah isminden hakikatini aldığı gibi, bütün gezegenler ışığını güneşten almaktadır. Ay, rahman isminin görü­nümüdür. Çünkü güneşin ışığını taşıyan en büyük gezegendir. Nitekim, Önce de belirttiğimiz gibi, rahman ismi, Allah isminde en büyük mertebeye sahiptir. Müşteri yıldızı, Rab isminin görünümüdür. Çünkü gökte en mutlu yıldız odur. Nite­kim mertebe bakımından rab ismi de çok özel bir isimdir. Kendilerine rablık yapılan varlıklar rab isminin gereği olarak kibriyânın kemâline şâmildir. Zuhal yıldızı ise vahidiyetin görünümüdür. Çünkü bütün felekler onun kapsamı için­dedir. Nitekim vahid ismi bütün isim ve sıfatların üstündedir… Allah, bu yıldızların hakikati olduğu için, ibadet edilen de kendi zatı olmuştur. Bu sebepten felsefeciler ona ibadet etmişlerdir.

Hiçbir varlık yoktur ki, insanoğlu ve diğer canlılar ona tapmış olmasın. Kaya kerten­kelesinin güneşe tapması, pislik böceğinin pisliğe tapması ve başka hayvanların başka şeylere tapmaları gibi. [107] Alemde mutlak veya mukayyed olarak Allah’a iba­det etmeyen hiçbir canlı yoktur. Mutlak {herhangi bir şekii ve surette görüntüsüne değil, soyut olarak) ona İbadet eden muvahhid iken, mukayyed (şekil ve surette görünmüş olarak) ona ibadet edenler de müşriktirler. Ancak Allah’ın varlığı hepsin­de mevcut olduğu için hepsi hakikatte Allah’a ibadet etmiş olurlar. Çünkü Allah’ın zatı hangi şeyde görünmüşse, o şeyde kendisine ibadet edilmesini gerektirmekte­dir.[108]

Muhammediler ise, yaratılmış varlıklardan herhangi bir şeyle takyid etmeden, [109] mutlak olarak Allah’a tapınışlardır. Muhammediler, ona bütün açısından tapınışlar­dır. Onu zahir veya batın herhangi bir yönle sınırlandırmadan tapmışlardır. Onların yolu, Allah’ın zatına giden Allah’ın yolu olmuştur. Onun için ilk adımda yakınlık de­recesine nail olmuşlardır. [110] Bunlar, yüce Allah’ın “Onlar yakın bir yerden çağrılır­lar” diye işaret ettiği kişilerdir.

Dualist (seneviyeci)lere gelince; bunlar Allah’a nefsi açısından tapmışlardır. Çünkü Allah nefsinde zıtları toplamıştır. Hem hakkiyet (yaratan), hem halkiyet (yaratılan) mertebelerini kapsamıştır. İki nitelikle iki hüküm de ortaya çıkmıştır. Dünya ve ahirette iki nitelikle görünmüştür. Hakkiyet hakikatine mensup olan, aydınlık olarak or­taya çıkmıştır. Halkiyet hakikatine mensup olan da karanlık olarak ortaya çıkmıştır. Dualistler iki niteliği, iki itibarı, iki hükmü birleştiren bu özellikten dolayı aydınlık ve karanlığa tapınışlardır. Hangi hükümden ve nasıl istersen, Allah onu ve ziddını za­tında toplamaktadır.

Dualistler, zatında gerektirdiği bu ilahi incelikten dolayı ona tapmışlardır. O, hem Hak, hem halk adını taşımaktadır. Hem aydınlık, hem karanlıktır.

Mecusilere gelince; bunlar Allah’a ehadiyeî açısından tapmışlardır. Ehadiyet bütün isim, sıfat ve mertebeleri yok ettiği gibi, ateş de böyledir. Unsurlar arasında en güç­lü ve en üstün olandır. Paralelindeki bütün tabiatları yok eder. Büyük kuvvetinden dolayı ona yakın olan bütün tabiatlar ateşe dönüşür…

Tabiatlarda ateş, isimlerde vahidiyetin görünümüdür. Mecusilerin ruhları bu miskin kokusunu alınca, nezle olup kızartmasının kokusunu duyamadılar ve ateşe taptılar. Ateşe taparken, bir ve kahhar olandan başkasına tapmış değildirler. Dehrilere gelince; bunlar Allah’a hüviyet bakımından tapmışlardır. Rasuluilah “Za­mana sövmeyin, çünkü zaman Allah’tır” buyurmuştur. Yani dehriler Allah diye za­mana tapmışlardır.

İbrahimi (Brahmanist)lere gelince; bunlar bir nebi veya rasule uydukları için değil, Allah’a mutlak olarak tapmışlardır. Allah’ın yaratmadığı hiçbir varlık yoktur derler. Alemde Allah’ın birliğini kabul ederler. Ama peygamberleri tamamen inkâr ederler. Allah’a tapmaları, peygamberlikten önce peygamberlerin bir nevi tapması gibidir.

Bunlar, Hz. İbrahim’in soyundan geldiklerini iddia ederler. Bizzat Hz.İbrahim’in Al­lah’tan almayıp kendisinin yazdığı bir kitaba sahip olduklarını ve bu kitabın içinde hakikatlerin anlatıldığını söylerler. Kitap beş bölümdür. Dört bölümünü herkesin okuyabileceğini söylerken, derin bilgiler içerdiğini söyledikleri beşinci bölümü ise ancak onlardan bazı kişilerin okuyabileceğini söylerler. Beşinci bölümü okuyanla­rın, sonunda mutlaka İslam’a varacağını ve Muhammed’in dinine gireceğini düşü­nürler.

Bunlar daha çok Hindistan’da bulunurlar. Orada bunların kıyafetlerini giyen ve on­lardan olduklarını iddia eden kişiler vardır. Halbuki onlardan değildirler. Aralarında putperestler olarak bilinirler. Onlara göre puta tapanlar bu zümreden sayılmazlar. Yukarıda sayılan bütün dinlere mensup kişilerin kendi kendilerine uydurdukları bu ibadet şekilleri, sonunda saadete ulaşsalar bile, bedbahtlık çekmelerine sebep ola­caktır. Çünkü bedbahtlık, saadetin zuhuruna kadar yaşayacakları uzaklık (ayrı-lıkjtan başka bir şey değildir.[111] Bedbahtlık, bu süren ayrılıktır. Bunu da anla!. [112] Görüldüğü gibi, insanlar hangi din ve mezhepten olup neye taparsa tapsınlar, ger­çekte Allah’a taptıklarını, çünkü o şeylerin Allah’ın görünümü olduğuna inanarak onlara taptıklarını, peygamberlerin bildirdikleri şekilde Allah’a tapanlar ilk etapta saadete kavuşacakları halde başka şekillerde tapanların ancak bir süre sonra sa­adete kavuşacakları, azap veya bedbahtlığın saadete kavuşuncaya kadar geçecek zaman içindeki ayrılıktan ibaret olduğu açıkça anlatılmaktadır. Onun için muvah-hidler olsun, hangi türden kafir veya müşrikler olsun, hepsi de gerçekte Allah’a tap­mışlar ve saadete ergeç nail olacaklardır.

İşte tasavvuf dini bu kadar hoşgörülü ve rahmeti her şeyi kuşatan bir dindir. Her türlü sapık felsefeyi İslam diye Müslümanlara yutturan bu in­sanlar, bu şirk pisliklerinin İslam’la bağdaşmadığım ya kitaplarında, dergi­lerinde, konferans ve sohbetlerinde reddederek insanlara ilan ederler yahut hem bu dünyada hem ahirette onların sahipleriyle aynı akıbeti paylaşmaya devam ederler.

el-Cîlî’nin söylediklerini, bir müslüman olarak doğru veya tam yansıtma­dığımızı düşünenler olabilir. Söylediklerimizin gerçek olduğunu teyid etmesi açısından oryantalist Nicholson’dan bu panteist inancın özetini dinliyelim;

“el-Cîli’nin anlayışında dinlerin ve inançların çokluğu, Allah’ın yaratık­larda ortaya çıktığı (tecelli ettiği) isim ve sıfatlarının çokluğundan ileri gel­mektedir. Her isim ve sıfatının özel bir zuhuru vardır. Kur’anın belirttiği gibi Allah, Hadi (hidayet veren) ismiyle tecelli ettiği gibi, Mudil (saptıran) is­miyle de tecelli etmiştir. Allah’ın isimlerinden biri işlevsiz kalarak alemdeki varlıklardan biri suretinde zuhur etmeseydi, Allah kamil olarak tecelli et­memiş olurdu. Onun için itaat edenlerin Hadi ismi suretinde, sapıkların da Mudil ismi suretinde kendisine tapması için peygamberleri göndermiştir.

Bu bakımdan Allah, ibadet edilen her mabudun kendisidir. Çünkü bütün varlıklara sirayet eden, yanı hepsinin suretinde görünen odur. Bunlar ara­sında putperestlerin taptığı ile başkaların taptığı arasında bir fark yoktur. Putperestler, maddi alemin her parçasına sirayet etmiş olana taparken, düalistler yaratan ve yaratılanın birliğine taparlar. Ateşe tapan Mecusiler, ta­biattaki bütün cisimlerin içinde fena bularak ateş tabiatına dönüştüğü gibi, bütün isim ve sıfatların içinde fena bulduğu bir zata taparlar. Ateistler ise, bilfiil değil, bilkuvve yaratıcı olması açısından ona taparlar. Şu veya bu su­rette tapanlar Hakkın varlıklarda tecelli eden suretlerine taptıkları için bü­tün inanç ve din mensuplarının sonu kurtuluş olacaktır.

el-Cîlî, Müslüman olduğu için bu insanları ister istemez bir tasnife de ta­bi tutmaktadır. Ona göre, inanç ve ibadetlerinde Hakkı tasavvur ettikleri ila­hi suretin kemali oranında insanların kemal derecelen de farklıdır. Her inanç ve ibadette Hak’tan bir unsur olduğuna göre, dinlerin en mükemmeli de peygamberlerin getirdiği dinlerdir ve bunların arasında en mükemmeli de İslam’dır.

el-Cîlî, inancına dayanak olarak, en yakın Hıristiyanlık inancını görmek­tedir. Ona göre Hıristiyanlık inancı, Allah konusunda sahih bir düşünce oluşturmak için iki yöne sahiptir. Bir yönü ile Allah bütün yaratıkların sı­fatlarından münezzeh iken, diğer yönü ile bütün yaratıkların sıfatlarında zahir olmuştur. Ancak Hıristiyanlar Hakkın tecellisini sadece Hıristiyanlık inancının belirttiği şekilde sınırlandırmakla, yani Hakkın üç şeyden oluştu­ğunu söylemekle hata etmişlerdir.[113]

İşte vahdeti vücud inancının Müslümanlara kazandırdığı ve işte rahmet ve hoşgörüsü her şeyi kuşatan tasavvuf dini! Her türlü sapık felsefeyi İslam diye Müslümanlara yutturan tasavvufçular, bu şirk pisliklerinin İslam’la bağdaşmadığını ya kitaplarında, dergilerinde, konferans ve sohbetlerinde red ederek insanlara ilan ederler, yahut hem bu dünyada hem ahirette onla­rın sahipleriyle aynı akıbeti paylaşmaya devam ederler.[114]

(Prof. İbrahim Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslam, s.311-321, Ekin Yayınları, 5. Baskı)

[79] Dr. Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, el-İtticahatu’l-Münharife fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Kerim, 73, Mektebetu Vehbe, Kahire 1986.

[80] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 257.

[95] Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu’l-Kâmil, 1/28

[96] Ayetin anlamını tahrif etmektedir. Çünkü ayette geçen “Alin” kelimesi, üstünlük ve ululuk taslayan anlamındadır. Alun diye melek ismi de yoktur.

[97] Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu’l-Kâmil, 2/38

[98] el-Cili, el-İnsanu’l-Kâmil, 2/30-39

[99] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 260-262.

[100] el-Cili’nin din anlayışının tamamen açığa çıkması için uzunca bir alınlı yapmamız gerekmektedir.

[101] Bunlar zamanı tanrılaştınn ve her şeyin meydana gelmesinde zamanın rol oynadığına inananlardır. Bunların inancını şu aye[-i kerime dile getirmektedir: “Dünya hayatından başka bir şey yoktur, ölürüm ve yaşarız. Bizi ancak zamanın geçişi helak ediyor, derler” (Casiye, 24)

[102] Yani, hangi şeye tapmış olursa olsunlar, gerçekle o şeyde tecelli eden, o şey olarak görünen Allah’a tapmış sayılırlar.

[103] Yani, Allah’a tapıp tapmadıklarını bilip bilmemeleri ve ona tapmaya niyet edip etmemeleri Allah açı­sından önemli değildir. Çünkü putlar Allah’ın hakikati olduğu için ister istemez ona tapmış sayılırlar.

[104] Eğer geri döndürülseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Şüphesiz onlar yalancıdır­lar” (En’am, 28) ayetine işaret ederek tahrif etmekledir.

[105] Yoksa kendisine yakardığı zaman darda kalana karşılık veren mi?..” (Nahl, (62) ayetini sapık düşün­cesi için kutlanmakladır.

[106] el-Cili, “Tabiata tapanlar, gerçekle tabiatta görünen Allah’ın sıfatlarına taptıkları için Allah’a tapmış olmaktadırlar, Allah’a taptıkları için de saadete kavuşacaklardır demektedir”.

[107] İbn Arabi de aynı şeyi söylüyordu. İbn Arabi’ye göre, buzağıya tapmaya çalışan İsrail oğullarını engel­lemeye çalışan Hz.Harun bu inceliği kavrayamadığı için onlara engel olmaya çalışmıştır. Ama Hz. Musa bu inceliği kavradığı için Tur dağından dönüşte Hz. Harun’u bu engelleme çabasından dolayı azarlamış ve yermiştir. Çünkü, İbn Arabi’ye göre, o güne kadar buzağı dışında her varlık suretinde Allah’a ibadet edilmişti. Sıra buzağı suretinde Allah’a ibadet etmeye gelmişti. Hz. Musa bunu kavradığı için İsrail oğulları’nın buzağıya tapmasına karşı çıkmamış, bundan alıkoymaya çalışan Harun’u azartamıştır. Bilgi için bkz. Fususu’l-Hikem, Harun Faslı.

[108] Yani, Allah kendisine ibadet edilmesini gerektirdiği için göründüğü bütün peylerde on.ı îb.ıdel edil­mesi gerekmektedir. Çünkü o şeyler de Allah’ın görünümü, yani kendisidir.

[109] Yani, Allah’ı temsil edecek herhangi bir şeye değil, doğrudan doğruya Allah’ın kendisine ibadet et­mişlerdir.

[110] Yani başka varlıkların şahsında Allah’a tapanlar gibi dolaylı ve uzun zaman sonra saadete erenler gi­bi değil, direkt saadete ermişlerdir.

[111] Onların bedbahtlığını, cehennemde görecekleri acıklı .izahı azap olarak clegil, Allah’a kavuşunaıyn kadar geçecek olan ayrılık kabul etmektedir.

[112] Abdulkerim el-Cili, el-lnsanu’l-Kâmil, 2/74-81-, el-Matbaatu’l-Mısriyye, 1316 h.

[113] Nicholson, fi’t-Tasvvufi’l-İslami ve tarihihi, 88-89, Ter. Ebu’l-Ala Afifi,

[114] İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Ekin Yayınları: 262-269.

posted in MITOLOJİ | 0 Comments